Devrimci teori üzerine düşünceler üretmeye başladığımızda önce devrimci teorinin geçmişine, Marx’a dönmek gerekiyor. Marx sadece “dahiyane” bir bilimsel yasanın bulucusu değildi. O, aynı zamanda bir devrimci ideologdu. Marx’ın ideolojik görüşleri bilimsel temelleri nedeniyle, ama bunun ötesinde devrimci duygusal atılımı, sanatsal yönüyle de işçi-emekçi kitlelerin sevgisini ve bağlılığını kazanmıştı. Marx bir ideolog olarak dogmatik-doktriner değildi. O, marksizmin de doktrineri olmadı. Gelişen nesnel gerçekliğe paralel olarak, eski düşünceleriyle çelişen, hatta zıtlaşan yeni düşünceler geliştirdi. İşte Genç Marx’la Olgun Marx arasındaki üslup farklılığı böylece ortaya çıktı. Ancak Marx’ın gelişimi doğrusal bir çizgi izledi. Çünkü, işçi-emekçi sınıfların menfaatlerini kollamaktan hiçbir zaman vazgeçmedi; Genç Marx’ı Olgun Marx’ta başka görünüşlerle devam ettirdi. Olgun Marx’ta bilim-ideoloji birlikteliğini daha bir kuvvetlice kurdu. İşte Marx’ın hep vurgulanan “ben marksist değilim” sözüne bu anlamda yaklaşmak lazım.
Marx’ın, aynı zamanda “Tarihsel Materyalizm” bilimsel keşfiyle, bilim adamı niteliği de tescil edilmişti. İşte, onun söz konusu bilimsel keşfiyle ideolojisi zaman zaman birbiriyle aynılaştırıldı. Bu onun ideolojisinin bilim olarak lanse edilmesi demekti. Bu da Marx’ın ideolojik görüşlerinin dondurulmasını, doktrinerliği, alıntıcılığı, papağanlığı güçlendirdi. Aslında bilimde de bilimsel şüphecilik, eleştirel bakış temel alınmalıydı. Ama ideolojik yapının duygusal niteliği, ideoloji bilimle aynılaştırıldığı zaman bilimsel metodun uygulanmasına olanak bırakmıyordu. Bir nevi Marx’ın bilimsel otoritesi, onun ideolojik kuramının dogmatik-doktriner bir kesinlikle kabul edilmesini getirmiştir. Bu durum yukarıda söz konusu ettiğimiz olumsuzluklara zemin hazırlamıştır.
Marx’ın bilimsel keşfi, kurduğu ideolojik yapının hem temeli, gücü, hem de zaman zaman onun dogmalaştırılmasında kullanılan bir araç olmuştur.
Marx’ın “Bilimsel Keşfi” ile ideolojik sistematiği birbirinden kopuk değildir. Ama onları aynılaştırmak da olası değildir. Bunlar arasında diyalektik bir eklemlenme ve birliktelik vardır. Bu ilke bize, Marx’ın ideolojik sistemine bilimsel anlamında -ama sadece bilimsel anlamında- bir genel geçerlilik, evrensellik yüklememe görevini veriyor. Aksi taktirde, kuramın, özsel evrenselliğinin yerine bilimsel evrensellik, giderek de kuramın lafzının, evrenselliği geçirildiğinde, Marx’ın ideolojik yapısının dondurulmasına, dogmatizme, doktrinerliğe yol açılmış olunuyor.
Marksist ideolojinin doktrine edilmesinde Marx’ta bilim-ideoloji ilişkisinin algılanamaması etkili olmuştur.
Diğer taraftan Marx’ın ideolojik sistemi 1917 Devrimiyle “iktidar” olunca büyük bir otorite kazandı. Bu durum, bir nevi, kuramın pratikte doğrulanmasıydı. Ancak bu, geniş kitlelerce ideolojik kuramın lafzının değil, özünün doğrulanması olarak algılanmadı. Kuramın lafzı otorite oldu. İşte böylece doktrinerliğe, dogmatizme yol açan yeni bir katalizatör oluştu.
