Şöyle bir bakıldığında ilginç bulmamak mümkün değil: Bulgaristan, Yunanistan, Suriye, Irak, İran ile Sovyetler Birliği Türkiye’nin komşuları ve Türkiye’nin hepsiyle sorunu var. Kara parçaları dışında ülkeyi çevreleyen denizlere baktığımızda, kirlenen suları ve tükenen balık nesilleriyle bunların bile Türkiye’ye dost oldukları herhalde söylenemez.
Türkiye’nin ezeli ve edebi düşmanlarla kuşatılmış bir ülke olduğu tezi egemen söylemde öteden beri kendine özgü bir yer tutar. Kurulu düzenin artık iyiden içselleşmiş savunma refleksleri arasındadır bu. Gerekçe de oldukça basit sayılır: Dünya kapitalizminin birinci pek olmasa bile ikinci mevkiinde yerimizi tam olarak alıncaya kadar, sermaye birikimi süreçlerini en elverişli koşullarda yürütmek. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” yaklaşımı, örneğin ucuz emek sömürüsünden tutun da siyasal partilere asgari müşterek üretme hizmetlerine kadar uzanan geniş bir alanda işlev görmüştür.
Yukarıdaki saptama bir başka soruyu da akla getiriyor. Diyelim ki Türkiye göz diktiği (ya da kendisine tahsis edilen) mevkiye geçti oturdu. Bundan sonra işler değişecek mi? Aynı söylem bu kez de düzenin bekası, hatta Türkiye’ye uygun düşen bir yayılmacılığın aracı olamaz mı? Bal gibi olur. Türkiye son 90 yılda Maliye Nazırı Cavit’in “inkişaf edinceye kadar tam birlik” aranışından çıkıp, hafif hafif “yayılmak için milli birlik” noktasına gelmiştir.
Bu noktada, üzerinde durulması gereken kritik bir sorun var. Uluslararası kapitalist sistemle daha ileri düzeyde bütünleşmenin gündemde olduğu, bunun için kapı kapı dolaşıldığı koşullarda “dünya Türk’e düşman” söylemi ilk bakışta biraz aykırı kaçmıyor mu? Geçmişe dönüp bakılırsa, dünya koşulları sonucu yerel sermaye birikiminin kaçınılmaz olarak otoriter-otarşik bir çerçevede sağlandığı 30’lu yıllara özgü milliyetçilik, bugün herhalde kimseye anlamsız gelmiyordur. İyi de ya bugün?
İlk bakışta “çelişki” görünen bu olgunun daha yakından ele alınmasında yarar var. Sorunu en genel anlamda çevreleyen bazı saptamalarla işe başlanabilir:
1.Bugün milliyetçilik dünya dengelerini bir kez daha yakından etkileyecek bir konuma gelmiştir. Litvanya’dan Hazar’a uzanan bir kuşakta, sosyalizmden boşalan ya da boşalacak yerleri doldurmaya aday ideolojidir milliyetçilik. Türkiye bunu herhalde görmüştür ve sosyalizmin iyice gerilemesiyle kızışabilecek yeni pazar ve nüfuz alanları paylaşımında milliyetçiliği elde bir koz olarak tutmak isteyecektir. Özetle Türkiye, bütünleşmek arzusunda olduğu kapitalizmin gerektirdiği “batılılaşma” ya da kozmopolitizm ile gelecek için elde hazır tutmak istediği milliyetçilik kozu arasında bugünden bir denge kurmak zorundadır.
2.Türkiye gibi ekonomik-siyasal-ideolojik yapısı uyumlu bir bütün oluşturmayan ülkelerde, burjuvazinin birincil perspektif ve yönelimleri ile tarihsel bir geçmişe sahip ideolojik kategoriler arasında bir açı bulunması doğaldır. Başka deyişle, örneğin Türkiye’deki milliyetçi ve dinci akımların, egemen ideolojik eklemlenme açısından gerekli görülen dozları aşan bir canlılık sergilemeleri mümkün, hatta kaçınılmazdır.
Şimdi bu saptamaları biraz daha açmak gerekiyor.
