Önümüzdeki dönemde, sosyalist ideoloji ve dolayısıyla sosyalist hareketin de şekillenmesine damgasını vuracak ne tür temel ideolojik motiflerle karşılaşacağız? 60’lı yıllarda yaşanana benzer biçimde, mevcut tüm sorunların gerek sağ gerekse sol tarafından algılanışını belirleyen ya da en azından önemli oranlarda etkileyen, bir prizma olarak iş gören başat bir ideolojik motif çıkacak mı? Yoksa, sınıfsal ayrışmalara koşut olarak ideolojik motiflerde de ciddi farklılaşmalar beklenebilir mi?
Rahatlıkla uzatılabilecek olan bu listedeki sorular, sosyalist hareketin geleceği ile ilgilenen herkes tarafından önemsenmek durumunda. Verilecek yanıtlar, marksizm-leninizmin Türkiye toprağında yeniden üretimine ilişkin önemli sonuçları da içerecektir. Ancak, şimdilik daha çok bizim gündemimizde yer işgal eden bu sorulardan özellikle birincisine kesin yanıtlar vermenin bugün için pek kolay olmadığını düşünüyorum. Bunu açmadan önce, 60’lı ve 70’li yıllara ilişkin kimi saptamalarla başlamak gerekiyor.
Kapsamlı tartışmalara girmemeye çalışacağım. Kalkınmacılık motifinin 60’lı yıllara damgasını vurduğu biliniyor. Bu yazı için, sağıyla ve soluyla tüm aranışlarda kalkınmacı motiflerin temel bir ağırlık kazanmasının arkasında yatanlar önem taşıyor.
Türkiye kapitalizminin, sermaye birikim modeli değişikliğiyle birlikte, 60’larda yeni bir gelişme evresine girdiği de biliniyor. İthal ikameci sanayileşme siyasal, ideolojik ve kültürel düzeylerde yaşanan değişimleri koşulluyor. Ekonomideki genişleme ile siyasal, ideolojik ve kültürel alanlardaki zenginleşme ve çeşitlenme birlikte yaşanıyor. Modernleşme sorunsalı, bu yıllarla birlikte Türkiye aydınının gündeminde temel bir yer ediniyor.
Sanayi sermayesinin Türkiye kapitalizminden kaynaklanan kısıtlayıcı sınırlar içinde “kılıcını atması”, sağda AP’nin aslında DP geleneğini de zorlayarak, ticaret burjuvazisi ve büyük köylülükle bütünleşmiş görüntüsünü değiştirmesine, sanayi burjuvazisinin de temsilciliğini üstlenmesine yol açıyor. Bu dönüşümün gerilimsiz bir şekilde yaşanması ise son derece doğal. 50’li yılların sonunda yaşanan bunalım ve uluslararası kapitalist sermeye, birikim modelindeki değişimle birlikte, sanayi sermayesinin ekonomide motor rol üstlenmesi kaçınılmazlaşıyor. Aksini zorlamak, her türden sermeye açısından, bindiği dalı kesmek anlamını kazanıyor. Dolayısıyla, “Büyük Türkiye”, burjuvazinin yalnızca bir kesiminin değil, tümünün bu dönemdeki özlemini yansıtıyor. Siyasal sahnede yerlerini alan islamcı ve milliyetçi çizgiler, yatay düzlemdeki ayrımlardan çok burjuvazinin dikey farklılaşmaları temelinde yer bulmaya çalışıyor. Sağ partilerin farklı ideolojilerin yeniden üretimi ve yaygınlaştırılması işlevini üstlenmeleri, hiç bir dönemde, sınıfsal ya da sınıf-içi ayrışmalara tekabül etmiyor. 60’lı yıllarda ise, farklı sağ ideolojiler, daha çok kalkınmanın nasıl hızlandırılabileceğinin farklı yorumları olarak kendilerini kanıtlama mücadelesi içinde şekilleniyor. Farklılıkların mantıksal sonuçlarının bir miktar daha belirginlik kazanması, sağ ideolojilerin bir miktar daha bütünsel ve sistemlileşmiş bir görünüme kavuşması için 70’li yılları beklemek gerekiyor.