Burada parantez içinde belirtelim ki söz konusu olumsuz durum Sovyetler’in dışında diğer ülke devrimcileri arasında en yüksek düzeyde etkili oldu. Çünkü Lenin ve Stalin, ideoloji “iktidar” olmadan önce de ideolojinin sürdürücüsüydüler ve dolayısıyla “iktidar” olmanın getirdiği katılaşmalardan kişi olarak etkilenmeye en az açıktılar. Çünkü ideolojiyle birlikte kendileri de “iktidar” olmuşlardı. Bu durum onları hem siyasi hem de ideolog olarak birer otorite durumuna getirdi. Her ikisi de (tabii benzer diğer kişiler de) ideolojik lafzın “esareti” altında kalmadılar. Tam tersine ideolojik lafza da hakim oldular. Bir Devlet ve Devrim, Leninizmin İlkeleri, Leninizmin Temelleri bu tezimizi kuvvetlendiren örnekler olarak kabul edilebilir.
Şüphesiz bu tür lafz’cılık alıntıcılık genelde olumsuzluk içerir. Ne var ki, o günkü somut şartlar gözönünde tutulduğunda başka bir yolun geçerli olabileceği de şüphelidir. Bilim-ideoloji ayrıklığı ve birlikteliği kategorisinin henüz oturmadığı 1917 şartlarında ve devrimci heyecanın duygusal vurgusunun hüküm sürdüğü dönemde, daha çok kalpleriyle yaşayan kitle öncülerine “kuramın lafzının altındaki özüne inilmesi gereğini” anlatmak herhalde kolay olmasa gerekti. Lenin ve Stalin’in bu yola sempati duymamış olmalarının nedeni açıktır.
Ne var ki “Sovyetler” dışındaki devrimcilerin ideolojik performansı, istisnalar dışında, bir Lenin’in performansıyla mukayese edilemezdi. İşte bu durumda, kuram iktidar olunca, lafzın otoritesi en zararlı biçimiyle “Sovyetlerin” dışındaki devrimcilerde etkili oldu. Buralarda dogmatizm, doktrinerlik, alıntıcılık, papağanlık boy attı.
Parantezi kapatıyorum.
Buraya dek, kuramda dogmatizmi-doktrinerliği koşullayan olgulardan ve bu olguların esasta “Sovyetlerin” dışındaki ülkelerde tehlikeli bir biçimde etkili olduğundan söz ettik. Burada ilave ediyorum: Dogmatizmin, doktrinerliğin en etkili olduğu ülkelerden biri de Türkiye olmuştur.
Nasıl Bir Miras?
Şefik Hüsnü solculuğu bugüne dek doktrinerliğin ünlü bir temsilcisi olma niteliğini sürdürdü. Ş.H. Solculuğu primatif doğuşu yüzünden politikaya büyüyemedi ve entellektüel bazda doğuş onu hep doktrinerliğe, papağanlığa açık kıldı. Bugün de bu durum bütün olumlu görüşlere rağmen sürüp gidiyor. Bunlar geçmişte Marx doktrinerliği yaparlarken zamanla Suslov, “Progres”, Ponamarev, Krasin, vb. doktrinerliğine düştüler. Bugünkü Ş.H. solcuları başka isimlerle durumu devam ettiriyorlar. Biz kendi kanımızca bu kesimin doktrinerlikten kurtulabileceğini sanmıyoruz. Çünkü Ş.H. Solculuğunun doktrinerliğinin kaynağı, onun primatif-entellektüel doğuşuyla şartlanmıştır. Yani bu konuda da sorunları “miras” sorunu.
Bu noktada konunun kavranabilmesi için “miras” sorununa değinen bir ara parantez açmak gerekli oluyor.