Türk Dış Politikası: Bir Alan Tanımlaması
Yukarıdaki saptamaların açılmasında bize yardımcı olacak unsur, Türk dış politikasının genel bir siluetinin çıkarılmasıdır. Burada hiç kuşkusuz dış politikanın genel ve özel (yerel) sınıf dinamiklerinden bağımsız bir alan oluşturduğu varsayılmıyor. Tersine Türk dış politikası, sözü edilen sınıf dinamiklerinin en doğrudan biçimde yansıdığı (ve bu anlamda belki de en “kişiliksiz” denebilecek) alandır. Ne var ki bu kişiliksizlik bile dış politikanın özel olarak tanımlanabileceği bazı geleneksel tutumların ayırdedilmesini engelliyor.
1930’dan başlayarak son 60 yılda Türkiye kapitalizminin iç-dış politikalar bütünlüğü içinde belli başlı üç kritik uğraktan geçtiği söylenebilir. Son 60 yıl içinde farklı değerler ve göstergelerden hareketle gene “kritik” sayılabilecek başka uğrakların saptanabilmesi de mümkündür. Ancak, benim burada özellikle vurgulamak istediğim bazı özel göstergeler var.
Bunlardan ilki, yerel dinamiklerle dış politika tutumlarının az çok “yeni” denebilecek bir sentezde buluştuğu uğraklardır. İkincisi ise, uğrakların hepsinde de Türkiye’nin “dünyada bir defterin kapanıp yenisinin açıldığı” yönünde yarı panikçi bir saptama yapması ve bunun uzantısı olarak da bazı uyarlamaları aceleci biçimde gündeme getirmesidir.
Bu üç uğrağı, yaklaşık tarihleriyle 1930’lar, 1945-50 ve 1980-82 olarak tanımlamak mümkündür.
Türkiye, önce kapitalist dünyanın içine girdiği büyük bunalımdan, sonra da Avrupa’daki hesaplaşma eğilimlerinin milliyetçi-faşist ve yayılmacı boyutlar kazanmasından çok büyük ölçüde etkilenmiştir. 1923-30 dönemi sermaye birikiminin sonuçta geldiği noktanın yetersizliği de, bir başka önemli etmendir. Özetle Türkiye, içinde “sanayi ve ticaretin uluslararası barış ortamında ve klasik liberal çerçevede gelişeceği”, Türkiye’nin “muasır medeniyet seviyesine ancak böyle ulaşabileceği” gibi şeylerin yazılı olduğu bir defterin 1930’a gelindiğinde artık tamamen kapandığı inancındadır. Bu dönemde Türkiye’nin Avrupa ile ilişkisi, ekonomide otarşik bir yapıyı temel alan, dış politikada ise jeopolitik-askeri dengeleri kollamakla sınırlı kalan bir çerçevedir. Savaşın yaklaşması ile duyulan büyük korku Türkiye’yi Sovyetler, Nazi Almanyası ve Batı ile son derece hassas dengeler aramaya itmiştir. Bu dengelerde kimi zaman Almanya’nın daha çok kollanması, II. Dünya savaşı sonrasında Türkiye’ye güç günler yaşatacaktır.
Savaş sonrasındaki itibarsız konumuyla Türkiye şok yaşamıştır. Bu itibarsızlığın Türkiye’yi oldukça güç duruma düşürdüğü yolundaki yorum (Y. Küçük) yerindedir. Bu kez kapanan, siyasette aşırı merkeziyetçilik, ekonomide otarşi, dış politikada ise izolasyon yazılı defterdi. Türkiye, bu doğrultudaki eksikliklerini bir an önce gidermeliydi.