“Devletçi” parti CHP’de, dönemin başında üstlenilen özel misyonların da etkisiyle, bir süre, kendi günlerinin döndüğü yanılsaması yaşanabiliyor. Ancak, 60’lı yılların devleti artık 30’lu yıllarda burjuva sınıf yaratmaya çalışan devlet değildir. Türkiye burjuvazisi giderek siyasal temsiliyetini “Batılı” standartlara oturtmaya yönelebilecek güç ve etkinliğe ulaşmıştır. Devlete yüklenen misyonlar elbette hâlâ birinci derecede önemlidir; özel sermayenin bulaşmak istemediği külfetli alanlardan devletin elini çekmesini hiçbir kesim istememektedir; ancak, özel sermayenin yeniden üretimi süreçleri artık bu elin doğrudan burjuvazi tarafından denetlenmesinin somut ölçüt ve koşullarını da yaratmış durumdadır. Reorganizasyonunu kısa sürede tamamlayan AP, CHP’yi hızla gereksizleştirmeyi başarıyor. CHP’nin deneyimli kurmayları bu değişimi kısa zamanda kavrayabiliyor. Ancak yeni misyonlar 60’ların sonunda ve ağırlıklı olarak 70’li yıllarda belirginlik kazanıyor. Geleneksel devletçiliğini 3. dünyacı, halkçı bir retorik ve özel sermaye kuşkuculuğu ile bütünleştirme şansı bulunmayan CHP, bir dönem misyon bunalımı yaşıyor.
CHP’nin boşluğunu doldurmak sola düşüyor. Kemalizmin, geçmişin yaşandığı sanılan parlak dönemleriyle özdeşleştirilen sol yorumu, gerek Yön, gerekse TİP çıkışlarına damgasını vuruyor. 60’lı yılların solu, kalkınma sorunsalının dışına çıkamıyor; devrimcilik, kalkınmanın köklü dönüşümler olmadan gerçekleştirilemeyeceği gerçeğinden türetiliyor. 60’ların sonlarına doğru önem kazanan ve aslında yine kalkınmacı aranışların sonuçlarından biri olan, anti-emperyalist söylemin daha çok devrimci demokrasinin diğer öğeleri ile bütünleşmesiyle gündeme gelen ayrıksılığı ise, birincisi, dünya çapındaki radikal dalganın özellikle öğrenci-gençlik üzerindeki etkilerinden, ikincisi de devrimci demokrasinin özellikle mücadele biçimleri konusundaki tercihlerde somutlanan tepkiselliğinden kaynaklanıyor. Bu haliyle de kalkınmacılığın yerini alması mümkün olmuyor.
Solun söz konusu dönemde kalkınmacılık kanalının tümüyle dışında durması kuşkusuz olanaksızdı. Diğer yandan, yeniden doğan sosyalist hareket, Kurtuluş Savaşı yıllarından sonra ilk kez toplumsal dinamizmden kan almayı ciddi bir meşruiyet yaratmayı bu dönemde, ve tartışmanın temel bir kutbu olduğunu kabul ettirmesi sayesinde başardı. Bugünden bakıldığında, kalkınmacılığı aşan bir performans gösterilememesini eleştirmek mümkün ve yapılıyor. Ancak bir ölçüde insaflı davranmanın da gerekli olduğu kanısındayım. Marksizm adına gerek teorik-ideolojik, gerekse örgütsel düzeyde herhangi bir mirasın devralınmamış olması, sosyalist ve devrimci demokrat hareketlerin bir arada doğmasının ayrışmalarını zorlaştırması vb. ile birlikte, sınıfsal ayrışmaların derecesi, kenarından dolanılması pek kolay olmayan bir nesnellik oluşturuyor.
İşçi sınıfı, 60’larda, bir yandan bir sınıf olmanın en temel gereklerini öğrenir, ekonomik mücadele ve bunun için gerekli olduğu kadar siyasal mücadelede ilk adımlarını atarken, diğer yandan hızlı nicelik artışından kaynaklanan değişimleri olanca yoğunluğuyla yaşıyor. Kentle yeni tanışmış ve köyle bağlantılarını henüz koruyan birinci kuşak işçilerin, önemli bir çoğunluk oluşturması ve kentin varoşlarında bulaşık bir atmosferin şekillenmesi, sözü edilenilk adımların arkasının gelmesini sürece yayıyor. Belki de daha önemlisi, sanayi burjuvazisinin yükselişi ile işçi sınıfının mücadeleler içinde olgunlaşmaya başlaması arasında ciddi bir korelasyonun bulunması. İç pazara dönük sanayileşme, sanayi burjuvazisi ile işçi sınıfını karşı karşıya getirmiyor; tersine gerilimden yoksun olmasa da bir uyumun varlığından söz edilebiliyor. Bugün, Türkiye’de biraz da boş yere çok gevelenen “konsensüs”, adı konmadan kalkınmacılıkta somutlanarak bu dönemde yaşanıyor.
