Politikada çoğu tartışma konusu bir noktadan sonra zihinsel üretimle altedilemeyecek bir boyut kazanır. Tartışmanın üzerinde yürüdüğü zeminin sunduğu verilerle söylenebilecek olanların tükenmeye başladığı bir noktadır bu. Politikanın, örneğin akademik akıl yürütmeden bir farklılığı, ve açıkçası üstünlüğü de yine aynı noktada ortaya çıkar. Politikada kimi tartışmalar pratiğin açtığı kanallar sayesinde çözüme bağlanır ya da aşılır.
Açık parti tartışmasında uzunca bir süredir içine girilen sıkışıklık böylesi bir konumu çağrıştırıyor. Aslında, bizzat üzerinde durduğumuz konuda da, Türkiye’nin son yılları kimi pratik çözümleyicilerden yararlandı. Arkasındaki niyetler ne olursa olsun, ideolojik ve politik pozisyonları ne denli tartışmalı olursa olsun, solun kimi kesimlerinin legal açılımları bu konuda bir doyum noktasına herkesi vardırmış olmalı. Artık “legal açılım gerekli ama burjuva hukuku nereye kadar izin verir” kaygıları düzenin kendisini sol sızıntılara kapamaya muktedir olmadığının görülmesiyle birlikte anlamsızlaşmıştır.
Ancak bu pratik öğrenme yolunun, Türkiye solu için, ne yazık ki “tersinden” işlediği söylenmelidir. Türkiye solu başarılı pratikler ortaya koyarak kimi işlerin yapılabileceğinin bilincini geliştirmek yerine, beceriksizlik ya da ihmaller sonucu burnu sürtülerek “öğrenmektedir”. 12 Eylül rejiminin dozaj hafiflemesi yaşadığı sıralardan beri, siyasal alan marksistlere irili ufaklı olanaklar, çatlaklar sunuyor. Buna karşılık sosyalist hareket kendi özel ve parçalı gündemini bu olanaklarla birleştirme becerisini ya gösteremiyor, ya da -yine kendi özel gündeminin çoğu kez yanılsama üreten aynasında- önem sıralamasını nesnelliğe bir türlü uyduramıyor.
Saplantılı kimi başlıklar, örneğin kadın sorunu ile sosyalist demokrasi, bu özel gündem ve burun sürtülmesinin çağrıştırdığı konular…
Bu konuların yavaş yavaş gündemden düşmeye başlamaları, bir teorik tartışmanın mantıki sonuçlarına ulaşılmasından ziyade, bunların bir tür apolitizasyonu besleyerek hazırladıkları tuzak olmuştur.
Ancak bu arada, o ucu bir türlü tutulamayan nesnellik solun bütününü oldukça geri mevzilere sürükledi bile. Muhtemelen Türkiye solu kapitalist dünyanın genişlemesine yolu açan uluslararası gerileyişi bugünkünden daha örgütlü, daha politik ve güçlü karşılasaydı bile aynı mevzilere sürüklenmekten kurtulanamayacaktı. Ancak gerilemenin bozgun biçimini alması da herhalde kader değildi.
Sonuçta bugün Türkiye solunun bütünü prestij kaybı kadrolarda demoralizasyon ve sınıfından kopukluk sorunlarıyla tanımlanmıştır. Bu tablo geleneksel solu aşmakta “yıkılan duvarlara” hep antipati beslemiş olanları da kapsamına almaktadır.
Türkiye solunun bugün maruz kaldığı baskılar 1980’lerin başlarıyla karşılaştırılamaz. Sol bir “yok edilme” operasyonuyla yüzyüze değildir. Türkiye’deki çıkışsızlığın fazla uzun sürmesi, uluslararası gerilemeyle birleşince yukarıda sözü edilen üçlü zaaf derinleşti. Ama saldırı bugün genel olarak yok etmeyi değil, esas olarak ayağının altındaki toprağı oymayı hedef alıyor. İlk tür saldırıya karşı başlıca araç fizik güçtür. İkincisi ise fizik gücün çok ötesinde bir direnç kaynağı yaratmayı gerektirir, cephaneliğin baştan aşağı temizlenip yeniden düzenlenmesini zorunlu kılar. Savunma mevziinden çıkmak prestij yitirten, demoralize eden ve sınıftan koparan saldırıların püskürtülmesiyle başlayacaktır.
Demoralizasyona karşı siyasi şov!
Prestij kaybına karşı pozitif politika üretimi!
Bunların bağlandığı işçi sınıfına yönelmeyi temel alan bir perspektif!
