1993 yılı sonlarında bütün göstergeler, Türkiye kapitalizminin gerçekten bir duvara gelip dayandığına işaret ediyor.
Burjuvazi, geleneksel politikalarının bir bölümünü rafa kaldırarak bu duvarı zorlama niyetindedir. Rafa kaldırılmak istenen politikalar, onyıllar boyunca, düzenin sürdürülmesi adına kullanılan temel araçlar olmuşlardı. Bugün büyük bir kambur olarak görülüyorlar. Ekonomi-politika alanındaki yeni yönelimlerin, mevcut kimi dengeleri altüst etmemesi mümkün değildir. Kuşkusuz, kuramsal olarak böyledir bu. Yoksa, büyük burjuvazi öyle aşırı endişeli ve huzursuz görünmüyor. Düşünce ortamının genel kısırlığı, sol muhalefetin güçsüzlüğü ve nihayet sınıf hareketinin parçalanıp geriletilmeye açık bir yapıya ve önderliğe sahip olması, burjuvazinin şu andaki güvenceleridir.
Gelinen dönemeç noktası kısaca şöyle anlatılabilir: Burjuvazi, Türkiye kapitalizminin bunalımlarını belli ölçülerde yumuşatmaya yönelik önlemlerle karşıt sınıfın ve toplum kesimlerinin gücünü kırmayı amaçlayan girişimleri hep birlikte, aynı süreç içinde ve görelice kısa bir zaman diliminde gerçekleştirmek niyetindedir.
Bunu biraz daha açmak mümkün: Türkiye’de devlet, kapitalist birikimi güvenceye alan işlevleriyle, bu süreci meşrulaştırma adına bölüşüm alanına yapılacak müdahaleleri geleneksel oran ve dengelerde sürdürme gücünü artık yitirmiştir. Bu; daha az ücret, daha sınırlı sağlık ve eğitim hizmeti, daha düşük tarımsal ürün fiyatı, daha fazla işsizlik ve daha sınırlı sosyal güvenlik demektir. Amaçlanan, bir yanıyla devletin mali bunalımının çözümü öte yanda kurumsal kaynakların daha büyük bir bölümünün özel birikim süreçleri için kullanılabilmesidir.
Madalyonun bir yüzünde bu var. Öteki yüzde görülen de şu: Türkiye burjuvazisi, bu yeni girişiminde; sınıfsal, siyasal ve entellektüel alanlarda ciddi bir dirençle karşılaşmayacağını hesap etmektedir. Kimse darılmasın, gücenmesin; ama toplumun yoksul kesimlerine karşı böylesine kapsamlı bir saldırı kotarılırken, saldıran sınıfın üyelerinin, yedi gün yedi gece süren düğünlerde milyarlar harcamaktan çekinmemesinde bir gariplik vardır. Açıkçası, biraz fazla rahat ve huzurlu görünüyorlar.
Kısmen haklılar. Çünkü, son 13-15 yılda Türkiye toplumuna inanılmaz boyutlarda bir depolitizasyon yaşatılmıştır. Ama, ancak “kısmen” haklılar. Çünkü, ne denli yoğun yaşanmış olursa olsun, bu depolitizasyonun biriktirdiği küf, bir anda ve tümüyle olmasa bile parça parça kazınıp atılabilir.
Şimdi, iki noktada derinleşmek gerekiyor: Bunlardan ilki; burjuvazinin gelip dayandığı noktada ürettiği politikaların ayrıntılandırılmasıyla ilgili. İkinci olarak; depolitizasyon sürecinin daha yakından çözümlenmesinde yarar var.
