I.Giriş
Üç yıl aşkın bir süredir en eski sosyalist ülkede, önemsenmesi gereken bir süreç yaşanıyor. Glasnost ve perestroyka’yı tüm dünya dillerinin kelime hazinesine hediye eden gelişmelerin temellerinde gerçek sorunlar vardır. Sovyetler Birliği Komünist Partisi, ülkenin ve partinin, iktisattan örgütlenmeye kadar akla gelebilecek her alanda yüz yüze geldiği sorunların çözümü doğrultusunda son derece enerjik bir atılım içine girdi. “Gorbaçov reformları”nın, olağan sorun çözme yöntemlerinden ayırdedici yönü bütünselliğinde, yani değişik alanlardaki sorunların üzerine birlikte gitmesindedir. Zamanlama farklılıkları olsa da, bugün SBKP için, ülkede örneğin emek verimliliği ile Sovyet örgütlerinin demokratik işleyişi tek bir total sorunun değişik veçheleri durumundadır.
Çok çeşitli dolayımlar, bu veçheler arasına dış politika ve uluslararası sosyalist hareketin durumunu da katmaktadır. Son birkaç yıldan beri, ve özellikle geçtiğimiz yıl içinde, Sovyetlerde gerek sosyalist kuruluş deneyimlerine gerekse dünya devrimci sürecinin günümüzdeki boyutlarına ilişkin “yeni” görüşler üretimi yoğunlaşmıştır.
Başlarken, bu çalışmada önemli köşe taşları oluşturan bir değerlendirmeyi hemen rotaya koymak istiyoruz. Çoğu zaman olduğu gibi, bugün Sovyetler Birliği’nin içte ve dışta yakıcılığını hissettiği sorunlar konusunda da sorunların kendi aralarında eşitsiz bir birikimi ve farklı olgunlaşma düzeyleri olduğu görülmektedir. Evet, sorunlar total anlamda birbirleriyle ilişki içindedir; ama bu bir eşanlı denklemler dizisinin çözümünün mekanik olarak mümkün olduğu anlamına gelmiyor. Örneğin ekonomik reformların, 71 yıllık deneyimden sonra bir kapitalist restorasyon tehdidi yaratmaları aşağı yukarı olanaksızdır; diğer yandan bir tarih yorumu alanında gerek toplumsal psikoloji gerek genç kuşak parti kadroları için çok ciddi tehlikeler taşıyan bir inkarcılık türü rağbet görebilmektedir. Bu farklılık, örnek verdiğimiz iki alanın iç birikimlerince belirlenmektedir.
Bu genel değerlendirmenin, aşağıda özel olarak SBKP’nin uluslararası sosyalist hareketin tartışmasına sunduğu “yeni” görüşler ve mesajlar konusunda somutlanacağını umuyoruz. Öne sürülen görüşlerin sınırlı da olsa bir bölümü, açılan serbest tartışma ortamında, kimi özel ve hatta giderek “egzantrik” fikirlerin dile getirilmesi niteliğindedir. Hemen belirtelim ki bugün Sovyetler de 70 yıllık bir deneyimin neredeyse tümünü inkardan ve bir tür “restorasyon” dan yana kişiler, hatta akımlar vardır. Ancak Sovyetler’ in uluslararası ve ulusal planlardaki yeni yönelimlerinin bir bütün olarak değerlendirilmesinde tek başına bu uç örneklerin gösterge alınması büyük bir yanlış olacaktır. Çünkü Bir bütün olarak yeni yönelimlerin özünü bu tür uçların temsil etmekte olduğu söylenemez.
Ama salt bu nedenle, aynı örneklerin yeni yönelimlerle büsbütün ilişiksiz arızi olgular olarak ortaya çıktığını da iddia edemeyiz. Hepsi, aralanan bir kapıyı zorlama eğilimlerine işaret eder. Sözkonusu eğilimlerin uluslararası planda eleştirisi, Sovyet açılımlarının özünü yansıttıkları için değil, bu açılımların kaçınılmaz olarak çanak tuttuğu potansiyel eğilimlerin etkisiz kılınabilmesi açısından gereklidir.
Önde gelen Sovyet teorisyenlerinden V.Zagladin’ in de açıkça belirttiği gibi geriye götürücü yolların mutlaka ve tümüyle kapatılması zorunluluğu “kimi yazarların sağduyu sınırların aşmasına” yolaçmaktadır. Ancak Zagladin bu aşırılıkların geçici olduğuna inanmaktadır.1
Gene de Zagladin’den farklı olarak, aşırılıkların tümünün, hep ileriye yönelme kaygısından kaynaklanan bir ”iyi niyetin” geçici ürünleri olarak görülebilmesi çok güçtür. Bu “aşırılıklar” arasında yer alan kapitalizm, özlemcisi çıkışlarla mücadelenin “reformların tutması” adına savsaklanması, Sovyetler adına büyük bir hata olacaktır. Sovyetler’ de böyle bir hata konusunda özellikle duyarlı olunduğu yolundaki işaretlerin rahatlıkla görülebilmesi sevindiricidir.
Sovyet açılımlarının değerlendirilmesinde öne çıkacak olan “kimi muhatap almalı” sorusunun yanıtı, elbette SBKP’nin global politika üreten kurumları ve ideolojik önderleri olmalıdır.
Burada önemli bir sorun şudur: Sovyet açılımlarının, SSCB’ de sosyalist kuruluş deneyimine ilişkin eleştirileri ile, uluslararası plandaki yeni politika önerileri arasında organik bir bütünlük olduğu inkar edilemez. Ancak, ilk konuda, yani sosyalist kuruluş deneyimlerine ilişkin olarak beliren genel saflaşmadaki tarafların, ulusal politika yaklaşımlarında da aynen tekrarlanacağını sanmamak gerekir. Bir başka deyişle Sovyetler’ de, 70 yıllık bir deneyimin özellikle 1924 – 54 arasını genel olarak “sahiplenebilecek” güçlerin, uluslararası politika yaklaşımlarında da “sol” ve “radikal” bir çizgi izleyeceklerinin herhangi bir önsel güvencesi yoktur.
Özetle dünya sosyalist hareketi, Sovyetler’ in kendi kuruluş dönemlerinin değerlendirilmesine ilişkin nihai tutumu ne olursa olsun, uluslararası planda mutlaka “problemli” tezler ve önerilerle boğuşmak durumunda kalacaktır.
Yeni tezlere yaklaşımda ve bunların eleştirilmesinde göz önünde tutulması gereken bir başka nokta şudur : Devrimini 70 yıl önce gerçekleştirmiş bugün pek çok global dengenin belirleyicilerinden biri konumundaki bir ülkenin dünyaya bakışı ve enternasyonalizm anlayışı ile, emperyalizme, çeşitli baskı rejimlerine ve kapitalizme karşı fiili mücadele içindeki güçlerin aynı konulardaki görüşleri mutlaka belirli çakışmazlıklar sergileyecektir. Önemli olan, dayatmacılıktan uzak, karşılıklı eleştiri ve tartışma ortamında bu çakışmazlıkların belirli sınırlar içinde tutulması, aynı çakışmazlıklardan iki taraflı sorumsuzlukların ve mutlak bağımsızlıkların türetilmesine engel olunmasıdır.
Yazımızın devamında örneklendirmeye çalışacağımız gibi “yeni” yönelimlerin uluslararası sosyalist hareketin değişik birimlerinde gördüğü tepki farklı olmuştur. Hareketin sosyalizmle sosyal-demokratizm arasında salınan müzmin sağ kanatları açısından glasnost, destalinizasyondan sonra ikinci bir dizginlerinden boşalma anlamına geldi. Gelişmiş kapitalist ülkelerin sınıfsal gerilimin düşüklüğüne öteden beri kendilerini uydurmaya çalışan partilerin dışında, aralarında TBKP’nin de bulunduğu çeşitli partiler program ya da politik eğilimlerinde açık bir sınıf uzlaşmacılığı çizgisine kaydılar. Bunlar bir yana, öncelikle söylenmesi gereken “yeni” yönelimlerin mutlak bir onay görmediğidir. Toplumsal altüst oluşlara daha yakın ya da daha uzak çeşitli ülke sosyalistleri, kişilikli bir tutum ve sorumlu bir üslupla kendi yollarını farklı belirlemeye kararlı olduklarını sergilemektedir. Sosyalist sisteminde Sovyet tezlerine bütünüyle angaje olmadığı hatırlatılmalıdır. İktidardaki kimi sosyalist partilerin bu tutumu önce bir duyarlılığı yansıttığı için olumludur. Bu partilerin eleştirel ve temkinli tavırları, “yeni düşünce”nin merkezi ile iktidar perspektifini kıskançlıkla koruyacak başka birimler arasındaki açının, siyasal düzlemde genişlemesine karşı frenleyici bir rol oynayabilir.
II. Sorunun Çerçevesi
“Dünyanın, farklı toplumsal sistemlerinin birlikte varoldukları ve birlikte barış içinde yarıştıkları uzun tarihsel bir döneme girdiği daha da netleşmektedir.. Bu yarış sosyalizmle kapitalizm arasındaki çelişkinin temel biçimi haline gelmektedir.”2 Bu görüş, Sovyetlerin yakın dönem tezlerinde yer alan ana yaklaşımlardan birisidir. Bu yaklaşıma bakıldığında görülen şudur: Sovyetler’in içeride yıllardır birikmiş olan pek çok sorununun çözümü için, hem ulusal ölçekte bir tür “demokrasi” aşısına, hem de uluslararası daha az sorunlu ve sorumluluklu, göreli olarak “durağan”bir sınıf mücadeleleri ortamına gereksinimi vardır. En açığı Sovyetler, tüm adımları doğrudan ya da dolaylı olarak kendisine nefes aldıracak, yük azaltacak, risk getirmeyecek modellere göre ayarlanmış bir dünya sosyalist hareketini yeğler görünmektedir.
Dün “barış içinde birlikte yaşama”, iki sistem arasındaki topyekün savaşı önleyen sınırlı bir söylemi aşmıyordu. Bugün ise barış içinde birlikte varolma ve yarışma, aynı zamanda, kapitalizmle sosyalizm arasındaki çelişkinin temel biçimi olarak görülüyor.
Bu anlamdaki bir enternasyonalizm yorumundan yola çıkıldığında, her ulusal birimin kendi somut siyasal görevlerini en başta bu “temel biçime”, yani kapitalist ve sosyalist sistemlerin barış içinde yarışmasına göre yeniden belirlemesi gerekiyor.
Geçmişte, dünya devrimci sürecinin diğer iki kolu, kapitalist ülkelerdeki sınıf mücadelesi ile ulusal kurtuluş hareketleri, kapitalist ve sosyalist sistemler arasındaki karşıtlık tarafından belirlenmekle birlikte, kendi özel dinamiklerine, katkılarına ve sürükleyiciliklerine sahiptirler. Bugün, bu “üçlü bileşen” tezinden vazgeçilmişe benziyor.
