Türkiye sosyalist hareketinde iki adet tanımlamanın miadını doldurduğunu görmek oldukça sevindirici. İlki faşizme yönelik “en gerici, en emperyalist…” tekellerden yola çıkan tanımlama. Bir kolaycılık ve faşizme karşı yalnızlığı aşma sıkıntısını yansıtıyordu. Diğeri ise “gençlik”in “toplumun en dinamik, en yeniliğe açık” kesimi olarak nitelenmesi. Artık gençliğin sınıfsal bölünmelerden muaf olmadığı, ilericiliği ya da gericiliğinin tarihsel koşullara ve sınıf savaşımının dengesine bağlı olduğu üzerine genelde sezgiler birleşiyor.
Önümde, piyasaya çıkalı 8 ay olmasına ve tartışılmaya değer sorunlar, öneriler içermesine karşın nedense sessizlikle karşılanmış bir kitap duruyor: Gençliğin Akademik ve Siyasal Mücadelesi. Yeni Aşama yayınları tarafından yayınlanan kitabın yazarları Ahmet Ural ve Hasan Zeki yukarıdaki paragrafta belirttiğim bir karşı-duyarlılığı da yansıtıyorlar; “Gençliğin dinamik, atak ve ilerici (yenilikçi) karakterinden söz etmek genelde anlamsız bir önermedir.” (s.28) Ben, kişisel olarak bu kadarlık bir duyarlılığın bile hem İGD türü “yeni tipte gençlik” anlayışından, hem de Dev-Genç mirasından kopuş yönünde adım olduğuna inanıyorum. Dev-Genç ile İGD deneyimlerinin sanıldığından daha fazla ortak yönleri vardır.
Gençliğe yönelik serinkanlı, sınıfsallığı mercek haline getiren bakış açısını, bu konuda düşünenlere, devrimcilere, okudukları kitaplar ve teori değil, 71-80 arasında yaşanan pratikler demeti kazandırmıştır. Ural/ Zeki’nin kitabı ise sosyalist kamuoyunda “ya küfret, ya da yok say” kurnazlığının hala geçerli olduğu koşullarda çıktığı için biraz şanssız.
Aydın Kişilik ve Öğrenci Gençlik
Söz konusu kitabın ilk bölümünde “demokratik öğrenci-aydın hareketini” yönlendiren iki ana dönem saptanıyor. 1) burjuva ideolojisi ve politikasınca, batılılaşma yönünde 2) 1960 sonrasında sosyalizm yönünde.
Bu tarihsel dönemler, her bir dönemin içerisi gerçekçi yorumlarla dolu olsa da, ne intelligentsia’nın ne de sosyalist hareketin evrimini derinlemesine olarak açıklamıyor.
Birinci döneme dahil olması gereken Jön Türk siyasetçileri burjuva aydınlarıydılar, fakat iş batılılaşmaya gelince İttihat ve Terakki’ye bağlı genç intelligentsia’nın batılılaşma-orientalizm arasında parçalanmış olduklarını hatırlatmak gerekiyor. Öznel radikalizm kah batı başkentlerindeki demokrat akımlardan, kah kemalizme uzanan “mazlum doğu”, “turan” ütopyalarından besleniyordu. Bence bu iki yönelim de “mitos”a yönelik eğilimlerdi. 20. yüzyıla dönerken Jön Türkler’in en batılılaşmacıları bile burjuva demokratlığının Türkiye’de klasik kurumlarıyla “yeniden üretilmesini” öngörmemekte idiler. Medrese öğrencilerinin kanlı gericiliğine karşı harbiyeli/mülkiyeli takımının devletçiliği demokrat intelligentsia’yı temsilden uzaktı. Öte yanda 1920’lere kadar ayrık örnekler önce Balkanlar’daki intelligentsia’dan, sonra bolşeviklerden etkilenmiş sosyalist aydınlar içinden çıktı. Fakat aydın dinamizminin ağırlıklı olarak üst belirlendiği (Avrupa, Balkanlar ve Rusya tarafından) yıllardı.
İkinci olarak TKP’nin, Aydınlık çevresinin likide edilmesinden sonra da bu ülkenin intelligentsia’sından sosyalist yönelim silinemedi. Kemalist rejim biraz da aydın fukaralığını aşmak için sosyalist aydınları devlet kapısına bağlamaya çalıştı. Ş.Süreyya, V.Nedim’ler döneklik kadar Kemalizm’in burjuva aydın kısırlığını da temsil ederler. Fakat bu yıllarda da, N.Hikmet H.Kıvılcımlı gibi “bir başka aydın” kalmaya niyetliler de vardı. İkinci olarak örgütsel süreklilik anlamında fazla öncüleri olmasa da 1944 İleri Gençlik Birliği, 1946 İstanbul Yüksek Tahsil Gençlik Derneği, Ankara’da Türkiye Gençler Derneği çalışmaları, 51/52 tutuklamalarına kadar varlık gösterdiler. Bu ve 60 yıllarına kadarki gençlik örgütlenmelerinin “tarihsel” önemlerinin oldukça az olduğunu, fakat 60 sonrası MDD hareketi için ise önemlerinin daha fazla olduğu açıktır.
