Son bir kaç yıldır, kapitalist sistemin içinde bulunduğu bunalımın derinleştiğini gösteren bir dizi ekonomik veriye rağmen, bunun “sol”un hanesine bir artı olarak geçmediği bir dönem yaşanmakta. Bunun başlıca nedeni reel sosyalist sistemin yaşadığı çözülüş ve sözü edilen bunalımın siyasi sonuçlarının gözlenememesi. Tabii ki bu iki sonuç birbiriyle oldukça ilişkili. Kapitalist ekonominin, problemli bir döneminde, sosyalist sistemin ortadan kalkmış olması, bunalımın “sol” bir çıkışa yönelmesini engellemektedir. Şu anda gözlenen, ekonomik tıkanıklığına rağmen “sağ”ın siyasi alanda daha da küstahlaştığıdır.
“Sosyal devlet” anlayışının terk edildiği, gelir dağılımının bozulduğu, piyasanın alabildiğine yüceltildiği bir dönemdir bu. Yeni Sağ’ın yükselişi adıyla da anılan bu dönem, Amerika’da Reagan ve Bush, İngiltere’de Thatcher ve Major, Almanya’da Kohl, Türkiye’de Özal ve Demirel iktidarlarıyla hâlâ da devam etmekte.
İngiltere, Amerika ve Almanya’da bu iktidarlar döneminde eski yaşam koşullarını dahi yitiren, ekonomik bakımdan gerileyen kesimler, tepkilerini “ekonomist” istemlerle göstermediler. İşin ekonomik yönü, arka plana itildi çoğu kez. Toplumsal muhalefet neredeyse, burjuvaziden 200 yıl önce vaat ettiği şeylerin hesabını soruyordu. Adalet, eşitlik istemleri tekrar meydanlarda işitilmeye başlandı.
İşçiler ve kapitalist sistemin tortusu denilen lümpen proletarya, ekonomik durumlarının bozulmasından kaynaklanan tepkilerini düzenin üstyapı kurumlarına yöneltiyorlardı. Bu yazıda yukarıdaki görüş ışığında İngiltere, Amerika ve Almanya’daki toplumsal muhalefet hareketleri gözden geçirilecek.
İngiltere – Nisan 1990
Thatcher liderliğindeki muhafazakar partinin iktidarı döneminde İngiltere’nin ekonomik ve sosyal çehresinde pek çok değişiklik oldu. “Sosyal devlet” anlayışının tamamen terk edildiği bu iktidar döneminde toplumsal sınıflar arasındaki gelir farkı belirgin biçimde arttı. Ayrıca eğitim, sağlık, altyapı hizmetleri alanları için bütçeden ayrılan paylarda ciddi kesintilere gidildi. Okullarda öğretmen açığı ve bina yetersizliğinin çekildiği, hastanelerde sıra bekleyenlerin sayısının 1 milyonu bulduğu (yakın zaman önce yapılan seçim öncesinde bu sayı azaltıldı, ama bir sosyal politika olarak değil bir seçim yatırımı olarak), sürekli kalacak bir yeri olmayan insan sayısının sadece Londra’da 370.000’i aştığı, İngilizlerin alışık olmadığı yeni bir dönem başlamıştı. Bu dönem açıklanan resmi rakamlara göre ulusal gelirden kamu hizmetlerine ayrılan pay yüzde 43’den yüzde 38’e düşmüştü. Yine resmi rakamlara göre fakirlik sınırının da altına düşen kesim toplumun yüzde 20’sini oluşturmaktaydı. Ayrıca toplumun yüzde 30’nun yaşam koşulları bariz biçimde kötüleşmişti. Tüketimin tahrik edilip, insanların borç harç içinde satın alıcı bir hale getirildiği bu dönemde, refah, tüketim araçlarına sahip olmayla ölçülüyordu.
Thatcher, hükümete yöneltilen eleştirilere şöyle cevap vermekteydi: “Son 10 yılda kamunun tüketime ayırdığı para yüzde 13 artmıştır, bu da eğitim ve sağlık alanlarında harcama kısıntısına gidilmediğinin göstergesidir.” Bunlara bakıp da “ne alakası var” diyenler olursa belki şu söylenebilir: Özal’ın “artık isteyen arabasına telefon alıyor, çağ atlıyoruz” derken ki alaka neyse burada da ilişki o bağlamda kurulmaktadır. Buna yeni sağın “tüketim illüzyonu ile ört bas” tekniği ya da şarlatanlık gibi isimler verilebilir.
“Vergide eşitlik” dönemi
İngiltere’de bardağı taşıran ve daha sonra “Londra’da bu yüzyılın en büyük isyanı” olarak da anılan gelişmeler ise bu dönemde gündeme gelen “kelle vergisi” ile başladı. Daha önce mülklerden alınan verginin yerine geçecek bu vergi, yerel yönetimlerin en önemli gelir kaynağıydı. Thatcher hükümeti, yerel yönetimlerde bulunan İşçi Partisi ile halkı karşı karşıya getirmeyi planlıyordu.
