Sosyalist hareketin gündemine program sorunu ne zaman girse hemen Engels’in ünlü sözleri akla gelir; pratikte yapılanların programın kendisinden daha önemli olduğuna ilişkin çok bilinen sözler…
Engels’in değerlendirmesine karşı çıkmak ve bir programın kendi başına taşıyabileceği belirleyiciliklere aşırı önem vermek elbette doğru olmaz. Ne var ki sosyalist hareketin bugün geldiği noktada, aynı sorun gerçekten de özellikle yaşamsal bir önem taşımaktadır. Program sorununun günümüzde böyle özel bir önem kazanması iki temel nedene dayanıyor:
1- Marksist birikim bugün kapsamlı bir yeniden yapılanma süreci yaşamaktadır. Geçmişin deneyimleri ve günümüzün verileri, Marksist çözümleme araçlarıyla bir kez daha harmanlanma durumundadır. Bilinçli katılım düzeyleri arasında farklılıklar olsa bile, Türkiye’deki Marksist birikimi de kapsayan evrensel bir süreçtir söz konusu olan…
2- Aynı genel süreç doğrultusunda Türkiye’deki marksistler de kendi kimliklerini, ülkelerini ve bu ülkeye ilişkin projelerini bugün bir kez daha ve derinlikli biçimde tanımlama durumundadırlar.
Yukarıda sözü edilen iki temel süreç Türkiye’de ilginç biçimde çakışmaktadır. Öyle ki, dar anlamda, yani özel bir hareketin siyasal perspektifleri anlamında ortada herhangi bir “program” sorunu olmasaydı bile, sözü edilen nesnellikler gene tartışılacak araştırılacak ve önemli sonuçların elde edilmesine temel oluşturacaktı….
O halde Türkiye’nin bugünkü nesnelliğinde marksizme ilişkin genel “durum değerlendirmesi” niteliğindeki çözümlemeler ile daha somut düzlemde program sorununun gerektirdiği tartışmaların tam tamına çakıştıklarını söylemek mümkündür. Gerçekte, belli bir siyasal örgütlenmeyle doğrudan ilişkili bulunsun bulunmasın, bugün gündemde olan yeni bir “program”dır.
Ve, yeni bir programın çok önemli olduğunu bize söyleyen de, gene klasiklerdir…
Önce Temel İlkeler….
Sosyalist bir hareketin programını çerçeveleyen veri herhalde şudur: Program, yarınların düzeni olan sosyalizmin ve bir bakıma gene yarınların insanları olan sosyalistlerin, bugünlere basan ayağıdır. Aynı şey başka türlü söylenecek olursa program, ayrıntılı çözümlemelerin ürünü uzun dönemli perspektiflerle, hemen kısa dönemde yapılabilir işleri ustalıkla kaynaştırmak zorunda olan bir belgedir.
Az önce kullanılan “ustaca” sözcüğünün açılması gerekiyor. Özetle şunu söylemek istiyorum: Ustalık, sosyalistlerin geleceğe bakan yenilikçi ve hatta bir ölçüde de “düşçü” güçleri ile bilimsel ve gerçekçi olma yükümlülüklerinin birbirlerine kurban edilmeyip, birlikte yaşamalarının sağlanmasındadır. Böyle bir ustalığın sağlanmasında sürekli zemin elbette toplumsal pratiktir. Ancak az önce işaret etmeye çalıştığım nedenlerden ötürü, yeni bir programın gündeme gelmesi, aynı ustalığın özel olarak program sınırları içinde sergilenmesinde de önem kazandırmaktadır.
Sosyalist bir programda temel gereksinimin, bugünün verileri ile yarının sosyalist toplumu arasındaki bağların tutarlılıkla sergilenmesi olduğu açıktır. Programda yer alan güncel güç dengeleri, çözümlenmiş siyasal-toplumsal ilişkiler ve ara hedefler, yarının sosyalist toplumuyla doğrudan doğruya ilişkilendirilebilirbir nitelik taşımalıdır.
Başka deyişle, sosyalist örgütün programında yer alan güncel saptamalar bile, yalnızca o anki verilerin gösterdiği bir “tek yol” olmamalı, daha uzun vadeli bir modelin bugüne uzantıları niteliğini taşımalıdır. Özetle, programda güncel ile gelecek arasındaki tutarlılığı sağlayan, konulan hedeflerin yarının dönüşümlerine de bağımlı bir nitelik taşımasıdır.
Böyle bir tutarlılığın kolayca sağlanabileceğini söylemiyorum. Uğraşmak gerekiyor. Çaba, güncele ait sayısız karmaşık verinin ardında yatan temel yönelimleri yakalayıp bunları yarının dönüşümlerine bağlama yolunda olmalıdır. Bu tür çözümleme çabalarının zahmetine katlanılmaması durumunda ortaya çıkacak sonuç, iki kısır kanaldan biri olacaktır:
1- Bernstein’ın ünlü “nihai hedef hiçbir şeydir” deyişini anımsatır biçimde sosyalist toplum projesini rafa kaldıran gradualizm.
2- Yarının sosyalist toplumuna ilişkin doğru ilkelerin, sayılıp dökülen “güncel görevlerle” bağlantısız ve geçişsiz bir yan yanalık içinde bulundukları eklektizm.
Bunları en genel anlamdaki “hata”lar olarak değerlendiriyorum. Kuşkusuz herhangi bir sosyalist programın bu hatalardan birini ya da ötekini “en saf” haliyle barındırması düşünülemez. Önemli olan bu hataların programa yansıyıp yansımadığı, yansımışsa ulaşılan tehlike sınırının saptanmasıdır.