Sonra, Savaş’a katılmamakla Batı nezdinde yitirdiklerimizi, kimsenin yan bakamadığı Sovyetler’i tek başına korkutan ülke imajı yaratarak yıkmayı denedik. Bu çabanın ve sonucunun tipik anlatımlarından birini buraya da almak istiyorum: “Sevimli Joe amca (Stalin kastediliyor, M.Ç.) eski dostu Türkiye’yi hatırdan çıkarmamış; orada da böylesine bir misafirlik imkanı aramış, bulamayınca kapıyı zorlamaya kalkışmıştı. Fakat kapının ardında Mehmetçiğin pırıl pırıl parlayan süngüsü, onun ardında kale duvarı gibi hükümet vardı. Şanlı müttefik ilk defa olarak, geriye basmak zorunda kaldı. Fakat, bu büyük tarihi hadise, Türkiye’nin bu ikinci “istiklal hareketi”, o vakitler içinde bulunduğum demokrasi aleminde belli başlı bir yankı bile uyandırmamıştı. Herkesin gözü, Rusya’nın şan ve şeref parıltısı ile o kadar kamaşmış bulunuyordu.”1
Bu tür garip böbürlenmeler, yazarın da büyük hayal kırıklığı içinde belirttiği gibi batıda pek ciddiye alınmadı. Ama Türkiye yılmıyor. Çalışıyor, çabalıyor ve sonunda kendini Batı dünyasına ve onun askeri-ekonomik kuruluşlarına kabul ettiriyor. Böylece dış politikada Türkiye’nin en kişiliksiz dönemi başlıyor. Türk dış politikası, elçilerinin dış misyonlarda hakarete uğradığı bir aymazlığa, bağlantısız ülkeleri tutup NATO’ya davet edecek bir arsızlığa, Boğazlar diye kıyamet koparıp sonra da Süveyş’in Mısır tarafından denetlenmesine karşı çıkan bir tutarsızlığa ve özellikle de Arap ülkelerinin bir kısmını kendine düşman eden bir yardakçılığa dönüşüyor.
Hepimizin yakından bildiği bu dönemi daha da ayrıntılandıracak değilim. Şunu görmekte yarar var: Türkiye, “jeopolitik önem” üretimi ve pazarlamacılığını en bariz biçimde bu dönemde yapmaya başlıyor. Bazılarının tersine, “jeopolitik önem” motifinin ilk kez 46’dan sonra ortaya çıktığı kanısında değilim. Bunun ögeleri, 1917 Devrimi bağlamında bir içerik de taşıyarak Kurtuluş Savaşı yıllarında belirginleşiyor. Batılı emperyalist devletleri Kurtuluş Savaşının haklılığına ikna etmek için kullanılıyor. Gene de jeopolitik önemin adeta birinci ihraç malı haline gelişini 1946 ile başlatmak mümkündür.
Evet, 1946’dan sonra gene bir defter kapanıyordu. Türkiye’nin bir kalkınma sorunu vardı ve kalkınmada 30’lara özgü otarşik-sanayici modelin sonu gelmişti. Şimdi “dış yardım” devri başlamıştı. Dış yardım, öyle “takviye” falan değil, kalkınmanın asıl itici gücüydü. Türkiye’de Savaş sonrası dönemin en yaygın söylemleri arasında “Alman mucizesi”nin de bulunması rastlantı değildir. Yıkılmış Almanya, dış yardımla belini doğrultmuş, bir mucize gerçekleştirmiş ve böyle ihya olmuştu. 30’larda az çok yeterli denebilecek bir altyapı ve bazı temel sanayi girdilerinin üretimini gerçekleştiren Türkiye, üstelik bir de böylesi jeopolitik öneme sahipken dış yardımla neler yapmazdı ki!
80’ler: Ayak Uydurmak Güçleşiyor
Yukarıdaki ana yönelimin sonuçları da biliniyor, geçebiliriz.
Günümüzün kavranmasında asıl önemli nokta ise, yaklaşık son on yıl içinde yapılan bazı kritik saptamaların değerlendirilmesidir. Güncel olduğu için daha karışık bir tablo oluşturabilir. Ama gene de denemekte yarar var.
Bir kere Türkiye 12 Eylül hareketinin de içine oturduğu 1980-82 yılları arasında “dünya bir defteri kapatıyor” sendromunu yeniden yaşamıştır. Kendini “yeni” deftere göre uyarlayan kalın 12 Eylül çizgilerini çekerken, bu kez dünya “yeniden değişmiş” ve Türkiye’de bu kalın çizgileri inceltmeye koyulmuştur. Türkiye’ye özgü bir garip “liberalleşme” süreci, özellikle soldaki bazı kesimler için umutlandırıcı etkiler de yaratmıştır.