Gelir düzeyinden bağımsız olarak, yaşanılan bölgeye göre hesaplanan kelle vergisi sonucunda, Prenses Anne ile o bölgede yaşayan herhangi biri aynı vergiyi ödeyecekti. Bu, Prensesimiz için 10.000 sterlinden 606 sterline inmek, fakat toplumun ezici çoğunluğu için vergilerde ciddi bir artış demekti. Bu vergi paketi Thatcher’ın elinde patladı. Planladığı gibi toplumsal hoşnutsuzluk yerel yönetimlere değil, kendi hükümetine yönelmişti. Barışçıl gösteriler şeklinde başlayan protesto hareketi, sistemin tüketim sembolü olan büyük mağazaların yağmalanması ve lüks arabaların yakılmaya başlanmasıyla isyana dönüştü.
Çoğunluğunu genç, işsiz, eğitimini yanda bırakmak zorunda kalmış vasıfsız insanların oluşturduğu bu isyan sonucunda yüzlerce kişi yaralandı, 400 kişi tutuklandı. Tepkiler sistemin adaletsizliğine yönelikti, “vergide eşitlik” sağlanması insanları tatmin etmiyordu!
Anarşist ve komünist grupların katkılarının da bulunduğu, fakat esas olarak kendiliğinden gelişen bu olaylarda, tüketim toplumunun dışına itilmiş lümpen proletaryanın öfkesi vardı.
Olayın etkileri sadece verdiği ekonomik zararla sınırlı kalmadı. İngilizlerin 3. dünya ülkelerine layık gördüğü bu olaylar sonucunda kendi “sivil toplumlarına” bakışları da etkilendi. Kendiliğinden başlayan, eşitsizliğe karşı bir reaksiyonun ötesine geçemeyen, yoksulların sistemi sorgulamaktan çok onun bir parçası olamamalarına tepki sonucu gelişen bu olaylar, arkasında dolaysız bir iz bırakmadı. Kelle vergisi ise kalkmadı ama ciddi bir kitlenin itibar etmediği, ödenmemesi meşru bir fatura olarak kaldı pek çok evde.
Amerika – Mayıs 1992
Aşırı hız yaptığı için polislerce ölesiye dövülen bir siyahın başına gelenlerin tesadüfen görüntülenmesiyle, polislerin yargılanması ve mahkeme sonucunda beraatı Los Angeles’da bir isyana yol açtı. Basına detaylı bir şekilde yansıyan bu olayı sonraya bırakıp olayların öncesine, Amerika’da bir siyah olarak doğmanın “getirdiklerine” bakalım önce.
Hoşgeldin siyah bebek!
Öncelikle belirtelim, ailenin yıllık geliri beyazlarınkinin yüzde 56’sı kadar olacaktır.
Bir yıl içinde ölme riskin, beyaz çocuklardan iki kat fazladır.
Beyaz çocuklara göre üç kat daha yüksek bir ihtimalle annesiz veya babasız büyüyeceksin. (Bunun kapitalizm içinde getireceği ekonomik, sosyal ve psikolojik koşulları düşünmek zor olmasa gerek)
Senin gibi siyah çocukların yüzde 43’ünü sefalet koşullarında bir hayat beklemektedir.
Amerika’daki tüm çocuklar içinde AIDS vakalarının yarısından fazlasını senin renginden çocuklar oluşturmaktadır. (Siyah nüfusun Amerika’da toplam nüfusun yüzde 12’si olduğu düşünüldüğünde bu rakamın ne kadar yüksek olduğu görülebilir.)
Büyüdüğünde cezaevine gitme şansın üniversiteye girme şansından daha yüksek olacaktır.
İşsizlik riskin ise beyazlarınkinin sadece iki katı!
15-34 yaşları arasında hayattaysan senin için en sık ölüm nedeni, diğer bir siyah tarafından öldürülmek, yani cinayet olacaktır. (Bu rakam Vietnam’a giden bir askerin ölüm riskinden yüksektir)
Yukarıdan da tahmin edilebileceğin gibi, 20-29 yaşları arasındaki siyah erkeklerin yüzde 23’ü ya hapishanede, ya da kefaletle veya şartlı salıvermeyle dışarıda bulunabilecektir.
Toplumun (ağırlıklı olarak beyazların) durumuna bakışı, “tembel ve daha az akıllı oldukları için bu haldeler” şeklinde olacaktır.
Düzenli ve sürekli bir gelir için “şerefli ordu” seni beklemektedir.