Gelişmeler bu açıdan ele alındığında, “yeni düşünce”, Dünya devrimci süreci ve onun çıkar ve sorunlarını bir bütün olarak göstermek yerine, SSCB’nin sorunlarını, merkezine yerleştirmektedir. Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin daha ileri aşamalara atılımı hedeflenirken bu arada “dış”a yönelik teori ve politika alanında bu ülkenin merkez alındığı pragmatik bir yöntem benimsenmektedir. Söz konusu atılımın dolaysız olarak merkezinde olmayan her olgu yalnızca bu atılıma “kan veren” bir işleve oturtulmak istenmektedir. Bu perspektifte, kan verenlerin kansız kalmaları galiba pek de önemli sayılmamaktadır.
Glasnost‘un evrimi de aslında bu değerlendirmeye tanıklık etmektedir. SBKP’nin uluslararası sosyalist hareketi birinci dereceden ilgilendiren tezler ya da politik-teorik önerilerle ortaya çıkması oldukça yenidir. Glasnostun dikkatleri ilk çeken yönü, içerideki reform planlarını izleyerek gündeme gelen dış politika atağı olmuştur. Genel sekreterin şahsında da somutlanan bu girişimin birinci kazanımı, sosyalist bir ülkenin tarihinde ender gördüğü genişlikte bir kamuoyu sempatisi oldu. Emperyalist devletlerin ellerinden çok önemli kozlarını almaya yönelen atak ve barışçı politikalar, ortaya son derece olumlu bir imaj çıkarttı. Ancak öyle görünüyor ki, Sovyetler’in ihtiyaç duyduğu “dış huzur”, sistemler savaşının önlenmesinden öte bir durağanlık anlamına geliyor. Bu durumda batıya verilen barışçılık mesajının sürekli kılınması için, yerel partilerin de, sınıfsal barış perspektifinde sabitleşerek katkıda bulunmaları gerekiyor. Ama bu işleyişin son halkasının ilk motivasyonla, yani ileri bir sosyalizme doğru atılımla taban tabana zıt olduğu da açıktır. Hatta bu stratejinin geçtiği yol sosyalizmin dünya sistemi haline gelmesi ufkunu da yoketmektedir. İstenen sonuca ulaşıldığında, ilk kazanımların da içi boşalmış olacaktır.
Sovyetler, yukarıdaki söylemi hiç kuşkusuz dar “bencillik” olgusu sınırlarının ötesine taşımak, daha evrensel bir teorik içeriğe kavuşturmak istiyor.
Kanımızca asıl önemli ve ”tehlikeli” olan da bu çabadır. Çünkü Sovyetler kendi açılarından bir vazgeçilmezlik olarak gördükleri “nefes alma”, güçlenme ve yenilenme hedeflerini, geçmişte sıkça görülen somut politika adımlarının ötesinde, bu kez kalıcı bir teorik-ideolojik yenilenme ile pekiştirme niyeti içindedir.
Gündemde olan, örneğin geçmişte Komintern’in kimi pratik sorunların ele alınışını ve çözümünü “süsleyen” bir takım ideolojik vurgu kaymalarının ötesinde, yepyeni bir ideolojik yapının yaratılmasıdır. Gündemde olan, budur. Tartışmalı olan ise, bu ideolojik yapının, Marksizmin devrimci özüyle ne ölçüde ilişkilendirilebileceğidir.
III. Temel Saptamalar
Yeni Sovyet tezlerinin, temelleri özellikle belirli alanlarda oldukça “yeni” teorizasyonlarda atılmaya çalışılmaktadır. Bunları incelemeye geçmeden önce, tezleri oldukça karakteristik olarak yansıtan, üstelik “resmi” imzalar taşıyan bazı aktarmalar yapmakta yarar görüyoruz.
“Global sorunlar karşısında dünya topluluğunun çabalarının birleştirilmesi için, ideolojik savaşımın metodoloji sorunlarını yeni şekilde ortaya koymak gerekiyor. İdeolojinin sınıfsal niteliği vardır ve sınıf savaşımının sürdüğü bir alandır. Ne ki, çelişkilerle dolu dünyanın bütünselliği, ideolojik çatışmalara yol açmayan manevi-ideolojik ve manevi-ahlaksal ilişkiler kurulması için zemin hazırlanmasını gerektirmiyor mu?” 3
“Günümüzde uygarlığın gelişmesinde gözlenen bunalımlara son vermek, özellikle nükleer felaketi önlemek, insanlığın yaşamını korumak için savaşım veren devrimci, demokratik, ilerici güçlerin aktifliği artıyor ve bileşimi genişliyor (…) Sınıfsal ve ulusal çıkarlara dayalı anlaşmazlıklara kıyasla bunlar en ön sıraya geçmekte, öncelik kazanmaktadır (…) Bu bağlamda, işçi sınıfının, komünistlerin savaşımının amaçları, onlara görevler ve değerler sistemi üzerinde, bu amaçların hiyerarşisi üzerinde düşünmek yerinde olur.” 4
“Evrensel bağların güçlendiği ve henüz hala ulusal, sınıfsal, grupsal düzeydeki çelişkiler içinde çırpınmakta olsa de genel insanlık amaç ve çıkarlarının ortaya çıkmış olduğu…”5
Yeni Açılım ve Dünyaya Bakış adlı dergilerde yayınlanan bu belgeler Toplumsal Bilimler Enstitüsü nün, öncelikle de Enstitü rektörü Yuri Krasin’ in imzasını taşımalarıyla yeterince “temsili” özelliğe sahip görünmektedir. Şimdi söz konusu “yeni” teori girişimlerini ana başlıklara ayırmaya geçebiliriz.
i) Uluslararası planda belirli öncelikler yaratmak; bu tür önceliklerin gerekçesini sağlayabilmek için de temel Marksist yöntemin klasik ve ayrılmaz içeriğinden bağımsız biçimde kullanılması,
ii) Marksizmin teorik dağarcığını zenginleştirme teziyle ortaya atılan, oysa gerçekte Marksist kavramların ikamesi biçiminde kullanılan, sınıfsal temelleri ve maddi içerikleri oldukça tartışmalı yeni bir söylem biçimine başvurulması,
iii) Marksist, özellikle de Leninist güncel görev-nihai hedef diyalektiğini temelden sorgulayan bir güncelciliğin savunulması,
iv) İnsanlığın ileriye doğru yönelimini gerçekleştiren temel sınıf dinamiklerinin dışında, öznelci ve idealist yanları ağır basan farklı “yönelim”lerin öne çıkartılması,
v) Yukarıdaki eğilim doğrultusunda ve günümüzde öznel etmenin rolünün artması gerçeğinden kalkarak öznel etmenin değişim sürecinde hızlandırıcı değil tersine yavaşlatıcı bir işleve oturtulması,
vi) ”siyasal önderlik” alanında çözülemeyen sorunları, bizzat “önderlik” gereğini ortadan kaldırarak aşmaya çalışmak.
Tüm bu yaklaşımların belirli nesnellik analizlerine dayanmadıkları takdirde anlamsız kalacakları açıktır. Sovyet tezlerinde bu alan da doldurulmaya çalışılmaktadır. Kapitalizmin içinde bulunduğu evre itibariyle dünyanın çehresinin oldukça kökten değişmiş olduğu yönündeki değerlendirmelere genel düzeyle aşağıda değineceğiz. Burada hem reel analiz hem politik bir yaklaşım göstergesi hem de yukarıdaki yöntemsel başlıkların her biri için bir önkoşul niteli taşıyan bir diğer saptamayı vurgulamalıyız. Bunun için bir kez daha Diligenski’yi dinlemekte yarar var : “… yakın gelecekte gelişmiş kapitalist ülkelerdeki toplumsal-politik savaşımın merkezinde kapitalist sistemin korunması ya da tasviyesi sorunu değil varolan ilişkilerin ve yaşam biçiminin demokratikleştirilmesi ve insancıllaştırılması sorunu bulunacaktır” ve “bloklar sistemi (…) gelişmiş kapitalist ülkelerden herhangi birinde belirli bir süre için bile (birkaç gün, hafta ,ay,) devrimin başarı kazanma olanağını sınırlıyor.”6
Diligenski’nin “umutsuzluğunu” gelişmiş kapitalist ülkelerle sınırlamasının, diğer ülkelere yönelik bir umudun kapısını aralayacağını düşünmek için elimizde pek veri yok. Daha geri ve zayıf halka konumuna yakın kapitalist ülkeler için bu denli iddialı bir tezi ortaya atmanın güçlüğü yazarın çalışmasına da yansımış olmalı. Bu küçük “angajmandan kaçınma” payı bir yana, SBKP’nin önemli bir vade için, değil sosyalist sitemin genişlemesi, tedrici kimi atılım ya da adımlara bile şans tanımadığı anlaşılmaktadır. Bu öngörünün ne denli gerçekçi olduğu ayrıca tartışma konusudur.7 Ancak sonuçta bu tablodan kapitalizm altında mücadele veren sosyalistlere, iktidarın olanaksız ya da çok uzak olduğu bir momentte geri hedeflere yönelerek statükoya oturmaya çalışmak, hatta kendisini ideolojik ve örgütsel olarak aşağı yukarı tasviye etmek gibi sonuçlar çıkmaktadır. Böylesi sonuçlar ise yukarıda işaret edilen “güncelcilik” eğilimi çerçevesinde anlam kazanmaktadır.
IV. Dünya ve İnsan : Ne Kadar Değişti?
Global sorunların ne denli önemli olduğunu tartışmak bile gerekmiyor. Üstelik Marksizm’ in bu kategoriden sorunlara “yabancı” olduğunu düşünmek de yanlıştır. Marksizm, başlangıcından buyana açlıktan yoksulluğa insanın yabancılaşmışlığından savaşa kadar bu sorunlarla ilgilenmiş; bir sosyalist devlet ve sistemin oluşmasıyla birlikte bunlardın hem yakıcılığı, hem de sosyalistlerin sorunlara müdahale gücü artmıştır. İçinde yaşadığımız tarihsel dönemde global sorunların dünyayı ve insanlığı bir tür olarak yok edecek çapta tehlikeler içerdiği de, elbette doğrudur. Ancak Marksizm bu sorunların çözüm yollarını sınıfsal bir dinamizmde, devrimci politikada ve en sonu, sınıfsız toplumun oluşturulmasında gördüğü için sıradan bir demokrat ya da marjinal hareket olmanın ötesine geçmiştir. Global sorunlar denen kategori saf, işlenmemiş haliyle Marksizm’ in kendi sistematiği içine yerleştirilemezler. Marksizm bu sorunları tarihsel kaynaklarıyla algılayabilmesi ve temel çözüm yollarını kendine özgü sistematiği içerisinde üretebilmesi ile ayrıcalıklıdır.
Marksizm söz konusu alana kendi sistematiğinden kalkarak somut politika olanakları ve araçlarıyla seslenmelidir. Yoksa global sorunların yalıtık ya da salt bu alanın kendine özgü dinamiklerinden yola çıkılarak gerçekleştirilen teorizasyonlarının başka ve gerçek sahipleri vardır. Eşitlikçilik, bireye dönüş tarihsel değil varoluşsal bir yabancılaşmadan kurtuluş… tüm bunların asıl adresleri burjuva hümanizmasıdır.