Mirasla ilgili olarak söz konusu kesim önce “1960 sonrası ayrılıklar işçi sınıfı hareketinin birbirinden kopuk kolları olarak gelişti” şeklinde ifade edilen tezi ileri sürdü. Bu tez niçin ayrı ayrı örgütlenmeler oluştuğunu açıklamıyordu. Şüphesiz aralarında ayrı örgütlenmeler doğuracak kertede uzlaşmaz görüş ayrılıkları vardı. Yoksa ayrı örgütler, kadroların birbirlerinden “bihaber” olmaları sonucunda ortaya çıkmış tesadüfi şeyler değildi. Örneğin Nihat Sargın’la Zeki Baştımar’ın birbirinden “bihaber” olmaları mümkün değildi. Dolayısıyla ileri sürülen tez tutmadı.
Şimdi de aynı kesim tarafından partinin geçmişteki bütün liderlerinin, hareketin kabulü olduğu ileri sürülüyor ve “parti tarihinde en önemli sayfaları oluşturan liderler arası çatışmalar değil, militan kadroların mücadelesidir” deniliyor. Bu iddialar da tutarsızlıklar içeriyor. Çünkü hiç bir işçi sınıfı siyasal hareketinde hatta burjuva siyasi hareketinde, birbirlerini ajan provakatör olarak suçlayan; birbirlerini partiden atan liderlerin hepsini bir arada aklamak mümkün değildir. Bizim görüşümüze göre birbirlerini “nakzeden” liderlerin hepsini birarada kabullenmeye kalkarsanız, “mirası” naksetmiş olursunuz. Gerçekten de “en önemli olan liderler arası çatışma değil, militanların mücadelesinin varlığıdır” diyebilen bir anlayışın, liderleri arasındaki iç mücadeleleri parti tarihinin en önemli unsuru saymayan bir “partinin” gerçekten bir parti olup olmadığını düşünmesi gerekir. Burada bizim tartıştığımız Ş.H. solculuğunun gerçek bir siyasal-örgütsel mirasa sahip olup olmadığıdır. Yoksa, entellektüel bir mirasa sahip olduğu bir realite. Çünkü Ş.H. solculuğu primatif doğuşu yüzünden politikaya büyüyemeyen bir entellektüel akım olarak ortaya çıkmıştır.
Parti içi ve “dışı” mücadele karşılıklı bir etkileşim ve birliktelik oluşturur ve normal şartlarda partinin durumunu son tahlilde ve parti bazında partinin iç mücadelesi belirler. Tabii parti iç mücadelesi kavramıyla, parti içi şekilsiz gruplaşmaların arasında oluşan ve partinin dış mücadele perspektifinden kopuk bir çekişmeyi kastetmiyoruz. Eğer söz konusu kesim, parti tarihinin bu tür mücadelelerden oluştuğunu düşündüğü için, geçmişteki parti içi çatışmaları küllemek istiyorsa, bu durumda da, dolaylı yoldan partinin siyasal-örgütsel değil; ancak entellektüel bir mirasa sahip olduğunu kabul etmiş olacaktır.
“Entellektüelizm” Entellektüel Olamıyor…
Ş.H. solculuğunun bugünkü doktrinerliği onun “miras sorununa” sıkı sıkıya bağlıdır. İşte onun için konumuzun dışına taşar görünmek pahasına bu soruna parantez içinde değindik.
Şimdi gelelim ülkemiz hareketini doktrinerlik, dogmacılık olumsuzluğuna şartlayan bir diğer olguya, yani 141 ve 142. maddelerin varlığı na. Hiç şüphesiz ülkemizde 141, 142 ile teoriye konulmak istenen yasak ”teoriye yönelimi” büyük cesaret işi haline getirdi. Bu da giderek “teoriye yönelimin” devrimci çalışmanın yerine geçirilmesini getirdi, teori fetişleştirildi. İşte bu durum da, hareketin yalnızca bir aydın, entellektüel hareket olmasını şartladı, entellektüelizmi (pratik perspektifinden kopuk düşünme anlayışı), “refleksiyonu” (düşünceler üzerine düşünme), dogmacılığı, doktrinerizmi getirdi.