Bu saptamalar yapılırken mutlaka göz önüne alınması gereken noktalar var. Herkesin bildiği varsayıldığından üzerinde kısaca durmayı yeğlediğim noktalardan biri şu: Sosyalist siyasal mücadele, yola çıkarken, dönüştüreceği nesnelliği belli bir düzeyde veri almak zorundadır. Daha önemlisi sosyalist toplum projesinin saflığı somut siyasal mücadelenin her momentinde birebir yansıma bulacak değildir. Bilim ve felsefe siyasal olmak siyasal iktidarı hedeflemek için mutlaka kileselleşmek zorundadır. Bu kitleselleşmenin getireceği kimi aykırılıkları sulanmaları bulanıklıkları ve basitleştirmeleri göze almaksızın siyasal mücadele yoluna çıkılamaz. İktidarı hedefleyen her siyasal hareket gibi sosyalizm de bir popularizasyon süreci geçirme durumundadır. Program bir yanıyla buna olanak verirken öte yanıyla da aynı sürecin son sınırlarını belirleyen ana belgedir.
Söz konusu sınırı en iyi belirleyen Lenin’in sözleridir.
“Son aşamada geniş anlamıyla ilkesel bir politika tek gerçek pratik politikadır”1.
Program sorununu yalnızca genel bir çerçeve ile sınırlı olarak ele alıp başka önemli ilkelerden bu çerçevede söz etmek mümkün. Ancak vurgulandığı gibi “yeni oluş” program sorununun ele alınışına ayrı bir boyut katmaktadır. Bu durumda programa ilişkin diğer temel noktaları bu “yenilik” bağlamında ve daha somut ele almak yararlı olacaktır.
Sosyalist Program Ve Dönemeç Noktaları
Sosyalist harekette program sorununun 1919-1943 yılları arasında belirli biçimde “çözüldüğünü” biliyoruz. III. Enternasyonal döneminde ulusal parti programları Komintern ilke ve perspektiflerinin tercümesi, en çok “uyarlanması” niteliğini taşıyordu. Bunu özel bir durum olarak anlamak, değerlendirmek gerek. Ancak hemen eklenmeli ki III. Enternasyonal’in yaptırımcı konumu dışında, belli bir enternasyonalizm anlayışı da sosyalist hareketin gündeminin ve program hedeflerinin belirlenmesinde her zaman etkili olmuştur. Bu noktada, örgütlü sosyalist hareketin geçmişine kısa bir gezi önerilebilir.
20. yüzyılın en başlarında RSDİP ve Lenin sosyalist harekete program sorununu da kapsayan yeni bir bakış getiriyordu. Bu bakış dönem için öylesine yeni idi ki, 19. yüzyıl ve klasikler anlamında daha “ortodoks” olan Rosa Luxemburg yarı doğrudan yarı dolaylı biçimde RSDİP’in konumunu Marksizmle Narodnaya Volya geleneğinin (dolayısıyla Blankizmin) bir karışımı olarak niteliyor, ve kuşkularını belirtiyordu2.
Neydi Lenin’in ve RSDİP’in getirdiği?
Bu, bugüne dek Gelenek’de en çok işlenen konulardan biri.“Yeni” olduğu, yeni bir yaklaşımı içerdiği için RSDİP programının özel bir önem taşıdığı gene de bir kez daha vurgulanmalıdır. İkinci olarak, şu sorunun yanıtı verilmelidir: Yeni, ama gerçekten de yeni olanın başını bir özel örgütlenmenin çekmesi halinde evrensellik nasıl sağlanacaktır? Yeni olanın, “nevi şahsına munhasırlık” sınırlarını aşıp evrensel bir boyut kazanması ne ölçüde mümkündür? Aradaki ilişkiyi sağlayan mekanizma nedir?
Soruların yanıtı açısından doğrudan doğruya Lenin’in kendisinden yararlanmak mümkün. Bu konuda son derece açık yazıyor: “Proletaryanın uluslararası devrimci hareketi, değişik ülkelerde eşit ve özdeş biçimde gelişmez, gelişemez. Her faaliyet alanında, ortaya çıkan her olanaktan bütünüyle ve sonuna kadar yararlanılması, ancak tek tek ülkelerdeki işçi sınıflarının mücadelesi sonucunda gerçekleşebilir. Her ülke ortak gidişe kendi özel ve değerli katkılarını yapar. Ancak her bir ülkede de hareket kendi tek yanlılığından, kendi partisinin teorik ve pratik yetersizliklerinden muzdariptir”3.
Bu sözlerin oldukça zengin yorumlara kapı açtığı ortada. En doğrudanı şöyle: Ulusal düzlemdeki sosyalist hareket, ortak kimi ilkelerden hareketle kendi özel yolunu çiziyor, bu arada genele gene kendi özel katkılarını yapıyor; ulusal ölçekteki hareket, kendi ulusallığından gelen eksiklik ve darlıkları ise enternasyonalist bilgilenmeler, misyonlar ve katkılarla kapatıyor… Ortada çok açık bir eşitsiz gelişim anlayışı var. Eşitsizlik, burada da özel katkıların ve gelişimin motoru oluyor.
Bu söylenenler dikkate alınarak 20. yüzyıl sosyalist hareketinde programatik yönler de içeren üç “yenileşme” dönemi tanımlamak mümkün. İlki çok biliniyor: Uzunca bir süreci kapsayan Bolşevizasyon süreci… Detant koşulları, Bolşevizasyon sürecinin önemli rahatsızlıklarını da dışa vuracak biçimde, ikinci bir yenileşme dönemini getiriyor: Avrupa Komünizminin tohumlarını da içerip geliştiren bir açılma ve kitleselleşme süreci… Nihayet daha yakınlarda yaşanan darboğazlar ve başarısızlıklar, Sovyetler Birliği’nde başlatılan süreçlerin de katkısıyla bir üçüncü dönemi başlatıyor: Bu üçüncü dönemde marksist miras, geçmişin yeterince dokunulmamış olgularıyla birlikte, artık toptan tartışma gündemindedir.
