Bu yazıda, Körfez’de olup bitenlerin kısa bir hatırlatılması ve Türkiye’de politika sahnesinden kısa değinmelerle politik panoramanın çizilmesi hedefleniyor.
Başlarken “sosyalist sistemin yıkılmasından sonra ortaya çıkan yeni dünya düzeni… ” kalıbını kullanmanın rahatsızlığını hissediyoruz. Burjuvasıyla, demokratıyla, reformistiyle, devrimcisiyle birçok çevrenin pek çok kere çeşitli amaçlarla kullandığı bu söylemin daha yazının başında bir tepkisellik yaratmasından korkuyoruz. Ama gerek şu anki verili durumu çok iyi anlatması, gerekse yıkılmayacak bir sosyalizm kurulacağına ve dünya düzeninin o zaman yeniden şekilleneceğine olan inancımız nedeniyle yine bu şekilde başlamayı uygun buluyoruz.
Ortaya çıkan yeni dünya düzeninde emperyalizmin dizginlerinden kurtulmasının birçok sonucu oldu. Bunlardan en önemlisi emperyalizm için kolay kolay bozulamayacak bir istikrar ortamı yaratmanın büyük bir önem kazanmasıydı. Dünya pazarını bir bütün olarak elde tutmak bu bütün içindeki gedikleri veya gedik olma potansiyeli barındıran bölgelerin yeni düzenlemelerle istikrara kavuşturması gerektiriyordu. Emperyalizm 70 yılın kendi açısından daralttığı dünyayı kısa bir süre içinde avucunun içinde hissedince çılgın bir sarhoşluk yaşadı. Ama aynı emperyalizm bir an bile soğukkanlılığını yitirmeyerek var olan duruma kendi lehinde bir süreklilik kazandırmak gereğini düşünüp bu yolda adımlar atmaya başladı. Dünya üzerinde karışıklık içinde olan veya her an bir patlama yaşanabilecek ülkeler vardı. Bu ülkelerin tek tek ele alınmasından daha önemli olan ülkelerarası karışıklıkların yaşandığı bölgelerin islah edilmesi ve buralara “barış” getirmekti. Bu anlamda en öncelikli bölge yıllardır tam bir cadı kazanı olan Ortadoğu’ydu.
Bu saptama yapıldıktan sonra yılların deneyimli istihbarat servis uzmanları kafa kafaya verip bir senaryo kurdular. Yaşanan kargaşalık ancak yeni ve daha büyük kargaşalık yaratılarak sona erdirilebilirdi. Ve bu müdahale, emperyalizmin bölgedeki uzantılarının eskimiş yüzleri ile değil bizzat emperyalizmin işe el koymasıyla gerçekleştirilebilirdi. Ayrıca bunun “bundan sonra kurulacak olan istikrar ortamını kim bozmaya kalkarsa karşısında en ileri teknoloji ile donanmış emperyalist sistemi bulacaktır” mesajını vermek gibi önemli bir işlevi de oldu. Bu bakış açısıyla, ortaya çıkan veya çıkacak olan fırsatlar kollanmaya başlandı.
Aynı dönemde Ortadoğu’ya bakıldığında hazırda bir Irak-Kuveyt sorunu bulunuyor. Irak, İran’la olan savaşı sırasında ortaya çıkan borçlarının Kuveyt’e ödenecek bölümünü, petrol kaynaklarının bir kısmından bu ükeyi bir süre için yararlandırarak halletmeyi düşünüyor. Kuveyt borçları ödeyecek miktarda petrolü kullanmasına rağmen bu borçların bittiğini reddediyor. Bu inkar dışında, Kuveyt’in belirlenmiş üretim kotalarını aşarak sunumu arttırması, insanda küçük bir Şeyhliğin bu derece iddialı çıkışlar yapmasının arkasında güvendiği bir yerlerin olduğunu çağrıştırıyor. Sonuçta Irak’ın Kuveyt’e girmesiyle Körfez krizi başladı. Emperyalizm bizzat körüklediği krizde beklediği fırsatı yakaladı. Irak’ın geçmişte İran’a karşı bizzat ABD maşası görevi görmüş olması, İsrail’in, Irak’ın bütün tahrikine rağmen savaşa girmemesi, Irak’ın bölge ülkelerine yönelik “gelin canlar bir olalım” çağrılarını suya düşürdü. Tabii karşı tarafta ABD’nin olması da bunda etkili oldu. Sürecin başından beri Kuveyt’ten çıkmamak konusunda çok inatçı davranan ve bu davranışıyla kendi gücüne fazlaca bir güveni olduğunu düşündüren Saddam ve ordusu da kof çıkınca emperyalizmin gerek bölge ülkeleri gerekse dünyanın diğer ülkelerine verdiği mesaj oldukça güçlendi. Bundan sonra dünya üzerinde kendinden habersiz kuş uçmayacaktı.