YOLUN SONUNDAKİ DUVAR
Üretim süreçlerinde yaratılan değerin, mevcut üretim biçimine meşruiyet kazandırmak amacıyla yeniden bölüştürülmesi, kapitalizmin mantığına içsel bir uygulama değildir. Kapitalizmi buna mecbur eden, sınıf mücadeleleri ve bu mücadeleden çıkartılan dersler olmuştur. Hiç kuşkusuz, burjuvazinin bu yola zorlanması için karşıt sınıfın tehdidini çok yakıcı biçimde hissetmesi gerekmez. Sınıfın siyasal temsilcileri, özellikle belirli tarihsel kesitlerde, sermaye sınıfına ufuk kazandırma misyonu yüklenirler. Burjuvazinin siyasetçileri, başka yerelliklerde yaşanmış sınıf mücadelelerinin bilgi yükünü ve derslerini taşırlar. Böylece, sermaye sınıfı, kapitalizmin kendi doğal işleyişi içinden çıkaramayacağı tarihsel dersleri ve siyasal ufku kazanmış olur. Dolayısıyla, örneğin “sosyal devlet” uygulamaları, bunları sonuna dek zorlayacak bir sınıf direnci olmaksızın, siyasal süreçler aracılığıyla da gündeme getirilebilirler.
Türkiye’de büyük ölçüde böyle olmuştur. Ancak, tarihten çıkarılan dersler, burjuva siyasetinin tek veri kaynağı değildir. Türkiye, kesintili de olsa, 1946 yılından bu yana çok partili demokrasi oynamaktadır. Çok partili demokrasi, her yerde, halka diğerlerinden daha çok şey vadeden (ve sonuçta birşeyler vermek zorunda olan) partiler ve siyasal iktidarlar demektir. 1946’dan önce popülizm, sınıf çelişkilerinin perdelenmesinde korporatizme yardımcı olan bir ideolojik motifti. Çok partili dönemle birlikte, bu kez siyasal katılıma ve bölüşüme ilişkin bir ağırlık kazandı. Özetle, bir ideolojik motif olarak popülizmin içeriği belli bir değişime uğradı ve “maddiyat” bağı şekillendi. Boratav’ın da işaret ettiği gibi “Türkiye’de popülizm, siyasetin sınıf tabanına oturmasına yaramıştır. Kitlelerin siyasal iktidarı etkileme mekanizmaları, popülizmle olmuştur.”1
Bununla da kalmıyor. Bir başka önemli itici güç; Türkiye kapitalizminin iç talep dürtülü birikim süreçlerine dayanan gelişme dönemleri yaşamış olmasıdır. Türkiye kapitalizminin bu dönemleri, yüksek tarımsal fiyat, görelice yüksek ücret ve genel olarak sosyal devlet politikalarına ayrı bir gerekçe sağlamıştır.
İşte, bugün bir anlamda tükenmiş olan, bu tür bir zemine oturan ekonomik-toplumsal politikalardır. Bir dönemece gelinmiştir. Ancak, ortadaki çelişkinin ve zorlanmanın nesnel temellerini hiç görmeyip konuyu salt bir siyasal tercih sorununa indirgemek yanlış olacaktır. Başka deyişle, emperyalist-kapitalist sistemle eklemlenme sürecinin bugünkü düzeyi ve yerli/yabancı finansman kaynakları elverişli olsaydı, burjuvazi eski modelin sürmesini yeğleyebilirdi. Oysa, sözü edilen rahatlatıcı olanaklar bugün çok sınırlıdır. Bu da Türkiye kapitalizmini zorlamaktadır. Özetlenirse “çelişkilere karşı sübap ve düzenleyici olması gereken ulusal devletlerin sorumlulukları artarken, (bu devletlerin) iç sorunlara yönelik bağımsız politika uygulama güçleri azalmaktadır.”2
Evet, Türkiye kapitalizminin gelip dayandığı nokta burasıdır. Birikim süreçleri, bölüşüm süreçlerindeki geleneksel devlet politikalarının yeniden belirlenmesini ve/ya da daraltılmasını dayatmaktadır. Gelgelelim, böyle bir daralma “meşrulaştırma” alanındaki bazı sorunları daha da ağırlaştıracak yeni önlemleri zorunlu kılacaktır.
Şu anda huzurlu da görünse, burjuvazinin derdi budur.
TERSİNİ DÜŞÜN DOĞRUSUNU BUL
Bütün bunların ardından gündeme alınması gereken soru şu: Birikim ve bölüşüm süreçlerini kapsayan yeni yönelim, geleneksel ya da yerleşik siyasal yapılanma ve politikalarla uyumlulaştırılabilir mi?