Önemli olduğu için yineliyorum: Bu son süreç Marksist birikimin çok değişik boyutlarını, geçmişin ancak sınırlı bir eleştiriye tabi tutulan olgularını, üstelik bir önemli faktörün, SBKP’nin de önayak oluşuyla tartışmaya açtığı için ayrı bir anlam taşımaktadır. Gene ayrı süreçte marksistler, üzerine basacakları yeni ulusal düzlemler arayacaklar ve yollarına buradan devam edeceklerdir. Böyle bir yeniden konumlanış, somut örgütlenmeler ve hareketler açısından program sorununa da doğal olarak özel bir önem kazandıracaktır.
Yazının başında yapılan genel tanımlamalar ve ortaya koyulan ilkeler, program söz konusuysa, içeriği ne olursa olsun bütün “yenileşme” dönemlerinde geçerlidir. Hiçbir dönüm noktası bir programın sahip olması gereken bugün-yarın bağı, tutarlılık, özlülük, kalıcılık gibi temel ilkelerin gözardı edilmesini haklı gösteremez.
Program sorununa ilişkin yeni netliklere ulaşabilmek için, bu alandaki kimi somut örmekler üzerinde durmak istiyorum. Ama önce bir özet.
Birincisi: Marksizmin temel ilkelerinin ve dünya sosyalist hareketinin çeşitli deneylerinin günümüz gerçekleri ve güç dengeleri ışığında yeniden sınandığı, yeni teorik yapılanmalara açık bir dönemdeyiz. İkincisi: Türkiye’de, sayıları sınırlı da olsa yukarıdaki süreci verimli kılabilecek olgunlukta siyasal kadrolar vardır. Üçüncüsü: BU nitelikteki kadrolar şu an işgal ettikleri özel siyasal konum ne olursa olsun bir harmanlanma döneminin gelip çattığının bilincindedirler. Dördüncüsü: Türkiye’nin sosyalist kadroları açısından, bir yanda en genel anlamdaki bir sosyalizm tercihinin gerekçeleri ile öte yanda çok daha somut düzlemdeki bir siyasal programın temelini oluşturacak zeminler, birbirine yaklaşmış hemen hemen özdeşleşmiştir.
Sonuç: Program sorunu bugün, taşıdığı daha dar, belgesel ve özel anlamın çok ötesinde kendini “sosyalist” olarak tanımlayan herkesin varlığını tanımlayan bir sorunu haline gelmiştir.
Enternasyonalizm, Kalıcılık, Tutarlılık
Yukarıdaki saptamalara temelde köklü itirazlar yöneleceğini sanmıyorum. Ne var ki bunlar yaygın biçimde paylaşılsalar bile, gerek genel gerekse somut düzlemde kolaycı ve kestirmeci yaklaşımların pratik olarak daha ağır bastıklarını kabul etmek gerekiyor.
En başta “uzak” olanı tanımlamak istiyorum. Sosyalizm her şeyden önce verili nesnelliği dönüştürmeyi hedefleyen siyasal bir harekettir. Toplumu dönüştürmeye soyunanların en başta siyaset yapmayı kabul etmeleri gerekir. Sonra, eğer gerçekten bir şeyler değiştirilmek isteniyorsa, aynı siyasetin merkezileşmiş güçle gene merkezi hedeflere yöneltilmesi gerekir. Yeni solun siyaseti, siyasal güç kullanımını ve siyasal hedeflere yönelinmesini reddeden kanatları bu açıdan konumuzun bütünüyle dışında kalıyor. Böylelerini “anlamak” için gösterilecek çabalara bile sınır çizmek gerekiyor.
Sonra yeni solda, yeni dönemin olanaklarından bir inkarcılık tutkusu adına yararlanmak isteyenler de olacaktır. Böyleleri ile ilişkiyi ve tartışmayı kabul etmekte, hatta süreç içinde belirli somut birlikteliklere gitmekte büyük sakınca görmemek gerekir. Siyasetin, siyasal güç kullanımının ve siyasal hedeflerin kabulü önemli adımlardır. Yeni solun bunları peşinen ve içtenlikle benimseyen kesimlerinin mücadele realitesi içinde en azından kimi noktalarda geleneksel sol unsurlarla yakınlık kurmaları olanaksız değildir.
Ancak asıl söylenmesi gerekenler göreli olarak “yakın” kesimleri hedef alıyor. Bilimsel sosyalizme eski geleneksel sol yapılanmalardan ya da devrimci demokrat pratikten ulaşıp ortak önemli noktalar yakalayanlar, bu kesimleri oluşturuyor. Sosyalistler olarak genel konum belirleme, daha özelde ise ortak bir programın çerçevesini çizme açısından, aşağıdaki noktaları özellikle ve sakıncalı bulduğum aykırı örnekleriyle birlikte vurgulamak istiyorum.
1- Enternasyonalizme İlişkin: Lenin’in buraya da aktardığım değerlendirmesi ışığında, sosyalist hareketin temel stratejisi ve taktikleri ulusal düzlemde saptanır. Uluslararası durum ve onun ortaya koyduğu veriler bir yandan yararlanılması ya da hesaba katılması gereken değişkenler öte yandan da ulusal çerçevedeki adımların katkıda bulunacağı bir dengeler bütünüdür. Ama hiçbir zaman uluslararası dengeler ulusal düzlemde bir sosyalist hareketin sonunu ve sınırını çizemez. Böyle bir yaklaşım, temel felsefe olarak atılım ve sıçramalı gelişim anlayışını da dışlar.