Sovyet felsefecisi Oiserman, sanırız tam da bu kaygılara şu görüşleri ortaya koyuyor : “Sosyalizmle kapitalizm arasındaki tarihsel çatışmada burjuva ideologları sık sık bir hakem rolü üstlenmektedirler. Bu ikiyüzlülük maskesinin indirilmesi için gerçekliğin, günümüz burjuva ideolojisindeki insan düşmanı özün eleştirel bir şekilde çözümlenmesi gerekir. Ayrıca bu ideolojik çatışma sırasında dünya görüşsel sorunların giderek ön planda yer almasına her zaman dikkat edilmelidir.”8
Oiserman yeni düşünceyi sosyalizm-kapitalizm arasındaki mücadelede belirli bir alanda işlevsel bir araç olarak burjuva ideolojisine ve düzenine karşı mücadelede yeni bir silah olarak tanımlamaya eğilim gösteriyor. Genelde ise Sovyet tezlerinin global sorun tasvirleri bu sistematikten yoksun ve aşırı popülarize edilmiş bir anlatıma sahip görünmektedir. İşin kötü tarafı bu üslup propagandif motiflerin ötesinde teorik bir açıklayıcılık-çözümleyicilik atfedilen çalışmalara da egemendir.
Sovyet tezleri, aslında üzülünmesi gereken bir ironiyle, yakın zamana dek amerikan tipi propagandanın elindeki işlevsel bir silahı rakibinden kapmışa benzemektedir. on on yıl içinde amerikan orta sınıflarında nükleer savaş fobisinin giderek sistemli biçimde arttırıldığı biliniyor.Dinsel bir “kıyamet günü” esprisiyle de birleşerek sıradan insanın, düzenin toplumsal örgütlenmesi karşısındaki ezikliğini arttırmaya yarayan bu silah, şimdi Sovyet tezlerinin vurgu ve ikna gücünü yüksek tutmak misyonunu üstleniyor. Savaş paranoyasının bilinen en çarpıcı motifi bir kez daha, insanlığın “tesadüfler sonucu yok olması” senaryosu olmaktadır.9
Dünyamızın geçirdiği öne sürülen değişiklik, teori ve politikada yeni yönelimlerin reel temelini oluşturmaktadır. Bu konuda belki de en önemli, ancak henüz fazla geliştirilmemiş bir yaklaşım endüstriyel ekonomi-bilimsel-teknik ekonomi ayrımını işlemektedir. Bir kez daha Toplumsal Bilimler Enstitüsü’ nün “Tartışma Tezleri’ ne dönmemiz gerekiyor : “Endüstriyel ekonominin mantığı çok-çeşitliliğin ortadan kaldırılmasına toplumun tek-türdenleştirilmesine, toplumun tüm alan ve sektörlerinde tek bir endüstri örgütlenmesinin yerleşmesine yol açıyor; oysa bilimsel-teknik ekonominin mantığı ise çok-çeşitliliğe yol açıyor, her özel faaliyet türüne tek ortak bir ölçüt ile değil ona özgü bir ölçüt ile yaklaşılmasına neden oluyor ve bu yaklaşım, faaliyet türü için en uygun örgütlenme biçimleri sağlıyor. Endüstriyel ekonomi için, olgunluğa giden yol çok-çeşitlilikten tek-çeşitliliğe doğru bir hareket anlamı taşırken; bilimsel-teknik ekonomi için bu yol tersi bir doğrultuyu öngörüyor… Bu ise, yalnızca evrensel, girişken insanın oluşum yollarının çok çeşitliliğini değil, aynı zamanda onun kendini gerçekleştirmesinin pratik biçimlerinin da çok-çeşitliliğini sağlıyor.”10
SBKP merkez organı Kommunist dergisinin geçtiğimiz yılki 7. sayısında yayınlanan bu görüşlerde özenle bu bütünselliğin örülmüş olduğu söylenmelidir. Örneğin “komünistlerin de hata yapabileceği” “Marksizmin doğrunun tek yolu olmadığı” gibi ahlak aforizmalar olarak görünen ifadelerin yukarıdaki alıntıdan işlenen iktisadi çözümleme ile ilişkisi vardır. Uluslararası sosyalist hareketin davranış normları çerçevesinde yapılan önerilerin her alanda destekleyici rasyonel dayanaklara sahip olması gözetilmiştir. Bir diğer örnek olarak, “endüstriyel” ekonomiden “bilimsel-teknik” ekonomiye geçişin sonuçları düşünülebilir: Bizzat ekonominin örgütlenmesinde, çok-çeşitlilik olgusu tekelleşme sürecine karşı bir öğe olmalıdır. Bu olgu “karşı” sınıfın yıllardır “tekelciler” olarak kısıtlanan sınırlarının bilimsel-teknik ekonomi koşullarında daha da daralacağı anlamına gelmez mi? Düşman küçüldükçe barışçı dönüşümlerin olasılığı da herhalde artacaktır… Yine aynı çok-çeşitlilik olgusunun demokrasi açısından yeni olanaklar sunduğu düşünülmektedir. Bir diğer iktisadi sonuç, çok-çeşitliliğin sosyalist ekonomiler taşınması durumunda ortaya çıkabilir (ki, sanırız iki sistemin etkileşiminin aramakta olduğu tezleri bunu gerektirmektedir); örneğin merkezi planlamanın sınırlarının daraltılması ve üretkenliği arttırmak için birim ve bireylere daha fazla inisiyatif tanınması önlemleri, yine bu olgu ile gerekçelendirilebilir.
Ancak burada yanıtsız kalan iki önemli nokta vardır. Ekonomik planda tekelleşme sürecini ve merkezi planlamayı etkileyecek, üstyapıda demokrasiyi genişletecek, ideolojik düzeyde sınıflararası alışverişi arttıracak siyasette en hafif deyimle sınıf mücadelesinin barışçıl biçimleri için temel oluşturacak olan bu gelişmeler, aslında kapitalizmin yeni bir evresi anlamına gelmektedir. Sovyet tezlerinde “yeni evre” saptaması ile “çok şey değişti” ifadesi arasında bir öncelik tercihi yapılmamıştır. İlkini net olarak telaffuz edebilmek için, örneğin serbest rekabet ile tekeller arasında olduğu gibi, kimi kritik ayrımları formüle edebilmek gerekir. Böylesi bir adımın ortaya çıkaracağı teorik-politik sorunlar şu anda göğüslenemeyecek denli çok-boyutludur. Üstelik şurası da bir gerçektir ki, bugün dünyadaki Marksist iktisatçılar için “bilimsel-teknik”ekonomi tezi pek de güçlü verilere sahip değildir.11 Gerek onlarca yıllık geçmişi olan klasik sektörler önemlerini korumakta, gerek tekelleşme süreci dünya ölçeğinde sürmekte, gerekse de “bilimsel-teknik” sıfatlarını hak edecek ileri teknoloji kullanılan sektörlerin iktisadi örgütlenmesi tekelci niteliği yansıtmaya devam etmektedirler.
“Yeni evre” tartışmasında ibre yeniliğe yattığı sürece, iki sistemin daha fazla karşılıklı etkileşime açık oldukları düşüncesi ağır basacaktır. Bugüne dek kabul gören “reel sosyalizmin kapitalizmin bozucu etkilerine rağmen varolduğu” görüşü, yerini adım adım “karşılıklı birbirlerini koşullayan ve besleyen sistemler ve çelişkisiz bir dünya” tablosuna bırakmaktadır. Sosyalist sistem, kendisiyle entegre bir kapitalizmin, global sorunlar başta olmak üzere, bizzat kendi yarattığı sorunları çözebileceğini anlatmaya çalışmaktadır. “Yeni” cilik bizce reel gelişmelerin nesnelliğinde değil görüş sahiplerinin öznel konumlarında aranmalıdır.
Yaşanmakta olduğu öne sürüler değişimlerin siyasal mücadele açısından önemli kimi konulara nasıl yansıyacağı henüz tartışmalıdır. Örneğin militarizm ile kapitalizm arasındaki ilişkinin, ikincinin birincinin nedeni olduğu bir ilişki olduğu yolundaki klasik görüş, bugün Sovyetlerin barışçıl politikasının iyimser bakışına pek uygun değildir. Klasik görüş, militarizm sorununun çözümünün sınıfsız toplum sürecine erteler; oysa bugün dış politikada ihtiyaç duyulan “barışın güncel olarak kazanılabilir” olduğu inancıdır. Bu ihtiyaç Sovyetlerin bu konudaki tezlerine damga vurmaktadır. Uluslararası hareket içinde bu konuya gösterilen duyarlılık sevindiricidir. Örnek olarak, ABD Komünist partisinden bir ses, “Militarizm, tıpkı emeğin sömürülmesi gibi kapitalizmin bir niteliğidir. Militarizm zayıflatılabilir ya da hafifletilebilir ama kapitalist sistem devam ettiği sürece bütünüyle yok edilemez” diyebilmektedir.12
Uluslararası harekette “yeni” ve egzantrik olan şeylere özel olarak sempati besleyenlerin de varolduğu biliniyor. Bunlara bir örnek de ülkemizden verilebilir. M.Taş Yeni Açılım dergisinin sayfalarında yeni sömürgecilik ve militarizmden arındırılmış bir kapitalizm olasılığı üzerine yazılar yazdı. “Askeri yatırımlar, diğer üretim alanlarına göre, daha az işgücü istihdam etmektedir. En yeni teknolojiyi kullanan askeri ekonomi sermaye yoğun yatırımların artmasına, yani değişmeyen sermayenin büyümesine ihtiyaç duymaktadır.(…) Sermaye-yoğun yatırımların artması yani, değişmeyen sermayenin göreli olarak büyümesi, sermayenin organik bileşimini arttırmakta, bu da kar oranını düşürmektedir. Askeri ekonomiye yatırım yapmak, kendi başına daha yüksek bir kar sağlamamaktadır.”13 Taş’ın akıl yürütmesi, yazısını hazırlarken en ilkel ekonomi-politik bilgilerden dahi yoksun olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Öyle ya, örneğin manifaktürden sonra makinalaşma sermaye yoğun bir üretime geçiş olmamış mıydı? Otomotiv sanayi, demir-çelik sanayi bilgisayarlı üretim… tüm bunlar kendilerinden bir önceki üretim yapılarına göre sermaye yoğunlaşmasında büyük sıçramaları ifade etmediler mi? Peki kapitalizm 200 yıldır neden sermayenin organik bileşimini arttırmakta bu denli “ısrarlı”? Kapitalistler kar oranının düştüğünü görmüyorlar mı? Kapitalizm ne yazık ki Taş’ın düşünsel şemaları gibi basit işlememektedir. Bir sektörün belli konjonktürlerde ön plana geçmesini kar oranları ile organik bileşimin etkileşimini de daha bir dolu iktisat içi ve dışı mekanizma vardır. Taş’ın çalışmaları “yeni düşünce” nin gerçekten oldukça beceriksiz savunu örnekleridir.