Aydınlar alta, kitlelere, siyasal pratiğe yöneleceklerine teori mistifikasyonu sonucunda yukarıya, teoriye, salt entellektüel faaliyete yöneldiler. Öyle ki bu durum işçi kesiminden kişilerin bile teoriye tapınmasını getirdi. Emekçilerimiz aydın pozlarına bürünmeyi marifet saydılar, partilerinin en “bilimsel” parti olduğu ve liderlerinin de bilim adamı olduğu savıyla övündüler, oyalandılar. Bilimsel namusla politik namus bir ve aynı şey olarak kabul edildi, ettirildi. Teori mistifıkasyonu ve teoriye tapınma bir yandan da tarihi maddecilik kuramı’na tapınma şeklinde ortaya çıktı. Bir nevi tarihi maddecilik propagandası ve/veya bu propagandanın özgürlüğü sınıf mücadelesinin bir aracı olarak kullanılan siyasi propagandanın yerine ikame edildi. Halbuki Marx’ın tarihi materyalizm bilimsel keşfinden önce de sınıf mücadelesi vardı ve keşiften sonra da, keşiften bağımsız olarak varlığını sürdürmeye devam ediyor. Yine büyük bir olasılıkla, Marx’ın “dahiyane bilişi” olmasaydı da sosyalist devrim başarıya ulaşacaktı. Ancak bunu söylerken biz, Marx’ın ideolojik sistematiğinin reel sosyalizmin oluşmasındaki etkisini, katkısını tartışmıyoruz. Söz konusu ettiğimiz onun “bilimsel keşfi”dir.
Söz konusu durum, Newton’un yerçekimi yasası olmadan yerçekiminin varlığını sürdürmesine, Kopernik’in Güneş-Merkez-Evren teorisine bağlı olmadan yerin güneş etrafındaki dolanımını sürdürmesine benzemektedir. Örnekleri artırmak mümkün ama gerekli değil.
Şimdi şüphesiz bilimsel keşiflerin savunulması devrimci bir çabadır. Ancak bilimsel teorilerin, yasaların propagandası devrimci mücadelede propagandanın kullanılışının tek yolu değildir. Çünkü tarihi maddecilik kuramının propagandası çabasını sınıf mücadelesinin yerine ikame etmek mümkün değildir. Bilimsel yasalar sınıfların ondan yararlandığı oranda ve sürece o sınıfların yanındadır. Burjuvazi önceleri sınıf mücadelesi teorisini “yasaklayarak” sınıf mücadelesindeki hakim konumunu saklayabileceğini ve sürdürebileceğini zannetti. Galileo’nun, Kopernik’in, Darwin’in başına gelenler Marx’ın da başına geldi. Hem de Marx’ın görüşleri toplumsal alanla ilgili olduğu için çok daha reaksiyoner tepkilere maruz kaldı. Ne var ki, “bilimsel keşif” işçi sınıfı mücadelesinin onsuz olunmaz bir niteliğini oluşturmuyor. Sınıf mücadelesi ondan bağımsız devam edip gidiyor. Dolayısıyla da tarihi maddecilik kuramının propagandası çabaları sınıf mücadelesinin kendisi yerine geçirilemiyor.
Buraya kadar olan kesimde dünyada ve ülkemizde dogmatizmi, doktrinerliği, teorisizmi, “refleksiyonu” şartlayan verilerden ve kısmen de ülkemizde bu sorunla ilgili olumsuzluklardan söz ettik. Şimdi son noktayı açmaya çalışıyorum:
Türkiye devrimci teoriye bilinçli ve açık bir şekilde sahip çıkmanın en zor olduğu, işçi sınıfı partisinin yasaklandığı tek Avrupa ülkesi; hakim güçlerin devrimci teori üzerindeki yasaklama istemleri, baskı uygulamaları hiç bir Avrupa ülkesinde kabul edilemeyecek boyutlarda bugün de sürüyor. İşte bu gerçek sonucunda ülkemiz devrimcileri arasında devrimci teori yine hiç bir Avrupa ülkesinde ve benzeri ülkelerde görülmedik boyutta bir otorite kazanmış oluyor. Türkiye’ye özgü şartlar giderek devrimci teoriye karşı coşkulu bir yönelim, bu da giderek devrimci teorinin mistifıkasyonunu yaratıyor.
