Temmuz ayının sonlarına doğru kamu kesiminde çalışan yaklaşık 500 bin işçinin yıllık yüzde 141 oranında ücret zammı alacağı belli oldu. Bundan kısa bir süre önce de devlet memurlarının (elbette biz varolan işçi-memur ayrımını benimsemiyoruz ancak kime ne oranda ücret zammı verildiğini ele alırken ister istemez bu ayrımı kullanmak gerekiyor) 1991 yılı ücret zammı ortalamasının yüzde 44 olacağı kesinleşti. (Siz ilk 6 ay için verilen yüzde 20’lik ücret artışını ikinci 6 ay için verilen yüzde 40’lık ücret artışı ile toplayıp “memurlara yüzde 60 oranında yıllık ücret zammı verildi” diyenlere inanmayın; onlar sadece hesap yapmasını bilmiyorlar). Sonuçta 10 yılı aşkın bir süre boyunca çok şey kaybetmiş olan kamu kesimi işçilerini, memurları ve emeklileri (bu kategoriye sesini hiç çıkaramayan ve bu nedenle en büyük kayba uğrayan dul ve yetimler de giriyor) tatmin etmek mümkün olmadı. Devlet son ücret zamlarıyla reel gelirleri artan kamu işçileri ile kimi az sayıdaki memurun (memurlara birbirinden oldukça farklı ücret zamları verilerek bu kesimin göreli homojenliğinin dolayısıyla radikalliğinin azaltılmaya çalışıldığı ve aynı uygulamanın kamu kesimi işçilerine yeni cetveller düzenlenerek yapıldığı göz önünde tutulmalıdır) dışında kimseye, kısmi bile olsa bir rahatlık sağlayamadı.
Bu memnuniyetsizliğin öteki tarafında ise durum çok daha vahim ve dolayısıyla bizim açımızdan çok daha ilginç. Kırılgan 1991 bütçesi, Özal’ın veryansın ettiği gibi, tam anlamıyla darma duman oldu. Memurlara yılın ikinci 6 ayı için ancak yüzde 5 oranında ücret zammı vermeye gücü yeten 1991 bütçesi enflasyonun çok altında kalan yüzde 44’lük yıllık memur ücret zammı ile zaten büyük bir yara almıştı. Son yüzde 141’lik işçi ücreti artışı ile kelimenin tam anlamıyla dibe oturuldu. Böylesi dev bir açığın çok ciddi bir enflasyonist etki yaratmaması imkansızdır. Rüştü Saraçoğlu’nun elindeki dövizlerle Türk parası satın alarak vaziyeti idare etme şansı da artık pek kalmadı. İşin dini bayramlar öncesinde şişen emisyon hacmini bir-iki haftada emmek kadar kolay olmadığını eminiz ki “prens” Rüştü de biliyor. Hatırlayanlar olacaktır, Saraçoğlu bu yılın başlarında sık sık “aman maliye politikalarına çok dikkat edilsin, bütçenin bu kadar büyük açık verdiği bir ortamda para politikasını ne kadar titiz belirlersek belirleyelim başardı olamayız” türünden uyarılar yaptı ve en başta burjuva basınının olmak üzere, bütün “sağ”duyulu vatandaşlarımızın takdirini toplamayı başardı. Hatta sol liberal ve aktüel iktisatçımız Cumhuriyet gazetesi köşe yazarlarından Osman Ulagay işi taktir sunmakla da sınırlı tutmadı ve köşesinde pek çok defa para politikasının Saraçoğlu’nun dengeli kişiliğiyle birlikte nasıl gayet istikrarlı bir biçimde yürüdüğünü ama hızlı büyüme meraklısı “gerçekçilik”ten nasibi almamış olan Adnan Kahveci’nin maliye politikasını nasıl alt üst ettiğini, Saraçoğlu’nun iğneyle ve özenle kazdığı kuyuları nasıl sorumsuzca kapattığını yazdı. Ne yaparsınız aktüalite bu, ne deseniz gidiyor işte!