Bugün açık bir devrimci işçi sınıfı partisi bu görevlere aday olmalıdır. Bu görevlerin açık alanda yerine getirilip getirilemeyeceği tartışması, istenirse sürdürülebilir ama, esas olarak legal açılım anlamında eşdeğer bir alternatif bulunamadığı için tükenmiştir.
Yine açık alanın, devrimciliği aşındıracağı yolundaki görüşler, devrimciliğin toplum sathında yeniden üretilmesinin verimli bir başka yolunu bulamadıkları sürece rafa kaldırılmalıdır.
Türkiye sosyalizminin mevcut kimliklerden biriyle yetinebileceği düşüncesi de bir kenara atılmalıdır. Çözülmedikçe biriken ve uluslararası alt üst oluşla derinleşen sorunların teorik-ideolojik-politik yeniden üretime ihtiyaç duyurduğunu hâlâ hissetmeyen varsa, kendi “özel” kimliğinin herşeye kadir ya da bugüne yeter olduğuna hâlâ iman tazeleyen varsa, bu başka bir sorun…
Yeni atılım için yeni tartışma
Siyasi şov, pozitif politika üretimi ve sınıfa yönelmek… Bu öğelerin herbirinin ne anlama geldiği ve mevcut pratiklerden hangi noktalarda ayrılacakları üzerinde de durulması gerekiyor.
Öncelikle bitirilmesi gereken tartışmalar var: Konu siyasi şov ise, bugün Türk solunda doldurulmuş ve yıpranmış alanların terkedilmesi ile işe başlanmalı. Doldurulmuş alanlar devrimci demokrasi ile Kürt ulusal hareketidir.
Devrimci demokrasi özel olarak öğrenci gençliği ve bir süredir kentlerin varoşlarında, ama marjinal sektörlerin yoksul nüfus katmanlarını toplumsal temel edinmiştir. Sosyalist hareketin bu siyasi kesimleri kendisine alternatif saymaktan vazgeçmesi gerekiyor. Bunun bir önkoşulu kendi gücüne, daha doğrusu potansiyeline güvenmektir. Öz güven sayesinde kısır bir yarışmacılık psikolojisinden kurtulunulabilir. Bunları söylemek, gençlik ya da “kent yoksulları” içerisinde sosyalizmin yeri olmadığı anlamına da gelmez. Ama sosyalizm ancak kendi öz sınıf kimliğinin üzerine basarak, bu kesimlere yönelik anlamlı politikalar üretebilir. Dahası, devrimci demokrasinin tarihsel olarak taşıdığı bir misyon da, sosyalizme alıcı bir kitlenin oluşturulması ise, uzun vadede bu hareket bizim önümüzü kapatmak şöyle dursun, bir mücadele ve hitap zemininin altyapısını döşemiş, kendisine devşirdiği güç ise -eğer Türkiye’de işçi sınıfının rolünün ve sosyalist iktidar hedefinin gerçekçi yaklaşımlar olduğuna güveniyorsak- bir ittifak unsuru halini alacaktır.
İkinci alanın, Kürt ulusal hareketinin ise kendi yolunu çizmesinin güçlü bir nesnelliğe oturduğu kabul edilmelidir. Bugün Kürt ulusal hareketini “içeriden” müdahalelerle sosyalizme yakınlaştırmak düşüncesinin ne temeli ne de aracı var.
Sosyalist hareket, söz konusu alanda başka güçlerin gelişme kaydetmesi karşısında kayba uğradığını düşünmek yerine, ulusallığı sınıfsal bir zemine çekebilmek ve muhtemel müttefikini biçimlendirmek için politika üretmelidir. Bu görev açıkçası yalnızca Türkiye‘de gerçekleştirilebilir. Türkiye işçi sınıfının ve sosyalizminin birikimi bu anlamda, hem ülke sınırları içinde, hem de Ortadoğu çapında “rakip” tanımayacak denli gelişkindir.
Bu konuda daha yaygın yanılgı ise, Kürt direnişine verilecek desteğin, propaganda ve ajitasyonun sosyalistler için de bir çıkış kanalı oluşturabileceği yönünde. Türkiye nesnelliğine ve sosyalist kimliğin ayırdedici yanlarına dayanılarak bu yaklaşım da kesinkes reddedilmelidir. Türkiye sosyalizmi başka bir hareketin sırtından sıçrama kaydedecek kadar kişiliksiz olmamalıdır. Üstelik Türkiye’de sosyalist mücadeleyi yükseltmek bu kadar basit bir iş olarak da görülmemelidir.