Pek mümkün görünmüyor. Kökleri 12 Eylül’ün hemen öncesine dayanan, 1980-89 dönemlerinde iki farklı biçime bürünen, 1989’dan bu yana ise yer yer gedik vermeye başlayan kitlesel depolitizasyon, düzen açısından bulunmaz nimet olmuştur. Ne var ki, bu alanda da yolun sonuna gelinebileceğini gösteren işaretler birikmektedir. Bu durumda; siyasal iktidarlar, yaklaşık 15 yıllık depolitizasyonun artık kalıcı özellik kazanan kimi ögelerini koruyan, buna karşılık yeni yeni filizlenen siyasallaşma örneklerini boğuntuya getirip merkezden uzak alanlarda yerelleştirilmeye elverişli yeni bir siyasal yapılanma yaratmak zorundadırlar. Yeni yönelimlerin, bunların getirdikleri acı ilaçların fazla kavga gürültü çıkmadan yutturulması ancak böyle mümkün olabilecektir.
Peki nasıl yapacaklar? Bunu görmek için biraz gerilere gidelim:
1989-91 dönemeci, başta aydınlar, insanları yapışkan bir yanılsama ağına çekti aldı. Pek saf sayılmayacak insanlar bile bu ağa takıldılar. Örneğin eski akademisyenlerden Emre Kongar 1989-91 dönemecinin ardından, 2000’li yılların Türkiyesi’ne ilişkin beklentilerini bir bir sıralamıştı. Bu beklentilerden bazılarını aynen aktarıyorum:
“Yirmibirinci yüzyılda dünyaya egemen olacak ‘ana devrim’ katılım devrimidir. Bu devrimin oluşumu insanlığın karşılaştığı tüm sorunların, ancak bu sorunların etkilediği bireylerin ve toplumların üretilen çözümlere katıldığı oranda çözülebileceğine ilişkin bir inançtan kaynaklanmaktadır.
“Parlamenter demokrasi güçlenecek ve Meclis çözüm üreten bir merkez niteliği kazanacaktır. Türkiye Büyük Millet Meclisi çalışmaların merkezileştiği ve en etkin çözümlerin üretildiği bir siyasal kurum niteliğine kavuşacaktır.
“Yirmibirinci yüzyıla doğru işçi sendikaları toplumdaki siyasal ve ekonomik etkinliklerini daha da artıracaktır.” 3 .
Hemen belirteyim; niyetim Emre Kongar’la uğraşmak değil. Üstelik, Kongar’ın diğer beklentileri arasında gerçekçi olanlar da var. Ne var ki bir bilim adamının, 1991 yılında tutup yukarıda örneklenen türde beklentiler taşıyabilmesi gerçekten ilginçtir. Yanılsama ağının yapışkanlığını göstermesi açısından çarpıcıdır.
Uzatmayalım. Bugün, Türkiye’ye ne tür bir toplumsal-siyasal kaftan biçildiğini anlamak, yukarıdaki beklentiler sayesinde gerçekten kolaylaşıyor. Tabi, tek tek hepsinin tam tersini düşünerek. Ben de böyle yaparak özetliyorum:
-Türkiye; ilkokul, sağlık ocağı, dispanser, sulama kanalı, umumi hela vb. inşası; bataklık kurutma, ek gelir getirici projeler gibi daha çok kırsal ağırlıklı, hükümet dışı kuruluşlarca desteklenen ve yerel ölçekli girişimler dışında, insanların temel karar alma ve politika belirleme süreçlerinden daha çok hatta büsbütün dışlanacakları bir toplumsal-siyasal ortama sürüklenmektedir. Dışlanmanın ötesinde, “katılım” şöyle dursun, insanlar bu süreçlere daha da yabancılaşacaklardır.
-Genel olarak parlamenter demokrasi, özel olarak TBMM tam tersine giderek büsbütün etkisizleşecek, belirleyici karar süreçlerinde daha fazla devre dışı bırakılacaktır. Belirleyici ekonomik-siyasal kararlar; “uzman” oldukları söylenen (ve böyle oldukları kabul edilen), kozmopolit özellikler taşıyan “atanmış” birtakım kimselere bırakılacaktır. “Seçilmiş” olanlar ise, seçmen hemşerilerinin dertlerini dinlemenin ötesinde işlere karıştıklarında “Hayekçi Seçkinler” tarafından hakarete ve istiskale uğrayacaklardır.