Bu parantezlerden sonra konumuza geri dönersek, sonuç olarak şunu söyleyebiliriz : SBKP uluslararası harekete 70’li yılların anti-tekel programlarından daha geriye çekilmeyi önermektedir. “…yakın gelecekte gelişmiş kapitalist ülkelerdeki toplumsal-politik savaşımın merkezinde kapitalist sistemin korunması ya da tasviyesi sorunu değil, varolan ilişkilerin ve yaşam biçiminin demokratikleştirilmesi ve insancıllaştırılması sorunu bulunacaktır” saptaması bunun bir örneğini oluşturuyordu. Şu da var:
“…Anti-tekel demokrasiden önce gelen, onun için elverişli koşulları yaratan kapitalist gelişmenin militarist olmayan bir modeli uğruna mücadele konseptinin ana doğrultuları burada belirginleşiyor.” 14
Çok net olarak söylenen, aşamacılıkta kaydedilen bir yeniliktir. Artık anti-tekel demokrasinin önkoşullarını sağlayabilecek bir ön aşama gereği savunulmaktadır. Bu arada, bu öneriyi benimseyecek olan hareketlerin bulundukları ülkelerde sosyalizm adına ne yapılacağının yanıtının olmaması bir yana, bu bir soru olarak da gündeme girememektedir. 70’li yıllarda anti-tekel aşamalarına karşı çıkmış olanların uluslararası hareket içindeki misyonları bugün daha da önem kazanmaktadır. Bu radikal birimler uluslararası hareketin gerçekten çok-sesli yapısında sağlıklı kanadı yaratmak ve kalıcılaştırmakla yükümlüler. Geleneksel solun bütünü kendi tarihsel kazanımlarını öznel anlamda koruyamaz duruma gelmektedir: bu durumda radikal kesimlerin üzerine değerlerin korunmasında daha kıskanç davranmak, bunu yaparken de uluslararası hareketin bir parçası olma sorumluluğunu gösterebilmek gibi görevler düşmektedir.
Dünyanın ve insanın yaşadığı iddia olunan köklü değişmeler içinde bireysel boyut da sık sık vurgulanıyor. Vurgular giderek geçmiş politikalar ve hatta Marksist metodoloji adına özeleştiriler halini almaktadır.
“Biz bir bakıma göz göre göre, geleneksel olarak, özel olanın karşısında daha genel olanı bireysel olanın karşısında kollektif olanı tercih ettik. Ancak bugün, genel insani olanın, genelin, ulusal ve kollektif olanın, genelleştirilmiş bir ifadesi olduğu ve bireysel olanın gözardı edilmesi durumunda, bunların hiçbir anlama sahip olmadığı üzerinde daha derinlemesine düşünmek gerekmiyor mu? Genel olanın bireysel olana bağımlılığı, tersine bağımlılığa nazaran daha fazla artmıyor mu” 15
Burada tartışmaya açılan politik ve ideolojik çalışmada, toplumsallık ve sınıfsallık kategorileriyle bireysellik kategorisinin arasındaki ilişkilerin (somut çalışmada ve özel örneklerde yeniden üretilirken) iyi kurulamamış olması değildir. Tartışılan açıkça bunun da ötesinde yöntemsel bir sorundur. Marksizmin toplum-birey diyalektiğindeki modeli, yani bireycilik ilişkisinin ana yönünü tersine çevirmek önerilmektedir. Ama bu, Marksist yöntemin tarih dışı bireyleri temel alan bir idealizm ile kendini reddetmesini önermekten pek de farklı değildir.
“…örneğin büyük sermaye, bazen kendi ayrıcalıklarının bir kısmından bile vazgeçerek, üretimin yönetimine ve kara katılımı öngören çeşitli sistemler yardımıyla ücretli emeğe özgü olan yabancılaşma olgusunun üstesinden gelmeye yöneliyor.” 16
Bu iddianın son derece tehlikeli ve gerçek dışı olduğu söylenmelidir. Ücretli emeğe özgü yabancılaşma, olgusu bir yandan üretimin toplumsallaşması, diğer yandan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet ve denetimin merkezileşmesi süreçleri devam ettikçe, artarak gelişecektir. Yabancılaşma sorununun kapitalizm altında çözüme kavuşabileceğini düşünmek yalnızca emeğin en ileri kapitalist ülkelerdeki sorunlarını görmezden gelmek değil aynı zamanda özel mülkiyet-toplumsal üretim çelişkisini de sorgulamak anlamına gelir…
Sözü edilen her yeni gelişmenin, kapitalizm ile sosyalizm arasındaki mesafeyi kısalttığı sonucu çıkmaktadır. Bu sonucun geçerliliği için gerekli bir varsayım kapitalizmin sosyalizm ile olan çelişkisinin yalnızca ”sistemler arasında” tanımlanmasıdır. Bundan böyle, Sovyet iktisatçılarının, sosyalizmin kapitalist ülkeler için içsel bir tehdit oluşturmadığı yönündeki kanıtlamalara doğru teorizasyonlara gitmeleri şaşırtıcı olmamalıdır. Bizce bu tür her girişim somut analizden ve Marksist yöntemden biraz daha uzak düşmek gibi riskler taşımaktadır.
V. Öncelikler Hiyerarşisi
Marksizmin belirgin bir özelliği vardır. Marksizm, kendi yöntemiyle birlikte, yalnızca çözümleme için bir hareket noktası değil, aynı zamanda çözümün bizzat kendisinin gerçekleneceği çerçeveyi oluşturur.
Siyasal öznenin, belirli sorunlardan kalkarak belirli öncelikler saptaması doğaldır. Siyasal özneler, gene de, bu öncelikleri temellendiriş ve çözüm öneriş biçimlerine devrimci ve burjuva (ya da reformist) olarak iki kategoriye ayrılırlar. Marksizmde, hem çözümleme sürecinin başı hem de önerilen-ulaşılan çözüm mutlaka bir sınıfsallığa dayanır. Marksist siyasal özne, sınıfsallığa en açık ve doğrudan sorunları bile sınıfsallığın dışında insani bir çerçeveden görme, çözümlerini de gene sınıfsal dinamiklerinin dışında yaratılacak bir takım değerlerde ve ideallerde arama serbestisine sahip değildir.
İnsanlık tarihinde toplumların sınıflara ayrılmasından ve ideoloji üretiminden başlayarak sınıfsallık dışı izlenimi veren değerler, idealler bulmak mümkündür. İdeolojiler, doğrudan sınıfsal değerlere sahiptir. Sınıfsallıktan ve dolayısıyla ideolojiden kurtulmak için değerler ve idealler öne çıkarıldığında unutulan bir nokta vardır. Değerler ve idealler, de köken olarak ideolojilerden kaynaklanırlar ve son tahlilde onlar da sınıfsaldır. Değerler, sınıfsal temellerinden sonra ideolojilerin sürekli kırılmaya uğramasıyla sınıflarüstü bir görünüm kazandıklarından, her sınıf bu değerleri kendisi için bir kez daha yeniden üretir. Başka deyişle sosyalistlerin sahip çıktıkları değerler ya işçi sınıfının doğrudan sınıf değerleridir ya da bazı ideolojik değerlerin sınıf hareketi için yeniden üretilmiş biçimleridir.
Bunların dışında “ortada” duran değerlerle dernekler hayır ve dostluk kulüpleri kurulabilir. Ama siyasal bir hareket oluşturulamaz.
O halde, “öncelikli sorunu” da hem başında hem de sonunda, siyasal bir sorundur. Değerler üzerine inşa edilen siyasal öncelikler olamaz. Marksist partilerin kendi önceliklerini değerlere göre kurmaları ancak kendilerini siyasal olarak likide etmeleriyle mümkündür.
Önceliklerin saptanmasında gerek yöntemsel, gerek içerik açısından yapılan değişiklikler çok sayıda yeni kavramın kullanımını gündeme getirmiştir. “80’li yılların ortalarında G.H.Şahnazarov tepesinde yok olma tehdidi asılı duran dünyamızdaki politik ve askeri düşüncelerin mantığının yeniden gözden geçirilmesi sorununu ortaya attı. Bizim görüşümüze göre bu gözden geçirme yalnızca savaş ve barış sorunlarını değil, gezegenin toplumsal yenilenmesini de kapsamalıdır: Burada da yeni vurgulamalar yapmanın çerçevesi dışına çıkan düzeltmeler, Marksist-Leninist teorik bilginin önemli bir bölümünü oluşturan kavram dağarcığının temellerine inen düzeltmeler gerekmektedir” 17
Sınıf mücadelesinin güncel özelliklerinden hareketle yeni kavramlara yönelmek kadar doğal bir şey olamaz. Ancak, mutlaka gerekli olan, bu kavramların operasyonel amaçların ötesinde teorik bir doluluk da taşımalarıdır. Kavramlar, pratik etkinliklerin ilkesel çerçevesini oluşturdukları kadar teorik biçimlenmelerin anahtarı işlevini görürler. Dolayısıyla olgun kavram hem teori hem de pratik ile aynı anda doğrudan ilişkiye sahiptir.
Sovyet tezlerinde sıkça rastlanan kavramlardan bir bölümünün amaçladıkları pratik etkinlikler dışında teorik içerikleri hemen hemen bütünüyle belirsizdir. Hatta kimileri salt belirli pratik görevlerin aciliyetini vurgulayabilme kaygısıyla herhangi bir teorik içerik düşünülmeden zorlanmış izlenimini vermektedir.
“Planeter bilinç” “anti bunalım güçleri”, “insanlık değerleri”, “uygarlık krizi” vb. bunun örnekleri arasındadır. Gezegenimizin geleceğine ilişkin duyarlılığın her nedense bir bilinç türü olarak vurgulanması, dünyadaki gerginliğin azalmasından yana olan insanlardan bir “anti bunalım güçleri” türetilmesi, doğrudan doğruya ve tartışmasız bir biçimde tekelci kapitalizmin ürünü olan sorunların “endüstrializm” ve “uygarlık krizi” adına sınıfsallığın dışına taşınması, sınıfsal-ideolojik kökenli yaklaşımların “insanlık değerleri” olarak nötrleştirilmesi ne ölçüde gerçekçidir?
Örneğin “bilinç” kavramının Marksist düşüncede özel bir yeri vardır. Bilinç, ideolojik yanılsamaların aşılmasıyla temel sınıfsal kavramların gerçekliklerin bir bütün olarak kavranmasına işaret eder. “Planeter bilinç” denildiğinde hangi yanılsamalar aşılıp hangi temel gerçekliğe ulaşılmış olunuyor?
Sovyet tezlerinin bilimsel ya da kurumsal üreticilerinin ihtiyaç duydukları yeni araçların önemli bir bölümü çok da ”yeni” sayılmamalıdır. Yazarların kendileri de bunu gayet net olarak bilmekte ve ifade etmekten de kaçınmamaktadırlar. Örneğin Plimak yeni düşüncenin temel ilkesinin Bertrand Russel ve Albert Einstein de bulunabileceğini söylemektedir.18 Bu iki ismin siyasal düşüncelerinin demokratizmden öteye geçmiş olduğunu iddia etmek herhalde mümkün değildir. Diğer taraftan kapitalist toplumda sınıfsal gerilimlerin yok olmakta olduğu, kapitalizmin yeni ekonomik evreleri, işçi sınıfının yapısal olarak değiştiği, orta sınıfların artan önemleri gibi bin bir tane konuda olağanüstü genişlikte bir literatür zaten mevcuttur. Kapitalizmi tarihsel değil mutlak bir kategori olarak ele aldıkları için çekinmeden “burjuva teorileri” adlandırabileceğimiz bu geniş batı üniversiter literatürüyle Marksizmin fazla bir ilgisi olmamak gerekir. Bu literatürün sol tonları da vardır. Sovyet tezlerinin, yabancılaşmadan militarizme dek çeşitli sorunların çözümünde kapitalizme misyon tanıdıkları sürece, bu literatürün sol tonlarından ayırdedilmeleri çok güç olacaktır.