Türkiye’de bu tür mitleştirme iki yolla hayata geçiriliyor: Birinci yol entellektüelizm-teorisizm-“refleksiyon” dediğimiz kuramsal “laf ebeliği” yolu. İkinci yol da, çok daha etkin olan doktrinerlik dediğimiz yol. Doktrinerlik devrimci kuramın, ezberlenen formüllerin gerçekliği hiç dikkate almadan, harfi harfine, körü-körüne uygulanmak istenmesi şeklinde ortaya çıkıyor. Doktriner, eski ve kitabi formülleri habire tekrarlayan bir uyurgezerden farklı değil. Doktrinerlik entellektüelizmle birlikte yapışık kardeşleri oluşturduklarından “laf ebeliği” niteliğini de özünde barındırıyor.
Türkiye’nin özel şartları sonucu, devrimci teoriye doktriner bir şekilde sahip çıkmakla, teorisizmle, “refleksiyon”la devrimcilik bir ve aynı şey haline gelince de, bir takım aydınlar teori ile oynaşmanın, teorisizmin devrimcilik için tek ve yeter şart olduğunu düşünmeye başlıyorlar.Herhalde, tek ve önemli görevleri devrimci teori ile “oynaşmak” olan insanların kendilerini ülkelerinin tek ve yaman devrimcileri olarak kabul ettirebildikleri tek ülke Türkiye olsa gerek. Diğer değişle Türkiye entellektüel “devrimciliğin”, doktrinerliğin, “refleksiyon”un en güçlü olduğu ülkelerin başında geliyor.
Türkiye’de entellektüel “devrimcilik” devrimci teori ile “oynaşmayı”, teorisizmi, “refleksiyonu” devrimci pratik olarak kabul ediyor. Bunlara göre “teori pratiktir”. Böylece de bunlar büyük bir beceriyle pratiği, pratiğin önceliğini yok etmiş, ortadan kaldırmış oluyorlar. “Entellektüel devrimcilik” diğer yandan gerçek bir entellektüel nitelik kazanamıyor. Teori-pratik ilişkisiyle ilgili yanlış anlayışlar yaratıyor bu sonucu. Entellektüelizm “teori şeklindeki pratiği” soyut teoriden (bundan böyle soyut teori kavramını en genel, evrensel teori anlamında kullanacağız) indirgiyor. Onun için kendilerinin özgün olarak kabul ettikleri kuramsal çalışmaları, aslında soyut teoriden şablonladıkları, şemalaştırdıkları doktriner makale çalışmalarından başka bir şey olmuyor. Devrim stratejisi derken İki Taktik‘in şemalaştırılmasını, devrimci parti derken Ne Yapmalı‘nın şablonlanmasını vb. yaratan bu durum devam edip gidiyor. Bu kesimin “özgün çalışmalarının” dışında kalanlar ise devrimci klasiklerin çevrilmesi faaliyeti oluyor. Yıllar yılı devrimci hareketin tepesine tünemiş olan bu doktrinerleri, devrimci hareketin “liderliklerinden” alıp marksoloji enstitülerinin yönetimine göndermek gerekiyor.
Türkiye’de entellektüelizm aslında entellektüel olamıyor. Çünkü teoriyi salt soyut teoriden üretiyor. Yanlış, bunun kişiyi pratikten koparmasında. Teori salt soyut teoriden üretilemez. Soyut teori, programatik ilkeler, “somut kuram” (somut kuram kavramıyla bundan böyle somut gerçeğin somut, yalın tahlilinden çıkan, soyutlamanın asgari düzeyde olduğu kuram anlamında kullanacağız), eylem planları, pratik, sosyal pratik birbirine bağlı karmaşık bir etkileşim oluştururlar.