– Türkiye burjuvazisinin temel hedeflerinden biri, bir miktar zorladığında uzlaşma çizgisine çekebileceği bir sendikal hareketle birarada yaşamanın ötesinde; maddi tabanı parçalanmış, işsizlik tehdidi altında sünepeleştirilmiş bir işçi sınıfı yaratmaktır. Bugünkü önderlik yapısıyla Türkiye’deki sendikal hareketin bu saldırıya gereğince direnebilmesi zor olacaktır. Kısacası, “güçlenmeleri” beklenen sendikaların daha da itibarsızlaştırılıp şamar oğlanına çevrilmeleri olasılığı büyüktür.
Şimdi bazı ayrıntılara geçebiliriz:
YENİ YAPILANMA ve SINIFA SALDIRI
Bir saptamayla başlayalım: Türkiye’de; siyasal kültürü ve ufku sermayedarın siyasal kültürünü ve ufkunu aşan siyasetçilerin dönemi şimdilik kapanmıştır.
Bu dönem yeniden geri gelebilir mi? Olanaksız değil. Ama pek muhtemel görünmüyor. Bu saptamanın, Türkiye’de artık nitelikli siyasetçi yetişmemesiyle de ilgisi yoktur. Türkiye kapitalizminin yaşadığı uluslararası bütünleşme ve eklemlenme süreci ile birlikte kapıya gelip dayanan çözümsüzlükler, ulusal ölçekte manevra yapılabilecek alanı iyiden iyiye daraltmıştır. Sonuçta, sermaye sınıfı “gibi” değil, tastamam bireysel sermayedar gibi düşünen siyasetçilerle “siyasetle ilgilenme”nin ötesinde bizzat siyasete atılan sermayedarlar burjuvazinin bugünkü siyasal kadrolarını oluşturmaktadırlar. “Devletin göreli bağımsızlığı”nın yapısal değil, konjonktürel bir olgu olduğu Türkiye örneğinde açık biçimde görülebilmektedir. Bugünkü konjonktürde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sermayeden göreli bağımsızlığı olduğunu söylemek mümkün değildir. Marx’ın bir kavramına rahatça başvurulabilir. Bugün siyasal iktidar, bir bütün olarak sermaye sınıfının icra organı (executive committee) konumundadır.
Bu durum, bugünkü koşullarda elbette burjuvazinin yararınadır. Ne var ki, yeri geldiğinde dananın kuyruğunun kopmasına yol açabilecek netametli(hata:netameli) bir üstünlüktür bu. Çünkü, ne denli güçlü olursa olsun egemen sınıf bu egemenliğin koşullarını genelleştirmek, haklı ve mantıklı göstermek zorundadır. Kısacası; sınıf egemenliğini mevcut yasaların çizdiği çerçevenin dışında ideolojik anlamda meşru kılmak, bu meşruiyeti sağlayabilecek güçleri siyasal alanda etkisiz kılmak, burjuvazinin kaçınamayacağı bir zorunluluktur.
Şu anda ciddi bir dirençle karşılaşmasa bile, burjuvazi; bu zorunluluğu geniş zaman dilimi içinde daha fazla duyacak ve açıklarını kapamaya çalışacaktır. Elindeki araçlar ve kullanacağı yöntemler aşağı yukarı bellidir.
Türkiye’de geniş emekçi kesimlerin işiyle, aşıyla, sağlığıyla, eğitimiyle doğrudan doğruya ilgili konuların ve girişimlerin önüne kalın bir teknik mistifikasyon perdesi çekilecektir. İnsanların bu konularda alınacak kararlara katılımcı olmaları bir yana, kullanılan kavramların ve sahiplenilen mantığın anlaşılması bile onlar için olanaksız hale gelecektir. Eski MHP’li, sermayenin yeni “kültürlü” sözcüsü Taha Akyol’un ağzıyla söylersek “ekonomiyi, politik bir olay olmaktan daha ağırlıklı olarak, teknik bir olay olarak gören ve uzmanlaşan bir toplum” arzu edilmektedir4 . Buna karşın, Akyol’un adaşı, ancak namuslu ve demokrat bir siyaset bilimcisinin aynı konuya yaklaşımı çok sağlıklıdır: “Son derece önemli politik ve ekonomik-politik bir çok konuyu sistemli olarak ekonomik-teknik sorunlara indirgemeye çalışan sözde akılcı ve tarafsız bir teknokrat ekibi, bir yeni ‘profesyonel politikacı tipi’, ‘temiz’ politika yapan teknokrat ekip, depolitizasyon sürecinin tamamlayıcı parçalarından biridir.” 5 .