Ama sadece sopa göstermek yeterli değil, havucu da eksik etmemek gerekiyordu. Ulusal sorunlar ulusların vatansız olmaları açısından oldukça yakıcı, ayrıca kapitalizmin kendi bünyesinde çözülebilecek sorunlar olduğundan Ortadoğu’nun çıban başı sayılabilecek iki ulusal sorunu da gündeme getirdi. Bunlardan biri Kürt, diğeri de Filistin sorunuydu. Kürt sorununun çözümünün Saddam’ın sonunu hızlandırmaki ayrıca bazı Kürt örgütlerinin düzen dışı olabilecek aranışlarını sona erdirmek gibi önemli sonuçları da var. Filistin ise Ortadoğu’nun kanayan yarası. Filistin sorunu çözümlenmeden Ortadoğu’da denge kurabilmek mümkün değil. Çok gerekirse İsrail’den bir kısım toprak alınarak, bu yara da kapatılmak yoluna gidilecek gibi gözüküyor. İkinci ve daha önemli bir havuç ise bütün bölge ülkelerini ilgilendiriyor ve onları emperyalizme hizmette adeta bir yarışa sokuyor. Bölgede kriz sonrası yeni rollerin dağıtılacak olması ve kriz boyunca dönem dönem emperyalizm tarafından çeşitli ülkelere göz kırpılmış olması bu rekabeti yaratıyor. Şimdi bu çerçeve içinde Türkiye’nin politikalarını değerlendirmeye başlayabiliriz.
Ortadoğu’da “yeni” roller dağıtılırken
Yukarıda emperyalizmin ne kadar büyük zafer sarhoşluğu duyarsa duysun süreçlere soğukkanlılıkla yaklaştığını söylemiştik. Türkiye içinse tam ters bir yönelim söz konusu. Türkiye’de ekonomi ve siyaset platformunda uzunca bir süredir yaşanan bunalım ve bu bunalımın gittikçe sürekli bir hal alması, bu durumu aşma konusunda bir an evvel birşeylerin yapılması gerektiğini düşündürmeye başlamıştı. Körfez krizinin bu döneme denk gelmesi ve bu sürecin başından beri ABD’den alınan tiyolar bütün yumurtaların Körfez sepetine konmasına yetti. Körfez Savaşı’nda bizzat ev sahipliği yapan Suudi Arabistan dışında hiçbir ülke bu denli pervasız olmadı. Bu tavrıyla “Arslan Asker Şvayk” olmaya hak kazanan Türkiye bir süre bu konumun sağladığı geçici prestijle oraya buraya kafa tutmaya, hatta ders vermeye bile başladı. (Bu arada Almanya da nasıl iyi bir NATO müttefiki olunur adlı seminerden nasibini aldı) Süreç sonundan beklenen ise bölge liderliğini alabilmek, bu prestiji kalıcılaştırmaktı.
