Türkiye’de pek çok sosyalistin din konusunda net sayılabilecek bir görüşü yok. Halbuki bir devrimci çizginin açık seçikliği, din konusundaki görüşüyle de ortaya çıkar. Devrimciler bu konuda nedense ürkek olmuşlardır. Devrimci aydın, teolojik konularda kendini genellikle yetersiz görmüştür. Gereksiz bir komplekse kapılmıştır bu konularda: “Ben din konusunda pek çalışma yapmadım, yeni incelemeye başladım…” Devrimci aydının cevapları genelde böyledir. Sanır ki din, dinsel ayinlerden ibarettir; dinsel ayinleri bilmedin mi o dini de bilmiyorsundur. İşte bu noktada devrimci aydın, teolojik alana karşı bir ürkeklik geliştirir. Halbuki dinsel ayinlerle ilgili alan, dini bilgilerin en basitlerini kapsar. Bu tür bilgiler bir küçük ilmihalden öğrenilebilir; ama din felsefesinin, sosyolojisinin, herhangi birine yakınlaşabilmek için ciltlerce kitap karıştırmak gerekir. Devrimci aydın en başta bu konuda ürkekliğini bir yana atmalıdır.
163. Madde Sorunu
Devrimci aydınlar din konusunda farklı konumlarda bulunuyorlar.
Bunlardan bir kesim, popülist bir söylem içinde, “163 kalksın” diyor. Bu görüşlerinin gerekçesi olarak da “vicdan ve kanaat özgürlüğü”nü gösteriyorlar. Böyleleri İslam dinini total-bütünsel bir din olarak kabul ediyorlar. Onlara göre İslam dini, sadece ibadete ve inanca ait olan ve müminle tanrı arasındaki ilişkileri düzenleyen kurallardan oluşmaz. İslam dini, aynı zamanda devlete, siyasete, ekonomiye ait kuralları da olan bir bütünsel sistemdir. “163 kalksın” diyen devrimcilerimize göre, din ve vicdan özgürlüğü, İslamın devlet, hukuk, ekonomi görüşlerinin savunulması özgürlüğünü de içermektedir. Bu görüş, devrimcilikle demokrasi ilişkilerinin yanlış değerlendirilmesinden doğuyor.
Oysa bugün devrimciler tam tersine 163’ün kaldırılmasına karşı çıkmalıdırlar. 163. maddeye karşı olanlar, yıllardır iktidardadır ülkemizde. Ve bugün 163. madde İslamcı kesimdeki siyasi mücadelede bir araç olarak kullanılmaktadır. İktidar, islami muhalefeti 163 ile denetlemek istemektedir. Konunun püf noktası, ülkemizdeki iktidarların gerçek anlamda laik iktidarlar olmadıkları gerçeğini göremeyişimizdir. Bu iktidarlar dinden yararlanmışlar, islami görüşü, kitle tabanı tutabilmek için bir ideoloji olarak kullanmışlardır. Bu iktidarların laik olmadıkları açıktır. Daha da ötesi bu iktidarların, şu veya bu oranda, ama özde islami iktidarlar olduğu bile iddia edilebilir. Çünkü bir iktidar laik olmadığı oranda dini ya da dinsel özlü bir iktidardır.
Bir ülkedeki insanların nüfus kağıtlarına doğar doğmaz “dini İslam” damgası vuruluyorsa, o ülke iktidarları laik değildir.
Bir ülkede devlet başkanları görüşlerini ayetlerle temellendirmek gereğini duyuyorlarsa, orada laiklikten söz edilemez.
Bir ülkede din dersleri mecburi ders oluyor, öğretim ikiliği getiriliyorsa, orada laiklik yoktur. Bir ülkede İslamın ekonomik, siyasi, hukuki görüşleri Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından, bu görüşleri benimser önsözlerle birlikte yayınlanıyorsa, aynı şey çok daha büyük boyutlarda özel yayınevleri tarafından yineleniyorsa ve yine de 163. madde uygulanmıyorsa, orada laiklik esasen yoktur.
Bir ülkede devletin televizyon yayınlarında kutsal günlerle ilgili yayınlar yapılıyor, mevlütler naklen veriliyorsa ve din programlarında kuran okunup açıklaması yapılıyorsa orada laiklik yoktur.
Ve de en önemlisi devlet, dini işlerin ve ibadetlerin yürütülmesi için bütçeden para ayırıyorsa orada gene laiklik yoktur.