Sermayenin daraltılmış icra organı Bakanlar Kurulu, yasal yetkisini aldığı Meclis’ten daha çok bağımsızlaşacak, güvenlikle ilgili sorunları büyük ölçüde Cumhurbaşkanı-Başbakan-Genel Kurmay üçlüsüne devrettikten sonra asli görevine, yani sermaye çevrelerinin kısa ve orta vadeli işlerinin düzenlenmesi işine gömülecektir. Güvenlikle ilgili işlerde, Kozakçıoğlu-Ünal, Erkan-Mehmet Ağar gibi “uzman” kişilerden oluşan çok dar bir ekip Meclis’in üzerinde bir yetki sahibi olacaktır. Tabi, kimi yazarlar da bunu “sivilleşme” sayıp alkışlayacaklardır.
TBMM’nin asli işlevleri açısından bakıldığında, bu kurumun kıymeti harbiyesi daha da azalacaktır. Daha bugünden bile, TBMM’den bu ülkedeki yasama organı olarak söz etmek imkansızlaşmıştır. “İçeriden” bir gözle anlatacak olursak, TBMM’de bulunanlar “aşağı yukarı aynı kafadan insanlar” ve bu insanlar “tesadüfen bulundukları partiler aracılığıyla kamplara ayrılmış bulunuyorlar.” Peki, bu koca binada ne yapar bu kadar adam? Onun yanıtı da şöyle: “TBMM, özde bir büyük iş ve işçi bulma kurumu halinde çalışıyor (…) Meclis’e yansıyan dertlerin yüzde 95’i iş bulma derdidir. Milletvekilleri iş bulma ajanları olarak çalışmaktadırlar.” 6
Giderek genişleyen hizmet sektörünün TBMM’yi de içine aldığı anlaşılıyor. Gelgelelim, halen şekillendirilmekte olan politikaların özü TBMM’nin bugünkü işlevini bile sınırlayıcı niteliktedir. Türkiye’de “Meclis’ten ya da Bakanlık’tan kovulan vatandaş” teması alışılmıştı. Şimdi deha sayılan uzmanların kapısından kovulan Meclis üyelerine, hatta bakanlara alışmak gerekiyor.
– Burjuvazi, önemli bir alanda sonuç alıcı saldırı anının gelip çattığını düşünmektedir. Saldırı, sendikal önderlikleri aşıp doğrudan sınıfın kendisini hedef almaktadır. Çok yönlüdür. Tasarlananlara göre, işsizlik; Demokles Kılıcı gibi sınıfın tepesinde sallanacak, böylece sınıf iyiden iyiye ehlileştirilecektir. İşçilerin toplu ve yoğun olarak bulundukları üretim merkezlerini kapatmak, toplulukları parçalamak ve daha küçük üretim birimlerinde dağınık bir sınıf yapısı yaratmak, bu hedefin başlıca aracıdır.