Peki bu son süreç bitti mi? Bitirildi mi? Pek böyle denemez. Ama çok değil, son 1 yıl içinde Türkiye Avrupa’da ve Yakın Doğu’da gelişen olayların verdiği mesajları kendince düşünmeye başlamıştır. Özetle, hepsi de son on yıla sıkışan, üç temel tercih, üç ana yönelim sözkonusudur. Birincisi II. soğuk savaşa, ikincisi dünya çapındaki «liberalleşme»ye uyum sağlamayı gözetmiştir. Son olarak da, Ortadoğu ve Sovyetlerin Türk Cumhuriyetlerine yönelik yeni bir alana oynamak gündeme girmektedir. Bunlardan sonuncusu henüz çok ama çok günceldir ve henüz yeterince temellendiği de söylenemez.
Yukarıda anlatılanları daha iyi kavramak için biraz gerilere gidilebilir.
Türkiye kapitalizmi 1975-78 döneminde ciddi bir bunalım içine girmişti. Bunalım, ithal ikamesi için sürekli dış kaynak ihtiyacı duyan ve temel olarak da iç pazarı hedef alan bir yayılma sürecinin sonuna gelinmesiyle ilgiliydi.
Yolun sonuna gelindiğini anlayanların başında uluslararası finans kuruluşları bulunuyordu. 1975-78 yıllarını düşünenler, bu dönemde öne çıkan olgular arasına herhalde şunları da katacaklardır: Birbirini izleyen seçimlerle siyasal gerilimleri bir yerde uluslararası kuruluşların hiç tasvib etmedikleri ekonomik politikaları zorlaması ve bu yüzden de bir türlü yakılamayan “yeşil ışık”lar; OPEC zamlarıyla zenginleşen kaynaklardan bulunan pahalı borçlarla işin idare edilmeye çalışılması; “finansman Arap petrodolarlarından, teknoloji Avrupa’dan, ucuz emek de bizden” diyen ve Batı’yı buna ikna etmeyi amaçlayan öneriler; “duvar atlamak”tan söz ede ede iktidardan düşen başbakanlar; ve nihayet bulunmaz malımız “jeopolitik önem” adına tek tek ülkelere yapılan ve sonuçsuz kalan yardım çağrıları.2
Bilindiği gibi, sonra 24 Ocak kararları geldi. Burada önemli olan, Korkut Boratav’ın işaret ettiği hususu görebilmektir: 24 Ocak kararları “ekonomiyi bir dönem için düzlüğe çıkarıcı” önlemler ötesinde, Dünya Bankası’nca dayatılan “yapısal uyum”un bir parçasıydı.3 24 Ocak uygulamalarının klasik parlamenter rejim dışında bir siyasal çerçeveyi dayattığı tezinde elbette önemli bir gerçek payı vardır. Ama bunun ilk “çıkış” ya da ilk “ivme” için söylenmesi daha doğrudur. Ayrıca 12 Eylül’ün temelini “ekonomi”den ibaret görmek, bir başka önemli noktanın gözden kaçmasına yol açabilir. Bu da yazının temel tezlerinden birini oluşturuyor: Başka etmenlerin yanısıra 12 Eylül kendince az çok katastrofik saydığı bir uluslararası konjonktür değişimi saptaması da yapmış ve temel çıkış noktalarından biri olarak bunu almıştır. Başka deyişle 12 Eylül’ün generalleriyle sivil kurmayları, ithal ikameci büyümenin sonuna gelinmesi, Dünya Bankası ve IMF’nin yeni yapılanmalar dayatması gibi olgulardan bağımsız biçimde, “dünya yeniden değişiyor” şokunu da yaşamışlardır.
İran’da Şah’ın düşüp Humeyni’nin gelmesi, Sovyetlerin Afganistan’a müdahalesi, Polonya’daki askeri yönetim, ABD-SSCB ilişkilerinin yeniden gerginleşmesi ve bunlara eşlik eden “yeniden soğuk savaş” saptamaları hatırlanacaktır. Bunları daha da tazelemek için, döneme özgü algılama ve değerlendirmeleri yansıttığına inandığım tipik birkaç örnek aktaracağım.