Bir alt düzeyde daha açık yazabilirim: Hiçbir uluslararası denge, hiçbir enternasyonalist misyon, belirli bir ülkede sosyalist iktidara götürecek strateji ve taktikleri kendi başına veremez. Bir durum saptamasını, bir siyasal programın ana hatlarını, giderek sosyalist mücadelenin strateji ve taktiklerini belirleyecek temel öğeler ortadadır. Marksist çözümleme araçları ve yöntemleri, örgüt anlayışı, sınıf mücadelesi biçimleri, ülkenin sınıfsal yapısı ve dengeleri, egemen sınıfların iç konumlanmaları, sömürülen sınıfların iç ilişkileri, ideolojik mücadele alanındaki özgüllükler, vb. vb… Yapılması gereken bu faktörlerin ve benzerlerinin, elbette uluslararası boyutlarıyla birlikte, ama tek bir yerel bütünlükte değerlendirilmesidir.
Gene aynı çerçevede ve program bağlamında, ülke koşullarının sosyalizmin önüne diktiği özgül engellerin yanı sıra, sosyalist mücadele adına yararlanılabilecek başka potansiyeller de özenle değerlendirilmelidir. Kanımca, bundan daha ötesi de söylenebilir: Sosyalizmin önündeki özgül engeller, her zaman ve mutlaka, sosyalizme yönelik özgül birikimlere de işaret ederler; ve soruna program düzleminde bakıldığında vurgulanması gereken, ikincisi olmalıdır.
Sözünü ettiğimiz, temelsiz değil “gerçekçi” iyimserlik kapsamına girer.
Program sorunu konuşulurken TBKP ‘nin yoğun eleştirilere neden olan programının yeniden akla gelmemesi mümkün değil. Burada en başta şunu belirtmek istiyorum: Programın daha önce Gelenek’te eleştirilen yönlerini bir yana bırakacak olursak, bir yenileşmenin gerekli olduğu yolundaki temel saptamaya katılmamak mümkün değildir. Bunu, TKP ve TİP’in esasen böyle bir “yenileşme”yi gereksindiği anlamında, yani kinayeci bir yaklaşımla söylemiyorum. Türkiye’deki tüm sosyalist kadroların ve yapılanmaların belli anlamda bir yenileşme süreci yaşamaları gerektiğine inanıyorum. TBKP ile somutlanan TKP ve TİP çabalarına da bu anlamda ve bu sınırlar içinde anlayışla bakmak gerekir, diyorum.
Ancak açık söylemek gerekirse TKP ve TİP’in bu süreci taklitçi olmadan yaratıcı, inkarcı olmadan yenilikçi, sıradan olmadan enternasyonalist, uzlaşmacı olmadan gerçekçi kalarak yaşayabileceklerini düşünmek çok güç. İlk okuduğumda tam anlayamadığım, anladığımda ise doğrusu tuhaf karşıladığım şu cümleler kanımca bunu açık biçimde gösteriyor: “Teorinin gelişmesine nesnel ve öznel nedenlerle henüz katılamayan, buna evrensel düzlemde aday olamayan politik hareketler, şimdilik yeni bir ele alışla, yeni bir politik yaklaşım tarzıyla bu süreci yakalayabiliyorlar. TBKP Program tasarısı, en çok tartışılan kimi konularda işte bu görece yetkinliği göstermektedir”4.
Bu cümleler ancak şöyle yorumlanabilir: Biz normal bisiklet sürecek bir hareket değiliz; ama yerimizde oturmaktansa bir üç tekerlekli bisiklet bulduk, bununla idare etmeye çalışıyoruz… TBKP Programı böylece, normal bisiklet süren “ustalar”dan çok kopmamak için kullanılan üç tekerlekli bir bisiklet oluyor. Bunu sağlıklı bir yaklaşım saymak, kesinlikle mümkün değil. Daha açığı bu söylenenler “enternasyonalist ruh” adına övülmeyi değil,“memur zihniyeti” yüzünden yerilmeyi hak eden bir yaklaşımın ürünüdür.
2- Kalıcılığa İlişkin: Başlarda da değinildiği gibi sosyalist harekette program hem özlü, hem de belli bir kalıcılıkta olmalıdır.
Bunun hakkını vermenin, güncel olanla uzun dönemli hedefi kaynaştırmanın güç bir iş olduğunu kabul ediyorum. Türkiye söz konusu olduğunda ise, hem özlü olan hem de uzun dönemli hedefleri içerebilen bir programı ustalıkla hazırlamak, ayrıca güçleşiyor. Pek çok kişi için sosyalizmin öylesine “uzaklarda” göründüğü, hemen hemen her soruna artık iyice bıktırıcı olmaya başlayan dar bir “demokrasi” anlayışı açısından bakıldığı düşünülürse…
Ancak ilk bakışta görünen durum ne olursa olsun, bir sosyalist program çeşitli sorunlara, kitlesel ya da özel tepkilere ve nihayet güzel bir geleceğe ilişkin olarak sosyalist almaşığın yanıt gücünü vurgulamalı, bu vurguya kalıcı bir içerik de kazandırmalıdır. Bu, en başa alınacak görevdir. Çünkü genellikle sanılanın tersine, toplumun sosyalist hedeflerden uzakta görüldüğü, en radikal tepkilerin bile giderek sosyalizm dışı çerçevelerde dile getirilmeye başlandığı dönemler, tam tamına sosyalizmin ve sosyalist toplum projesinin en çok vurgulanması gereken dönemlerdir.