60 sonrası Dev-genç hareketlenmesinin, 60’lara kadarki Kemalist bağımsızlıkçılık ideolojisi ve popülist aydın üretme açısından önemli bir kopuş olmadığını da teslim etmek gerekiyor. Bunun sebebi kitaptaki deyimle “işçi sınıfının öneminin ve rolünün ayırdedilmesindeki yeteneksizlik” değil, tarihsel eğilimlerin sürekliliği ve burjuva ideolojisinin bir formundan kopamamışlıktı. Yeteneksizlik değil, nesnellikti. Bu yönüyle bakıldığında ise A.Ural/H.Zeki’nin önce bu dönemin (60 sonrası) temel yönünün “sosyalizmin proleter yönelimiyle halkçı yönelimi arasındaki mücadele olarak belirlemesi” (s.11) ve ardından 68 devrimci dalgası ve dengeci legalizme uzlaşan bir geleneğin (TKP kastediliyor -C.U.) diyalektik karşıtıdır (s.9) önermelerini de çelişkili buluyorum.
Popülizmin sosyalizmin bir yönelimi olarak değil, burjuva ideolojisinin bir kategorisi olarak devrimci harekete sızdığını görebiliyorum. Ural/Zeki, dönemi, popülizm/legal Marksizm mücadelesine atıfta bulunarak açıklasaydı, daha sağlam bir analoji kurmuş olurdu. 68-69 yıllarında kimin halkçı olduğunu biliyoruz. Peki Dev-Genç içerisinde “proleter yönelimli sosyalist” akım neydi? Gerçekten bu mücadeleci insanlar arasından “proleter yönelimli sosyalistler” çıktı, fakat bu sefer de ortada artık Dev-Genç yoktu.
Yukarıda sözünü ettiğim tutarsızlığın önemli bir nedeni, Ural/Zeki’nin “68 ve Dev-Genç” çözümlemesini tek kaynağa, Ertuğrul Kürkçü’nün yorumlarına indirgeyerek geliştirmeleridir. E. Kürkçü’nün ilk ağızda kaynak olması (yaşıyor olması dolayısıyla) biraz da doğaldır, fakat E. Kürkçü’nün örneğin Dev-Genç’in liderliğine yönelik güzel gözlemleri, narodizmin Dev-Genç mirası içinde de yaşıyor olduğunu sezmesi, 68’li içtenliği ve teorik bakışı sıra Dev-Genç mirası ile proletaryanın bilimsel sosyalizmi ilişkisine geldiğinde oldukça “politize” bir yük kazanmaktadır.
Ural/Zeki gençlik hareketinin evrimini çözümlerken, aydınların sosyalizme kazanılması sürecini de gözetiyorlar ve haklı bir biçimde 60’lı yıllarda devrimci hareketin ihtilalci bir üslup kazandığını vurguluyorlar. Yazarlar, “proleter yönelimin” söz konusu dönemde Dev-Genç için belirsizliğini öte yandan sosyalizmin teorik mirasındaki kaçınılmazlığını bilerek ilginç fakat bence ahistorik bir çıkarsamaya ulaşıyorlar; “Dev-Genç’in paylaştığı fikirleri vazeden, bunu programatik siyasal ve örgütsel olarak kapsayan bir örgüt”e sosyalist bir işçi hareketi yaratma görevi veriliyor. (s.10)
Öte yandan sıra teorik titizlik, sosyalizmin bir intelligentsia yaratması sorununa geldiğinde, aktarmadan edemeyeceğim güzellikte bir pasaj var: “… diğer yandan sosyalistlerin artık ülkemizde ‘aydınlanma’ hareketinin ancak yeni ve bir başka türden yaşanabileceğini ve bunun ancak sosyalizm ekseninde gerçekleşebileceğini kavramaları gerekmektedir. Entellektüel üretim alanındaki mücadeleye bu mantıkla sahip çıkmak, önümüzdeki yıllarda işçi sınıfının organik aydınlarının yaratılmasında belirleyici olacak önemdedir.” (s.14) İşte 68-71’de sırtında narodizmin yükünü taşıyan aydın adayları için bu eşikten geçmek olanaksızdı.
Akademik mücadeleye bir gözlem niteliği taşıyan satırlarda ise 70’li yıllarda akademik mücadelenin biraz da güme gittiği açıklanıyor. Fakat ardından 70 sonrasında popülizmin sosyalist görevlerin önüne geçtiği belirtiliyor (s.16) Burada da tarihsel bir kaydırmanın olduğu açıktır. 70 öncesinde değil de sonrasında da “devrimci demokratik görevlerin” (deyim yazarlara ait) temel alındığını iddia etmek zorlama olmuyor mu? 71 öncesi mücadeleye sahip çıkmak için böylesi bir aklamaya gerek var mı?