Önce Turan Güneş’ten sözetmek istiyorum. Dışişleri bakanlığı yapmıştır. “Avrupa’nın adamı” diye bilinirdi. Güneş’ten söz etmenin bir başka nedeni döneme özgü algılanmaların “salt militarist klik”le sınırlı kalmayıp o güne kadar hep “akıllı” sayılan devlet adamlarına da cazip geldiğini ortaya koyabilmektir. Anlaşıldığı kadarıyla Turan Güneş 12 Eylül’den sonra büyük oynamaya karar veriyor. Bu kararında CHP yönetimine olan kırgınlığı ile birlikte, dünya konjonktürüne ilişkin “yeni” saptamaları rol oynuyor. Ölümünden hemen önceki yılları 12 Eylül’ü Avrupa’ya anlatma çabasıyla dolduran Güneş, darbeden 17 gün önce buna pek ihtimal vermiyor. Ama dünyanın gidişine ilişkin bazı önemli saptamalarını aktarmaktan geri durmuyor. Şöyle diyor: “Türkiye’ye dıştan tehlike artık gelirse Sovyetler’den gelir. Amerikan emperyalizmi denilip duruyor. Dişleri kalmamış adamın Ortadoğu’da be! Elinde ülke kalmamış! Türkiye’yi de seyretmekten başka yapacak bir şeyi kalmamış durumda.”4
Evet, on yıl önce böyleydi! Aynı dönemde dünyanın genellikle “yumuşama son nefesini verdi” tahlilleri yaptığı, egemen kesimlerin nabızlarına her zaman çok yakın olan maocu çizginin de Sovyet saldırısına karşı askeri hazırlık yaptığı anımsanırsa, 12 Eylül arifesinde Türkiye’nin 46’yı çağrıştıran, ama bu kez ayrıca içerden körüklenmeyen bir “Sovyet tehdidi” histerisi yaşadığı söylenebilir. Türkiye gene tehdit altında ve bu kez ABD’nin dişleri dökülmüş… Korkunç değil mi?
Belki daha da ilginci, Kenan Evren’in o dönem yaptığı dünya tahlillerini dinlemek olacak. Eski Dışişleri Bakanı ve 12 Eylül öncesinin Cumhurbaşkanı vekili Çağlayangil 1981 yılının Nisan ayında Evren’i ziyaret ettiğinde, Evren’den şu yorumları dinliyor: “Doğrusunu isterseniz demokratik hak ve hürriyetlerin kötüye kullanılarak bunalımlar çıkarılması, sade Türkiye’nin değil, Dünya’nın, özellikle Batı Avrupa’nın bir çok devletlerinin derdi haline geldi. İngiltere, Amerika, İsviçre gibi birkaç ülkenin dışında demokrasi dejenere ediliyor. Baksanıza, Amerika’da bile Reagan’ı vurdular. Doğrusunu isterseniz, ben Almanya’nın geleceğinden de endişe ediyorum. Bunlar ya komünizme, ya naziliğe yönelmenin tehlikesi içinde görünüyorlar. Demokratik rejimin iyi işletilmesi için mutlaka bir takım tedbirlere ihtiyaç olduğu anlaşılıyor.”5
Çok açık; Evren önünde 30’ların dünyasını görüyor ve kendine bir anlamda aynı dönem Türkiye’sini yaşatacak misyonlar biçiyor. Aynı şeyi daha sonra da açık biçimde dile getiriyor. Bu kez hitap ettiği kişiler Avrupa Konseyi heyet üyeleridir. Evren bu misafirlerini de şöyle irşad ediyor: “Dünyada 1939’dan önceki şartları andıran bir durum mevcut. Birbirimize karşı anlayışlı olalım. Genç nesil savaşın acılarını bilmiyor. Gençler arasında pasifist bir akım gittikçe kuvvetleniyor, yaygınlaşıyor. Muhasımlarımız ise durmadan silahlanıyorlar. NATO zaaf gösterirse Üçüncü Dünya Savaşı’nın önüne geçilemez.”6
30’lar aranışında 30’ları aynen bulmak ya da tekrarlamak mümkün müydü?