“Kalıcılık” ilkesine ilişkin olumsuz örnek, önümde hazır duruyor ve gene aynı kaynaktan: “Politik program, nesnesi değiştikçe gözden geçirilip değiştirilecek, geliştirilecektir.
“Tersini, ideolojimizi ve onun bilimsel ifadesi olan politik programımızı, bir yenilgi döneminin evrilmesinden sonra, bambaşka bir toplumsal ve politik dönem içinde de biricik yol gösterici olarak görmek, küçük burjuva önyargıları savaşım yöntemi yerine geçirmek olduğu gibi, yaşayıp savaştığımız dünyayı da katıksız bir idealizmle yorumlamaktır”5.
Burada yazarın belli “birlik” politikaları doğrultusunda, çok eleştirilen bir belgenin değiştirilebilirliğini vurgulaması doğaldır. Ancak bunu yaparken ipin ucunu kaçırıyor ve herhalde istemeden program kavramının da içini boşaltıyor. Kanımca “bir yenilgi döneminin evrilmesi” saptaması, tartışmanın kilit noktasını oluşturuyor. Siyasal hareketler yenilgi dönemlerini yaşayabilirler, ayrıca bu yenilgi dönemlerinin “evrilmesine” çeşitli belgelerle tanıklık da edebilirler. Ancak, sormak gerek: Bu tanıklık belgesinin mutlaka bir program mı olması gerekiyor? TKP ve TİP “bir yenilgi döneminin evrilmesine” özgü program hazırlama gereğini neden duyuyor? Bu başka ve geçici nitelikte belgelerle yapılamaz mıydı?
Yukarıda aktarılan görüşün ayrıca çok daha vahim bir anlayışı da içerdiğini hemen eklemek gerekiyor: TBKP’nin “politik programı” o kadar ilginç bir belge ki, Gün yazarına göre, nesnellik değiştiğinde bu kez büyük tehlikeler yaratabilmesi de mümkün. Öyle bir belge ki, bugün savunmak gerekiyor; ama yarın, nesnellik değiştiğinde yine savunulursa, bu kez “katıksız idealizmi” ve “küçük burjuva önyargıları” temsil etmiş olacağı ilan ediliyor!
Böyle tehlikeli oyuncaklarla oynamak zorunlu mu?
Sosyalist hareket, yakın ve uzak gelecekteki program çalışmalarında bu tür temel yanlışlardan mutlaka kaçınmalıdır.
3- Tutarlılığa ilişkin: Sosyalist bir programda tutarlılık, en genel anlamda yaşanılan çağın ve ülkenin yorumu, toplumsal-siyasal güçlerin muhasebesi ve geleceğin toplum projesinin tanımlanması olarak adlandırılabilecek üç temel nokta arasında sağlanmalıdır. İlk olarak sözü edilen “çağın ve ülkenin yorumu” üç noktadan başlıcasıdır ve burası özellikle dikkatli, özenli ve yaratıcı olunması gereken alandır.
“Çağın ve ülkenin yorumu” uluslararası ve ulusal planda karmaşık süreçlerin içiçe geçtiği bir bütünden hareketle, ama ulusal bazda yapılmalıdır. Kuşkusuz burada sorun ve somut verilerin ruhsuz biçimde ve belirleyici ağırlıklar tanınmaksızın sıralanması, ne de yorum zorlamasına tabi tutulmuş tekil verilerden özel gelecek projeleri üretilmesidir. Bunlardan ilki salt “tanımlayıcı” ikincisi iae “keyfi” bir yaklaşımın ürünüdür.
İkincisine, tekil verilerin yorum zoruyla özel gelecek üretilmesinde kullanımına bir örnek vermek mümkün. Zahmetli uğraşlarla kapıdan kovulan ekonomizm zaman zaman beklenmedik biçimde bacadan da değil, gene aynı kapıdan ve rahatlıkla içeri girebiliyor. Aylık sosyalist dergilerden birinde “yeni bir devrimci yükselişin eşiğinde” olduğu saptanan Türkiye’de “sosyalizme açılım”ın motoru şöyle anlatılıyor: “Büyük sonuç çıkıyor: Başta Sovyetler Birliği olmak üzere sosyalist ülkeler hem bakir bir ihracat alanı ve hem de yeni iş kapıları bekleyen inşaat kesimi için büyük bir çekicilikle ortada duruyor. 1921 yılında Mustafa Kemal Paşa’nın, 1967 yılında Süleyman Demirel’in izlediği yoldan Türkiye’nin sosyalizme açılımı gündeme giriyor1
Önce şunu söylemek gerekiyor: Sosyalist ülkeler ile ekonomik ilişkilerin gelişimi anlamında “sosyalizme açılım” ile sosyalist siyasal hareketin yükselişi arasında bir nedensellik bağı kurmak mümkün değil. İkincisi:Kapitalist ekonomik-siyasal sistem içindeki Türkiye’nin, sosyalist sistem ile ekonomik ilişkilerini belirleyici olabilecek” bir düzeye ulaştırması, eşyanın tabiatına aykırıdır. Üçüncüsü: Sosyalist sistemle gelişmiş ekonomik ilişkilerin, içte sınıf mücadelesi dinamiklerini köreltmesi ve örgütlü sosyalist harekete yönelik özel baskılarla birlikte yürütülmesi de pekala mümkündür.
Sosyalist geleceği, programatik düzlemde, kapitalizmin finansman ve pazar sorunlarında aramak siyasalın ötesinde mesleksel anlamda da ekonomizm çağrışımları yaptırıyor.