Teori ile pratik arasında tekdüze bir etkileşim yok. Dolayısıyla, “pratikten somut kuram, ondan da yüksek düzeyde soyutlama çalışmalarıyla soyut ve en genel kuram üretilir” şeklindeki görüş, gerçeğin tam bir ifadesi değil. Ya da, “soyut kuramdan somut kurama, buradan da eylem planlarına ve pratiğe geçilir” şeklinde ifade edilen tekdüze bir ilişki kabul etmek mümkün değil.
Teori-pratik ilişkisi karmaşık, diyalektik bir ilişkidir. Soyut kuram, “somut kuram” eylem planları, toplumsal pratik, kişisel pratik vb. içiçe geçmiş karmaşık bir ilişki oluştururlar, dedik. Şemalaştırmak pahasına örnek vermek gerekirse, pratikten “somut kurama” geçerken soyut kuram devreye girer. Teori-pratik arasında doğrudan değil, dolaylı ilişki vardır.Tek başına pratikten “somut kurama” direkt olarak geçilemez. Yine sadece pratikten doğrudan doğruya soyut kurama geçilemez. Bu arada “somut kuram”, eylem planları, programatik ilkeler soyut kuramın oluşmasını etkiler.
Tek başına soyut kuramdan direkt olarak “somut kurama” da geçilemez. Bu arada esas olarak toplumsal, örgütsel, kişisel pratik devreye girer ve etkili olur. Örneğin, Marx’ın ideolojik sistematiği içinde söylediklerini hangi şartlarda söylediğini bilmek ve buradan bugüne, bugünkü şartlara geçiş yapmak gerek. Bu, bir noktada, “bugünkü şartlarda bu problemle Marx karşılaşsaydı, nasıl bir çözüm getirirdi” diye düşünmek demektir. Şüphesiz Marx’ın ideolojik söylemiyle somut şartların somut tahlili arasında ilişki kurabilmek için somut şartları bilmek yeterli değildir. Bununla beraber Marx’ı da bilmek gerekir, onu okumak gerekir. Hem de onun “genel geçerlilik” izafe edilen eserlerinin yanında, belki özgün betimlemelerini örneğin bir Fransa’da İç Savaş‘ı daha dikkatle okumak gerek. Sorun bu noktada daha da karmaşıklaşıyor. Marx’ın “betimsel” eserlerinden özellikle bugüne nasıl geçiş yapacağız, ondan nasıl ders çıkaracağız. İşte bunun için “Marx’ı okumayı” da öğrenmek zorundayız. Entellektüelizm bu gerçeği kavrayamıyor ve teoriyi tek başına, salt soyut kuramdan üretmeye çalışıyor, “refleksiyon” üretiyor. Bunlar pratiğin etkilemesini yok sayıyor. Ve giderek de soyut teoriden “somut teori” üretme işini bir pratik olarak kabul ediyor. İşte bundan dolayı bu kimseler, eylemedikleri işi, eylemiş görünmek istiyorlar. Devrimcilik pratiğine sahip olmadıkları, halde devrimci oluyorlar. Politika yapmadıkları halde, politikacı sayılmak istiyorlar. “Her teorik çalışmanın bir politik yanı vardır, dolayısıyla biz de politika yapıyoruz” anlayışı bir tarafa bırakılmalıdır. Ülkemiz devrimci hareketi yıllar yılı içine düşürülmüş olduğu bu kurt kapanından artık kurtulmalıdır.
Teorisiz pratik olmuyor, doğru ama, sadece teoriyle de pratik olmuyor ve daha önemlisi pratik olmadan da teori oluşmuyor. Hatta pratik teorinin önünde geliyor. Dolayısıyla da bütün çalışmaların içinde, politik çalışma önde geliyor. Çünkü teori-pratik ilişkileri alanında pratik daha bağımsız bir nitelik taşıyor. Bu bakımdan entellektüel devrimcilerimiz “teori pratiktir” derken, daha çok “teorisizm politikacılıktır” demek istiyor ve el çabukluğuyla pratiği, politikayı yok ediyorlar. Politika yapan devrimci ise dar pratikçi olarak suçlanıyor. Bunlar giderek de günlük eylemi, eylem planlarını, somut teoriyi, taktik sloganları küçümsemeye çalışıyorlar. “Slogan devrimciliği” suçlamasını bunlar dillerinden düşürmezler. Bunlar devrimin sözle, yazmacılıkla, “refleksiyon”la yapılacağını zannediyorlar.