Bu durumda açıktır ki “163 kalksın” diyen “devrimcilerimiz” bu konumlarıyla belki bir tür demokrat olabilirler, ama devrimci ya da devrimci demokrat olamazlar. Devrimcilikle demokratlığı bir ve aynı şey olmak kabul eden bu kişiler, hem demokrat hem de devrimci olmayı bir türlü beceremezler. Gerçi böyleleri İslam güçlerinin bir kesimiyle “iş ve eylem birliği” oluşturmuşlardır. Hep bir ağızdan “islama özgürlük” derlerken, bu ittifak içindeki islami kesimden “141 kalksın” sözcüğü bir türlü çıkmamaktadır. Evet özgürlük, ama gericilere özgürlük değil. İşte salt demokrasiyi gören ama devrimi göremeyen popülistlerin farkedemedikleri budur.
Aslında din özgürlüğü istemek yersizdir. Çünkü bu özgürlüğü iktidarlar sonuna kadar kullanmaktadırlar. Onlar açısından önemli olan da budur. Çünkü bunlara göre özgürlük güçlü olanındır. İktidarlar 163’lük suçlara bulanmışlardır, ama yine de sanık değillerdir. Bu bakımdan devrimciler, 163. maddenin varlığında iktidara karşı bir direnç noktası bulabilirler.
Diyanet İşleri: Gerekli mi?
“Devrimci” akımın, din konusunda diğer popülist çizgisi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığını haklı gösteren çizgidir. Bu görüş, İslamda batıdaki gibi bir ruhban tabakası ve dinsel kurumların devamını sağlayan kilise mülkiyeti gibi bir mülkiyet ve iradın bulunmadığını kabul eder. Bundan dolayı da bu görüş, laikliğe geçişle birlikte din adamlarını yetiştirmek ve ibadet yerlerini ayakta tutabilmek için, diğer bir deyişle din özgürlüğünü sağlamak için, bir diyanet işleri kurumuna gerek olduğunu savunmaktadır. Ve devletin bu kurum aracılığıyla dine müdahale etmesini haklı bulmaktadır.
Bu görüşü doğru bulmak mümkün değildir. Aslında batıdan farklı olarak bizde, devlet dinle çok sıkı bir içiçelik oluşturmuştur. Batıda Hıristiyanlık bir cemaat örgütlenmesi şeklinde gelişmiştir. Dolayısıyla Batıda din büyük ölçüde kişi ile tanrı arasında bir ilişki şekline bürünmüş, buna bağlı olarak da lâikliğin ötesinde ateizm hız kazanmıştır.
Bizde ise din ve devlet hep içiçe olduğu için bunlar daha sonra ancak bir noktaya kadar birbirlerinden koparılabilmiştir. Hatta Mustafa Kemal’in zaman zaman bir İslam reformu düşlediği bile bilinmektedir. Afet İnan onun isteği üzerine, dinle ilgili birçok kaynağı sandıklara koyup, incelemek üzere Yalova’ya gittiklerini anlatır. Hele camileri bir hitap yeri olarak kullanma girişimi! Sonunda bütün bu düşleri bir tarafa bırakmak zorunda kalırlar. Ancak dinle devletin hep içiçe olduğu bir ülkede, kısa sürede batıdaki anlamında laiklik, dinle devletin ayrılması imkansızdır. Osmanlıya karşı olmak, Osmanlıyla bütünleşmiş olan hakim islami güçlere de karşı olmayı gerektirmiştir. Çünkü batı emperyalizmi ülkede etkin olmaya başladığı andan itibaren bütün kurumlar gibi medreseyi de olumsuz yönde etkilemiş, giderek içtihat kapısı hepten kapanmıştır. Bu durumda emperyalizme “teslim” olan Osmanlı ile birlikte, din de emperyalizmin aracı haline gelmiştir. Bu durumun en somut ifadesini 31 Mart gibi olaylarda açıkça görürüz. İşte bu açıdan, Osmanlıya karşı olmak hakim islami güçlere de karşı olmayı getirmektedir. Onun için de Mustafa Kemal dini devletin denetimi altında tutmak istemiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı işte bu anlayıştan doğmuştur.
Ancak bugün şartlar değişmiştir. M. Kemal döneminde haklı nedenlere dayanan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı, bugün tam tersi bir rol oynamaktadır. Bugün iktidarlar, sermaye çevrelerinin güvenini pekiştirmek için, sol akımlara karşı, islami görüşleri çıkartmaktadır. Aslında bu görüş, CIA kanalıyla Sovyetler Birliği’ndeki Müslümanları sisteme karşı çıkartmak ve genel olarak da dünyamızda komünizme karşı bir panzehir olmak için kullanılmaktadır. Bu durumda D.İ.B.’nın M. Kemal dönemindeki fonksiyonu da değişmiş olmaktadır. Ülkemizde bütün iktidarlar kitle ve oy tabanı desteği sağlamak için dini, Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla siyasete alet etmektedir. Çünkü dün olduğu gibi bugün de devletin eğittiği imamlar ve vaizler politik vaazlar verebilmektedirler. Çünkü Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hazırladığı dini televizyon programlarında, sol düşünceye tam boy karşı ekonomik, sosyal görüşler dile gelebilmektedir. Diğer bir deyişle bu programlarda, kapitalist anlayışa uygun İslam yorumları açıkça sol görüşün karşısına konulabilmektedir. Çünkü Diyanet İşleri Başkanlığı”nın denetimindeki faaliyetlerle insanların kanaatleri baskı altına alınabilmektedir.