Geç kalmış Türkiye kapitalizmi, burjuvazinin tüm sınıfların çıkarlarını temsil ettiği yanılsamasını oldukça geç ve son derece geçici olarak üretebiliyor. Ancak bu bile, Türkiye solunda izleri hâlâ silinememiş olan ciddi etkiler yaratıyor. 15-16 Haziran, sol açısından bir yol ayrımının habercisi olmaktan çok, “milli” burjuvazi, küçük burjuvazi ve köylülükle ittifakta işçi sınıfının artık eşitlerden biri haline geldiğinin işareti anlamına geliyor.
70’li yıllara geçtiğimizde ise farklı bir tabloyla karşılaşıyoruz. İthal ikameci birikim modelinin bu uzatmalı yılları, burjuvaziyi daha sallantılı dengeler üzerinde oynamaya zorluyor. İç pazar tercihinden vazgeçilememiştir; ama toplumsal dinamizmin bir tehdit oluşturma yönü giderek öne çıkmaktadır. Toplumsal muhalefeti sürekli dizginlemek ve paralize olmasını sağlayacak farklı kanallar açmak zorunlu hale gelmiştir. MHP’nin ayrıksı görünümlü çizgisi 70’li yıllarda ve bir karşı tehdit oluşturma gereksinimi çerçevesinde netleşiyor. MSP, daha çok bu dönemde partileşiyor.
Artık tüm topluma seslenen ortak bir ideolojik motiften söz etmek olanaksızdır. Geleceğe yönelik bütünsel bir proje ile bütünleşmesi mümkün olmayan anti-faşizm, muhalefetin düzen dışına kayma eğilimi taşıyan kesimlerinin tepkilerini ve genel olarak bir tepkiselliği yansıtmıştır. Burjuvazinin karşı tehdidi işe yaramış ve sol var olanı koruma mücadelesi içinde sıkışıp kalmıştır. CHP’nin “sosyal demokrat” bir parti haline gelebilmesinde solun da önemli katkıları olmuş, 78’de doğan boşluğa ise hazırlıksız yakalanılmıştır.
Kanımca, çok özel kimi dönemler dışında, kitlesel hareketlilikler, toplumun tüm kesimlerini aynı derecede (ve doğrultuda) etkileyen başat bir ideolojik motif ya da sorunsal ekseninde biçimlenmez. Özel dönemler olarak, feodal toplumdan kapitalist topluma geçiş öncesinde, pek çok geç kapitalist ülkede görülen çöküş ve aranış dönemleri ile kapitalist ekonominin hızlı bir büyüme evresine girmesiyle birlikte yaşanan köklü toplumsal dönüşüm dönemleri örnek gösterilebilir. Faşizm ise, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki hesaplaşmada karşı devrimin zaferi olarak farklı bir yere oturur.
Rusya’da uzun bir zaman dilimine damgasını vuran çağdaşlaşma sorunsalıyla kimi bağlamlarda benzeşen kalkınma sorunsalının ya da yine kapitalizmin geleceğinden umut duyulmasını ifade eden bir başka sorunsalın, önümüzdeki dönemlerde yeniden sivrilmesi bana pek olanaklı görünmüyor. Kaba hatlarıyla dünya kapitalizmi, tüm sermayelerin yeniden yapılanmasını da içeren bir atılım yaşamadıkça, Türkiye kapitalizminin kaynak sorunu güncelliğini koruyacaktır. Kaynak sorunu sürdüğü sürece de, yeni bir sanayileşme hamlesinin gerçekleştirilmesi olanaksız. Dolayısıyla, Türkiye kapitalizmi açısından, ekonomik alanda, toplumsal düzeyde kalıcı kimi değişiklikleri beraberinde getirecek türden bir canlanmanın yaşanması, en azından orta vadede büyük ölçüde gündem dışı.
Sanayinin nicel ölçütlerle büyümesini kuşkusuz dışlamayan bu durum, Türkiye burjuvazisi ve temsilcilerinin, olduğu yerde sayan bir sanayi ile alınabilecek yolun sonuna gelinmiş olduğunu kavramış olmasına karşın böyle. Türkiye’nin verili üretim düzeyinin izin verdiği ihracat potansiyeli, bir kaç yıldır realize edilmektedir. Yeni pazarlara girmenin ve giderek eldeki pazarlarda rekabet gücünü korumanın önkoşulu, üretim ve ürün çeşitliliğinde artıştır. Bir “sanayi politikası”nın oluşturulmasının bu dönemde talep edilmesi, belirli sektörlerde teknolojik öncülüğün kazanılması gerekliliğinden söz edilmesi vb. bir tesadüf değildir.