Türkiye’deki sosyalist kadrolar Avcıoğlu’nu anmanın ve çizgisini yaşatmanın daha gerçekçi yollarını bulmak zorundadırlar.
“Tutarlılık” konusunda başka şeyler söylemek de mümkün. Son olarak ekleyeceklerim “yeni yönelimler” ve “yeni açılımlar” çizgisinin sözcülerinde görülen oldukça şaşırtıcı bir uyumsuzluğa ilişkin. Kabul ediyorum ve yineliyorum: Sosyalist teori ve pratik evrensel ölçüde önemli bir dönemeçten geçmektedir; bu dönemeçte yeni ve yaratıcı yaklaşımlar ayrıca önem kazanmaktadır. Gene kabul ediyorum ve yineliyorum: 12 Eylül’le birlikte Türkiye’de köklü süreçler yaşanmıştır; özellikle siyasal-kültürel alanlarda yapılacak işler, “temizlenecek pislikler” birikmiştir. Dolayısıyla şu sözler elbette katılınacak görüşleri yansıtmaktadır: “12 Eylül + 24 Ocak rejimi, politik anlamının çok üstünde bir toplumsal yapıyı ülkemize dayatmış durumdadır. Bu yapının hala bile çok iyi kavrandığını söyleyemeyeceğimiz kültürel yıkımı da gerçekleştirilmiştir… Şimdi bu koşullar içindeyiz7.
Peki ya bundan sonrası?
Bu değerlendirmelerden sonra, saptanan gerçeklerle uyumlu olarak hangi radikal, yenilikçi, araştırıcı ve aktif yollar öneriliyor? Dinleyelim: “Bu koşullar, uluslararası barış ve demokrasiyi en yaşamsal soruna dönüştürürken, barış ve demokrasi güçlerini de son derece geniş bir tabana kavuşturmuştur2
İşte “tutarsızlık” ya da “uyumsuzluk” dendiğinde kastedilen, tam tamına budur. Nedeni “teorinin geliştirilmesine nesnel ve öznel nedenlerle henüz katılamayan “ hareket olmaktan kaynaklanan bir tevazu olsa bile, tanımlanan bunca köklü dönüşümden çıkara çıkara “barış ve demokrasi” dersleri çıkarılıyorsa, buna pes demek gerekir. Dünyada ve Türkiye’de yaşanan bunca önemli süreci, kritik bir dönemeç noktasında program düzlemine aktarırken yapılan temel saptama “barış ve demokrasi güçlerinin tabanının genişlemesi” ise, söylenecek başka bir söz kalmıyor…
Sonucu özetliyorum: Sosyalist hareketin bugünkü durumunda, öteden beri hep yapılagelenler yapılacaksa, marksist teorinin “temel taşlarını” altüst etmenin, yeni teorik yapılanmalar aramanın hiç gereği yoktur; yok eğer yeni bir dönemin eşiğinde marksist birikim özü korunarak gerçekten de yeni bir biçime kavuşturulacaksa, bunun hakkı somuta yansıyan her alanda verilmelidir.
İkisinin “ortası” yoktur.
Sonuç: “Sıradan” mı Olunmalı
“Komünistler, sıradan insanlardır ve sıradan insanların yazgısı onlar için önemlidir.
“Sıradan ve mantık sahibi insanlardır. Onlar, dünyayı yeniden yaratmazlar; ancak olayların akışı içinde gerçeği bulup kavrarlar. Sınıfların ve kitlelerin savaşımı yerine kendi inisiyatiflerini, ideallerini ve toplumu örgütleme planlarını koymazlar”9.
Bu sözlerin sahibi Fransız Komünist Partisi’nin eski önderi Valdeck Rocket’tir. Yıl: 1970. Bu sözler Lenin’in 100. doğum yıldönümü dolayısıyla yapılan bir uluslararası toplantıda ve onun anısına söyleniyor. Rocket Lenin’in anısına, komünistlerin sıradanlığını anlatıyor; inisiyatif ideal ve planların ise daha gerilerde kaldığını vurguluyor. Günümüz verileri Fransız komünistlerinin bu öğütleri gerçekten tuttuğunu, Fransa’da artık neredeyse bir tercih nesnesi olmayacak ölçüde sıradanlaştıklarını kanıtlıyor.
Bu Avrupa’da özellikle 1970’lerde hız kazanan bir süreçtir. Ayrıntılarına inmek gerekmiyor. Ama şu kadarı söylenebilir: Belli ön yargıların ve koşullanmaların kırılması adına bilimsel sosyalistlerin kendilerini “sıradanlaştırmaları” Avrupa’da anti faşist mücadele ile başlayan bir süreç oluyor. Süreç, kuşkusuz anti faşist mücadele döneminde başlıyor ancak gene de köklü bir özgüven duygusu başlarda çoğu kez göze çarpıyor. Brecht Avrupa’da faşizmin tam bir egemenlik kurduğu koşullarda söylüyor: “Faşist ideallerin karşısında ancak ve yalnızca sosyalist idealler çıkabilir, ama hakiki sosyalist idealler. Kendi üstünlüklerini gizleyerek zafer kazanılamaz ki. Proleter ve orta kesimler, gereği gibi açıklanacak olursa, sosyalist ideallerden ürkmezler…”10.
Faşizmin karanlığında yaşayan Brecht ile Avrupa’da yeni bir açılım dönemi yaşayan Rochet arasında zaman olarak otuz yıl bulunuyor. Ancak, iki yaklaşım arasındaki farklılık özde çok daha köklüdür.
Bu farklılığı kısaca tanımlamakta yarar var.