Akademik Alan Üzerine
Yazarlar kitabın akademik alan üzerine olan bölümünde bilgi ve birikimin sınıfsal olmadığı, kullanımlarının üretim ve mülkiyet ilişkilerinin biçimi tarafından belirlendiğinden yola çıkıyorlar. “Eğitim”in ideoloji aktarımı işlevine dikkat çekiyorlar.
Akademik alanın temel çelişkisi “bilgi ve bilim üretimi”nin nesnel gelişimi ile ona verilmek istenen ideolojik biçim ve kullanım mantığı arasındaki çelişki (s.37) olarak tanımlanıyor.
Öncelikle söylemeliyim ki Ural/Zeki, öğrenim gençliğinin mücadelesindeki ana halkayı, onları sosyalist mücadeleye taşıyacak “bağlantı kayışını” oldukça ustaca yakalıyorlar.
Öğrenci gençliği günlük talepler ya da soyut bir demokratizm içinde boğulmak yerine, hızla ideolojik sorgulama sürecinin potansiyel özneleri olarak ayrıştırıyorlar. Üstelik kitabın ileriki sayfalarında (s.47) “akademik anlamda (ve genel olarak entellektüel üretim alanında) ki temel çelişki… doğrudan sosyalist devrim perspektifimize denk düşer” denmekte. Akademik alandaki mücadelenin, doğrudan sosyalist mücadeleye bağlanmasının öğrenci gençlik içinde, o alana özgü, ana düzlemi olduğu ne kadar vurgulansa azdır.
Akademik Alan – Eğitim ve İktidar
Sosyalistler akademik alanın sosyalist eleştirisini önemsemek zorundalar, çünkü bu eleştiri burjuva ideolojisinin üretildiği kaynakların ve bu ideolojinin başlıca öğelerinin de eleştirisi, yadsınması anlamına gelecektir. Kapitalizmin tekelci evresinde ideolojik mücadele özel bir önem kazanır. Tekeller kapitalizmin çöküşünü müjdeleyen bir determinizmi, yeni ideolojik payandaları geliştirerek dondurmaya soyunurlar. Çağımızda ekonomik yasallıklara, kapitalizm adeta ideolojik frenler yaratıyor: Hem ideoloji üretimini, hem de ideoloji üretenleri kendi üretim sürecine mal etme anlamında. İşte eğitim ve öğretim, liseler, üniversiteler, öğrenim, kültür kurumları böylesi bir taarruzun da yaşandığı yerlerdi. Artık karşımızda kendiliğinden bilim üreten üniversiteler yok. Marx, Feuerbach üzerine üçüncü tezinde bu soruna şöyle bir giriş yapıyor: “İnsanlar mevcut koşulların ve yürürlükteki eğitim sisteminin etkisi altında yetişirler.” Marx tezleri kaba maddeciliği eleştirerek geliştiriyor: “Bu bakımdan farklı görüşlere sahip insanların değişik koşullarda ve değişik eğitimden geçerek yetiştiklerini iddia eden maddeci öğreti, koşulları değiştirenlerin aslında yine insanlar olduğunu ve eğitimcinin kendisinin de eğitilmeye muhtaç olduğunu unutuyor.”
Bu felsefi önermeler kapitalizmin en yüksek aşamasına geldiğini sezenler için önemli silahlar olmuştur. 1897’de “Narodnik hayalciliğin incileri”ni eleştirirken, Lenin “Ya sınıflara ayrılmış bir toplumdan söz ediyorsunuz ya da sınıflara ayrılmamış bir toplumdan, birinci durumda sınıfsal olarak belirlenmemiş bir eğitim de olamaz” diyordu. Akademik alanın eleştirisi, sosyalistlere burjuva toplumundaki kurumları ıslah etmenin çelişkiyi çözemeyeceğini gösterir. Örneğin “özerk üniversite” talebini ele alalım. Bu öylesi bir taleptir ki, tekellerin üretim ve dağılımın tüm koşullarını belirledikleri, üstyapı kurumlarının maddi üretimin ihtiyaçlarına doğrudan tabi kılındığı tekelci yapılanmada nesnel olarak karşılığı yoktur.
“Ücretsiz eğitim” talebi ise kendi başına bir hiçtir. Lenin, burjuva toplumundaki ücretsiz okulların da egemen sınıflara hizmet eden kurumlar olmaya devam ettiklerini hatırlatıyordu narodniklere, çünkü okul ücretleri yok olsa bile düzen bunu o öğrencinin yaşaması, kendini yeniden üretmesi için gerekli harcamalarla piyasada telafi eder.
Lenin, 1909’da Capri’deki okulun öğrencilerini, devrimci öğrencileri şöyle uyarıyordu: “Her okulda önemli olan şey derslerin ideolojik-politik çizgisidir.” (Cilt 5, s.476)
Bunlar, her alan ve her bilim dalı için özgün formülasyonlar geliştirildiğinde, sosyalistlerin kendi alternatiflerini öğrenci gençliğe, akademik alan ile ilişkili kitleye (bilim adamları, araştırmacılar, öğretmenler vs.) benimsetebilmeleri için bir zemin hazırlayacaktır.