Sivil Dinamikler
Az önce anlatılanlardan da açıkça görülüyor ki 1980-82 yıllarında Türkiye’de “yeni” bir dünyaya uyarlanma hazırlıkları yapılmış ve bu oldukça gergin, çelişkili bir süreç yaratmıştır. Burada, benzerlikleri ve farklılıkları sergileyen bazı saptamalarda bulunmak mümkün:
1. İçerdiği boyutlarla “fizik” anlamda, Türkiye’nin 1930’a ve 46 sonrasına benzer bir dönüş yaşamaya çalıştığı açıktır. Ancak 1930-39 içe dönüşünün ve 46 sonrası soğuk savaşçılığının tersine, Türkiye’nin 1980-82 tahlillerinin temel aldığı dünya gelişmeleri sürekli bir nitelik göstermemiş, kalıcı olamamıştır. 12 Eylül bunu varsaymış, ama karşılığını bulamamıştır. Kuşkusuz 80 dünyasına ilişkin tahliller büsbütün Türkiye’nin vesveselerine dayanan garip icatlar değildi. Ama daha gerçekçi saptamalarıyla Avrupa, bunları Türkiye kadar dramatize etmemiştir. 80’in Avrupası, 46’nın Avrupası’ndan kat kat güçlüydü, çok daha “tüccar”dı ve gerçek anlamda bir soğuk savaşa gerek duymuyordu. En hızlıları Thatcer bile, ticaret peşindeydi.
2. Yukarıda söylenenlere bağlı olarak Türkiye’nin 80-82 dönüşünde, yeni siyasal yönelim-yeni ekonomik model çakışması da tam anlamda sağlanmamıştır. Oysa 30’lar ile 46 sonrası yönelimler, seçilen ekonomik modellerle uyum gösteriyordu. Kapitalist dünyadaki ve özel olarak da Avrupa’daki ekonomik yönelimler, bu arada 24 Ocak ve sonrasında Türkiye ekonomisine verilmek istenen yapı, ne 30’ların siyasal modeliyle ne de soğuk savaşa özgü bir kamplaşma ile uyuşabilir. Sonuçta bu uyuşmazlığın oluşturduğu boşluktan fırlayan, ANAP ile Özal olmuştur.
3. Nihayet Türkiye kapitalizminin dünya kapitalizmi ile ilişkilerinde “ortaklık” perspektifinin yerini bu kez “entegrasyon”un alması, bu çerçevede örneğin soğuk savaş döneminin tersine Türkiye açısından Avrupa’nın çok daha ön plana çıkması, 12 Eylül rejiminin tam hız devamı konusunda bazı sorunlar yaratmıştır.
Yukarıda sayılan unsurların bileşkesi, 12 Eylül’ün kendi has buyruklarının yerini giderek daha “sivil” dinamiklerin alması sonucunu doğurmuştur. Daha sonra, başta SSCB olmak üzere sosyalist ülkelerde yaşanan değişimler, Doğu-Batı gerginliğinin yumuşaması, “sosyalist sistem”e dahil bazı ülkelerin kimse ses çıkarmadan dünya kapitalizmi ile bütünleşme tercihi yapabilmeleri, süreçleri daha da yumuşatan bir etki yapmıştır.
Her şeye rağmen unutulmaması gereken bazı noktalar vardır. Türkiye, jeopolitik önem pazarlamacılığından bütünüyle vazgeçeceğe benzemiyor. Bu alışkanlık, dönem dönem geri planda kalıp gününün gelmesini bekler. Bıraktığı yer “jeoekonomik önem” söylemiyle doldurulur. ANAP’ın 12 Eylülcü generalleri bile, artık emekli olmalarının etkisiyle ve sivil yaşama intibak çabaları sonucu, bu doğrultuda konuşabilmektedir.
Recep Ergun bunlardan biridir: “Bu çalkantıda müteyakkız olmamız lazım, riski asgaride tutarak, bizim güvenlik meselemizin devam etmesi lazım ve hemen söyleyeyim, artık o jeostratejik mevki, Ortadoğu’da üç kıtanın birleşimi falan kelimelerinin biraz da jeoekonomik mevkiye doğru kayıyor olduğunu bilhassa duyurmak istiyorum.” 7
Recep Ergun, Özalcılığın özünü iyi kavradığını göstermek istiyor. “Askerlik bitti, tüccarlık başladı” demeye getiriyor. James Petras’ın anlatımıyla, dünya dengesindeki “özel askeri, stratejik-siyasal konumlarıyla” ekonomide köşeyi dönüp “sanayi ülkesi” konumuna gelen üçüncü dünya ülkeleri modeli8 Özal ve ekibinin uzun süredir gözlerini kamaştırıyor olmalıdır. Burada jeopolitik önem yok olmuyor; yalnızca jeoekonomik öneme “tahvil” oluyor!