Bütün bunların dışında devletle Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bir ve beraber oluşu yurttaşı yanılgıya sürüklemekte, onun dinle devlet işlerinin ayrıştırılması gereğini kavramasını engellemektedir.
Bütün bu olumsuzlukların Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yönetim ve denetimi altındaki kişilerce yaratıldığı genel bir kanı olarak kamuoyunda yer etmiştir. Milli Emniyetin, siyasi polisin, devlet üst makamlarına bu konularla ilgili olarak göndermiş oldukları raporların açıklanmasının çok ilginç olacağı kanısındayız. Böyle bir örgütün, çoğunluğu laik anlayışta olan yurttaşların vergi olarak devlete ödedikleri paralarla beslenmesi ilginçtir. Şartlar değişmiştir ve Diyanet İşleri Başkanlığı amacının tam tersi bir işleve sahip olmuştur. Dün laiklik için bu kurum olumlu rol oynarken, bugün laiklik önünde tam boy bir engel teşkil etmektedir.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın gereğine inananlardan bir kesim ise, Radikal İslami Akımı bir tehlike olarak göstermekte ve “Müslüman kitleyi denetimsiz bırakırsak onları radikal islama itmiş oluruz” diyerek, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın zorunluluğunu kabul ettirmeye çalışmaktadırlar. Bir kez devrimciler, anti-emperyalist ve sosyal adaletçi eğilimler içeren başka ülkelerdeki akımlara daha farklı biçimde yaklaşabilirler, bu mümkündür. Diğer taraftan devrimciler, İran modeli radikal islami akımın, ülkemizde kesin bir başarı kazanabileceğine de ihtimal vermezler. Çünkü bizde dinle devlet birliktelik oluşturdukları ve din adamları devletle içiçe oldukları halde, İran’da din adamları ve mollalar devlete karşı devletle çatışma içinde olmuşlardır. Şiilik özünde bin küsur yıllık bir muhalefet akımı olma niteliğini İran’daki iktidarına kadar korumuştur. Mollalık kurumunun özellikleri de farklı bir konum oluşturmaktadır. Bütün bunlara zengin petrol gelirlerinin sınıflar arasında büyük bir uçurum ve adaletsizlik yarattığını da eklemek gerek.
Burjuvazi ve Radikal İslami Akım
Bütün bu gerçeklere rağmen, radikal islami akım, burjuvaziyi ve hükümetlerini bir yerde korkutmaktadır. Çünkü fakirlik, işsizli,k açlık dizboyu olunca kitleleri islami ideolojiyi kullanarak sömürüye razı etmek güçleşmektedir, silah bu kez ters tepmektedir. Bugün eskisine göre farklı bir biçimde, sosyal adaletçi, batı karşıtı bir radikal islami muhalefetin kitleler üzerinde etkili olabilme imkanı en azından bir potansiyel olarak doğmaktadır. Bu açıdan da burjuva hükümetler, yoksul ve sömürülen halk kitlelerinin radikal islami muhalefete kaymaması için, 163’lük suçları artırmakta ve bu muhalefeti engellemek için, kitlelere kendi islami yorumlarını aşılamaya çalışmaktadırlar. Ancak bu tedbirlerle sonuç almak olası değildir. İktidarlar bu tür hareketlerin bu yolla engellenemeyeceğini bilmelidirler. İnsanlar aç ve işsiz oldukları, belirli güvenceler sağlanmadığı sürece, islami olsun olmasın, radikal hareketlere yöneleceklerdir. Radikal islami hareketlere 163 kapsamına giren davranışlarda bulunarak karşı çıkmak mümkün değildir. Tam tersine radikal İslamın güç kazanması 163. maddenin uygulanmamasından doğmaktadır. Bunun dışında da bazı ekonomik güvenceler, tam istihdam sağlanamadığı sürece radikal islami hareketlerin gelişme marjı olacaktır. Bu tür önlemler alınması ise, burjuva iktidarların anlayışlarına terstir. Söz konusu tedbirlerin bir kısmının alınması durumunda ise, laik sol akımların önü açılmış olunacaktır. Solun ise burjuvazi açısından bakılırsa, nereye varacağı belli değildir. Üstelik bizim hisse senedi bile çıkartmaktan korkan mülksever burjuvamız az da olsa fedakarlığa alışık değildir. Üstelik, bu güçle de değildir. İşte burjuva iktidarların çelişkisi, çıkmazı buradadır.