Elbetteki bütün bu gelişmelerden daha sorumlu ve “gerçekçi” bir maliye bakanına ihtiyacımız olduğu sonucunu çıkartmak ve SHP+Saraçoğlu formülü ile istikrarının sağlanmasının işten bile olmadığını iddia etmek Ulagay ve benzerlerinin işi. Bizim açımızdan durum bambaşka. Bizler Türkiye kapitalizminin süreklilik gösteren istikrarsızlıklarının bir kez daha kaosa dönüştüğünü görmek ve göstermek zorundayız. Metin Çulhaoğlu’nun Ocak ’91 tarihli Siyaset’te özetlediği gibi; “Türkiye kapitalizminin ekonomi politiği, bütün çelişkileri, uluslararası bağlantıları, sancıları ve dinamikleriyle bir yumak halinde bir yanda sermayenin öte yanda da Cumhurbaşkanlığı – Ordu – Polis üçgeninin yeraldığı dar alana sıkışmıştır. Böyle bir “satıh”ta her sürtüşme, her çelişki, her anlaşmazlık ya da başarısızlık büyük siyasal bunalımlar getirecektir.” (1) Bunların yanı sıra unutulmaması gereken bir nokta da işçiler ve memurlar eylem yapmanın tadını biraz daha aldılar ve memurların örgütlenme konusunda göz ardı edilemeyecek derecede önemli adımlar attıklarıdır. Kurulmaya çalışılan memur sendikaları ve kurulan memur dernekleri kapitalistlere maliye politikaları (daha da basitleştirirsek bütçe açıkları) aracılığıyla aktarılan kaynakların yarattığı bir yan etkidir. Kendiliğindenciliğe prim vermek bizim için hiçbir zaman söz konusu olmadı ancak işçilerin ve memurların zam oranlarının tartışıldığı günlerde yaptıkları eylemlerden geriye hiçbirşey kalmadığını söylemek doğru olmayacaktır. Doğrudur sel gitmiştir ama bize az ya da çok üzerinde çalışabileceğimiz bir miktar verimli toprak da bırakmıştır.
Hatırlanacaktır, söz konusu kabarışa karşı ilk atak Mesut Yılmaz’dan geldi. Yılmaz üzerinde anlaşılan ücret zammını açıklarken sıcağı sıcağına şunları söyledi: “Kuruluşların sözleşme taahhütlerini yerine getirebilmek için kendi bünyelerinde gerekli tedbirleri almak zorunda oldukları aşikardır.” Yılmaz’ın “önümüzdeki günlerde pek çok işçi çıkartılacak ve pek çok ürüne zincirleme zam yapılacak” demek istediği bizler için aşikardı. Dediklerini hemen uygulamaya koydular. Ne yazık ki pek çok fabrikada işten çıkartmalara karşı gık demek mümkün olmadıysa da Paşabahçe’de bütün Türkiye’yi üç hafta boyunca etkileyen bir fabrika işgali yaşandı. Böylece önümüzdeki verimli toprak birikintisi bir parmak daha kalınlaştı.
Yılmaz’a göre çok daha açık sözlü davranan Turgut Özal ise bu açıklamanın hemen arkasından “ipin ucunun kaçtığını” kamuoyuna ilan etti. “Aşağı yukarı 400 bin kişiye 25 trilyon verilmiş. Memura verilenin iki katı. Bu müesseselerin hepsi zarar edecektir. Şu anki zarar 15 trilyon. Bütçenin zaten 25 trilyon açığı var. Bu şimdi hak mı reva mı? Bunu yarın o müesseseler ödeyebilecek mi? Bu memleketteki işsizleri hiç kimse düşünmüyor mu? Sadece çalışan bir gruba yüksek ücret vermek reva mı? Milyonların üzerinde iş arayan insan var. Onlar asgari ücrete, hatta bu ücretin altında çalışmaya razılar bunu hiç düşünmüyor muyuz?” Turgut Özal infial içinde bu soruları ardarda sıraladıktan sonra iktidarın bu durumdan sorumlu olduğunu, öyle yola çıkıp her bağırıp çağırana istediğinin verilmesinin doğru olmadığını da sözlerine ekliyor. Özal’ın bu konuşmasına yönelik olarak Mesut Yılmaz’ın verdiği cevap ise oldukça ilginç; “Zonguldak’ta yapılan toplu iş sözleşmesinin hata olduğunu geçenlerde Türk-İş ile yaptığımız toplantıda da söyledim. Bu hataların en kötü tarafı da ondan sonraki uygulamaları bağlayıcı olmasıdır.” Sadece Başbakanın yaptığı açıklamalar bile Türkiye kapitalizminin ne kadar narin olduğunu, bu toprakların radikalizme ne kadar elverişli bir nesnellik sunduğunu açıkça ortaya koyuyor. Turgut Özal’ın söz konusu açıklamasının arkasından