Daha çok “utkan gelenek”in Ş.H. Solculuğunun çevresinde dolanıp duran bu doktrinerlik, öyle bir noktaya varıyor ki, konformizmin en görkemlisine ulaşıyor. Hep tuzu kuru proflarımız, büyük sanatçılarımız, oyuncularımız devrimci olunca “entellektüel devrimci” oluyor, ya da tersine entellektüelizm, “refleksiyon” bu tür devrimcilerde doğuyor.
Burada konumuzun dışına taşmak pahasına bir ara not düşmek gerekli oluyor. Bizim bu tür kişilerin devrimci olmalarına bir itirazımız olamaz. Ayrıca bu tür aydınların sanatsal duyuşa, bilimsel bilişe sahip olmaları sonucu marksizme yönelmeleri de çok doğal bir durum. Yine bu kişilerin ülkemiz marksizminin “Yeddiemini” olarak lanse edilen Ş.H. Solculuğuna yönelmeleri de anlaşılır birşey. Ama bunların artık yönelimlerini sorgulamaları gerekiyor. Ş.H. Solunun kendilerine empoze etmeye çalıştığı “hep birlikte bir bağ oluşturdukları” tezini bir tarafa bırakmaları gerek. Öyle sanatçı, bilim adamı sempatileriyle, örgütsel bağı birbirine karıştırarak hiç bir yere varılamayacağının bilinmesi gerekiyor. Bu kesim sanatçı, aydın çekimleriyle oluşturdukları bir “alt kültürün” esiri olmaktan kurtulmalıdır. Ancak böyle herkes yerini ve haddini bilir ve işçi sınıfı hareketine yardımcı, hatta öncü olmak adına bilinçsiz de olsa onun önüne çıkartmaya devam etmez. Ara notu burada noktalıyorum.
“Sol” Aktivizmin Çıkmazı
Şimdi teori-pratik ilişkisiyle ilgili konumuza “dar pratikçilik” sorunsalıyla devam edelim. Dar pratikçilik anlayışına göre de soyut kuramsal çalışmalar başta olmak üzere teori küçümseniyor. Dar pratikçi sözde soyut teoriye karşı çıkmadan, ama soyut devrimci literatüre sahiplenmeye de kalkmadan, ve bu konuda hiç bir çaba harcamadan durumu idare ediyor. Ancak bu kesim yazı-çizi faaliyetlerini hepten boşlamış değil. Bu konuda “teorik” bir çaba gösterdikleri bile söylenebilir. Küçük ajiter broşürler, programatik dergiler, eylem planlarını empoze eden gazeteler çıkarıyorlar. Bu kişiler bu tür çalışmalarını gerçek birer kuramsal çalışma olarak kabul ediyor. Bunlar gemiyi pusulasız götürmeye çalışan, ancak kılavuzun da önemini yadsımayan kaptana benziyorlar. Onun için de pusula yerine kutup yıldızına bakıyorlar. Entellektüel faaliyetten uzak oldukları için kafa dinginliğine sahip, “devrimci sportmenliğe” oynuyorlar. Düşünce tembelliğini, soyutlama fakirliğini “devrim sportmenliği” ile örtmeye çalışıyorlar.
Dar pratikçilik “sol” aktivistler içinde oluşuyor. Bu akım soyut devrimci teoriden kopukluğunu, bu teoriden bol bol ayrıntılar yaparak kapatmaya-örtmeye de çalışıyor. “Sol aktivizm”in, özüne ters olmasına karşın, söz konusu yolları kabullenmesi Türkiye’nin yukarıda ele alınan özel şartlarından kaynaklanıyor. Bu kesim de alıntıcılıktan nasibini alıyor.