VI. Nihai Hedef Sorunu
“… toplumsal ilerleme günümüz tarihinin en somut kesiti için, özü itibarıyla önceden belirlenmiş biricik seçenek olarak anlaşıldı. Alternatifler ancak bu ilerleme çizgisinin yaşama geçirilmesinin ardışık aşamaları, araçları ve biçimleri düzeyinde kabul edildi.19
“Yığın bilinci, toplumun köklü dönüşümünün sembolik ve soyut formüllerini (izm’lerini) giderek daha zor benimseyebiliyor; onu tedirgin eden sorunların çözümlerine ilişkin somut anlayışlara ve somut biçimlere daha çok ilgi gösteriyor.20
“Teori açısından demokratik aşama konsepti ilginçtir. Biz sosyalizme çok yakın sanılan bu yolda yürürken çoğu kez bu aşamaya daha hızlı geçmeye her demokratik istemi doğrudan sonul amaçla bağlamaya çalışmadık mı? Oysa Lenin işçi sınıfının demokrasi için savaşım vermeden sosyalizm için başarılı bir savaşım veremeyeceğini belirtmiştir.21
Sovyet tezlerinde daha üstü kapalı geçiştirilen, buna karşılık kimi yazarların görüşlerinde olanca netliğiyle ortaya çıkan bir başka nokta, tamtamına zamanında Lenin in mücadele ettiği türden bir Bernstein güncelciliğinin geri getirilme çabalarıdır.
Bu, devrimci partileri burjuva partilerinden ayıran siyasal çizginin ortadan kaldırılması anlamına gelir. Bugün herhangi bir kapitalist ülkede, nihai hedefin, yani sosyalizmin, herhangi bir güncel soruna bağlanmasında güçsüzlük ve isteksizlik göstermek sosyalizmi gündemden çıkartmak demektir.
Sosyalist hedeflerin kısa dönemde gerçekleşebilme olanaklarının yokluğundan hareketle varolan ile güncel mücadelenin sınırlarıyla yetinmek likidasyonun bir başka türüdür.
Bir de şunu bilmek gerekir : Marksistleri burjuva ideolojisinin etkilerinden koruyan, onları sıradan demokratlardan ve liberallerden ayıran, giderek bu ayrımı pekiştiren en önemli unsur nihai hedef-güncel etkinli bağıdır. Bu olmadan, salt güncelin, gün için “iyi” ve “olanaklı” kıldığının peşindeki öznenin devrimci olarak kalabilmesini güvenceye alan hiçbir aşı yoktur. Dünyadan Kapital’ i devirmiş, benimsemiş “yöntemine hayran kalmış” binlerce insan gelip geçmiştir. Sosyalizmin iktidar olabileceğine inanmadıkları, güncel görevlerine geleceğin sosyalist perspektifi ışığından bakmadıkları için devrimci olamamışlardır.
Tüm bunlara ilişkin söylenebilecek bir şey daha var. Bugün gerek dünyamızın global anlamda, gerekse tekil sınıf mücadelesi deneyimlerinde ortaya çıkan ve yakıcılığı hissedilen sorunların çözüm açısından sosyalist bir düzenin eskimiş bir alternatif olduğuna inanmıyoruz. Bu anlamda sosyalist iktidarın yaşamsal önemde, sosyalist devrimin ise güncel olduğunda ısrar ediyoruz.
Sovyet tezlerinin bütününe damga vuran temel motif, önce kapitalizmden sosyalizme siyasal geçiş, sonra da sosyalizmin üstünlüklerinin kısa sürede kanıtlanabileceği beklentilerinin büyük ölçüde terkedilmesiyle biçimlenmiştir.
Bu motiften kalkan Sovyet tezleri, global sınıf dinamiklerine bakışta “sağ” ama kendi içinde mantıken tutarlı bir bütün oluşturmaktadır. Bu bütünün unsurlarını şöyle sıralayabiliriz :
i) Sosyalist sistemin, kısa sürede, kapitalist sisteme üstünlük oluşturup böylelikle güçlü bir cazibe merkezi haline gelmesi mümkün değildir.
“Şu olgu artık farkedilmiştir: Dünya çapında devrimci sürecin hızlı gelişimi üstüne, bir zamanlar oluşmuş bulunan anlayışlar ve aynı biçimde, ekonomik yarışmada sosyalizmin kapitalizmi kısa sürede geride bırakacağı yolundaki umutlar bilimsel-teknolojik devrimin kullanılması ve üretimin toplumsallaşmasının uluslararası düzeye çıkmasıyla birlikte kapitalizmin kazandığı olanakların yeterince görülememesine dayanmaktaydı.”22
ii) Tek tek devrimci siyasal geçişler, bunlar mümkün olsalar bile, genel kapitalizm-sosyalizm dengesine köklü değişiklikler getiremezler.
“Ulusal devrimci patlamalar sonucu ülkelerin bir sistemden diğerine doğru yer değiştirmeleri insanlığın sosyal yenilenmesinin biçim ve yollarının yalnızca ”özel bir olayı” durumuna dönüşüyorlar. Anlaşıldığı kadarıyla, toplumsal formasyonların yer değişimi, çok çeşitli geçiş biçimleriyle ve önceden tahmin edilenden daha geniş bir tarihsel dönemde gerçekleşmekle kalmayacak…”23
iii) Gelişmiş kapitalist ülkelerden birinde iktidarı almak mümkün olsa bile, kapitalizmin uluslararası ekonomik-politik bütünleşmesi koşullarında, bu iktidarın elde tutulabilmesi, çok kısa bir süre için bile mümkün değildir.
iv) Üçüncü dünya ülkelerinde devrimci dönüşüm olanakları daha fazla olmakla birlikte, bu dönüşümlerin, uluslararası dengeleri “tehlikeli biçimde” bozması tehlikesi de vardır. Bu nedenle bu ülkeler barışçı yaklaşımı, şiddet kullanmamayı, uzlaşmacılığı öğrenmek durumundadırlar.
İlk bakışta ”aşırı” bir yorum olarak görülebilecek bu önerilerin resmi ifade örnekleri ise şöyle:
“Ülkelerin iç süreçleri ile uluslararası süreçler arasında karşılıklı bağımlılığın arttığı koşullarda zor kullanma eylemleri ne denli olanaklıdır? Devrimci güçler ile karşı-devrimci güçler arasında silahlı savaşımın sürdüğü bölgelerde gözlenen ulusal barışma eğilimini bu durum doğurmadı mı? Genellikle zor kullanma eğilimleri barışçıl bir dünya konseptinde nasıl bir yer alıyor?24
“Burada belirtilen, bütün koşullar için geçerli herhangi bir devrimci taktiğin olamayacağı görüşüne katılıyorum. Ne ki, dünyanın gelişme koordinatlarıyla ilgili stratejik bir sistem vardır ve bu bakımdan ben, devrimci güçlerin kendi ülkelerindeki savaşım konseptini belirlerken sorumlu davranmaları gerektiği görüşünü savunuyorum.25
“Ancak bu kavgayı sürdürürken, bu kavganın (sınıf kavgası) teorisini geliştirirken, insanlar artık ne nükleer çağın gerçeklerini, ne insan soyundan olduklarını, ne de onların kaderinden sorumlu olduklarını unutabilirler. Yeni ”soy” ahlakın sorunları devrimci faaliyetin ahlakını da irdelemektedir. Bu sorunlara koşulsuz öncelik tanımak gerekir.26
“Üçüncü dünyayı adım adım savaşımın uygar biçimlerine çekek mümkün olacak mı? 27
“Sosyalist devletlerde devrimci perestroyka, demokrasi ve açıklık; yeni ekonomik düzen mücadelesi ve bir dizi ”Üçüncü Dünya” ülkesinde ulusal uzlaşma politikası; dünya ekonomisi ve demokrasisi için mücadele ve gelişmiş kapitalizm alanında deri yapısal reformlar.”28
Buradan bir sonuç çok açık ortaya çıkıyor. Sovyetler, Nikaragualı devrimcileri, Güney Afrikalı zencileri, Filistinli çocukları “dünyanın gelişme koordinatlarıyla ilgili stratejik sistemi” de gözeterek, sorumlu olmayla, mücadelenin uygar biçimlerini bulmaya çağırıyor. ”Devrimci” sıfatı, bir tek perestroyka için kullanılıyor. Demek günümüzün global dengeleri, Sovyet perestroyka süreçleri dışında devrimciliğe izin vermiyor.
Gene de, böyle bir yaklaşımın dünyadaki devrimci güçler tarafından benimsenebilmesi olanaksızdır. Örneğin Latin Amerika’lı bir araştırma grubunu oluşturan devrimcilerin yargısı daha farklı.
“Nükleer tehlikenin evrensel niteliğinin dikkate alınmadığı durumlarda, barışı koruma sorumluluğundan uzaklaşma gibi bir çaba ortaya çıkabilir. Ve tersine, emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin saldırı ve baskılarına karşı halkın çıkarları için devrimci savaştan, bu savaşın her biçiminin gerginlik yaratacağı, dünya barışını tehdit edeceği savı haklı gösterilerek vazgeçilebilir. Böylesi bir durum ise Pax-America’nın (yalnız Ortadoğu’daki benzerleriyle Camp David ruhunda bir ”barış”ın) onaylanmasına yol açabilir. Bu ise, emperyalist sömürü ve baskıyı kolaylaştırıyor, sonuçta, komünist partilerin devrimci niteliğinin ve onların yığınlar arasındaki etkisinin zayıflamasına götürüyor.”29
Sonuç olarak, Sovyetlerin önerdiği bugünkü model, sistemin bütününe sosyalizm adına yapacağı olumlu etki az, ama gerginlik yaratma riski yüksek devrimci geçişler yerine, hem gerginlik yaratmayıcı hem de uzun dönemde daha köklü etkileri olacağına inanılan tedrici dönüşümlere dayanmaktadır.
Eğer komünistler durdukları yerde sorun, huzursuzluk ve şiddet yaratan, sakin sakin işine gücüne giden kitleleri bir anda ayaklandıran ve silah kullandıran güçte insanlar değilseler, özellikle üçüncü dünya ülkelerinde, mücadelenin ve mücadelede şiddetin maddi bir temeli, kitlesel bir dayanağı vardır. Bunun nedeni, sınıf çelişkilerinin daha şiddetli biçimlere bürünebilmesi, başka yerel özelliklerle birlikte şiddet dozunun daha da artmasıdır. Komünistler büsbütün Sovyet tezleri doğrultusunda “sorumlu” davransalar bile, bu yaşamın kendisinde vardır. Sorun, komünistlerin en büyük sorumluluğu nereye ve kime karşı duyacakları sorunudur.