Kağıt üzerinde, Türkiye’nin yüksek bir sanayileşme hızını tutturması mümkündür. Merkezi planlama çerçevesinde mevcut kaynakların rasyonel kullanımı, bir ilk itilimin sağlanması ve arkasının getirilmesi için yeterlidir. Gerekli minimum altyapı (80’li yıllardaki yatırımlarla iletişim alanı dahil), burjuvazi tarafından yaratılmıştır. Ancak bu olanağın kağıt üzerinden gerçekliğe aktarılmasının yolu, hiç kuşku yok ki, sosyalist iktidardan geçmektedir. Başlı başına kapitalist gelişmenin kendisinin barındırdığı irrasyonellik ve savurganlığın önemine karşın, sorun yalnızca kapitalizmin doğal anarşik yapısı değildir. Dünya kapitalizminin bugünkü entegrasyon düzeyinde, tekil bir kapitalist ülkenin bir süreliğine kenara çekilip kendine çeki düzen vermesi türünden bir almaşık bulunmuyor. Sermayenin mantığı uluslararası düzeyde işler ve kâr oranı bu mantığın temel bileşenidir. Yüksek bir sanayileşme hızı amortismanın bile, ancak orta vadede gerçekleşebilmesi anlamına gelir. Teknoloji üretiminde öncülük söz konusu olmadığı sürece, orta vadede ne olacağı belirsizdir. Sürükleyici sektörlerde teknoloji üretiminin gerektirdiği sermayenin organik bileşim düzeyi ise, tek ülkede sosyalizm koşullarında bile tutturulamayacaktır. Sosyalizmin avantajı, meta yerine kullanım değeri üretiminden ve sermayenin değersizleşmesi sorununun, kapitalist üretim koşullarındaki yıkıcı sonuçlarının yaşanmamasından kaynaklanır. Dolayısıyla, Türkiye kapitalizmi en fazla bir önceki kuşak teknoloji transferi ile birlikte, kısa vadede getirisi az çok garanti altına alınmış, ancak geleceği olmayan yatırımlara mahkumdur. Kilit olmayan kimi sektörlerde söz konusu makus talihin zorlanması mümkün. Ama bu sektörlerden alınacak verim de kapitalist işbölümünün mantığı çerçevesinde yine düşük kalacak ve ekonomi dünya kapitalist işbölümündeki değişmelerin yıkıcı etkilerine açık hale gelecektir.
Aslında analizi bu noktalara götürmeye çok da gerek yok. Somut sınırlar çok daha dar. Yukarıdaki tartışma, sanayi sermayesinin (özel ya da devlete ait olarak) bir kez daha, hatta geçmiş dönemlerde olduğundan çok daha ileri boyutlarda bir egemenliğini varsayıyor. Burjuva katmanlar arasında ciddi bir savaşım olmadan bu varsayımın gerçeklenmesi olanaksız. Burjuvazi içi çelişkilerin açık bir kutuplaşmaya evrilmesi ise, Türkiye’de başta siyasal nedenlerle zaten düşünülemezdi ve 80’li yıllarda yeni bir ivme kazanan farklı sermaye türlerinin bütünleşmesi eğilimi, söz konusu olanaksızlığı pekiştiriyor. 80’li yıllar, mali sermayenin gelişiminde özel bir evre niteliği taşıyor. Rant ve faiz gelirlerindeki büyük artış, sermayenin yeniden yapılanma sürecine de işaret ediyor. Türkiye’de, mali sermayenin sanayi sermayesini giderek kendisine bağlaması şeklinde bir sürecin yaşanmadığı kesin. Ancak, sanayi kökenli sermayenin öncülüğünde mali sermayenin giderek güç kazanması söz konusu. Bütünleşme eğiliminin kendisi, bütünleşmede sürükleyici rol oynayan sermaye türünün hangisi olduğu sorununu ikincil kılar. Bugün, Halit Narin türü “arkaik” sanayiciler dışında, bankaların giderek denetlenemez hale gelen gücüne ciddi itirazlar yönelten bir sanayi burjuvazisi bulunmamaktadır. Gelişkin kapitalist ülkeler sınıfına girmeyen ülkelerde, mali sermayenin güç kazanması ile birlikte gelişen spekülasyonun yarattığı asalaklık çok daha ciddi boyutlarda yaşanır. Kaynak sorununda çözümsüzlüğün nedenlerinden biri haline gelen spekülasyonun önünü kapamaya ne burjuvazi ne de kuşkusuz onun temsilcileri niyetli. (Sermaye piyasasında öngörülen düzenlemelerin bankaların baskısıyla ilk hedeflerin çok uzağına düşmesi, buna son derece sıradan bir örnek oldu).