Bütün bunların sadece ırkçı bir politikanın sonucu olduğunu söylemek mümkün değil. Tarihsel olarak ırkçılığın etkilerinin de olduğu fakat artık gelir düzeyi ile çok uyumlu bir renk farklılığı vardır Amerika’da. Gelir düzeyi düştükçe nüfus siyahlaşmaktadır.
Bu yoksul kesimin sınıfsal olarak karşılığı “lümpen proletarya” ya da “deklase nüfus” tabirleriyle ifade edilebilir. Bunlar, düzenli bir işte çalışabilecek vasfı olmayan, eğitimsiz, geçici olarak ve çoğunlukla kaçak olarak çalışan insanlardır. Devletten “sefalet yardımı” alan, şehrin içindeki gettolarda yaşayan, uyuşturucu kullanımının, hırsızlığın vs. yaygın olduğu, sosyal yaşantının dışında, politikayla hiç bir ilgisi olmayan, oy dahi kullanmayan bu insanlar Amerikan kapitalizminin öğüttüğü bir kesimi oluştururlar.
Sonuçta Amerika’daki siyahlar “piyasanın görünmez eli” tarafından hapishane, mezarlık, hastane ve cephe arasında paylaştırılmaktadır.
Siyahların kendi durumlarına bakış açışı ise inanılmaz görünse de beyazların bakışından daha gerçekçi: Siyahlar arasında, beyazların siyah nüfusu yok etmeye çalıştığı şeklinde komplo teorileri yaygın. Örneğin, siyahların yüzde 29’u AIDS’in beyazlarca, siyahları yok etmek için çıkarıldığına inanıyor. Ülke tarihinde insanı böyle düşünmeye itecek çok sayıda olay var. Tedavi edilebilir bir ölümcül hastalığa yakalanan siyahların, iyileştirilmeyip denek olarak kullanıldığı Tuskegee çalışmasının 1972’de ortaya çıkarılana kadar 40 yıl devlet denetiminde devam ettiğini söylemekle yetinelim şimdilik.
Adalet yoksa barış da yok!
Los Angeles olaylarına dönersek; yukarda bahsedilen mahkeme olayının sonrasında siyahların ön planda olduğu gösteriler başladı. Daha sonra ise zenginlere ait işyerlerinin kundaklandığı, polise ve zenginlere ait araçların yakıldığı, marketlerin ve diğer mağazaların yağmalandığı, 50’ye yakın ölü, yarım milyar dolar hasar, yüzlerce tutuklu bırakarak sona eren olaylar…
1965’te yine aynı şehirde zencilerin başlattığı Watts ayaklanmasına benzemesine rağmen, ırk öfkesinden ziyade diğer deklase kesimlerin de katılımıyla “yağma partilerine” dönüşen bu seferki olaylar nitelik olarak farklı görünüyor. Olayların kökeninde, İngiltere’deki gibi, tüketim toplumunun ideolojisiyle yoğrulup, toplum dışına itilen ve tüketime katılamayan lümpen öfkesi yer almakta. Slogan ise sistemin nedenine değil sonucuna yönelik: “Adalet yoksa barış da yok!” Bu olaylar da geriye bölgedeki dükkanların sigorta primlerini arttırmak dışında bir şey bırakmayacağa benziyor. Ezilen kesimler, düşmanla değil de onun gölgesiyle savaştıkça başka bir şey beklemek pek mümkün değil.
Almanya – Mayıs 1992
Batı Almanya’nın Doğu’yu ilhakının sonrasında değişen ekonomik koşullar sonucu Alman işçileri geçen yıl enflasyonun altında ücret artışı almıştı. Bu yıl ise daha da kötü ücret koşullarında çalıştırılmak istendiler. Aslında işçiler yine fedakarlık yapmaya hazırdı, fakat hükümetin katı tutumu ve ülkenin altına girdiği ekonomik yükü sadece işçilere ödetmeye çalışması, işçilerin “eşitlik, adalet” diyerek greve gitmelerine yol açtı. Olayın ekonomik yönünün ikinci planda olduğunu, hem sendika hem de hükümet kabul ediyor. Olaylara yakından baktığımızda bu daha iyi görülecektir.
Normalin üstüne çıkan enflasyon rakamlan (yüzde 6’nın üstünde) ve yüzde 7,5’luk yeni vergi sonrasında işçilerin ücret artışı talebi gündeme geldi. Kamu hizmetleri sendikasının istemi olan yüzde 9,5’luk artışa karşılık İçişleri Bakanı’nın temsil ettiği işveren tarafı yüzde 4,8’lik bir artış önerdi. Uzlaşmayı sağlamakla görevli aracı bir komisyon tarafından önerilen yüzde 5,4’lük talebe işçi tarafı razı olmaya hazırken hükümetin bunu da reddetmesi aradaki ipleri kopardı. İşçiler bu kez yüzde 9,5’luk artışta ısrar ettiler ve greve başladılar.