Ülkemizde de ilerici öğrenci gençlik hareketinin “halk üniversitesi”, “sınırsız sınav hakkı” gibi talepleri, akademik alanın, burjuvazinin ideolojik üretiminin bilim kurumlarında da devam ettiği gerçeğini örtme tehlikesi taşımaktadır. Bu sorun yemek, yurt, sınav sistemi gibi sorunlardan daha fazla öğrenci gençliği kapitalizmi sorgulamaya itecektir.
Sosyalist devrim teorisi, akademik alanda da, pedagoji eğitim politikası alanında da belirleyicidir. İşçi sınıfının ve sosyalistlerin tarihsel misyonu halk eğitimine, üniversitelere de uzanır. İşçi sınıfının kendi politik, toplumsal ve entellektüel kurtuluşu için verdiği savaşım, sosyalist bir iktidar meyvesi olgunlaşmadıkça, eğitim sisteminin demokratikleştirilmesine yönelik istemler tam anlamıyla gerçekleşmeyecektir. Eğitim sistemindeki, akademik alandaki demokratik reformlar için yürütülen savaşım ancak sosyalist bir halk eğitimi inşası ile bir anlam kazanır. Bilimin kullanımının burjuvazi tarafından soysuzlaştınlması engellenebilir fakat burjuvazi mülksüzleşmedikçe eğitimin sınıf karakteri, akademik alanın ana çelişkisi ortadan kalkamaz.
Bütün bu hedefler sosyalist mücadeleye bağlanmış, akademik mücadelenin hedefleridir. Akademik-demokratik mücadele diye özerk bir mücadele yoktur. Akademik mücadele ve bu alandaki demokratik hedefleri de içeren sosyalist siyasi mücadele vardır. Gençliğin örgütlenmesi de bu doğrultuda olmalıdır.
Akademik mücadele ve siyasi mücadele arasındaki ilişkilere döneceğiz.
Örgütlenme Perspektifi
Ural/Zeki, kitaplarında akademik alanda sosyalist örgütlenme perspektifi kısmında bilim emekçisi olarak aydınların ve buna aday olarak öğrencilerin fakat özellikle birincilerin parti örgütlenmesinden ayrı merkezi bir yan örgütlenmeyi gerekli kılmadığını savunuyorlar. Bunun özellikle realist bir tutum olduğunu belirtmek gerekli.
Yazarlar gençliğin merkezi siyasi örgütlenmesini partinin yan örgütlenmesi statüsünde bir gereklilik olarak niteliyorlar. Bunun da ötesinde işçi ve öğrenci gençliğin tek bir merkezi örgüt çatısı altında birleştirilmesinin mutlak olarak gerekliliğine karşı çıkıyorlar. Partinin bu iki boyut arasında sağlayacağı koordinasyonun önemli olduğunu savunuyorlar. Sonuçta ortaya sosyalist öğrenci gençlik örgütü ve sosyalist işçi gençlik örgütü gibi iki ana örgütlenme çıkıyor.
Öte yandan öğrencilerin kitle örgütü olarak öğrenci dernekleri aşağı yukarı tüm sol siyasetler tarafından kabul görüyor. Fakat örneğin öğrenci dernekleri liseli ya da meslek liseli öğrencilerin akademik örgütlenmesi değil. Bu durumda öğrenci gençlik her alt kategorisine göre ve sosyalist örgütlenmenin içinde veya dışında olmasına göre değişik örgütlenmelere dağılmış oluyor. Elbette kağıt üzerinde “somut politika üretme” kaygısıyla bunlar önerilebilir fakat gerek sosyalist gençlerin niceliği gerekse akademik mücadeleye eğilim duyan kitle bu karmaşıklığa uygun mu? İşçi gençlik, siyasi örgütlenmesinin dışında sendikalarda örgütlenmelidir. Oysa sendikal anlamdaki “genç” kavramı ile sosyolojik “genç” kavramı farklı. Üstelik 10 yıl bilfiil işçilik yapmayanların sendika yöneticisi olamadıkları bir yasal düzenleme içinde bu sorun nasıl çözülecektir?
Sanırım Ural/Zeki bu konuda biraz fazla kroki çizmişler. Çünkü öğrenci gençliğin akademik örgütlenmesinin bile kitleselleşme sorunu ile karşı karşıya konduğu bir konjonktürde bazı şeyleri tartışmak biraz lüks oluyor.
Öğrenci gençliğin akademik örgütlenmesi için elimizde ancak üniversitelere yönelik, o da sınırlı ölçüde veri vardır. Öğrenci Dernekleri ancak yüksek öğrenim gençliğini temsil edebilir. Fakat bu durumda da yüksek öğrenim gençliğinin merkezi örgütlenmesi savunulmalıdır. Bu ÖD’lerin önce iller düzeyinde, daha sonra bölgeler ve ulusal çapta örgütlenmesini savunmayı getirir.