Bundan sonra, burjuvazinin öne çıkardığı hedef ve söylemlere muğlaklığın hakim olmasını az çok kaçınılmaz görüyorum. Çağdaşlaşma, kalkınma türü kavramların yanında neresinden tutulacağı belli olmayan “çağ atlama” sloganı dönemin gerekleriyle uyumluydu. Burjuvazinin bir gelecek umudu yaratması ne kolaydır, ne de kolay kolay istenecektir. Daha iyinin olanaksızlığı negatif argümanının, baskı ve zorun da yardımıyla güçlü tutulması çabası gündemden düşmeyecektir.
Diğer yaradan, kalkınma motifi, Türkiye toprağında belirli bir yerleşikliğe sahiptir. Söz konusu motifi barındırmayan bir sosyalist ideolojiyi düşünmek olanaksız. Sosyalist geleceğe bağlanan kalkınmacılığın yeniden ve yeni içeriğiyle öne çıkarılmasının, önümüzdeki dönemdeki görevlerimiz arasında yer alacağını düşünüyorum.
Türkiye burjuvazisinin, eğer bulunsaydı, ütopyası depolitizasyonun kalıcılaşması olabilirdi. Ancak şu anda iki taraflı bir sıkışmışlığı yaşıyor. Daha önce de değinildiği gibi bir yandan çok geç olmadan toplumsal hareketlilikler için sınırlı da olsa kimi kanallar açmak durumunda, diğer yandan yeni dünyada nereye oturacağı bir türlü kesinleşmediğinden, netleşmiş bir stratejiden hâlâ yoksun. Şimdilik geçici gündemlerin toplamı bir gündemsizlik söz konusu.
Ancak her şeye karşın, bir süre daha bu şekilde idare edilebileceği ve edileceği kanısındayım. Koalisyon, sınırlı politizasyonun depolitizasyonun yeniden üretimi işlevini bir dereceye kadar görebileceğini gösterdi. Önümüzdeki yakın dönemde öyle çok ciddi bir kitlesel dalga beklemek gerçekçi görünmüyor. Burjuvazi, kendi kararsızlıklarını bir gündem paralizasyonu biçiminde kitlelere mal etmek konusunda az çok başarılı oldu.
Bu durum kuşkusuz ilelebet sürmeyecek. Ufukta Türkiye kapitalizminin yapısal sıkıntılarını geçici bir dönem için bile aşmasını sağlayacak uluslararası ya da iç koşullar gözükmüyor. Buna karşın, her türden kıpırdanışta toplumsal patlamaların kıvılcımını görmemeye mutlaka dikkat etmek gerekiyor. Sınıf savaşımı, kapitalizmin olağan dönemlerinde sürer. Daha doğrusu, kapitalist üretim biçimi işçi sınıfının ekonomik-sendikal mücadelesini zaten içerir. Bu mücadelenin, en sonu, siyasal bir boyut taşımaması ise zaten olanaksızdır. Kitlesel bir hareketlenmenin ayırt edici yönü, mevcut siyasal ve ideolojik yapılanmayı da ya doğrudan, ya da çoğu kez olduğu gibi sonuçları itibarıyla hedef alması, şu ya da bu oranda dönüşüme zorlamasıdır.
Verili ideolojik yapılanmanın kendisi, bir kitlesel hareketliliğin şekillenmesinde özel önem taşır. Yukarıda, Türkiye’de artık burjuvaziye ait söylemlerle kitlesel hareketliliklerle birlikte öne çıkan ideolojik motifler arasında tam boy bir örtüşmenin yaşanmasının pek kolay olmadığını düşündüğümü söylemiştim. Diğer yandan, hiç kuşkusuz tek başına burjuvazinin tercihlerini yansıtmasa da, egemen ideolojik yapılanma ve bu yapılanmayı oluşturan öğelerin hiyerarşi ve ilişkileri, kapitalist formasyonun yeniden üretim dinamikleri tarafından belirlenir. Bu düzeyde de, burjuvazinin yönelimleri bir kez daha devreye girer. Bu tartışmada burjuva ideolojisi ile egemen ideolojik yapılanmayı birbirinden ayırarak ifade edersek, kapitalist üretimin yeniden üretim dinamiklerinin egemen ideolojik yapılanma üzerindeki etkilerinin, ağırlıklı olarak burjuva ideolojisi aracılığıyla gerçekleştiğini söyleyebileceğimizi sanıyorum. Dolayısıyla, burjuva ideolojisinin öne çıkan motifleri, aynen devralınmaları söz konusu olmasa bile, kitlesel hareketliliklerin ne tür motiflerin ağırlık kazanmasıyla birlikte yaşanacağına ve yine sosyalist ideolojinin şekillenişine ilişkin gerek birer gösterge, gerekse parametre olarak önem kazanır.