Hükümetin taviz vermeye yanaşmayan ve grevi adeta provoke eden tutumunun arkasındaki gerekçenin bu kadar küçük bir artış olması pek mümkün görünmüyor. Hükümet de zaten bunu söylüyor: “Mesele yüzde 0,6’lık bir artış değil, bir prensip sorunu.”
Şimdi işin daha evveline bu ekonomik yükün nedenine bir göz atalım. Doğu Almanya’nın Batı’ya hediye edilmesinden sonra, “birleşmenin” faturasının kime çıkarılacağı sorusuna cevap aranıyordu. Kohl iktidarı bütçeye çok büyük bir yük bindiğini, Doğu Alman ekonomisinin kötü durumda olduğunu; Doğu’ya pek çok yatırımın gerektiğini belirtiyordu. Dünyanın sayılı büyük ekonomilerinden olan, işsizlik sorunu olmayan Doğu Almanya neden Batı’ya bir sürü masraf kapısı açacaktı?
Gerçekten de Batı Alman ekonomisine bir yük binmekteydi, fakat para, ağırlıklı olarak Doğu’daki ekonominin kapitalistleştirilmesi, yani kâr için üretim yapar hale getirilmesi için lazımdı. Ucuz ve dayanıklı mallar üreten bir sanayi Batı’ya sadece zarar getirirdi. Bunun dışında herkese iş bulmak kapitalist ekonominin işi değildi. Ayrıca Sovyetler Birliği’ne verilecek sus payı kredileri vardı sırada. Bunların halledilmesine başlandığında, ilk önce kârlılığı engelliyor diye, Doğu’da birçok insan işten atıldı. Doğu’nun kapitalist anlayışa göre üretim yapması için birçok özel şirkete teşvikler sağlanarak yatırımlar özendirildi. Batı Alman şirketleri birleşmenin maliyetlerini üstlenmek bir yana, sağlanan yeni teşvik olanakları ve ucuz işgücü sayesinde son 10 yılın en yüksek kâr oranlarına ulaşıyorlardı. Kohl bir yandan batılı sermayedarları palazlandırırken, bir yandan “herkesin” birleşmenin maliyetlerine katlanması gerektiğini belirtiyordu.
Kohl hükümeti gereken parayı sağlamak için seçimlerde verdiği sözün aksine işçilerin karşısına yeni bir vergi arttırımı paketiyle çıktı. Yanında çalıştığı işverenden daha çok vergi veren işçilerin varlığı, paranın hangi sınıftan alınacağını göstermekteydi. Ayrıca Doğu ile Batı arasındaki işçi ücretleri farkının yol açtığı göçü durdurmak için, belirli bir süre içinde ücretlerin eşitlenmesi hedefi konuldu. Bunun için Doğu’daki ücretleri arttırmakla beraber Batı’daki ücret artışlarını mümkün olduğunca sınırlamak gerekiyordu.
Bu politika sonucu işçileri yeni döneme alıştırmak “prensibiyle” grevi göze alan hükümetin kararlılığının ne kadar süreceğini kestirmek zor. İşçiler cephesinde ise, arkasında yüzde 95 işçi onayı olan grev, zenginlerin daha da zenginleştiği bir dönemde faturanın tamamen kendilerine ödetilmesi haksızlığına yönelmekle sınırlanmış durumda. İşçilerin yumruklarını gösterdiği bu yeni haksızlığın, sermayenin “namuslusunda” bile olan eskimeyen haksızlığa, kapitalist sömürüye yönelmesi, öyle bir anda gerçekleşeceğe benzemiyor.
Grev boyunca Kohl, greve giden sendika içinde yer almayan Doğu’daki işçiler ile Batı’da grevcilerin arasını açmaya çalışan beyanatlarda bulundu. Ancak, Doğu’daki işçiler destek grevleriyle buna güzel bir cevap verdiler. Sonuçta grev, başta hükümetin reddettiği yüzde 5,4’ün kabul edilmesiyle sona erdi. Sınıf dayanışmasının bir diğer örneği olarak da, işçiler daha alt gelir gruplanna yüzde 5,4’lük zam dışında 750 marklık bir ek zammın dört ay geçerli olmak üzere yapılmasını da hükümete kabul ettirdiler.
Elde kalan ne?
Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki ideolojik hegemonya, sömürülen, ezilen kesimleri gölge oyunlarıyla oyalamayı pekala becerebilmektedir. Tıpkı düşmanından kaçan kertenkelenin, onu oyalamak için kuyruğunu bırakması gibi. Gene de felç olup yatmaktansa, kapitalizmin kuyruğuna saldırmak, lümpen proletarya için olmasa bile işçiler için yararlı olacaktır. İlerde devrimci önderliklerin ihtiyacı olan militan işçiler, en azından bu dönemde hamlıklarından kurtulacaklar.