VII. Tarihe Bakarken
Sovyetler Birliğinde ne zaman farklı yönelimler gündeme gelse, yeni politikalara uygun olarak geçmişe de yeniden bakmak gerekli olmuştur. Bu, Sovyetler Birliğine özgü bir durum da değildir. Sosyalistler için tutarlılık arayışı doğal ve gerekli sayılmalıdır. Ancak bu ülkenin yaşadığı 70 yıllık süreçte ileri atılan her adımın kendisinden bir öncekini yadsımasının fazlaca şiddetli olduğunu, bu yadsıma eyleminin kendisine tarifen de muhataplar aradığını görüyoruz. Öyle ki, istisnasız her dönemin kendine has ciddi özellikler ya da nüanslar taşıyan “tarih tezleri” olabilmektedir. Oysa nesnel bir bakış bu dönemler arasında ana çizginin bir süreklilik arz ettiğini rahatlıkla görebilecektir. Ekim’ siz bir NEP, NEP’ in sağladığı birikim olmaksızın bir kollektivizasyon, sosyalist sistem ve düzenin oturmuşluk güvencelerinden yoksun 20. kongre ya da glasnost düşünmek mümkün değildir.71 yılda elbette daha iyi ve daha kötü politikalar, parlak doğrular ya da önemli hatalar vardır. Ama tarihin reddedilemez bir sürekliliği de vardır. Nedenleri ister Rus halkına içkin özellikler ve gelenekler, ister yaşanılan sürecin özgünlükleri, isterse dışsal sorunlar olsun, Sovyet aydınlarının kendi toplumlarının tarihine bakışları çoğu zaman bir tepkisellikle malul olmaktadır. Bu aksama SBKP’nin resmi yorum ve uygulamalarında da bir ölçüde hafifletilmekle birlikte gözlemlenmektedir.
Glasnost un başından beri artan vurguyla Stalin ve Brejniyev dönemleri bir eleştiri sağanağına maruz kaldılar. Elbette tarihte ve yakın geçmişte karanlık noktalar mevcuttur, ve her şey tartışılmalıdır. Ama eleştirilerde gerçekten aşırılıklar vardır. Bu aşırılıklar bir kuşağın geçmişine yönelik ciddi “sahiplenme” kaygıları uyandıracak ölçüdedir. Eleştiri salgını, Sovyet komünistlerini de, uluslararası hareketi de geleneksel değer ve kazanımlar karşısında soğuk ve duyarsız kılmaya başlayabilir. Bu durum yalnızca tarihin nesnel sürekliliğinin yansımadığı eklektik bir tarih tezinin yaygınlaşması gibi bir tehlike yaratmakla kalmayacaktır. Çünkü söz konusu tarih, bir sosyalist devrimi, sosyalizmin inşasını, korunması için kuşaklar boyu verilen emekleri, sosyalist sistemin oluşumunu içermektedir. Bunlara inkarcı bir yaklaşım her yönüyle büyük bir tehlikedir.
Yukarıda bir dipnotta 60 yıl öncesinin popülist iktisadına yönelik bir referansa değinmiştir. Daha çarpıcı örnekleri günlük olarak basında izlemek mümkün. Burada birkaçına özel olarak değinmek istiyoruz. Sovyetler Birliği Ulusal Arşiv Enstitüsü Rektörü Yuri Afanasyev ile Sovyetskaya Kultura’ da yapılan bir röportajın Türkçesi de bir süre önce yayınlandı. Afanasyev’e kulak verelim: “Sanattan en çok beklediğim… sanat olması, bu yüzden de taleplerimi kesinleştirmek istemiyorum. Ama her ne pahasına olursa olsun, ondan, bir şey olması istenirse diyelim ki, biz geçmişin derinlemesine incelenmesini ve beklenmedikliği vermesini bekliyor olalım. Nitekim Yuri Guerman’la Tengiz Abuladze’nin olduğu kadar Andrei Tarkovskiy’in Ayna va Rublev’i de öngörülemeyecek kadar güçlü ve tartışmalı filmlerdi.
“Bilmediğimi bekliyorum.”30
Bir sosyalist ülkenin arşiv kurumunun başındaki bir görevli, eğer tarih konusundaki bilmediklerini Abuladze ve Tarkovskiy gibi Marksizm yerine açıkçası Hıristiyan ideolojiden etkilenmiş sanatçılardan beklemeye başlamışsa, ortada ciddi sorunlar var, demektir.
Bir diğer röportaj ise Pravda’nın Türkiye temsilcisi Stefanov ile, Çağdaş Yol dergisi tarafından yapıldı. Kendisini ”Afanasyev’e yakın” diye tanımlayan Stefanov, “yeni düşünce” adına açıkçası kollektivizasyona geçilmesini eleştirip, “NEP döneminin 30-40 yıl sürmüş olmasını yeğleyeceğini”(üstelik bu egzantrik tezi Lenin’e malederek) söyleyebiliyor.31
Diğer yandan Moskova Haberleri adlı birkaç dilde yayınlanan Sovyet dergisinde NEP ile Glasnost arasındaki paralellikler bol bol işleniyor. Üç beş yıl öncesine kadar geçmişe bakışta sempati ve antipati gösterilen dönemler pervasızca yer değiştiriveriyor. Ne denli önemli yanlış ve eksiklikleri olursa olsun, adı bu ülkede sosyalizmin korunması ve inşasıyla birlikte anılan bir eski genel sekretere yönelik aşağılamalarda tam anlamıyla açık arttırmacılığa gidiliyor… Öyle ki, kimi yazarlar 10 yıl kadar önce “sınıfsız toplum” deklerasyonları yapılan bu ülkede, şimdi glasnost öncesini sosyalizm olarak adlandırmayı sorgulamaya başlıyorlar:
“Politik erkin rolünün iradeci bir biçimde mutlaklaştırılması sosyalist doktrinin demokratik ve insancıl ilkelerinin yıkımını getirdi.”
“(…) Sonuç, yalnızca merkezileşmiş bir bürokratik sistemin ortaya çıkmasıyla kalmadı, ayrıca özel bir üretim biçimi ve toplum oluştu. Ve bu devletçilik olarak adlandırılabilir.”32
“Evet, kışla” sosyalizminde, sosyalizmin hiçbir temel özelliğini görmüyorum. Fakat bu, her şeye karşın, sosyalizme doğru bir adım mıdır? Belki… Bu, perestroykanın gelişme sürecinde görülecektir. Köleci toplumda her ne kadar sosyalizmin özelliklerini bulamazsak da, o da ilkel topluma göre ”sosyalizme doğru bir adım” oluşturur”33
Bu alaycı değerlendirmelerin Sovyet dergisi Yeni Zamanlar’ın aydınlarla yaptığı soruşturmaya verilen yanıtlar arasında yeraldıklarını hatırlatmak istiyoruz.
Elbette tarih değerlendirmeleri bu denli çığırından çıkınca buna karşı haklı tepkiler de dile getirilecektir. Batılı bir teorik Marksist dergide “Stalin’ e tapınmanın Stalin’ i yerin dibine batırmaya göre çok daha kabul edilebilir bir tavır olduğunun yazılabilmesi,34 Türkiye bir sosyalist gazetede Ekim Devrimi yıldönümünde Stalin’in bir konuşma metninin yayınlanması bu tepkiler arasındadır. Uluslararası hareketin bir bölümünün, yine bu kampanyanın uzağında kalmaya özen gösterdiği dikkat çekmektedir.
Bu konuda dikkat çekilmesi gereken son bir nokta da, güncel saptamalardaki taraflarla değişik tarih yorumları arasında birebir denklik aranması gerektiğidir. Yazımızın başlarında da değinildiği gibi, tarih sorunlarındaki “radikal” ya da “sol” saflar güncel politikaya da öylece yansımak zorunda değildir. Zaten eleştirilmesi gerekenler arasındaki bu denklik arayışı da yer almaktadır. Güncel tartışmalardan bağımsız olarak, reel sosyalizm kendi tarihine ilişkin nesnel bir değerlendirmeye sahip olabilmelidir, olmak zorundadır. Tarih alanına ”problemsiz” bakabilmenin önkoşulu söz konusu hangi dönemse onunla siyasal alanda hesaplaşmanın tamamlanmış olmasıdır. Dolayısıyla kimi konularda öznelliklerin bulandırıcı etkisi de doğal karşılanabilir. Ama artık elde, belli açıklıkları sağlayacak kimi tartışma ve tezleri saf dışı bırakabilecek bir birikimin varolduğuna inanıyoruz.
VIII. Siyasal Özne Sorunu
Sovyet tezlerinde emen göze çarpan belki de en basit, ama en çarpıcı boşluk, ulusal düzlemdeki tek tek siyasal öznelerin, kendi siyasal kimliklerin likide etmeden, sorunlara Sovyetlerle aynı global bakışla yönelemeyeceklerinin görülememesidir.
Sovyetlerin kendi adlarına, kendi uluslararası ilişkilerinde, karşıt sistemin önde gelen güçleri ile diyaloglarında, böyle bir bakış açısına sahip olmaları ve politikalarını bu doğrultuda çizmeleri kadar doğal bir şey olamaz. Böyle bir konumlanış Sovyetler’ i ne ”revizyonist” ne de ”oportünist” yapar. Ancak, kapitalist sistem içindeki ülkelerde sınıf mücadelesi verenlerin aynı yaklaşıma öncelik tanımaları bile kendi siyasal varlık nedenlerinin inkarı anlamına gelir.
Buraya kadar söylenenlerden sonra akla ilk gelecek soru, klasik ”devrimci örgüt” anlayışının böyle bir modelde nasıl yeri olabileceğine ilişkindir.
Sovyet tezleri, iç tutarlılıklarını koruma doğrultusunda bu soruya, ”siyasal özne”yi yeni ve fiziksel olarak daha geniş biçimde tanımlayarak yanıt vermeyi denemektedirler.
Sovyet tezlerinde en açık olan nokta, doğrudan atıfta bulunulmamakla birlikte, Leninist örgüt anlayışının hemen hemen tümüyle dışlanmasıdır.35 Başkalarına öncülük ve üstünlük iddiasını artık terk etmeye davet edilen komünistler bundan böyle, öncelikli konularda oluşacağı varsayılan geniş güçlerin temsil ettiği yeni öznenin bileşenleri arasındadır.
“Bu koşullarda demokratik muhalefetin politik örgütlenmesi, yalnızca katılanların -komünistlerin, sosyalistlerin, diğer sol parti ve toplumsal örgütlerin, yığınsal demokratik hareketin- eşit haklı olduğu bir birlik olarak düşünülebilir.”36 Komünistlerin yalnızca “eşitlerden biri” olmaları, “hegemonyacı bakış” ve “kalıplar” dan kurtulmaları vb. öngörülmektedir.