Türkiye burjuvazisinin kendisine uygun bir gelecek beğenememesi ise ideolojik dağınıklığı yeniden üretiyor. Depolitizasyonda taçlanan ideolojik dağınıklık, kitlesel hareketliliğin de önünde duran temel bir engel durumunda. Kitlesel hareketlerin, sınırları az çok belirgin bir ideolojik temele dayanması kural değildir. Tek başına toplumsal gerilimlerin aşırı derecede yoğunlaşmasından kaynaklanan patlamaların gerçekleşmesi teorik olarak mümkündür. Ancak, kapitalizmin gelişme dinamiklerinin tümüyle tükenmesinin ürünü olabilecek bu türden patlamaların Türkiye’nin gündeminde olduğunu iddia etmek son derece yanlış olur. Türkiye burjuvazisinin, henüz kullanmak zorunda kalmadığı bir hareket alanı mevcuttur ve kesin olan da bu alanı orta vadede kullanmak zorunda kalacağıdır. Toplumsal dinamizmin kitlesel bir dalgayı ancak bu dönemde doğurabileceğinin söylenebileceği kanısındayım.
Önümüzdeki dönemde, sosyalist ideolojinin şekillenmesine damgasını vuracak ne tür temel ideolojik motiflerle karşılaşacağımız sorusuna kapsamlı ve kesin yanıtlar vermenin neden kolay olmadığını düşündüğüm, belirli bir açıklık kazanmış olmalı. Eğer, yakın gelecekte çok ciddi kitlesel hareketliliklerin yaşanmayacağı da doğruysa, tüm bunlardan sosyalizm mücadelesi açısından çıkarılabilecek sonuçlar üzerinde durmak gerekiyor.
Sosyalist hareketin örgütsel ve siyasal-ideolojik düzeylerde bir atılım gerçekleştirme sorunu güncelliğini koruyor. Bu yönde bir perspektife ve giderek pratiğe sahip olmayanların yozlaşma tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu defalarca belirttik. Ne yazık ki, solun belirli kesimleri yozlaşma sürecine girdiklerinin oldukça somut işaretlerini veriyor. Bu durum, geçmiş dönemlerde olduğu gibi solu da sürükleyip ayakta tutan kitlesel bir hareketliliğin bulunmamasıyla doğrudan ilgili.
Sosyalist hareketin, sözü edilen atılımı, öncelikle kendi doğal etkinlik alanı üzerinde yoğunlaşarak gerçekleştirebileceği kanısını taşıyorum. Bu ülkede, tek başına sosyalizm mücadelesinin kendisine bağlanabilecek bir “hedef kitle” her zaman olduğu gibi mevcuttur. Yalnızca “kovuklarındaki” eskilerden söz etmiyorum. Depolitizasyon, ideolojik dağınıklık, kültürel çürüme ve yozlaşma vb. ne denli ciddi boyutlara ulaşırsa ulaşsın, içinde yaşadığı pisliklerden korunmaya çalışan, kişilik ve kimliğini uygun ortamların yaratılması durumunda düzenden bağımsızlaştırarak (yeniden) oluşturmaya aday insanlar vardır ve var olmaya devam edecektir. Günümüzde, sözü edilen türden tek bir ortam kalmıştır: Sosyalizm mücadelesi.
Kuşkusuz, temiz insanları tertemiz bir adacığa davet etmekle başlanabileceğini söylemiyorum. Ülke gündemine sosyalizmi sokma perspektifini bir kenara bırakarak yalnızca belirli insanlara hitap edecek mesajlarla bir miktar yol alınabileceğini de iddia etmiyorum. Bunlar, istense de başarılamaz. Sosyalizm mücadelesinde “hedef kitle” belirli bir düzeyin ötesinde nesneleştirilemez. “Hedef kitlenin” kazanılmasının yolu, aynı zamanda öznesi olacağı bir sürecin örgütlenmesinden geçer. Bu da bir siyasal harekettir.
Bir siyasal hareketin yaratılması hedefi, belirli bir vadede kitlesel bir dalganın yaşanacağı beklentisini dışlamıyor. Tam tersine, bu dalgaya en azından tutunmak bile, öncesinde belirli bir güç olmayı gerektiriyor. Siyasal hareketin yaratılması süreci, depolitizasyon ortamında giderek genişleyen bir gediğin yaratılmasını içerecektir. Depolitizasyonun ortadan kaldırılması, tek başına sosyalist hareketin etkinliğinin ürünü olamaz. Sosyalizm karşısında düzenin vereceği refleksler hesaba katılacak olsa bile bu böyle. Ancak belirli gedikler açmadan da gerçek anlamıyla siyasal bir odak haline gelmek olanaksız. Bu gedikler, ilk elde, genel olarak bir sol gündemin yaratılmasıyla açılacaktır.