Türkiye solu uzunca bir süredir -belki 70’lerin ortalarında başlayan gerilemeden bu yana- politika üretiminden doktrin ve tarih tartışmasını anlamaktadır. Doktrin ve tarih tartışmalarının gerekliliğinin tartışılamayacağı bir yayın organı çıkartıyoruz. Sorun bu tartışmaların nerede, ne zaman gerekli olduğu, bu düzlemde bir üretimin hangi açılımları sağlayıp hangilerini etkilemeyeceğidir. Türkiye sosyalistleri “tek ülkede sosyalizmin olabilirliği”ni, ya da örgüt teorisinin boyutlarını politik açılımların taşıyıcıları ve üreticileri için, yani tek güvenceleri olan kadro birikimini sağlamak için yapmalıdırlar. Bu düzlem ile toplum sathında bir sosyalist politik etkinliğin arasında ise çok sayıda geçiş halkası vardır. Bu halkalar örülürken, Türkiye ve dünya kapitalizminin güncel yönelimlerini, somut sorunlarını irdelemek gerekiyor.
İşçi sınıfı cephesinde, şu an revaçtaki yaklaşım, sınıfın gündelik sorunları ve kendiliğindenci-ekonomik-sendikal mücadelesinin “yükseltilmesi”nin yolları üzerine fikir üretmek oluyor. Genel siyaset için devrimci demokrat ve ulusalcı gündemlerden bağımsızlaşamayan, politika yerine doktrin üreten bir hareketin bu çıkmaza girmemesi zaten pek düşünülemez. Aslında solun önemli kesimlerinin, örneğin sendikal hareketin mevcut örgütlenme ve ideolojik yapısıyla tıkanmış olduğunu, kendiliğinden mücadele ile politizasyon arasındaki mesafenin gün geçtikçe arttığını görmedikleri söylenemez. Ama bu gerçeklik saptandığında, peşi sıra bir çıkış yolunu göstermek, mevcutların dışında, işçi sınıfını sarsıcı ideolojik ve siyasi motifler keşfetmek görevi gelecektir. Üstelik bu işin başarılabileceği yer bizzat işçi sınıfının “içerisi”dir. Yukarıda sözü edilen zaaflarla malul bir hareket için bu görevin üstesinden gelmek olanaksız bir şeydir; teçhizatsız bir hareketin bu görevin altına girmesi, açıkçası, yıkım olacaktır.
En somut pratik ve en rafine teorik görevler içiçe girerek, birbirlerinin başarı koşullarını belirleyerek önümüzde duruyorlar. Çakışma noktasına, uygun mücadele aygıtının yerleştirilmesi gerekiyor.
Partiye doğru…
Açık bir parti tüm bu nedenlerle gerekiyor. Aslında bir seçim konjonktürü yaşadığımız şu günlerde devrimci sosyalistlerin açık bir partiye neden ihtiyaç duyduklarını anlatmak pek gerekli olmamalı. Ancak “parti” denildiğinde tüyleri diken diken olan kimi devrimcilerin tüm bu görevleri hangi organlarla, araçlarla üstleneceklerini henüz anlatmadıklarını hatırlatmak isteriz.
Parti yukarıda tarif edilen sorunların çözümünü kendi bünyesinde barındırmıyor elbette. Böylesi bir abartmadan kaçınmak, önümüzdeki evrede kadroların partileşme doğrultusunda atacakları adımların sağlıklılığı için bir önkoşul haline gelebilir. Tüm sorunların çözüm yolu olarak algılanan bir “araç”, o anda son derece basitleştirilmiş olacaktır: “Parti kurulur sorunlar biter”. Sorunların doğru tarifi becerilemediği ve doğru politikaların adım adım üretilmesi ve uygulanmasına geçilemediği sürece, parti ayaklarını basacak bir zemin bulamayacaktır. Partiye ulaşabilmek için bile ciddi bir güce ve politik yeteneğe sahip olmak gerekir.
O halde bir kere güçsüzlük üzerine kurulu argü-mantasyonlar bir kenara bırakılmalıdır. Güçsüz olunduğu ne denli gerçekçi bir saptama ise, mevcut verilerle yetinen bir düşünüş tarzından ileriye doğru bir sıçramanın türetilmesi de o denli olanaksızdır.
Öte yandan bugün Türkiye solu -en fantazi türler de dahil olmak üzere- çok sayıda mücadele aracını denemiş bulunuyor. Görülüyor ki, parti gibi geleceğe uzanma gücünü haiz bir araç dışında hiçbiri güncelliğin dar kanallarından çıkış yolunu aydınlatmıyor. Dar kanallar ise içlerine sıkışıldığında yorucu, verimsiz, beslenme olanağını kısıtlayan özellikleriyle güçlenmenin de önünü kapatmış oluyorlar. Bir ara sonuç daha yazmak gerekecekse şu söylenebilir: Bugün Türkiye solunda partili bir mücadeleyi özleyenler, her anlamda güç biriktirmek için güncel kulvarlara biraz yukarıdan bakmayı öğrenmek zorundalar.