Ancak, zaman hızla akıp geçiyor, kurulan hayaller mazi oluyor. Körfez krizinin sonuna doğru emperyalistlerin Körfez’e ilişkin düşünceleri su yüzüne çıktıkça baş jandarma olma heveslilerinin ayakları da yere basmaya başladı. Emperyalizmin bölge jandarması tayin etme politikası da dünyadaki değişikliklerle birlikte değişmişti. Bu politika da heveslilerin içinden birini seçmek yerine, hepsine bu rolü eşitsiz de olsa dağıtmak gibi bir düşünce hakimdi. Böylece yaratılan jandarmanın ne sivrilip diğerlerinin şimşeklerini üzerine çekmek, ne de güçlenip ileride efendilerinin başına “bela” olmak gibi potansiyel tehlikeleri olmayacaktı. Heveslilerin çok fazla şansı yok, bundan sonra “ya bu deveyi güdersin ya bu diyardan gidersin” ilkesi geçerli. Üstelik ortalama jandarma olabilmek için de emperyalizmin bütün manevralarına uyum sağlayıp, bizzat bunları uygulayabilmek gerekiyor.
İşte Özal’ın özelliği de bunu zamanında kavrayabilmiş olması. Türkiye’nin geleneksel Kürtleri yok sayma politikası onun bu özelliği sayesinde, kapitalist sisteme içselleştirilmiş Kürt örgütlerinin liderleriyle bizzat ilişki kurmaya itti. Burjuva partilerinin en pembesinden en karasına kadar bütün renklerinde büyük bir şaşkınlık yaratan bu değişiklik iktidar partisini ise neredeyse bölünmenin eşiğine getirdi. Özal’ın kriz’den bekledikleri nelerdi ve neler gerçekleşti bunlara geçmeden önce “politika” yapan ANAP ve destekçisi basına kısaca bakmak yararlı olabilir.
ANAP ve basından manzaralar
12 Eylül’ün en kalıcı etkisi olan belleklerin silinmesinin rantını ANAP’ın toplamasının sonu geldi.
Bir siyasi partiden çok menejerler ekibi özelliği ön planda olan ANAP’ın ürettiği politikalar ve ANAP destekçisi basının tavrı da bir başka oluyor. Semra Özal’ın destekçisi ve karşısında olanlar, Kongre öncesi ve sonrasında tüm hünerlerini ortaya döktüler. Demirel, yıllardır “baba” imajını vermeye çalışırken, ANAP’ta Akbulut Çanakkale’ye iki saatlik gecikmeyle gelince bu iki saat ANAP propagandacılarınca “ayı”lı fıkra ve anılarla dolduruldu. Akbulut ise Çanakkale’de eşi Bigalı olduğu için “bastır enişte” sloganı ile coşturuldu. ANAP’ta Ardıç’ın da “enişte”si var: Eşi Ardıç’la aynı okulda okuyan Mesut Yılmaz.
Sosyalistler bu ülkede kendi gündemlerini oluştururken, dayatılan sahte gündemi de sürekli olarak sergilemekten geri kalmayacaklardır. Yine sosyalistler bu gündemi farklı bir “dil”le oluşturacaklardır.
Burjuva politikacıların ve onların destekçisi basının söyleyip yazdıklarını sadece yan yana getirip küçük eklemelerle kakıştırılmaya çalışılan gündemi deşifre etmek mümkündür.
ANAP’ta ve basında sınıfta kalanlar vardır. Onlarla “onların” diliyle konuşmak dönem dönem daha açıklayıcı olabilir.
İstanbul’da yaşanan kongre bunalımı ve Kongre’de “yüzlerce silahlı militanın olduğu” iddiaları bir iki günlüğüne de olsa ANAP’ta gündemde kalabildi. İddianın vahimliği karşısında kendileri de ürken iddia sahipleri bundan vazgeçerken DPT’nin raporlarının “ilginç” bölümleri basında yer almaya başladı. ANAP’ın “politika” yapması ve yayınlanan raporlar kimi soruları da doğuruyor. Kısaca bu sorulara değinmek anlamlı olabilir!
DPT, hazırladığı raporda Türkiye’de barınabilecek ayı sayısının beşbin olmasına karşın halen iki bin ayı bulunduğunu açıkladı. Orman Bölge Müdürü Mustafa Gökçek’in sayıları giderek azalan ayı neslini koruyabilmek için ayı avının yasaklandığını açıklarken, otel ayısı “aramızda ayı espirisini anlayamayacak ayılar var” demesi DPT’nin yeni bir sayım yaptırması ve yeni bir rapor hazırlamasını, bu da Orman Bölge Müdürlüğü’nün aldığı kararı yeniden gözden geçirmesini zorunlu kılabilir mi?