acaba reformistlerimizin içinden hafızasını zorladığında şu “eski” yedek sanayi ordusu kavramını hatırlayabilenler çıkmış mıdır acaba? Yoksa “bakın dünya ve Türkiye ne kadar da çok değişti; Sayın Cumhurbaşkanı sadece ve sadece işsizleri düşünüyor” mu diyecekler? Ya da son 10 küsür yıldır yaşananları göz ardı edip enflasyon artı yüzde 5 10 refah payı gibi bir formül mü öne sürecekler? Böylesi “çağdaş”, “demokratik” formülleri işçi sınıfına “ama sizde aşırı ücret zammı isteyip enflasyona sebep olmayın, tamam mı?” şeklinde nasihatler vererek kabul ettirmeyi mi düşünüyorlar yoksa? Yanlış anlaşılmasın sorun sadece SBP’ye ait değildir. Bütün düzen içi muhalefetin söyleyebileceği fazla birşey kalmamıştır. Demirel bu iki ucu pis değneğe bakıyor ve “kamu kesimi çalışanlarına yüksek ücret zammı verilsin ama sağlam kaynaklardan verilsin” diyor. Nereden bulunacak bu sağlam kaynaklar? Cevap yok. Belki “made in Tansu Çiller and Akın İlkin” birkaç demogojik balon. Ya SHP’ye ne demeli? Yılın ikinci 6 ayı için “memurlara yüzde 40 oranında ücret zammı verilmeli, enflasyon oranının altında kalınmamalı” diye “dehşetengiz” açıklamalar yaptılar. Başta da belirtildiği gibi faiz hesabı yapmayı bile beceremediler. Bu konuda söyleyebileceği somut hiçbir şeyi olmadığını gören ve böylesi durumlarda her zamanki gibi yuvarlak açıklamalarla durumu idare eden Demirel’in yanında fazlasıyla amatör kaldılar. Hatta ANAP’lılar SHP’yle “biz memurlara sizin talep ettiğinizden daha fazlasını verdik” diyerek dalga geçmeyi ihmal etmediler. Elbetteki SHP daha sonra büyük bir aymazlıkla memurlara verilen ücret zammını çok yetersiz bulduklarını kamuoyuna ilan etmekten çekinmediler.
Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek gerekli. Bu tartışmada haklı olan Turgut Özal’dır, Mesut Yılmaz’ dır. Bütçenin hemen hemen hiç kimseyi memnun etmeyen bu ücret zamları sonrasında belini doğrultması tamamiyle imkansızdır. Ancak gerçekte bu açık bütçe açığı değildir. Ortadaki açık Türkiye kapitalizminin açığıdır. Bir kollektörde toplanan pisliğe bakıp “aaa, şu kollektör niye bu kadar çok pislik üretip çevreyi kirletiyor?” diye sormak ne kadar anlamlı ise “aaa şu bütçe niye bu kadar çok büyük açık verip enflasyona sebep oluyor?” diye sormak da o kadar anlamlıdır. Kollektör pislik yaratmaz, o sadece pisliğin bir araya toplanmasını sağlar. Aynı şekilde bütçe de kendi başına açık vermez. Ne yapıp edip (daha doğrudan ifade etmek gerekirse açık devrimci partiyi inşa edip) burjuvazinin ideolojik yansıtma mekanizmalarını, onun iç ve dışbükey aynalarını tuzla buz etmeliyiz. Örneğin düzen içi muhalefet sürekli olarak bütçenin birlik ve açıklık prensibini bozan fonlardan yakınıp duruyor. Haklıdırlar. Ancak gözden kaçırılmaması gereken nokta zurnanın zırt dediği yerin burası olmadığıdır. Fonlar, pisliğin gözümüzü fazla rahatsız etmemesi, burnumuza daha az kötü koku gelmesi için kollektörün üstüne örtülen bir kapaktır. Bu kapak sayesinde pislik üretiminin daha da özgürleştirildiği açıktır. Ama aynı zamanda düzen içi partilerin iktidara geldiklerinde uygulanan fonlarda çok köklü bir değişiklikler yapamayacakları, yapsalar bile bunun önemli bir değişme yaratmayacağı da açıktır.
Daha fazla uzatmıyorum ve burada kesiyorum. Konuyla ilgili olarak sözü edilmesi gereken pek çok nokta var ancak bu yazının sınırları içerisinde eksiksiz bir panaroma oluşturmak hedeflenmiyor. Bu yazının Gelenek‘in 31. sayısında yayınlanan “T.C. Maliyesi ve Memur Zamları” (s. 45-51) ve 33. sayısında yayınlanan “Son On Yılın Vergi Politikaları Neyi Anlatıyor?” (93-99) başlıklı yazılarla birlikte okunması durumunda bütünsellikle ilgili bu problem bir ölçüde halledilecektir.