Leninizm ve Türkiye
Başlarken pratiğin kimi tartışmaları “çözme” yeteneğinden sözetmiştim. Bence Türkiye solunun siyasi açılımlar üretebilen bir partiyle yaşayacağı bir kısa dönem, örneğin Leninizmin ne olduğuna ilişkin pek çok yeni veri sunmaya adaydır. Gerçekten legalite-illegalite konusunda şu günkü verilerle söylenenler, en fazlasından, doğru ama yere değemeyecek kadar afaki olabiliyorlar.
Leninizm konusunda örgüt normları ve kitap kurtluğu anlamında, gerçekten boy ölçüşülemeyecek çok hareket vardır Türkiye’de. Ama bu hareketlerin ve kadrolarının, Leninizmi örneğin Ne Yapmalı‘nın terimleriyle söylenirse, “işçi sınıfının ekonomik mücadelesini yükseltmek değil de, direkt siyasi mücadeleyi yaratma” anlamında, sanıyorum, bir de pratik deneyim olarak yaşamalarında fayda vardır. Ya da Leninizmin kendiliğinden gidişat karşısında takındığı müdahaleci tutumu, örneğin Türkiye’de açık kitlesel politikaya alan açmak için sergilemekte mahzur yoktur.
Güncel kulvarlara yukarıdan bakmak ve tartışmaları pratik deneyimin katkısına açmak… Burada kaçınılması gereken tehlikeler de var kuşkusuz. İkili formülün ilk tümcesi, toyca bir algılamada apolitizme, ikinci tümce ise pratisyence bir teori düşmanlığına açılabilir. Ancak bu saptamalar, gerçekten toyluk olacaktır.
Sol hareketin mevcut politika ve araçlarının verimsizliğini tespit ettikten sonra, birilerinin kalkıp kimi alanlarla, diyelim ulusal sorunla ya da gençliğin dinamizmi ile ilgilenmemeleri, tespitin kendisiyle ilgili bir sorun değildir.
Öte yandan tartışmaları deneyim boyutuyla zenginleştirmenin koşulu, zaten bir teorik ön modelin, en azından varsayımlar düzeyinde çerçevesinin çizilmesi olacaktır. Teorik bir çabanın ürünü olarak, bu ülkede sınıflar mücadelesinin geleceğine ilişkin tutarlı bir dizi hipotez elde tutulmaksızın pratiğin dertlere deva olması beklenmemelidir.
Bu hatalara düşme olasılığı bulunanlar, Türkiye solunda mevcuttur. Ama bu “toy” kesimlerin yasallık ve partileşme açılımları konusunda, zaten bizim projemizi etkilemelerine elvermeyecek, daha temelli toylukları olduğu da bilinmiyor mu? Bu çevreler yasal parti deneyiminin kendilerine ağır gelecek maliyetlerine katlanmak zorunda değillerdir; ama aynı ölçüde, bu deneyimin getirisinden onlara da bir olgunlaşma payı düşmesi mümkündür.
Bugün Türkiye’de Leninizme sahip çıkan sosyalist çevrelerin hiçbirinin, bu ülkenin sınıf mücadeleleri çerçevesinde Leninizmin yeniden üretilmesine ilişkin net perspektifleri bulunmuyor. Bu saptama ya da iddianın bir eleştiri boyutu elbette var. Ama eleştiriden daha önemlisi, öznelliklerin boyunu aşan bir veri eksikliğine işaret etmek istiyoruz. “Eleştiri”, Leninizmi darlık ve illegaliteden ibaret sayanlara, 1990’larda sosyalizmin maruz kaldığı şiddetli saldırılar karşısında bir yeni-üretim ihtiyacını hissetmeyen ve “emperyalist zulüm-yükselen sosyalizm” döngüsünü tekrarlayanlara, politik önderlik sorununu bu kalıpçılık ve kısırlıkla halledebileceklerini sananlara… en sert biçimde yöneltilmelidir. Kabul edilmelidir ki, bu tür düşünceler leninist olma iddialı solun büyük bir çoğunluğunda egemen durumda…
Ancak bu ülkede, sahip oldukları anlam ve taşıdıkları misyon, nicelikleriyle ölçülemeyecek denli önemli bir diğer kesim daha bulunuyor. Bu kesim legal sol partiyi Türkiye’de devrimci bir sınıf politikasının zemini haline getirebildiği zaman, önümüzdeki leninist öncülük denkleminin çoğu parametresi de çözülmüş olacaktır.