Düzenin reformist kanallardan yoksunluğu, genel politik duyarsızlığın bir ürünü olarak, aslında ciddi bir olumsuzluğa işaret etmektedir. Ancak, özelde sosyal demokrasinin içinde bulunduğu misyon bunalımı çerçevesinde topluma mesaj iletemez hale gelmesi, bir sol gündemin sosyalistler tarafından yaratılmasına sağladığı olanaklar bazında da ele alınabilir.
Yine bugün için burjuvazinin sosyalizm korkusundan büyük oranda sıyrılmışlığı, işaret ettiği tüm olumsuzluklara karşın, olaya biraz da nalıncı keseriyle yaklaşırsak, hakkının verilebilmesi durumunda az ya da çok bir avantajdır. Düzen, sosyalizmin açabileceği kanalları önceden tıkamaya çalışmaktan çok, gerektikçe kimi refleksler vermek durumundadır. Sosyalist hareket, güç kazandıkça, kuşkusuz giderek ciddiye alınacaktır. Ancak, şimdilik her seferinde ilk adımı atma olanağı mevcuttur ve hiç olmazsa bu olanağın heba edilmemesi gerekmektedir.
Sosyalizm mücadelesinde uzun solukluluğun, öncülük niteliğiyle donanmış olmanın önemi bu noktada bir kez daha açığa çıkmaktadır. Türkiye’de sosyalizm mücadelesi, uzun süredir öyle ya da böyle yürütülebilir olmaktan çıkmıştır. Leninizmin ülke toprağında yeniden üretimine ilişkin netlevşmiş bir perspektife sahip olmadan genel anlamda politika üretmek bile olanaksızlaşmıştır. Söz konusu perspektifin somutlanması ise iğneyle kuyu kazılarak gerçekleştirilecektir.
Verilen mesajların içeriği ne olursa olsun, müdahale girişimleri hangi nesnel temele dayanırsa dayansın, kitle ne yönde etkilendiği konusunda pek sınırlı işaretler veriyor. Atılan taşların ses getirmeden dipsiz kuyuda kaybolabilmesi, yalnızca sosyalistleri ilgilendirmiyor. Mevcut duyarsızlığın en azından kimi alanlarda kırılması, sınırlı miktarda “doğru” ile yola çıkılarak gerçekleştirilemez. Sosyalist hareket, sonuçları itibarıyla köklü değişimleri gündeme getirmesi mümkün olmasa bile çok yönlü, çok boyutlu bir mücadelenin içine girmek zorundadır.
Sosyalist siyasetin kendisi, çok yönlü ve çok boyutlu mücadelenin merkezinde ve eksenidir. Evet, tek başına siyaset ve örgüt bugün yeterli değildir. Ancak bu yetersizlik, söz konusu eksene bağlanmayan etkinlikleri kesinlikle anlamlı kılmamakta, son tahlilde depolitizasyon sınırları içinde kalmaları ve depolitizasyonun yeniden üretimine şu ya da bu oranda katkıda bulunmaları gerçeğini değiştirmemektedir.
Bu noktada marksist ekol tartışması önem kazanıyor. Öncelikle, ek bir açıklık getirmekte yarar var. Siyasal bir hareket, içine çektiği ve kenarında tutunan insanları yalnızca siyaset zemininde kavramaz. Toplumsal dinamiklerle bağlantı kurabildiği, müdahale edip kan alabildiği oranda, ideolojik ve kültürel boyutları bulunan bir değerler dizgesi ve belirli bir bütünselliğe ve iç tutarlılığa sahip bir bakış açısının şekillenmesini sağlar. Sosyalist öznenin dar anlamda kontrolünde olmayan bir atmosferdir söz konusu olan. Sosyalizmin daha geniş bir toplumsal etkinlik alanına kavuşmasını da sağlayan bu atmosfer, içinde örgütlenen çok çeşitli pratikler aracılığıyla anlam kazanır. Sosyalizm mücadelesinin bütünselliği ekolde somutlanır. Ekolün neden “leninist” olmadığı da bu çerçevede açıklanabilir. Ekseninde siyasal öncülük sorunu bulunan leninizm, sosyalizm mücadelesinin tüm bileşenlerine aynı oranda rengini ver(e)mez. Örneğin, her toplumsal soruna “leninist yorum” getirmek ne kadar olanaksızsa, ancak ekol aracılığıyla sosyalizme bağlanabilecek kadın sorunu ya da çevre sorunu gibi alanlarda üretilecek pratiklere “leninist tarzda” yaklaşmak da o derecede olanaksızdır.