Aslında dar pratikçilik soyut kuramı kavrayamıyor, somut kuram oluşturamıyor, hatta eylem planlarını bile kendisi yapmıyor. Halbuki eylem planı, esasta eylemden doğar ve eyleme kılavuzluk eder. Bu anlamda eylem planı, soyut ve “somut kuramdan” farklı olarak, pratiğe daha çok bağımlı, ve fakat soyut ve “somut” kuramın etkisine daha az açıktır. İşte dar pratikçi akım, eylem planlarını eylemden değil, başka eylem planlarından, başka eylem pratiklerinden kopyalıyor. Guevera, Debray, Bayo, Marigella, Küba, El Salvador, Angola, Tupomaros vb. taklit ediliyor. Halbuki eylem planının belirleyici özelliği olabildiğince özgün olmasıdır. Transfer edilmesi düşünülemez, kopya felakettir.
Dünya devrimci pratiğinde,n tecrübelerinden faydalanmanın yolu bellidir. Ancak bu yol kestirme, basit ve dolaysız bir yol değildir.
Dar pratikçi çizgi teorik çalışmaya katı bir yaklaşım içinde olduğundan aynı zamanda da bu çalışmaları sıkı bir örgüt denetimi altında tutmaya çalışır. Halbuki soyut kuramsal çalışmaların pratikten göreli bir bağımsızlığı vardır. “Somut teori” ve bunun yarattığı kavramların, diğer yaratımların ürünlerinden spekülasyonlar, akıl yürütmeler, soyutlamalar temelinde oluşur soyut teori. Onun için soyut kavramlarla, soyutlama düzeyinde yapılan simgesel işlemleri temel alan bir yüksek bilinç fonksiyonudur. Ve büyük ölçüde masa başı çalışmasıdır. Doğa bilimleri söz konusu olduğunda ise esasta “fil dişi kule”deki çalışmalardır. Dolayısıyla soyut teori öyle baskıya, sıkı denetime gelmez, dışardan direktifle yöneltilemez. Dar pratikçi tam tersine teoriyi denetlemek, direktiflemek ister. Oysa örgütsel direktiflerle soyut teori çalışması olmaz. Olsa olsa programatik ilkelerle ilgili broşür çalışmaları, ajitasyon yazını çalışmaları olur.
Soyut teorik çalışma, örgütün kendi içindeki militanlarca yaratılsın ya da başkaları tarafından yaratılsın, ona yaklaşım toleranslı olmalıdır. Soyut çalışma gerçekten soyut çalışma ise, “terminolojisine” uygun yapılmışsa işi fazla sıkı tutmamak gerek. Öz’de yanlış olmadığı sürece bu tür çalışmaların yanlışına, eksiğine büyük bir toleransla yaklaşmak gerek. Başka türlü, gerçek teorik çalışma üretmek mümkün değildir. Soyut çalışmaya girişen kişi onun gerektirdiği “özgürlüğü” omuzlayacak güçte olmalıdır, eleştirel bakışa yükselebilmelidir. Bu alanda top koşturmak isteyen kişi, çalışmasıyla ilgili olarak “örgüt ne der, örgüt görüşlerine uygun mu vb.” kuşkularını büyük ölçüde bir yana atabilmelidir. Bunun için de örgüt adamının bu tür çalışmaları başarıyla sonuçlandırabilmesi daha zordur. Örgüt adamı, bu tür soruları kolay kolay bir yana bırakamaz. Bu beceride örgüt adamı olmayan hareket için yapılacak olan, soyut teori alanını boşlamak değil, bu alanda olup biteni takip etmek ve çalışmalarında bunlardan faydalanırken aynı zamanda da bunları etkilemeye de çalışmaktadır.
* * *
Devrimci örgüt pratik, politik çalışmayı en önde gören, esasta politik bir örgüttür. O bir tartışma kulübü olmadığı gibi, bilim enstitülerinden de farklı yapıda bir örgütlenmedir. Söz konusu türden teorik tartışma kulüpleri, bilim enstitüleri ile devrimci örgüt arasındaki ilişkiler ise ne direkt, ne organik, ama dolaylı, tavırsal ilişkilerdir.