89’un Getirdikleri
Son bir yılın gelişmelerini dikkate alan ekler yapılmadıkça, bu anlatılanlar büyük ölçüde eksik, hatta yanıltıcı bir nitelik taşıyacaktır. Son bir yılın, yani 1989’un getirdikleriyle ilgili ekler şöyle sıralanabilir:
1.Peşinden koşulan Avrupa’nın Türkiye’ye yönelik tutumu, Türkiye açısından cesaret kırıcıdır. Avrupa’nın bu tutumu Türkiye’yi yeni yönelimlere ve aranışlara itebilecek midir? Bu anlamda Türkiye’nin elinde başka kozlar da var mıdır?
2.Palazlanan ırkçı-milliyetçi hareketliliklerle Türkiye burjuvazisinin gerçek (ya da başat) tercih ve eğilimleri arasındaki ilişki bugün için nedir? Bundan sonra nasıl bir gelişme gösterebilir?
3.Kapitalizmin ve emperyalizmin sosyalizme karşı “barışçı” bir saldırı ve başarılı bir mevzi kazanma süreci yaşadığı dönemde Türkiye, bu saldırının getirdiği kendine özgü bir “ticaret yumuşaması”nın nimetlerinden yararlanmayı mı, yoksa daha maksimalist bir yaklaşımla “daha önce hiç düşünülemeyecek” olan payları kapma saldırganlığını mı deneyecektir?
Türkiye’nin bölgede kendi adına bazı misyonlar üstlenmeye hevesli olduğu anlaşılıyor. Bunlardan, hemen ilk ağızda “saldırgan” misyonları kastetmiyorum. Türkiye, emperyalizmin ve onun ağababasının doğrudan yardakçılığını etme dönemi kapanınca, bazı varyasyonlar denemişti. Eski Dışişleri Bakanlarından Çağlayangil, bu tür misyonların niteliğini çok güzel anlatıyor: “Biz, etrafımızda işbirliği kuşakları yaratmaya çalışıyoruz. Bu kuşakları genişletmek, işbirliğini bölge düzeyinden kıta düzeyine yaymak, hatta dünya düzeyine yaymak istiyoruz. Türkiye, Avrupa ile Yakın ve Ortadoğu arasında tabii bir köprü teşkil etmektedir. Türkiye’nin geleneksel politikası, Türkiye’nin etrafındaki işbirliği çemberlerinin, daha geniş bir işbirliği zincirinin halkaları olmasını gerektiriyor. Türkiye’nin bu görevi, Orta ve Yakındoğu’da ve Akdeniz’deki komşularımız ile Arap ülkeleri söz konusu olduğunda daha da önem kazanıyor.”9
Teorik olarak böyle bir modelin Türkiye burjuvazisine önemli açılım olanakları sağlaması mümkündür. Sermayenin doğrudan kendi dinamikleri dışında, aynı modelin, uluslararası politik yan ürünleri de olacaktır: Çevresine yandaş toplayarak bunları gitmesi gereken yere götüren ve emperyalist sisteme rüştünü böyle ispat eden bir Türkiye… Ne ki bir yandan sürekli bunalım üreten iç dinamikleri, öte yandan da komşuları ile olan limoni ilişkileri Türkiye’ye bu alanda şimdilik pek az şans bırakıyor. Anlatıldığı kadarıyla ABD’nin bazı dönemlerdeki tercihi, “kendisi katedral gibi ortada durup” Ortadoğu ülkelerini yanına çeken (yani onların peşinden koşmayan) bir Türkiye doğrultusunda olabiliyor.10 “Katedral” sözcüğünün bugünkü koşullarda örneğin “Ayasofya” ile değiştirilmesi yerinde olur. Ancak bu olsa bile, Türkiye’nin sözü edilen ülkeleri kendi çevresine toplaması olanaksız denecek kadar güçtür.
Az önce sıralanan eklerden son ikisi ise, çok daha güncel ve canalıcı bir önem taşıyor. Kendi adıma, Türkiye burjuvazisinin büyük risklerle arpa ambarına ulaşan (ya da yolda telef olan) tavuk rolündense, hissesine düşen makul miktarda arpayı yeğleyeceğini düşünüyorum. Daha açık ifade etmek mümkün: Kendi başına kaldığında Türkiye burjuvazisi sorunsuz ve risksiz ve hatta bütünlüklü bir “perestroyka pazarı”nı Hazar Denizi’ne ve ötesine yönelik maceralara yeğleyecektir.