Nitelikten başlayarak…
Gelenek olarak yayın hayatımızın başlarından beri yukarıda ifade edilen işlevlerle yüklü bir siyasi açılımı savunduk ve önerdik. Bu çerçevenin teorik/siyasi arka planını doldurmak, öte yandan da solda birlik/birliktelik girişimlerini bu alana kanalize etmek için çaba gösterdik. Önceleri geleneksel solun o dönemki “ana yapıları”ndan yeni sol ve devrimci demokratlara uzanan bir yelpazenin açılmasının işlevselliğini vurguladık. Sonra giderek bu genişlik ulaşılabilir olmaktan çıktı; hem teorik hem pratik olarak…
Bu daralma ile yukarıda Leninizme ilişkin söylenenler birleştirildiğinde ek sorular akla gelebilir. Örneğin; “Leninistler”e kadar daraltılmış bir açık parti projesinin ilk yüklenilen açılım deneyini yaşama geçirmesi mümkün müdür?
Arka planında küçümseyici bir güvensizliği gizlemiyorsa, bu tür sorular tartışılabilir de… Ancak benim yanıtım böylesi bir sorunun siyasetin dinamik niteliğini kavrayamayan yanlış bir zeminden yöneltildiğiyle başlayacak. Açık söylemek gerekiyorsa, yola ancak “niteliğe güvenmekle” çıkılabilir. Niceliğin sınırlarına dair gösterilecek esneklik, devrimci sınıf politikası üretilmesi ve uygulanmasına elverişli niteliğe göre belirlenmelidir. Niteliğin deforme edildiği yerde esneklik de biter!
Ve asıl “geniş açılım” yolu da buralardan geçecektir. Politika üretemeyen bir yığını tercih etmenin tek nedeni solun bugünkü haritasındaki “güçler”in “ana” hareketlerin artık içlerinin boşaldığını saptayamamak, çıkışsızlığı görememek olabilir. Parti kendi varlığı ve etkinliğiyle solun mevcut haritasını değiştirmelidir. İşte bunu iddia edebilmek bir özgüven sorunudur. Saptanan misyonun teorik ve teknik, kadro ve örgütlenme vb. koşullarının sağlanacağına dair bir özgüven…
Ama bu öge eksik kalırsa ve eğer mevcut çerçevenin içinde bir çıkış yolunun olanaklı olduğu düşünülürse, legal partiye yukarıda tanınan misyondan çok daha azı layık görülecek, bu alana vakfedilecek enerji de o oranda sınırlı ve gönülsüz kalacaktır.
Türkiye’de altı-yedi yıldır legal parti açılımının sınıfsal, hukuki, vb. koşulları mevcut. Eksik olan bu “nesnellik” ile öznel pozisyonların çakışmasıdır. Türkiye’li marksistler, değişik kesimleriyle sosyalizme inançlarını sorguladıkları, kendi fiziki varlıklarını korumak konuşunda endişeye düştükleri, kafalarının karıştığı, ideolojik yoksulluk mirasını silkip atamadıkları bir dönem yaşadılar. Sosyalizm adına büyük ölçüde boşa harcanmış, yapılabileceklerin pek azına ulaşılmış bir dönemdir bu…
Bu öznel eksiklik koşullarında, çeşitli siyasi açılım ve “birlik” projelerini önerenler öncelikle sözkonusu açı farkını kapatmayı hedeflediler. Bu çabanın araçları ise, birincisi tartışma, ikincisi diplomasi oldu. Artık bu yollar da tükenmiştir.
Legal parti için yola çıkanlar diplomasi ve tartışmaya, medeni ilişkiler ve ideolojik katkı / alışveriş / mücadele dışında ileri politik işlevler yüklememelidirler. Yapılacak olan bellidir: Partileşme için gerekli zemini ortaya çıkartmak. Bu kesinlikle uzun süreli bir partileşme “hareketi” olmayacaktır. Siyasi hareket, partileşmeden geçer, tersi değil… Parti’nin önüne konulan bir “hareket”, bizzat bir siyasi hareketin yaratılmasını ertelemek olacaktır.
Tüm bu söylenenler, Türkiye sosyalistlerinin mevcut eğilim, yetenek ve zaaflarından hareketle kurgulanması mümkün sorunlara işaret ediyor. Şimdi görev, önümüzdeki dönemi bu türden sorunlara kurban etmeden süreci hızlandırmaktır…