Bu alanda da politika üretecek bir partinin gençlik örgütü isterse bir seksiyon örgütlenmesiyle bu sorunu çözer. Ural/Zeki’nin bu konuda önemli bir zaafı da bu konudaki geçmiş deneyimleri hiç kaale almamaları. Örneğin Genç Öncü ve SGB, işçi ve tüm öğrenci gençliği partinin yan örgütlenmesinin tek çatısı altında birleştirmeye çalıştı. Öte yandan GEB daha çok emekçi gençliğe dayanıyordu ya da dayanmayı öngörüyordu. İGD ise komsomol tipi örgütlenmeyi reddetmişti. Devrimci demokrat yapılanmalar böylesi karmaşık örgütlenmelere gitmediler ve bunu hiç dert etmediler. Ural/Zeki Dev-Genç deneyiminin amorf modelinden tek bir öğenin bile somutta yaşamadığı karmaşık bir modele sıçrıyorlar. Umarım bu yakın gelecekte önemli bir zaaf yaratmaz.
Elinizdeki kitabın akademik alanda örgütlenme perspektifi üç boyutta ele alınıyor: 1) bilim emekçileri (öğretmenler vs.) 2) meslek liseliler 3) öğrenim gençliği. İlk ikisi için “somut bir örgütlenme perspektifi” çizilmiyor ve üçüncü kategoriyle ilişkili olarak Ö.D. üzerine öneriler getiriliyor.
ÖD örgütlenmesinin birimlerinin fakülteler, ülke çapında bir birlik için ise federatif biçim olacağı üzerindeki genel mutabakata Ural/Zeki de katılıyor. Ve derneklerin işleyiş, tüzük, merkezi yayın organı gibi sorunlarına çözümler öneriliyor.
Burada yine bir uyarı parantezi açmanın biraz dışına taşacak bir müdahale yapmak istiyorum. Bir öncelikler listesi oluşturmanın mutlaka gerekli olduğunu, üstelik akademik ve siyasi örgütlenmede sosyalistlerin atacakları adımları önbelirleyen, kısıtlayan ciddi sorunlar olduğunu, istendiği kadar kitleselleşilsin ya da “somut öneriler” öne sürülsün bu sorunların kendiliğinden aşılmayacağını kendimize hatırlatmalıyız.
Sosyalist hareketin özgün ve uzmanlaşmış örgütlenmelerinden önce bir kadro problemi, bu kadroların hangi politik, ideolojik iklimde yetiştirileceği sorunu vardır. İkinci olarak bu sorun ancak sınırlı bir ölçüde kitleselleşme içerisinde çözülür. Akademik örgütlenmedeki kitlesellesin sorunu, daha doğrusu kitleselleşememe sorunu, sosyalistlerin ayrıntılı programlarının olmamasından ziyade, siyasi plandaki kitleselleşme ve kadrolaşma sorunlarından kaynaklanıyor.
Fanus içerisinde kadro yetiştirilemeyeceğini hepimiz biliyoruz Her şeyden önce gençliğin politik örgütlenmesinin ideolojide ve politikada bağımlılık ilişkisi içinde olduğu bir öncü politik partileşme olmalıdır. Şimdi bugün öğrenciler önce akademik ardından süzülerek politik bir örgütlenmeyi değil, üstelik gençlik örgütlenmesinin ötesinde bir Leninist örgüt modelini kurgulayabiliyorlarsa, buna doğrudan katkıda bulunacaklarsa, onları akademik alanın sorunlarına iade etmeli miyiz? Hatta ben bir adım daha ileri gidip akademik bir hareketin politik kadrolaşmayı ve kitleselleşmeyi engelleyebileceğini de iddia ediyorum. Örnekleri yok değildir. Lenin, Petersburg Üniversitesi’ndeki öğrenci grevine karşı ikircikli davranan devrimci öğrencilere böylesi bir uyarı yapıyordu: “Akademik bir hareketin siyasal hareketi gerilettiği ya da onu dağıttığı ve ondan uzaklaştığı durumlar olabilir.” (Cilt 15, s.210)
Akademik sorunların nesnel kaynaklarını açıklamak sosyalistlerin görevidir fakat özellikle vurgulamak istediğim tehlike günlük kullanımıyla akademizm, yani öğrenci kitlesinin akademik sorunların nesnel politik uzantılarını sezememeleri değil, devrimcilerin, sosyalistlerin kitleselleşme uğruna asli çalışmalarının akademik alanda hapsolması. Örneğin öğrenci derneklerine ilişkin bir “ikamecilik” şikayetini değişik çevreler dile getiriyor. Yani ÖD’deki çalışmanın bir süre sonra siyasi çalışmanın yerini alması, sosyalist örgütlenmeyi, propagandayı ikame etmesi. Daha gündelik bir deyişle, devrimcilerin, kadrosal faaliyetlerini, örgütsel sorunlarını hatta hesaplaşmalarını okullara, öğrenci derneklerine taşımaları. Bunun dernekleri kitleden yalıtan sonuçları da görülüyor.