Kuşkusuz başka hedeflerden de söz edilebilir. Ancak, ulaşılmak istenen sonuç aşağı yukarı bellidir. Daha önemlisi, burjuvazi; hiç olmazsa bu saldırıdan sonuç almasına yarayacak kimi ulusal ve uluslararası koşullar yakaladığının farkındadır. Uluslararası kapitalizmin, sınıfa cepheden saldırı için elverişli zemin yaratan koşullarını bir marksist iktisatçı şöyle anlatıyor:”Sermaye uluslararasılaştıkça, ulusal temelde ücretliler karşısında sermayeyi güçlendirmekte ve sermayenin iç talebin canlı tutulmasına ilgisini azaltmaktadır. Buna karşılık çalışan sınıfların gücü azalmaktadır. Yeni üretim teknolojileri ve mal piyasasında artan rekabet, ürün kalitesinin iyileştirilmesini, maliyetlerin düşürülmesini ve üretimin esnekliğinin artmasını gerektirmektedir. Bu ise ‘toplumsal uzlaşma’ olarak anılan; ama asıl olarak ücret artışlarının sınırlandırılması biçimini almış gelir politikalarının yetmemesine yol açmaktadır. Ücret esnekliğinin ve ücret(hata:ücretin) belirlenmesinde daha ademi merkeziyetçi biçimlerin sermaye bakımından öncelik kazanmasına yol açmaktadır. Böyle bir durum, çalışanların dayanışmasını ortak ücret belirlemesini sağlayan sınıf sendikacılığının gücünü azaltmaktadır. Zaten ücret sınırlamasına rağmen yeterli yatırım ve istihdam yaratılamadığına göre, aynı anda hem ücret dayanışması sağlamak hem de ücret taleplerini sağlamak giderek güçleşiyor.”7
Evet, burjuvazi kimi açılardan oldukça avantajlı sayılabilir. Gene de, ne olursa olsun bütün bunlar tepkisiz ve sorunsuz gerçekleştirilecek işler değildir. Başka deyişle, bu girişimlerin, mutlaka daha uygun bir toplumsal-siyasal yapılanma içinde “eritilerek” gerçekleştirilmeleri gerekir. Şimdi bunu görmeye çalışalım:
YÖNETİMDE DEVRİM
Düşünün… Bu ülkede yıllar yılı görelice kitlesel politika yapıldı. İnsanlar, özdeki yabancılaşmaya karşın siyasete daha çok benzeyen şeyler üzerinde konuştular, tartıştılar. Şu ya da bu partinin ana doğrultusuna, doğru yanlış; ama kendi mantıkları açısından tutarlı ve bütüncü bir değer biçtiler. Aralarında siyaset konuşurlarken, kişileri ve önderleri değil, bu bütüncü sistemleri birbirleriyle tokuşturdukları çok görüldü.
Bu insanlar şimdi ne yapacaklar? Siyaset diye ne konuşacaklar? Siyaset bağlantılı düşünceleri hep şekilsiz, sistemsiz ve birbirinden kopuk mu kalacak? Tansu hanımın hem güzel olup hem de ezan sesi sevmesi; Deniz Baykal’ın gerektiğinde blucin çekip Mesut Yılmaz’la pikniğe gitme taahhüdü; Erdal İnönü’de, ne olursa olsun bir keramet bulma çabaları; hakkı yenen karagün dostu Cavit’in isyanı gibi şeyler mi siyasetin ana malzemeleri olacak?
Ya da, medya soytarılarının ikide bir patlattıkları “Çiller gümbür gümbür”, “Baba sert çıktı”, “Erdal bey gürledi” türü manşet bombaları insanları bundan sonra da etkileyecek mi? Türkiye halkı gerçekten bu kadar aptal mı ve bütün bunlar olup biterken insanların yaşamalarını ve geleceklerini doğrudan ilgilendiren kararlar, Türkiye’den çok yabancı ülkelerde yaşamış üçbeş züppenin “teknik” bilgilerine dayanarak mı alınacak?
Hep böyle mi gidecek?
Gitmez, gidemez. Bugün Türkiye’nin gündeminde eli sopalı bir askeri rejim yoktur. Gerçekte, böyle bir rejimin, burjuvazinin birçok sorununu halletmesi mümkündür. Gelgelelim asker kaputu bugünkü düzen için astarı yüzünden pahalıya gelebilecek bir giysidir.
“Uluslararası keynesciliğin zayıflamasıyla, yeniden dağıtımcı paylaşımcı, bölüşümcü, popülist devlet politikaları itibarını yitirir. Bu politikalarla, burjuvazinin zayıf olduğu ülkelerde devlet eliyle burjuvaziler de yaratılmıştı. Ulusal inşa projelerinin emperyalizmle çelişmediği dönemler, kendi meşruiyetini ve aydınlarını da yaratmıştı. Fakat yeni dönemde burjuvazi ideolojik meşruiyet krizi ile karşı karşıya kaldığında -çünkü artık fonları iç piyasaya ve sosyal faydaya yönelik kullanamıyordu-önünde iki yol bulunuyordu: Ya otoriteryen yönelimler ya da sivil kurumlar aracılığıyla siyasal demokrasi.” 8
Buradan başlanabilir.