Başbakanlıkla birlikte ilizyonistlik de yaptığı anlaşılan Akbulut’un “bu sandıktan Semra hanım değil cumhurbaşkanı çıkacak” diye “kehanet”te bulunduğu günlerde ANAP kurucusu Şadi Pehlivanoğlu da politika dersleri vermeye başladı! Uygulamalı olup olmadığı belirtilmeyen bu derslerde Pehlivanoğlu arkadaşlarına “politikanın ilk dersi puştluktur” diye buyurmuş. Politika dersi almak isteyen ANAP’lılar kayıt için kime başvuracaklar?
ANAP İstanbul Kongresinde rüşvet olarak silah ruhsatı, telefon ve çağrı cihazı dağıtıldığı iddiaları üzerine Taşar “ben gübreden sorumlu bakan olduğum için ancak baklava dağıtabiliyorum” dedi. Buda ANAP’ın “yenilenen” yüzü olsa gerek. Değişen Kürt politikalarından sonra güneydoğuda bok yerine baklava mı yediriliyor?
ANAP’ta bunlar olurken “tamtam çalıcılar” nelerle meşgul oluyorlar?
Lotaryalı feodalite
Çandar’ın devirdiği çamları saymak zorlaşırken, Ardıç Irak Türkmenleri’yle de “enseye tokat….” olunmamasından rahatsız oluyor. “Celal Talabani ile enseye tokat olmakta beis görmeyenler, Irak Türkleri’nin Önderi Doktor Muzaffer Aslan’a serin bakıyorlar.” diyen Ardıç yine de komplekslerinden arınamıyor. Ardıç, Irak Milli Türkmen Partisi için “allah yardımcıları olsun ” dileğinde bulunurken de, “aslan enişte”si Mesut Yılmaz’a destek atarken de Yılmaz’ın ANAP Kongreleri’ne MHP eskileriyle katılmasını da içine sindiremediğini belirtirken sürekli faşistlikle suçlanmak gibi bir komplekse sahip görünüyor.
Ardıç vahim bir teorik hata mı yapıyor?
Ardıç gazete arkadaşı Güneri Civaoğlu’nu hiç mi okumuyor? Yoksa biz Ardıç’ın kapitalizmin ve dolayısıyla burjuvazinin olmadığı yerde birilerinin faşistlikle suçlanamıyacağını bilecek kadar “cin” olduğunu zannetmekle yanılıyor, Ardıç’tan zeka kapasitesini aşacak sorulara cevap vermesini mi istiyoruz?
Güneri Civaoğlu, TÜSİAD’ın genç patronlarına övgüler düzerek onların burjuvazinin parlak temsilcileri olduğunu ileri sürerken aynı gazetede birkaç gün önce Engin Ardıç Türkiye’de kapitalizmin olmadığından dem vuruyordu.
“Yılmaz yönetiminde ve Özal’ın denetiminde bir kapitalistleşme süreci daha doğrusu bunun temellendirilmesi, Türkiye’nin ‘doksanlı yıllardaki’ gündemini oluşturacak gibi gözüküyor…Yılmaz’ın programı kapitalistleşme ve burjuva sınıfını yaratma çabasıyla ekonomik kalkınma ‘trendine’ uygundur.” diye yazan Ardıç burjuva sınıfının ve kapitalistleşmenin sağlanmasından sonra bölüşümün ortaya çıkabileceğini “Ancak ondan sonra Baykal tarzı sosyal demokrasiye sıra gelecek” diyor.
Ekonomi-politik bilgileri sonucu sosyal demokrasiye bile şans tanımayan Ardıç, hergün araba dağıtan Sabah gazetesinin hangi feodal dinamiklere oturduğunu sanıyor?