İkinci olarak da akademik örgütlenmeyi politik örgütlenmenin önüne koyup, akademik sorunlar aracılığıyla ilişki kurulan aydın adaylarının ikinci bir aşamada politize edileceği düşüncesi ki daha baştan iki düzlemi birbirinden soyutluyor. Oysa sosyalist örgütlenme akademik sorunların çözümlerini programlaştırmaz, örgütlenme yapmaz, araçlar yaratmaz diye bir “işbölümü” yok. Nasıl ki apolitik, siyasi kadrolaşmadan muaf bir akademik örgütlenme olmazsa: Bu söylenenler alışılagelmiş bir demokratik kitle örgütü ve sosyalist örgütlenme kategorizasyonunu da statik bir “görev dağılımı” içerisinde görmeyi getiriyor. Aksi durumda, “sosyalistler kendi örgütlenmelerinde yetişir, akademik ya da demokratik sorunları çözmek için de kitlelere giderler” türü bir mekanikleşmeyi gündeme getirir. Kafalarda olmasa bile kimi pratik deneylerde yaşanan budur.
Lenin ve Öğrencileri
Bu noktada sosyalist siyasi örgütlenmeden daha fazla söz etmek gerekli oluyor. Lenin’in devrimci öğrencilerle ilişkileri çok ilginç. Öğrencileri, “okullu” gibi algılamıyor, yakından izliyor. Lenin’in ideolojik mücadeleye 19. yüzyıl Marksizm’inden daha farklı bir anlam yüklediği biliniyor. İdeoloji ve aydın adayları Lenin’in kafasında belki de şimdikinden daha çabuk ilişkilendiriliyor. 1903 yılında devrimci öğrencilerin çıkardığı “Öğrenci” gazetesi üzerine, bugün kimilerimize pek kestirme gözükecek yorumlar yapıyor. “Sadece devrimci duygunun öğrencilerin ideoloji birliğini sağlamayacağını, bunun için ‘şu ya da bu sosyalist dünya görüşüne dayalı’, ‘sosyalist bir ülkünün gerekli’ olduğunu, bunun da ‘belli, tek ve bütün bir dünya görüşü’ olması gerektiğini kabul eden öğrenci yazı kurulu, ideolojik kayıtsızlıktan ve teorik oportünizmden temelden ayrılmış, öğrencileri devrimcileştirmenin aracı sorununu doğru bir temel üzerine oturtmuştur.”
Lenin o dönemde de Rusya’daki devrimci hareketi, proletaryanın misyonu ve sosyalist mücadelenin ertelenemezliği üzerine ikna etmeye çalışıyordu. Öğrenci dergisine mektuplar yazmış ve bunlar da 2-3. sayılarda yayınlanmıştı. “Devrimci Gençliğin Görevleri, İlk Mektup” başlığı ile tefrika edilen, yukarıda başlangıcını aktardığım makale1 genel olarak devrimci politikadan sosyalist politikaya uzanmayı öğütleyen makalelerden biridir. Lenin’in bu makalesi bugün de oldukça aydınlatıcıdır.
Öğrenci kitlesini kabaca dilimlere ayırabiliyoruz: 1) umursamaz kitle 2) akademisyenler 3) gericiler 4) liberaller 5) devrimci demokratlar ve sosyalistler. Lenin ise söz konusu makalesinde yine aynı dilimlemeyi yapıp son iki kategoriyi -sosyal devrimciler ve sosyal demokratlar- şeklinde o zamanın nitelemeleriyle adlandırıyor. Bu gruplaşma bir rastlantı mıdır? Yanıt oldukça gerçekçi: “Öğrenci gençliğimiz içinde bundan başka bir gruplaşma zaten olamazdı, çünkü gençlik aydınların en ince şekilde tepkide bulunan bölümüdür.” Lenin’e göre aydınlara “onlar bütün toplumdaki sınıf çıkarlarının ve siyasal gruplaşmaların gelişimini en bilinçli, en kararlı ve en keskin bir şekilde yansıtan ve ifade eden kişiler oldukları için aydın denilir. Eğer öğrencilerin siyasal gruplaşmaları bütün toplumdaki siyasal toplumsallaşmalara uygun düşmeseydi, o zaman öğrenciler öğrenci olmazdı.”
Lenin bunları söylediğinde “Ne Yapmalı?” broşürünü kaleme alalı yaklaşık 1,5 yıl olmuştu. Elbette Lenin’in öğrenci gençliğin politikleş-meşine ilişkin söyledikleri söz konusu kitlenin gözlediği andaki verili düzeyini ölçüt almamasıyla da ilişkili. Keza aynı makalesinde 1903 yılında “Her kapitalist ülkenin en ileri sınıfı olan sanayi proletaryası, daha şimdiden bizde de sosyal-demokrasinin yönetiminde, çoktan beri sınıf bilincine ulaşmış tüm uluslararası proletaryayı kapsayan programın yol göstericiliği altında, örgütlü kitle hareketi yoluna girmiştir.” diyor. Lenin abartıyor mu? Bir gelişkinliği iradi olarak ileri düzeyde mi gösteriyor? Lenin söylememiş olsaydı, Türkiye solunun çoğunluğu bu iddiayı öne sürebilirdi.