Önce, bir konuda açıklık gerekiyor: “Paylaşımcı, yeniden dağıtımcı, bölüşümcü popülist devlet politikalarının terki” dendiğinde, durup iki kere düşünmek gerekir. Çünkü, doğru kimi saptamalardan kalkarak aşırı genellemelere gitme tehlikesi vardır. Bugün Türkiye’nin gündeminde olan, “sosyal devlet” kavramının ve popülist politikaların en radikal biçimde ve tümüyle terki değil, bugüne dek sahiplenilen belli bir modelin terkidir. Daha doğrusu; gündemde olan, sözü edilen geleneksel politikalarda sarsıcı denge kaydırmalarına gidilmesidir. Yoksa, devletin her yerden, her alandan elini ayağını çektiği, meşrulaştırıcı girişimlerden büsbütün vazgeçtiği bir model, ancak kuramsal bir model olabilir. Gerçekleşme, bu kuramsal saflığı hiçbir zaman taşımayacaktır. Türkiye’de ise kuramsal modelden daha fazla uzaklaşılacaktır. Türkiye gibi çelişki yoğunluğu yaşanan toplumsal patlamaların en azından potansiyel bir tehlike oluşturduğu ülkelerde soyut ekonomik modellerin aynen uygulanabileceğini sanmak fazla safdillik olacaktır. İktisat bilgileri ve siyasal kültürleri çok sınırlı birkaç köşe yazarının, özetle tuzu kuru olanların, savunduklarını burjuvazinin ve onun siyasetçilerinin gerçek perspektifleriyle özdeşleştirmemek gerekir.
Sonra, “otoriteryen yönetim” ile “siyasal demokrasi”nin karşılıklı olarak dışlayıcı iki almaşık sanılması büyük yanılgı olacaktır. Yaşanan deneyler ve güncel veriler, en azından bir konuda açıklık getirmiş olmalıdır: Türkiye’de “siyasal demokrasinin” mutlak anlamda dışlanacağı askeri dikta dönemleri hariç, bütün siyasal konjonktürler “otoriteryen yönetim” ile “siyasal demokrasi”nin belli bir bileşimini içerecektir. “Siyasal demokrasi”nin görelice genişlediği her alana ya da duruma, bir başka yerdeki otoriterleşme eşlik edecektir. Tersi de söylenebilir: Otorilerleşme ve merkezileşmenin arttığı alanlara ve durumlara, bu kez “siyasal demokrasi”nin görelice genişletildiği başka birtakım alanlar eklemlenecektir.
Yukarıdaki soyut yaklaşımın somuta tercüme edilmesi, şu an için bir tek sonuca işaret edecektir: Başkanlık sistemi artı “siyasal demokrasi”nin yerelIiklere kaydırıldığı, sonunda eyalet sistemine de varabilecek bir siyasal yapılanma…
1989-91 dönemecinde birçok insan Türkiye’nin güle oynaya “çağdaş demokrasi”ye gittiğine inanıyordu. Ancak, bu dönemde bile, Türkiye’nin önünde “çağdaş demokrasi”nin değil, bir siyasal yönetim bunalımının durduğunu görenler vardı. Marksistlerden söz etmiyorum. Sermaye çevrelerine çok yakın kimi akademisyenler, başta nüfus fazlalığı ve düzensiz kitlesel yığılma gibi gerçeklerden hareketle Türkiye’de “parlamenter sistemin son demlerini yaşadığını” söyleyebiliyorlardı. Önerilen, “başkanlık sistemine dayalı çerçevelenmiş rejim” idi 9 .