Öznenin genişlemesi ve sosyalizmin özel bir misyona sahip olmayan bir konuma gerilemesinin, başka boyutta bir gerekçesi daha var. Global sorunların sorumlusu ya da sorumlularının tanımlanmasından yeni düşünce çerçevesinde adeta özenle kaçınılmaktadır. Bugüne dek sosyalizmin haklı bir propagandif motifini oluşturmuş bulunan “kapitalizmin çok yönlü bozucu-insanlık dışı etkileri” artık vurgulanmamaktadır. Kaynağı “insanlığın bugünkü durumu” vb. olarak anlatılan bir uygarlık krizinden söz edilmektedir. Sosyalizmin bundan muaf olmadığının altı çizilmektedir. Elbette eğer global sorunların sorumluları arasında sosyalizm de yer alıyorsa, bu durum, sosyalist hareketlerin süngüsünü düşürecek, burunlarını sürtecektir. Elele yaratılan sorunlar yine elele verilerek çözülmelidir… Biz yine bu konuda da, dünyada açlığın, yoksulluğun sömürü ve militarizmin, çevre sorunları ve yabancılaşmanın ortaya çıkmasında sosyalizmin bir katkısı olmadığına, dahası bu sorunların çözümünün de sosyalizm de vücud bulduğuna inanıyoruz.
Modelin diğer yanlarıyla gene tutarlı olarak, genişlemiş öznenin, bir güncel görevden ötekine, bir insanlık sorunundan başkasına vb. atlayarak yeni biçimler, katılımlar sağlayacağı ve sosyalizme geçecek öznenin de zamanı geldiğinde böyle belirleneceği düşünülmektedir.
Kapitalizmden sosyalizme geçişin öznesi, artık daha az siyasal ve daha çok a posteriori bir varlık olarak görülmektedir.
Önce, yeni öznenin konumunu, günümüzdeki belirlenimini dinleyelim:
“Çağımızda bir yandan öznel faktörün rolü artarken, bir yandan da düşünce ile gerçeklik, özne ile nesne arasındaki bağlantının karakter ve ilişkisinde değişiklikler oluyor (…) Belirtmek mümkün ki, zorunlu olarak şiddetten arındırılmış bir dünyaya yönelim, yeni türden yasallıkları ve onların oluşmasında bilinç ve iradenin yeni rolünü gerekli kılıyor (…) Demek ki bilinç, örgütlenmesinin farklı basamaklarında nesnel dünyayı yaratabilir…”37
Bilinç öğesinin ağırlığıyla belirlenmiş yeni öznenin temel görevi ise az sonra açıklanıyor:
“Toplumsal ilerlemenin bütünsel öznesi, şimdi, ortak karşıta karşı koyma temelinden çok insanlığın varlığını sürdürmesi ile bağlı olan olumlu amaçların ortaklığı temelinde uygarlık krizinden çıkılması ve şiddetten arınmış bir dünyaya doğru ilerlenmesi adına oluşmaktadır (…) Ağırlık merkezinin olumsuzlama görevinden kurucu görevlere doru yer değiştirmekte olduğunu söylemek mümkündür.”38
Öznel faktörün artan rolünün, bir hızlandıran değil de yavaşlatan olarak algılanmasından kastettiğimiz, tamtamına budur. Öznel faktöre, bu yüzyılın başlarında Leninist anlayışla yeni ve daha dolu bir etkinlik kazandırıldığı biliniyor -Lenin yalnızca örgüt teorisi ve pratiğiyle değil, daha sonraki felsefi çalışmalarıyla da öznel faktöre daha gelişkin işlevler tanımıştı. Ancak unutulmaması gerekir ki bu Leninist yaklaşım her şeyden önce, devrimin güncelliği ile anlam kazanıyordu. Bir başka deyişle, öznel faktöre yapılan vurgu, net bir öncülük anlayışının ayrılmaz bir parçasıydı. Öncülük anlayışının terkedilmesi, öncü olması gerekenin giderek sulandırılması ve sıradanlaştırılması perspektifinin “öznel faktör”ün artan önemi gerçekliğine karşılık verebilmesi kanımızca mümkün değildir.
IX. Özet Değerlendirme
Dünya sosyalist hareketi ilginç bir dönemeçten geçiyor.
Sosyalizmin birikmiş teorik-pratik sorunlarının gerçekten de yeni bir anlayışla ele alınmasın dayatan bir dönemin, Sovyetler in aynı işi “sağ” bir anlayışla başlatmalarıyla çakışması, ilk bakışta bir talihsizlik olarak görülebilir. Ancak daha uzun dönemli bir perspektif açısından bakıldığında bu sağ önerilerin, yarattığı tutarlı ve akıllıca tepkilerle gerçekten radikal bir derlenişe aracılık etmesi de mümkündür.
İlginç olan bir başka nokta da şudur: Sovyet tezleri, tartışıldıktan sonra geleneksel komünist partiler tarafından tüm boyutlarıyla benimsense, bu benimseme tüm partileri kapsasa bile, Marksizmin devrimci ve dönüşümcü özünü yaşatacak yeni siyasal yapılanmalar mutlaka ortaya çıkacaktır. 19. yy Marksizminden 1917 devriminden, öteki dönüşüm örneklerinden sonra, Sovyet tezlerinin, öteki tüm yorumları marjinal bırakacak bir egemenlik alanı bulmasına olanak yoktur. En azından Latin Amerika, Ortadoğu gibi bölgelerde böyle bir tekleşmeyi düşünmek bile güçtür.
Önemli olan soru, çeşitli ülkelerdeki komünist partilerden Sovyet tezlerini bütünüyle benimseyenlerinin, mutlaka biçimlenecek ve güçlenecek olan radikal yorumlardan büsbütün kopmayı göze alıp alamayacaklarıdır. Örneğin Türkiye’ de, böylesine riskli, ve uzun dönemde tecrite giden bir tercihin yapılabileceğini gösteren işaretler vardır. Hemen belirtelim ki böyle bir tercih, en azından Türkiye’de, çevre sorunlarında yeşillerden, siyasette ise, SHP den daha ılımlı bir komünist partisinin ortaya çıkmasından başka bir sonuç vermeyecektir. Böyle bir tabloda insanların örneğin anma törenlerinde yumrukları yerine, ozon tabakası sorununu vurgulamak için işaret parmaklarını havaya kaldırmaları bile mümkündür.
Bir noktanın tekrar ve özellikle altını çizmek gerekir: işin gerçeği, tezlerin uluslararası sosyalist hareket tarafından aynen benimsenmesi ve siyasal varlığın aynen böyle sürdürülmesi mümkün değildir. Peki Sovyet tezlerinin hazırlayıcıları bunun farkında değiller midir?
Burada, Sovyet sosyalizminde, daha öncelerinden başlayarak yerleşmiş ve gelenekselleşmiş bir üslubun altını çizmek gerekir. Bu üslup her zaman uçlardan birinin abartılı vurgusu ve kimi tehlikelerin dramatizasyonu ile birlikte gitmiştir. Sanırız Sovyetler de önerdikleri tezlerin bütünüyle benimsenmesinin yol açacağı sorunların farkındadırlar ve gerçek amaçları en azından belirli sivrilikleri ve riskleri törpüleyebilmektir. Ayrıca Sovyet tezlerinin daha da dramatik bir biçimde formülasyonuna yol açan, zamanın sıkıştırması karşısında, çeşitli alanlardaki görevlerin ve atılımların tek bir dalganın üzerine oturtulup bir seferde halledilmesi umududur. İçeride perestroyka, glasnost, demokratik yeniden yapılanma, uluslararası ilişkilerde yumuşama, sınıf mücadelelerinin ılımanlaşmasıyla kazanılacak zaman ve ideolojik-politik tüm araçların buna göre biçimlendirilmesi…
Bu endişeler ve onların yol açtığı hız kaygısı, bugün için Sovyet yönelimlerini ”neo-hümanizm” diyebileceğimiz bir platforma yerleştiriyor. Bir başka deyişle Sovyetler, insanlığa ikinci bir hümanizma ve aydınlanma dalgası yaşatılabileceğine inanır görünüyorlar. Ya da gerçekten inanmıyorlar da, en azından bunu zorlamak ve ürünlerinden sosyalizm adına yararlanmak istiyorlar.
Hangisi, bilemeyiz. Ancak, tekelci kapitalizmin bugünkü koşullarında Sovyetlerin altını çizdikler öznel etmen ve ”yeni siyasal özne” ne denli güçlü, ne denli başarılı olursa olsun, böyle bir silkiniş yaşama olanağı yoktur. Kapitalizm ve emperyalizm varoldukça, tekeller kapitalist sistemin egemen güçleri olarak varlıklarını sürdürdükçe, hümanist değerlerin sınıfsal çıkar ve konumlanışlara üstün gelmesini beklemek, en çok iyi niyetli ama sonuçsuz bir yaklaşım olabilir.
Tezler ve yeni politik düşünce üzerinde tartışmalar, uluslararası sosyalist harekette canlı biçimde sürüyor. Dünyaya Bakış dergisinde yayınlanan uluslararası tartışmalar tepkilerin boyutları hakkında Türkiye’deki okura da bilgi verecek niteliktedir. Örneğin World Marxist Review’ un yaklaşık bir yıl önce düzenlediği bir toplantının tutanakları çeşitli parti temsilcilerinin düşüncelerinin yeni politikalara göre çok “klasik” olduğunu sergilemektedir.
“…sınıflarüstü düzeyde kimi değerler olduğu görüşünü kabul etmiyorum. Her sınıfın kendi değerleri vardır… Marksistler bir tür evrensel ideoloji sorununu ortaya atamazlar…”39
“Biz sosyalizm için savaşım veriyoruz. Bunun güney Afrikalılar için uzak bir amaç olduğunu kabul ediyorum ama bu amaç her zaman bizim yolumuzu aydınlatmalıdır aksi takdirde bizim diğerlerinden hiç bir farkımız olmayacak.”40
“…Zor kullanılmayan bir dünyanın kurulması, henüz insanlık için sadece bir hayaldir…büyük bir sorumluluk duygusuyla, yoldaşça, saygıyla belirteyim ki biz uzun zamandan beri gelişmiş kapitalist ülkelerdeki politik hareketlerin deneyiminden, üçüncü dünya ülkelerinin özgül koşullarında yeni toplum için savaşımla ilgili hemen hemen hiçbir şey almıyoruz.”41
“Hiç kimse yeni-sömürgeci rejimin alaşağı edilmesi için savaşımın, barışın korunması sorununa kıyasla ikincil önemde olduğunu kabul etmez”42
İlginç olan, uluslararası hareket içinde yeni Sovyet tezlerine ”sol” dan eleştiri yönelten kesimler arasında çeşitli maddi ortaklıklar ya da benzerlikler bulmanın aşağı yukarı olanaksız olmasıdır. Senegal’li komünistler ile Amerika’lıları Küba’lılarla Güney Afrika’lıları “zor kullanımını reddedemeyeceklerini” deklere eden Şili komünistleri43 ile “Sovyet yaklaşımını taklit etmemek ve Sovyetler birliğinin göz kamaştırıcı tarihini ekonomik ve ahlaki sorunlara indirgememek”44 konusunda uyarıda bulunan batı alman komünistlerinde ortak olan şeyler, iktidarda ya da muhalefette olmak, üye sayısı, üye bileşimi, politik çizgi-program, coğrafya yada tarihsel arka plan değildir. Bu denli farklı kesimlerin ortak tepkilerde yan yana gelmelerinin nedeni, bizce Sovyet tezlerinin bir oto-likidasyona denk düşmeleridir. Kendi ülkelerinde ister sağ ister sol politikalar izlesinler, bu partiler kimliklerine sahip çıkmaktadırlar. Aynı duyarlılığa bizzat Sovyetler Birliği’nde sahip olanlar mutlaka vardır.