İşçi sınıfı hareketinin gelişkinliğini ampirik verilerin ya da gündelik gözlemlerin ötesinde algılamak bolşevikleri, aydınlara ya da öğrencilere sosyalist mücadelenin içerisinde vazgeçilmez misyonlar yükleme konusunda komplekssiz kıldı. Önce akademik mücadele siyasi hedeflerin, programların bağlamları içerisinde ele alınıyor. Politik örgütlenme ise bir “genel devrimcilik” düzleminden, sosyalist ideolojiye bağlanmış bir kitle düzeyine yükseltiliyor. Lenin’in deyimiyle öğrenci gençliğin devrimcileştirilmesini ancak bu devrimcileştirmenin içeriği ve karakteri üzerine tamamen somutlanmış bir görüş açısından ele almak gerektiği açık değil midir? Siyasi mücadelede söz konusu olan nedir “Burada söz konusu olan özünde partilerin savaşımından ayrılmayan ve kaçınılmaz şekilde belli bir partinin seçilmesini gerektiren siyasal faaliyettir.”
Öğrenci kitlesini tek bir kitle halinde harekete geçirecek genel devrimci söylemi savunan sosyal devrimci bir yazarın Revoluzionnaya Rossiya‘daki makalesine ise şu yanıt verilir: “Hayır, sınıf çıkarlarındaki farklılığın kendisini zorunlu bir şekilde siyasal gruplaşmalarda da yansıtmak zorunda olduğunu, bütün egoistliklerine, saflıklarına, ülkücü duygularına rağmen öğrencilerin de toplumun bütününde bir istisna teşkil etmeyecekleri sosyalistlerin görevinin bu farklılığı gizlemek değil, aksine bunu olanaklar ölçüsünde en geniş kitlelere açıklamak ve siyasal bir örgütte pekiştirmek olduğu düşüncesi yazara tamamen yabancıdır.”
Bugün de Türkiye’de öğrenci kitlesinin politikleşmesi sorununun Lenin’in 80 yıl önce yaptığı tahlilden daha karmaşık bir tahlil gerektirdiğini kabul etsek bile, çelişkilerin yönü sorunun özü aynı doğrultuda gelişmiştir. Eylemlilik yükseldikçe ayrışma derinleşir.
Öğrencileri, akademik alanda mücadele edenleri, hareketleri toplum gündemine etki ettiği ölçüde politik bir seçim beklemektedir. Sosyalistler o konjonktürde kendi alternatiflerini, hedeflerini bir odak olarak ayrıştırmak zorundadırlar. “Kim öğrencilerin devrimci birliği adına, onların genel devrimcileştirilmesi adına vb. böyle bir seçimi protesto ediyorsa, o sosyalist bilinci bulandırıyor, gerçekte görüş sahibi olmamayı öğütlüyordur.”
Geriye şu kalıyor. Akademik örgütlenme sosyalist nitelikte bir örgütlenmenin yapılamamasının bir uzantısı olmamalıdır. Akademik örgütlenme, sosyalistlerin bu alanda da kendi politikalarının, çözümlerinin üretilebileceği, en küçük bir sınav sorunundan eğitim politikasının niteliğine değin kendi alternatiflerinin yaratıldığı bir alan olmalıdır. İktidara talip olmanın, akademik alanda da gerekçeleri vardır.
“Sosyal-demokrat (sosyalist-C.U.) öğrencilerin, diğer bütün devrimci çizgilerden ve politikacılardan kopması onun hiçbir zaman genel öğrenci örgütlerinden kopması anlamına gelmez, tersine eğer tamamen belli bir programa dayanılıyorsa, o zaman en geniş öğrenci çevrelerinde akademik bakış açısının genişletilmesi için çalışmak ve bilimsel sosyalizmin, yani Marksizm’in propagandasını yapmak gerekir.”
“Gençliğin Akademik ve Siyasi Mücadelesi” adlı kitabın yazarlarının da yukarıda öne çıkarttığım duyarlılıkları, en azından kısmen paylaştıkları kitabın bütününden anlaşılıyor.
Fakat Ural/Zeki’nin teorik açıdan vurguladıkları ihtiyaçları adeta yeniden biçimlenmiş bir Dev-Genç modeli içinde tatmin etmeye çalıştıkları seziliyor. Dev-Genç’in dinamizmi ve bugüne devrettiği insan malzemesinin takip edilmez heterojenliği bir yana bırakıldığında bile, bolşeviklerin 1903 yılında sarıldıkları titizliklerin reforme edilmiş bir Dev-Genç içerisinde bile yer bulamayacağı açık olmalı. Kitabın yazarları gençliğin akademik ve siyasi mücadelesini incelerken söz konusu bağlamın gerektirdiği ölçüde Leninist örgüt teorisini ve modelini, kurdukları genel örgütlenme sürecinin her aşamasında soyutlamalı ve emdirebilmeliydiler.