Bu durumda onlara bir yol kalmaktadır: Provakatif irticai hareketler yaratıp, bir taşla iki kuş vurmak. Bir yandan provokasyonlarını Radikal İslami muhalefete malederek onlar üzerinde baskı yaratırken, diğer yandan bu provokasyonlarını solcuların, ilericilerin gözünü korkutmak için bir öcü gibi kullanarak, “dikkatli olun Endonezya’yı unutmayın” demeye getirmek… Solcuların “hamisi” rolünü yüklenerek, bir kesim bilinçsiz sol kitlenin desteğini sağlamak ve bu kesimde radikal islama karşı dengeleyici bir karşıtlığı diri tutmak… İşte bir taşla iki kuş vurmak kurnazlığı. Bu kurnazlıkların yanında eski politikacıların, seçimlerde kuran öperek, namaz kılarak dinsel motifleri özel çıkarlarına alet etmeleri masum davranışlar olarak kalıyor.
Burjuva iktidarların, islami kesimi tam anlamıyla denetleyemedikleri bir gerçektir. Onun için “Endonezya formülü”nden söz etmeleri bir korkutmadan başka anlam taşımaz. İslamın radikalleştiği ve denetimlerinin dışına kaydığı bir dönemde kitleleri islamın ardından sokaklara dökmenin kendi yararlarına olmayacağını çok iyi bilmektedirler. Belki seneler önce islami hareketleri daha iyi denetliyorlardı, dolayısıyla da sola, ilericilere, devrimcilere karşı, islamın ardından kitleleri sokağa dökme olanakları vardı. Ancak o zaman da çok rizikolu bir işti bu ve burjuvazi bu oyunu göze alamazdı ve alamamıştır. Çetin Altan’ın çok önceleri belirttiği gibi sokağa dökülenler “gavur gibi yaşıyorlar” diyerek burjuva köşklerine yönelirse ne yaparlardı parababaları?
Görüldüğü gibi Diyanet İşleri Başkanlığı’nın zorunluluğu kabul ettirmek isteyenlerin bir kesiminin, radikal islamın ilericilere, devrimcilere, laik kampa karşı tehlikeli olduğu gerekçesini göstermeleri boş bir çabadır.
Diğer taraftan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığının bir başka sakınca yarattığından da söz etmek gerekiyor: İktidarlar kitle desteklerini sağlamlaştırmak için 163’lük suçlara bulanırlarken aynı zamanda da “polisiye din” anlayışını kurumlaştırmaktadırlar. İktidarlar Diyanet İşleri Başkanlığı kanalıyla kendi İslam yorumlarını, devletin maaşlı memurlarına -imama, vaize, din dersi öğretmenine vb.zorla uygulattırmaktadırlar. Devlete ekonomik açıdan bağlı bu “din polisleri”nden bazıları inançlarına ters gelse de iktidarın din anlayışını uygulamak, bu arada islami açıdan doğru bulmadıkları kararlara da uymak zorunda kalmakta, bu durum da onlar üzerinde psikolojik zorluklar yaratmaktadır. Bu kişiler, İslam adına devlet tarafından bir polis gibi bir nevi “din polisi” gibi kullanılmak istenmekte, kendi vicdanlarıyla da mücadeleye itilmektedirler. Çünkü bu kişiler “polis dinine” alet olmak istemeyen, dini tanrı ile kul arasında bir ilişki olarak kabul eden kişilerdir.
Nihilizm: Apolitizm
Din konusunda laik kampa zararlı olan ve popülist söylemin tam tersi bir sapma oluşturan akım ise, “şeklen Müslümanlığa” bile tahammülü olmayan nihilist akımdır. Halbuki halkın büyük çoğunluğu şekilde “müslümandır.” Yani bunlar “biz de müslümanız elhamdülillah” diyen, ama bunun dışında hiçbir islami bağla kendini bağlamayan kişilerdir. Şüphesiz bunlar ateist değillerdir, tanrı inancını bir tarafa bırakmazlar. Hatta zaman zaman -güç anlarında- tanrıya gelip geçici de olsa bir başka sığınırlar. Normal günlerinde ise tesadüfi veya düzensiz, ara-sıra islami ibadete karışırlar. Bunlar geniş tabanı oluştururlar. Hatta kendilerini “sosyalist” kabul edenlerin azımsanmayacak bir bölümü bile bu nitelikleri taşırlar. İlericiler, devrimciler bu kitleyle birlikte olmak zorundadırlar. Bu bakımdan nihilist akım, tanrı inancının saçmalığı görüşünü sınıfsal görüşün önüne çıkarttığı oranda hedefi şaşırtan bir akımdır.