Önümüzdeki dönemde, aslında şekillenecek bir ekolün parçası olabilecek kimi faaliyetlerin bizzat sosyalist hareket tarafından üstlenilmek durumunda olduğu kanısındayım. Sosyalistler örneğin, her sorunun çözümünü devrime bağlamaktan başka bir şey bilmeyen garip yaratıklar olmadıklarını, bu ülkeyi sahiplenmek konusunda burjuvaziden fersah fersah ileride olduklarını, ülkenin tüm temel sorunları hakkında üstünkörü bir fikir sahibi olmanın ötesinde ciddiye alınır yaklaşımlar üretebildiklerini, her yönüyle bu toprağın bir parçasını oluşturduklarını göstermek durumundadır.
Ancak bir noktanın altının mutlaka çizilmesi gerekiyor. Aslen bir ekolün parçası olabilecek türden faaliyetler, kesinlikle bir ekol yaratma sorunsalı bağlamında değerlendirilemez. Ekolün oluşumunun nesnel önkoşulu, siyasal hareketin kendisidir. Bugünden ekolün mutlaka içinde yer alacak kimi öğeler öngörülebilir; ancak içerdiği öğelerin bir toplamı olarak tasvir edilemeyecek ekolün adım adım inşası mümkün değildir. İçinde bulunduğumuz dönemde örgütlenecek faaliyetler, bir siyasal hareketin yaratılması sürecindeki işlevsellikleriyle anlam ifade edecek, daha çok araçsallık taşıyacaktır.
Dolayısıyla, spekülatif projelerden uzak durma gereksinimi söz konusu. Hangi alanların seçileceği, hangi ideolojik motiflerin öne çıkarılacağına ilişkin tercihlerin sağlam temellere dayanması zorunlu.
Temel bir sınırın belirgin olduğunu düşünüyorum. Bugünden kullanılmaya çalışılacak ideolojik motiflerin, son yıllarda geri plana düşmüş olsa da Türkiye toprağında hâlâ bir nesnelliği ve belirli bir yerleşikliği bulunanlardan seçilebileceği, yeniyi zorlamak adına kimi kehanetlerin devreye sokulamayacağı açıktır. İdeolojik motifler, yeniden üretildikleri süreçlerden bağımsız olarak iş göremezler. Dolayısıyla, dar anlamda bir propaganda faaliyetinin unsuru haline getirilemez, keyfi olarak bir söylem içinde örgütlenmezler. Hele henüz bir siyasal hareket yaratma sürecinin başında bulunan sosyalist hareket, ideolojik alanda “manipülasyon”lara girişmek konusunda son derece mütevazi davranmak durumundadır.
Tarif edilen sınırın görece genişliği, sosyalist hareketi, özellikle ilk dönemde yaratıcılık ve cesarete zorluyor. Yukarıda da değinilmiş olduğu gibi, bugün, hangi müdahalenin kitleden ne tür bir karşılık görebileceğini öngörmek hiç kolay değil. Kimi açılımların umulanı getirmemesi, kimilerinin sıkça revizyona ihtiyaç duyması son derece muhtemeldir. Bu durum, bir bilinemezcilik ya da mutlak deneyselciliğe değil, kesinlikle BİLGİ temeline oturması gereken ana (siyasal) eksenin önem ve belirleyiciliğine işaret ediyor. Başka türlü, taraklardaki bezlerin toplanması mümkün olmaz.
Yapılması gerekenlerin zorluğu oranında, coşku ve inanca olan ihtiyacımız artıyor. Sosyalist kadrolara “ruh pompalama” işinin cılkı çıkarıldı; ama mücadelemizi ruhsuz bir şekilde yürütmemiz düşünülemez.
Kendini merkeze yerleştirmenin ve aynı zamanda bir ruh halini yansıtan bütünselciliğin korunması ve geliştirilmesi gerektiğine inanıyorum. Bolşeviklerin sürekli canlı tuttuğu ruh hali hatırlanabilir. Lenin’in polemiklerinde, Bolşeviklerin en zayıf olduğu dönemlerde bile, söylenenlerin ilgili tüm taraflarca dikkatlice kaydedileceği izlenimini uyandıran bir hava vardır. Rusya gerçekliğine bütün temel boyutlarıyla hakim olma çabası hiç bir zaman gündemden düşmemiştir.
Sosyalizm ve marksizmin hali ortadayken daha mütevazı olmak gerekmiyor mu? Kesinlikle gerekmiyor. Marksizmin tarihsel gerçekliği yansıtan birikimini eldeki mirasla hesaplaşarak süzenler tarihsel bir temele de yaslanmış durumdadır. Geleceğe dönük olarak, elde yalnızca bir iddianın bulunduğu söylenebilir…
İddiasızlık bizden uzak olsun!