SGÖ, ÖSGÖ, İSGÖ, ÖD vs. gibi örgütlenmeler üzerine yapılan yol açıcı çözümlemelerin ya da önerilerin fazla ayrıntılandırıldığı durumda da sinsice bir tuzak bizi bekliyor: Sosyalist mücadeleyi herkesin günlük, özgül alanında verdiği mücadelelerin toplamına eşitlemek, mesleksel nesnellikleri abartmak. Bu tehlikeye karşı da uyanık olmalı, sosyalist hareketin sınırlı siyasi kadrolarını erken doğmuş bir iş bölümüne kurban etmemeliyiz.
Ural/Zeki’nin kitabında devrim perspektifi kimi kez aşamacılıktan ve MDD modelinden uzak, kimi durumlarda da muğlak tanımlamalarla açıklanıyor. Örneğin “demokratik görevleri (devrimi) sosyalist görevler (devrim) tanımlar” önermesi bence bir epistemolojik sorun içeriyor. Görevler, devrimle özdeşleşmiş oluyor. Öte yandan sosyalist görevlerin tanımlaması (fiil olarak) nasıl bir eylem? Sanırım kitabın bu bölümlerini kaleme alan kişinin zihninde belli soyutlamalar var fakat demokratik görevlerin bir ve tek iktidar altında, aşamalandırılmaz bir sosyalist devrim süreci içinde üstlenilip üstlenilmediği belli değil. Benim sezebildiğim genelde doğru kavranmış bir Leninist devrim teorisinin belki “kesintisizler” ile fazla ters düşmeden açıklanmasından doğan bir terminoloji sorunu da olabilir. Bunu, berraklaştırmaya ihtiyacı olan bir tartışma olarak kaydetmek gerekir. Çünkü yine aynı bölmede demokrasi sosyalist devletin bir devlet biçimi olarak tanımlanıyor, bu da teorinin özüne uygun bir çıkış noktası.
Ural/Zeki’nin, Türkiye sosyalist hareketine oldukça can alıcı ve önemli uyarıları da var: “Siyasi örgütlenmenin zayıflığı koşullarında sosyalistlerin kitle mücadelesi adına demokratlaştıklarını”nın altı çiziliyor. Kanımca bir başka önemli halka burada yakalanıyor.
Ural/Zeki, kitaplarının ikinci ana bölümünü ekonomik-demokratizm olarak saptadıkları bir eğilimin bugün ortaya çıkan iki biçimini eleştirmeye ayırıyorlar. Önce sosyalist devrimi “işçi iktidarı”, “halk iktidarı” gibi niteliği belirsiz iktidarların sonrasına erteleyen eğilimler demokratizm olarak tanımlanıyor. Yine çok yerinde bir müdahaleyle ekonomik-demokratik mücadele gibi sosyalist mücadelenin önüne konabilecek bir mücadele biçiminin ortodoks teoride yerinin olmadığı belirtiliyor. Yeni Çözüm sol, Yarın dergisi ise sağ ekonomik determinizm örneği olarak bir sapmayı nitelemek üzere eleştiriyor. Bu dergilerin temsil ettikleri programın sosyalist mücadelenin asli hedefleri ile ilişkisinin kopuk olduğu, akademik alana ilişkin taleplerinin ise apolitik bir karaktere büründüğü vurgulanıyor. Gerçekten de Yarın dergisi, sosyalist gençlik örgütünü adeta amorf bir kitle örgütlenmesi olarak tanımlıyordu. Geçmişte İGD, aynı tipteki bir örgütlenmeye “yeni tipte gençlik” örgütü olarak isim bulmuştu. Yeni Çözüm ise, Dev-Genç deneyimini adeta bir joker gibi kullanarak vulgarize ediyor. Yeni Çözüm‘de Dev-Genç, sloganlarda yaşıyor.
Yarın dergisindeki legalizm, demokratizm ’86 yılından beri bu derginin o zamana kadar derlemeye çalıştığı birikimi, prestiji eritmiş, daha kitle mücadelesinin yükselen ilk eğrisinde bu demokratizmi geriye itmişti. ’87 yılında ise bayrağı adeta Yeni Çözüm aldı. Bu sefer aksi yönden gelerek, bir potansiyeli harcamaya girişti. Elbette doğru perspektif bu iki uç örneğin ortasında yer almıyor. Akademik mücadelenin, sosyalist mücadele ile köprülerinin sağlamca kurulduğu noktada yer alıyor.
“Gençliğin Akademik ve Siyasi Mücadelesi” üzerine tartışılmalı, okunmalı, yaşamda sınanmalı…