Sovyet tezleri, Türkiye solunda pek az tartışıldı henüz. Glasnost ve perestroyka süreçlerine ilişkin tartışmalar ve değerlendirmeler daha yoğundu. Bugüne dek TSİP genel başkanı Ahmet Kaçmaz, Görüş dergisinde gerçekten de ihtiyatlı olan bir dille Sovyet tezlerine ilişkin kuşkularını dile getirdi. Kaçmaz ‘ın tutumu sağlıklı ve ölçülü idi. Toplumsal Kurtuluş’un kasım sayısında Yalçın Küçük, oldukça önemli ve değerli saptamalar içeren bir yazısında, Sovyet tezlerine gene de zorlanmış bir iyimserlikle yaklaşmayı yeğledi. Küçük ün değerlendirmesine göre Sovyetler kimseye bir şey empoze etmemekte, ama birtakım kuş beyinliler bunlara atlamaktadır…
Sovyetler’in kimseye hiçbir şey empoze etmedikleri elbette doğrudur. Ancak burada uzun uzun ele aldığımız tezler de herhalde canı sıkkın Sovyet ideologlarının boş zamanlarında kendi kendilerine yaptıkları düşünce talimleri değildir. ”Empoze” sözcüğü kötüdür, doğruyu yansıtmaz, kullanılmamalıdır. Ancak, iktidarı ele geçirebilenlerin “bunu kısa bir süre için bile olsa ellerinde tutamayacakları” söylenirken, sıcak mücadele içinde onlara “dünyanın gelişme koordinatlarıyla ilgili stratejik sistem” adına sorumluluk davetiyesi çıkarılırken herhalde bir şeyler anlatılıyor. Bunlar kuş beyinlilerin de ileri zekalıların da aynı biçimde anlayabilecekleri netlikte söylemlerdir.
Hep Türkiye sosyalizminin bir olgunluk önemine girmesi gerektiğinden söz ediyoruz. Türkiye sosyalist hareketi böyle bir olgunluk döneminde “ustadan ürküp çırağı pataklayan ucuz kabadayı” rollerinden kurtulmalıdır. Türkiye sosyalist hareketinin insanları, sahip çıktıkları değerlere yerli malı saldırılar geldiğinde ayranı kabaran, ama aynı işin başka yerlerde yapılması durumunda suskun ve sünepe kalan bir psikolojiden kurtulmalıdır. Aynı biçimde, Türkiye deki geleneksel solun kişiliksiz akımları söz konusu olduğunda bunlara karşı “biz çizgimizi çoktan çektik” diye böbürlenen anlayışın, aynı akımını global kaynakları karşısında gereğinden çok sessiz ve geçiştirmeci davranması da herhalde gene bir kişilik sorunudur.
Dipnotlar ve Kaynak
- “Evet aşırılıklara elbette rastlanıyor. Öznel durum hesaba katıldığında sanırım bu tür aşırılıkları yapan yoldaşları anlamak mümkündür. Geçmişteki adaletsizlikler karşısında duyulan öfke, bunların bir daha tekrarına izin vermeme arzusu, tüm bunlar kimi zaman gerçekten aşırı duygusallıklara götürüyor.(…) Geriye götüren yolun mutlaka tümüyle kapatılması gerekiyor. Bu ise sonuçta, kimi yazarların sağduyu sınırlarını aşmasına yol açıyor.” (Vadim Zagladin ; “Geçmişe Bakış Üstüne Yurt dışındaki Bir Dosta Mektup” New Times 37 9.9.1989 ve Yeni Açılım, sayı:7, Kasım 987, s.46)
- Diligenski GERMAN; Devrimci teori ve günümüz, Yeni AÇILIM 7, Kasım 1988, s.50
- “Günümüz dünyasında komünistler: Kimlerle Birlikte Yürüyorlar ve Ne İstiyorlar?”, Dünyaya Bakış, Temmuz 88 içinde (Toplumsal Bilimler Enstitüsü Tezleri’nden), s.37
- a.g.d., s.31
- Toplumsal bilimler Enstitüsü; “Günümüz Dünyasında Toplumsal İlerleme”, Yeni Açılım 4, Ağustos 1988, s.35
- Diligenski; a.g.y., s.55
- Ekim devriminin 70. yıl dönümü nedeniyle düzenlenen uluslararası bir sempozyumda Sovyetler Birliği’ni temsil eden G.Şahnazarov ile kimi başka ülkeler adına görüş bildirenler arasındaki uzaklık bu tartışmanın daha uzunca bir süre devam edeceğine işarettir. G.Şahnazarov: “Öte yandan, kapitalizmin zannedildiğinden daha dayanıklı çıktığını ve değişikliklere kendini uydurma yeteneği gösterdiğinin 21. yüzyıla da talip olduğunu düşünmek yerinde olur.”A.Diaz Ruiz (Küba), M.Abdullah (S.Arabistan), O.Milas (Şili): “Üçüncü dünya da emperyalizmin yeni sömürgeci yayılmacılık politikası yoksul ülkeler ile zengin ülkeler arasındaki çelişkiyi olağanüstü keskinleştirdi(…) Azgelişmişlik, yeni sömürgeci sömürgecilik ile ilgili sorunlar yıldan yıla daha da ağırlaşıyor ve patlamaya hazır bir durum yaratıyor” (“Ekim Devrimi ve Günümüzün Kilit Sorunları”, Dünyaya Bakış, Mayıs 1988, s.65)
- Oiserman THEODOR; “İvmelendirme Stratejisi: Felsefi ve Sosyolojik Yönleri”, Felsefe Dergisi 4, 1988, s.64
- Çok fazla gerekmese de bu tür literatürün “iyi” bir örneği için G.Plimak’ın “Yeni düşünce ve dünyanın sosyal yenilenmesinin perspektifleri” makalesine bakılabilir. (Yeni Açılım, Mayıs 1988, ss.47-49)
- Toplumsal Bilimler Enstitüsü; E., a.g.y., s.46
- Tezlerde yukarıda alıntı yaptığımız bölüm içinde bir dipnot bulunuyor. Dipnotta “ünlü Rus ekonomisti A.Çayanov un her iktisadi özel faaliyet türü için en uygun olan örg. biçimleri” sorununu “metodolojik planda oldukça ilginç bir biçimde ortaya koymuş olduğu” hatırlatılıyor. 1920’lerin populist-köycü iktisat akımından olan Çayanov, gerçekten hem sanayi hem de tarımda büyük ölçekli üretim örgütlenmesine gidilmesinin yanlış olduğunu ileri sürmüştü. Çayanov’un alternatifi küçük köylü üretimi ideolojisi de bu kesimlerin ideolojisiydi. 60 küsur yıl sonra gerici bir iktisatçıya dönmek oldukça şaşırtıcıdır, bu bir. İkincisi, bilimsel teknolojik ekonominin dinamikleri ile tarım arasında kurulan anoloji hiç tatminkar değildir. Üç, bu tür referanslar, tezin bugünün gerçekliğine pek az gönderme yapabilmesinden doğan açığı kapatamamaktadır.
- Perle Victor; “Yirmibirinci Yüzyıla Doğru”, Dünyaya Bakış 7, Kasım 88, s.31
- Taş Mehmet; “Militarizm Olmadan Kapitalizm Varolabilir mi?”, Yeni Açılım 3, Temmuz 1988, s.33
- Krasin Y.A.; “Barış Savaşımında Genel İnsani Olan ile Sınıfsal Olan”, Yeni Açılım 4, s.62
- Toplumsal B.E., a.g.y., s.44
- a.g.y., s.44
- Plimak Y.G.; “Yeni Düşünce Ve Dünyanın Yenilenmesi Perspektifleri”, Yeni Açılım 1; s.49
- a.g.y., s.46
- Toplumsal B.E.; a.g.y., s.39
- Diligenski; a.g.y., s.54
- Gillilov S; “Günümüz Dünyasında Komünistler…”, s.37
- Toplumsal B.E.; a.g.y., s.36
- a.g.y., s.43
- “Günümüz Dünyasında Komünistler…” (Tezler’den), s.35
- Krasin ; a.g.y., s.48-49
- Plimak; a.g.y., s.50
- a.g.y., s.51
- Toplumsal B.E.; a.g.y., s.40
- Latin Amerika: Yeni Düşünce Yeni Olanaklar”, Dünyaya Bakış 5, s.58
- Afanasyev Yuri; “Biz Henüz İşin Başındayız” (Görüşme), Onbirinci Tez 8, Haziran 1988, s.192
- “Stefanov İle Röportaj”; Çağdaş Yol 5, Eylül 1988
- Diligenski; “Hangi Sosyalizmi Reddediyoruz ve Nasıl Bir Sosyalizme Yöneliyoruz?”, Yeni Açılım 5, Eylül 1988 içinde, s.75
- Nuikin Andrey; a.g.y., Yeni Açılım 5, s.79
- Agnotti Thomas; “The Stalın Period: Opening Up History”, Science and Society, c.52, no.1, Bahar 1988, s.6
- Enstitü rektörü Krasin’in bir makalesinde Lenin’e ilginç bir gönderme dikkat çekiyor: “Barış, insanlığın en temel yaşamsal çıkarıdır.Bugün işçi sınıfının öncü güçlerinin ana faaliyet alanıdır. Lenin’in “Ne Yapmalı?” yapıtında yeralan ana fikir, yeni, taze bir anlam kazanıyor.Devrimciler, modern toplumun tüm sınıflarının ve sosyal katmanlarının içine gitmeli ve yeni politik düşünceyi aşılamalıdır.” (Barış savaşımında Genel İnsani Olan ile Sınıfsal Olan; Yeni Açılım 4, s.62) Krasin’in yazdıklarının oldukça açık olarak gösterdiği gibi, Tezler çerçevesinde Lenin’in kazanacağı taze bir anlam yoktur. Varsa da kugulanacak olan anlam Lenin’e oldukça yabancıdır.
- Diligenski; “Devrimci…”, a.g.d., s.58
- Toplumsal B.E.; a.g.y., s.42
- a.g.y., s.47
- Rammelson Bert (İngiltere); “Günümüz Dünyasında Komünistler..”, a.g.d., s.31
- Pahad Esop (G.Afrika); a.g.y., s.32
- Barrıos Jaıme (Salvador); a.g.y., s.35
- Gueye Semou Pathe (Senegal); a.g.y., s.32
- Viciani Orel; a.g.y., s.35
- Mies Herbert; (Unsere Zeit’tan aktaran Staar Richar F.), “Checklist of Communist Parties in 1987”, Problems of Communism, Ocak-Şubat 1988, s.81