Burjuvazinin temsilcileri burjuvaziye güven veremiyor
“ABD ve müttefikleri yıkacak Türkiye yapacak” beklentisi, ihalelerin ABD ve İngiliz firmaları tarafından kapatılmasıyla suya düştü. Alptemoçin’in “hani masaya oturacaktık” diye soran ANAP’lılara “masa yok mekik diplomasisi var” sözleri ve Kuveyt’in “kurtarıcıları”na teşekkür ederken Türkiye’yi unutması, beklenen yardımların gelmemesi, ballandırılarak anlatılan Ortadoğu pastasının ortada hiç gözükmeden ABD ve Batı arasında paylaşılması Özal’ı yeni çıkışlar aramaya itti. Yeni Dünya Düzeni’ni algılamakta zorlananların ve bu politikaya uyum sağlayamayanların hiç şansı olmadığını çok iyi kavradığını ortaya koyan Özal, “bir koyup çok almayı” Kürt kartını ileri sürerek denemek istiyor.
Türkiye’de bugün gelinen noktada düzenin depolitizasyonu yeniden üretebilmesi için “politika” yapmak gibi bir zorunluluk vardır.
Bugün ANAP içinde verilen mücadele liberal-muhafazakar mücadelesi değildir. ANAP içinde bu tartışmadan bağımsız olarak yapılmak istenen, ABD ile içli dışlı olmanın getirdiği politikalara uyum sağlamakta “problem” yaratabileceklerin eliminasyonudur. ABD’nin kendine bağlı bir Kürt devleti projesini gündemde tutarak bölgedeki nabzı kontrol etmeye niyetlenmesinden sonra Özal’ın bu politikaya uygun inisiyatifler zorlamaması düşünülemezdi. ABD’ye karşı durması mümkün olmayan Özal, erken davranıp Kürtlerden kendisine akacak oyların hesabını yapmaya başladı. SHP ve DYP’yi kolay kolay geri almayacakları bir adım atmaya iterek şimdilik avantajlı bir duruma geçti. Kürt kartının ileri sürülmesiyle “halledilen” başka problemler de var.Bunlardan biri kimi Kürt sol örgütlerinin Özal’a övgüler düzmesidir. Bir diğeri ise Ankara’da Kürt liderleri ile yapılan görüşmede MİT Müstaşarı’nın da katılmasının açıklanmasıyla ordudan gelebilecek hoşnutsuzlukların minimize edilmesidir.
TÜSİAD’ın yayınladığı son raporda var olan politikacılara ve siyasi partilere halkın güveninin iyicene zayıfladığı, yine TÜSİAD’ın genç patronları “gerekirse aktif politikaya atılmaktan” çekinmeyeceklerini açık olarak beyan ediyorlar. Yapılan birçok kamuoyu yoklamasında yüzer-gezer oy oranının yüzde 25 civarında seyretmesi burjuvaziyi ürkütüyor. Burjuva partileri bugün bir dönemecin eşiğindedir. Bu dönemecin alınıp alınamamasının kendileri açısından tek göstergesi burjuvaziye daha fazla güven vermektir. ANAP’ın liberal Başkan adayı Mesut Yılmaz Kongrelerde eski MHP’li A. O. Güner ve A. Çarsancaklı’dan medet umarken liberaller ve muhafazakarlar arasında, DYP içinde başını Bilgiç’in çektiği “AP ruhlu” ekip ile Demirel-Cindoruk ekibi arasında SHP’de İnönü ekibi ile Baykal ekibi arasında özsel olarak hiç bir fark yoktur.
Burjuva partilerinin arınma – yerleşme – rafine hale gelme istekleri bir zorunluluktan kaynaklandığı gibi bu süreç “menejerler”in eteklerindeki taşları da dökmelerini beraberinde getirecektir. Pehlivanoğlu gibi yeni politika dersleri verenlerin daha da hırçınlaşması ve Gülhane Parkı’nın diğer konuklarının kongrelerde kılıç atmaları muhtemeldir. DYP’nin hazırladığı raporda SHP’yi gerektiği kadar sol muhalefet yapmadığı için bu açığı kendilerinin kapatmak zorunda kaldıklarını açıkladığı bir dönemde halen bir İşçi Partisi’nden yoksun olmak bir handikap olmaya devam ediyor.