1930’ların sonunda Brecht’in yaşadığı, yalnızca faşizmin karanlığı değildir. Brecht aynı zamanda 1917 Devrimi’nin, III. Enternasyonal’in gücünün ve sosyalizmi kurma yolunda hızla ilerleyen bir toplumun sağladığı özgüven duygusunu yaşıyor. Brecht, deyim yerindeyse 1917 geleneğini duymaktadır.
Rocket ise gerçekte II.Savaş’ın bitimiyle başlayan, ama 70’lerin hemen başlarında daha açık biçimde ivme kazanan bir sürecin uluslararası açılış temalarını geliştirmektedir.
İkisi de “kazanmak” istiyor. İlki kendi gücüne, ikincisi başkalarının anlayış gücüne güveniyor. İlki, toplumla kendisi arasında, toplumu dönüştürecek, ona yeni biçimler verebilecek bir ilişki kurmuş; ikincisi toplumun anlık yönelimlerini içerden etkileyip kısa hedeflere yöneltecek bir gradualizm’e oynuyor. Brecht, daha doğrusu 30’lu yılların Brecht’i karmakarışık bir dünyanın tutkulu militanıdır. Rochet ise, denge aratan bir toplumun reel politiker yorumcusu… Sorunun özü iki tipoloji arasındaki farklılık ya da birinin ötekine üstünlüğü değil dünya sosyalist hareketinin ayrı dönemler yaşama zorunluluğudur.
Ana konuya bu noktadan dönüş yapmak mümkün.
Özde program tartışmasını da içeren, ama genel olarak onu aşan kapsamda bir öneri yapmak istiyorum: Bu Türkiye’nin sosyalist kadrolarını ciddi bir muhasebeye davet ediyor. Soru şudur: Sosyalistler kimlik olarak, sahip olunan sınıfsal güçler arsenal’i anlamında hedeflenen toplum düzeninin bilimselliği açısından, barış, demokrasi, özgürlük, eşitlik ve özetle daha güzel bir dünya isteyen başka akımlara, yönelimlere niteliksel bir üstünlük taşırları mı, taşımazlar mı?
Barışseverlerle, burjuva demokratlarıyla, çevrecilerle, feministlerle ve başkalarıyla “birlikte” olmaya hiçbir itiraz yöneltmiyorum. Ama sosyalistler bu birliktelikler içinde, kendi dünya görüşlerinin ve toplum projelerinin ötekilerininkine nitel bir üstünlük taşıdığının bilincinde olacaklar mıdır, olmayacaklar mıdır? Soru budur. Türkiye sosyalist kadrolar, özel olarak herhangi bir program tartışması bağlamının da dışında, bu sorunu en genel planda, bir yana kendilerini öbür yana da dünyayı ve yaşamı koyarak düşünmek zorundadırlar.
Brecht mi, Rochet mi?
İkisi de hem yakın hem de uzaktır. Brecht tarih olarak daha uzaktadır. Ama önerdiği yaklaşım biçimi ve gündem açısından bugünün Türkiye’sinin burnunun dibindedir. Rochet, bugünün Türkiye’sinde “yeni açılımlar” peşinde olan bir kesime son derece yakındır; ama Türkiye’nin sorunları ve dinamikleri düşünüldüğünde öylesine ayrı bir teldir ki….
Türkiye’deki sosyalist kadroların öncelikle yukarıdaki soruna ilişkin köklü bir tercihte bulunmaları ilk bakışta sanıldığından çok daha önemli niteliklere ve uzlaşmalara yol açacaktır. Bu ana uzlaşmadan sonra adım adım ilerlemek, hatta bu ilerleyişi hem uzlaştırıcı ve bütünleştirici, hem de zengin ve yaratıcı somut bir programla taçlandırmak da mümkündür.
Bu yol mutlaka denenmelidir.
Sonra gene Lenin’in işaret ettiği gibi, bir programın en azından kimi konularda, başka türlü sona ermesi mümkün olmayan polemikleri noktalayıcı bir işlevi de vardır.
Zorunlu Bir Ek:
Program sorununun ele alındığı bu yazıda TBKP’nin “ortak programı” bağlamında olumsuz örnekler olarak hep Gün dergisine ve yazarlarına atıfta bulunuyor. Bu noktada içtenlikle bir açıklama yapmam gerekiyor: Yazıyı hazırlarken, aynı kesim tarafından yeni çıkarılan Yeni Açılım adlı dergiyi okumamıştım. Okuyunca, Gün’e ve yazarlarına haksızlık etmiş olduğumu düşünüp üzüldüm. Çünkü Yeni Açılım’dakiler dururken “olumsuz” örnek olarak Gün’deki yazıların alınması bir bakıma gerçekten de haksızlık oluyor.
Gene içtenlikle dile getirmek istediğim bir başka nokta da şu: Kişisel olarak bugüne dek pek çok polemik yazısı yazdım; ama kimse için, hiçbir sosyalist anlayış için “sınıf uzlaşmacısı” deyimini kullanmadım. Yeni Açılım’daki kimi yazıları okuduktan sonra kullanabileceğime inandım. Örnekler veriyorum:
“Bizim eski anlayışımız, ağırlıklı olarak emperyalizme ve kapitalizme karşı savaşımın sorunlarını ele alan, insanlığın ve Türkiye’nin bir bütün olarak karşı karşıya bulunduğu ve karşıtların işbirliğini zorunlu kılan sorunları yeterince dikkate almayan bir yanlıştı. Bugün ise, böyle bir anlayışla toplumsal gelişmenin çıkarlarını başa alma olanağı yoktur” (Yeni Açılım s.9).
“Burjuvazinin demokrasiden yana kesimleriyle işbirliği yapmadan demokrasinin kazanılması olanaklı değildir” (a.g.d.s.9).