Ancak bu hiçbir şekilde Türkiye burjuvazisine barışçılık izafe etmek, her şeyi baştan sona Türkiye burjuvazisinin kendi öz perspektiflerinin belirlediğini söylemek anlamına gelmiyor. Bunalım ve militarizm, Türkiye’deki sistemin, öznel sınıf niyetlerini aşan bir bağımlılığı durumundadır. Haluk Gerger’in işaret ettiği bir nokta da önemlidir: Bugünkü dünya koşullarında, karşısındaki ağırlık hafiflemiş bir emperyalizm, açık saldırgan aslına “rücu edebilir”. Ya da “ortak düşmana karşı birlik” adına bir süredir bastırılan saldırgan ve yayılmacı arzular, geri çekilen sosyalizmin bıraktıkları dahil, yeni paylaşım iddialarını gündeme getirebilir.11 Dolayısıyla ABD ile bir bütün olarak kapitalist-emperyalist sistemin sosyalizm karşısındaki tavrı, Türkiye’nin ne ölçüde “tüccar” kalacağını ne ölçüde “silahşör” kılığına gireceğini de belirleyecektir.
Nihayet Türkiye’deki egemen siyasal yapı, son tahlilde bir anti-komünist güvenlik kuşağına sahip olmadan edemez. “Dünyada komünizmin öldüğünü” ve dolayısıyla ortada korkulacak bir şey kalmadığını söyleyenler, bu güvenlik kuşağını özene bezene oluşturmakta hiç tereddüt etmeyeceklerdir. Bugün Azerbaycan mitinglerine katılanlara yarın iç politikada, yeniden yükselecek bir sol hareket karşısındaki güvenlik unsurları arasında yer verileceğinden hiç kuşku duymamak gerekir.
Özetle bugün Türkiye, gelişmeleri dikkate alarak yakın ve uzak gelecekte ihtiyaç duyabileceği politikaları ve bunların araçlarını belirlemeye çalışmaktadır. Bugün egemen olan, ticaret ve onun araçlarıdır; aynı şeyin uzantısı olan “iç işlerine karışmama” açıklamalarıdır. Ama Türkiye gelecekteki sarsıcı değişmeler karşısında fenersiz yakalanmak, araçsız ve politikasız kalmak istemeyecektir. Bu nedenle de, bugünden başlayarak, bir koltukta iki karpuz birden taşımaya çalışacaktır.
Biri “barış” ve “ticaret”, ötekisi ise saldırı, yayılma ve pay için.
Dipnotlar ve Kaynak
- Karaosmanoğlu, Y.K.; “Zoraki Diplomat”, İletişim Yayınları, (3. Baskı), İst. 1984, s.332
- Berksoy, Taner; “Türkiye’de İstikrar Arayışları ve IMF”, IMF’nin İstikrar Politikaları ve Türkiye içinde, (der: C. Erdost), Savaş Yayınları, Ankara 1982, s.160-66
- Boratav, Korkut; “Türkiye İktisat Tarihi 1908-85”, Gerçek Yayınevi, (2. Baskı), İst. 1989, s.121-22
- Cemal, Hasan; “Tank Sesiyle Uyanmak”, Bilgi Yayınevi, Ankara 1986, s.43
- Doğan, Yalçın; “Dar Sokakta Siyaset (1980-83)”, Tekin Yayınevi, (4. Baskı), İst. 1985, s.102
- Günver, Semih; “Kızgın Dam Üzerinde Diplomasi”, Milliyet Yayınları, (2. Baskı), İst.1989, s.235-36
- Adımlar Dergisi, no:27, s.8
- Petras, James; “Çevre Devleti: Uluslararası İşbölümünde Süreklilik ve Değişme”, Dünya Sorunları Dizisi 3, Alan Yayıncılık, İst. 1987, s.62
- Günver; a.g.e., s.76
- Dikerdem, Mahmut; “Hariciye Çarkı”, Cem Yayınevi, İstanbul 1989, s.120
- Gerger, Haluk; “Paximperialistica”, Görüş Dergisi, Şubat 1990