“Yeni bir askeri darbe, yeni bir diktatörlük rejimi, günümüz koşullarında, toplumdaki bütün sınıfları derinlemesine etkileyecek bir kaos, ulusal çapta bir tahribat olacaktır. Türkiye’deki kapitalist gelişme artık diktatörlüklerin dar çerçevesi içine sığdırılamaz” (s.8).
“Bir hükümetin hem yasal, hem de toplum vicdanında meşru sayılabilmesi için hükümetle muhalefet arasında bir yan yana yaşama tarzı modus vivendi üzerinde anlaşmaya varılması gerektiğine inanıyoruz” (s.17).
“Demek ki ülke düzeyinde siyasal yaşamın uygarca ilişkiler temeline oturabilmesi için, demokratik bir Anayasa ve yasaların yanı sıra, başka bazı ölçüler de gerekiyor. Bunlardan biri siyasal yaşamda taraf olanların ne yapabileceklerini karşılıklı kestirebilmeleridir. Bu konuda hükümetle muhalefet arasında asgari bir güven duygusu oluşabilmelidir” (s.17).
“Günümüzde görevlerimizi yerine getirmek, sınıf karşıtlarımızla da bağlaşıklık kurabilmemizi gerektiriyor” (s.9).
“Açıktır ki, farklı sosyal-politik güçlerin böylesine geniş bir ilişkiler sistemi içinde işbirliği yapabilmesi, hangi taraftan gelirse gelsin, öncülük iddialarıyla bağdaşmaz” (s.10).
“Birçok konuda gerçeği bizden önce başkaları görebiliyor. Birçok konuda başka güçler olumlu bir hareketlenmenin ilk ivmesini verebiliyor. 12 Eylül sonrasında bunun çeşitli örneklerini yaşadık” (s.10).
Yeterli olduğunu sanıyorum.
Ama bir açıklaması da olmalı.
Bilinen, sıkça kullanılan küçültücü sıfatlarla yapılanların ötesinde bir açıklamayı kastediyorum. Özetle, “bu yolu açan iyi niyet taşları neler olabilir” diye düşünüyorum. Yeni Açılım’ın yazılarında Glastnost’tan, Perestroyka’dan, Sovyetler’in son barış girişimlerinden, Global sorunlardan da bolca sözediliyor. Yukarıdaki örnekleri verilen çözümlemeler, hep bu evrensel temalara oturtuluyor. “Açıklama”, burada aranmalı.
Çok açık, çok “bilimsel”, ama teorik tartışma düzleminde giderilmesi mümkün olmayan bir anlayışı ya da yanılsamayı görüyorum dönüşün kökeninde. Şöyle bir örnekle açıklamak istiyorum: Bir toplulukta çeşitli ağırlıkta insanlar olabilir; en ağırından en hafifine kadar. O topluluğun savunusunu genel anlamda yapan, düşmanın karşısına, temsil ettiği topluluğun ortalama ağırlığı kadar bir güçle çıkar. Arkasında bu gücün olduğunu bilir. Ortalama ağırlık yükseldikçe, temsilcinin düşman karşısındaki gücü artar. Ortalama ağırlığın yükselmesi ise topluluktaki tek tek birimlerin ağırlıklarının artmasıyla mümkündür.
Tersini düşünmek çok yanlıştır. Temsilcinin, düşman karşısında hem güçlü hem de ikna edici olmasına yeten belli bir asgari ağırlık ortalamasını saptadıktan sonra geriye, topluluğun birimlerine dönüp tek tek her birinin bu ağırlıkta olmalarını istemek idari maslahatçı bir yaklaşımdır.
Dünya sosyalist sisteminin, dünya sosyalizminin ya da “barış ve demokrasi güçlerinin” global varlığının bileşenleri, kesinlikle tek tek her biri dersini iyi ezberlemiş, nereye kadar gideceği konusunda terbiye edilmiş birimler değildir. Dünya sosyalizminin gücü, verili andaki ortalamanın ötesinde iktidar ve sınıf mücadelesi yapabilen birimlerinin varlığıyla ve ancak bunlarla artabilir. 60’larda Küba, 70’lerde Vietnam, sonra Nikaragua vb. dünya barışı için potansiyel tehdit oluşturdukları kadar, çözümleriyle dünya sosyalist sisteminin gücünü, etkinliğini ve prestijini de artırmışlardır. Uluslararası plandaki sınıf mücadeleleri mutlaka “sivri” yönlere de sahip olacaktır.
Gelişmenin, başka hiçbir yolu yoktur.
TBKP’nin yeni programından sonra, örneklerini verdiğimiz türden yaklaşımlarla, geleneksel sol içinde ciddi bir ayrışmaya gidilmesinin kaçınılmaz olduğunu yeniden vurgulamak istiyorum. Artık sorun strateji, yorum vb. farklılıklarını aşmaya başlamış, temel dünya görüşleri arasında köklü farklılıklar belirmiştir.
Bu denli köklü nitelik taşıyan farklılıkların geleneksel sol içinde yeni ayrışmalara dinamik oluşturmaması düşünülemez. Bu yazıyı okuyanlar, en azından şu nokta üzerinde durup düşünebilirler: TBKP Programı “bir yenilgi döneminin evrilmesi” ne tanıklık eden, daha sonra kullanıldığında “küçük burjuva önyargıları simgeleyen” geçici bir belge midir, yoksa içerik olarak çağımızda dünya ve sosyalizm sorunlarına yaklaşımın temellerini oluşturan kalıcı bir belge mi?
Yeni Açılım’dan gelen yanıt, çok açık biçimde, “kalıcılık” yönünde.