Ardından, yönetim bunalımı derinleştikçe şu tür formüllerden daha sık söz edilir oldu: Başkanlık sisteminin, yalnızca Özal’ın değil, Demirel’in de gönlünde yatan aslan olduğunu herkes biliyor. Siyasal süreçlerin yerelliklere kaydırılarak merkez üzerindeki yoğunluğun hafifletilmesi, sık sık gündeme getirilen bir konudur. Hürriyet’in 3 Ağustos 1993 tarihli manşeti “Yerel Yönetimde Devrim Geliyor” idi. Tansu Çiller, Hürriyet’ten Sedat Ergin’e şu görüşleri açıklıyordu: “Herşeyin Ankara’dan yapılması mümkün değil. Gerçekten farklı bir idare, yani mahalli idarelere daha fazla yetki veren, daha fazla imkan tanıyan işleri Ankara’ya getirmeden oralarda çözebilecek bir düzen lazım. Bunlarda hemfikiriz tahmin ediyoruz. Ama bunu yapmak için yola çıktığımız zaman bugünden yarına da olmuyor. 1996’ya kadar bu konularda çok yol alınır.” 10
Yinelersek; siyasal iktidar, birikip duran hoşnutsuzlukları ve ardından devreye girebilecek yeni siyasallaşma süreçlerini yerelleştirerek seyreltmeyi düşünmektedir. Sermayenin icra organı, iç/dış güvenlik sorunları ve sermaye çevrelerinin işleriyle uğraşırken elinin kolunun daha serbest kalmasını istemektedir. Birikim süreci ve güvenlikle ilgili meşguliyetlerin üzerine bir de hoşnutsuz kitlelerin taleplerinin binmesi, merkez üzerindeki baskıyı artıracak, yönetim bunalımını daha da ağırlaştıracaktır.
Bu baskının belli bir bölümü çevre’ye kaydırılmak istenmektedir. Görüldüğü kadarıyla, burjuvazinin yeni dönemde zorlayacağı tarz-ı siyaset bu olacaktır.
İDEOLOJİ ve POLİTİKADA YUMUŞAK GEÇİŞ
Siyaset “belli bir üretim biçiminin varlığı ve gelişimi için gerekli olan koşulları toplumsal çapta sağlama uğraşıdır.” 11
Bu tanımın hemen ardından yapılması gereken kimi saptamalar var. Birincisi: Baştan bu yana söylendiği gibi burjuvazi, “gerekli koşullar”ı sağlama uğraşında bir dönemeç noktasına gelmiştir ve bu dönemeci geleneksel siyasal yapılanmada değişikliğe giderek almak istemektedir. İkincisi: Nihai olarak hangi model benimsenirse benimsensin, uzunca bir süredir yaşanan depolitizasyon, düzen açısından gelecekte de yararlanılabilecek ve sürdürülebilecek kimi oluşumlar yaratmıştır.
Mesele, bu oluşumlardan sonuna kadar yararlanmaktadır.
Türkiye’de monetarizm, Friedmancılık, Hayekçilik vb. kavramlar sıkça kullanılıyor. Ancak, eleştiriler ya da savunular genellikle iktisat ve para politikaları üzerinde yoğunlaşıyor. Oysa, Friedmancılıktan Hayekçiliğe değişik ekolleri kapsayan yeni sağ akımın oldukça önemli siyasal uzantıları da var. Geri kalmış kapitalist ülkeler söz konusu olduğunda, yeni sağın siyasal plandaki izdüşümünün, salt askeri diktalardan ibaret sayılması çok kısır bir yaklaşım olacaktır.
Özetleyecek olursak, yeni sağın siyasal boyutunda atomize olmuş bir toplum; ara örgütlerin ve kuruluşların sistemleştirici ve işlevinden yoksun durumda siyasal iktidarla başbaşa kalmış bireyler 12 ve aralarındaki ayrım çizgileri iyiden iyiye silikleşmiş siyasal partiler öngörülür.
Türkiye’de 1980 yılından bu yana böyle bir toplum modeli zorlanmaktadır ve bunda belli ölçülerde başarı sağlanmıştır. Gerçekte, 1980-83 dönemindeki askeri diktanın sarıldığı eski dost korporatizm ile, ardından gelen sivil iktidarların bu kez medya ve kültür boyutlarıyla geliştirmeye çalıştıkları ideolojik-siyasal ve kültürel ortam arasında önemli koşutluklar, benzerlikler ve geçişmeler vardır. Derindeki benzerlik ve geçişmeler değil de yüzeydeki sözde “karşıtlıklar” ön plana çıkarıldığı için, birçok kişi, bu ülkede katıksız askeri diktatörlükten sivil toplum modeline geçildiği gibi inanılmaz ölçüde aptalca düşüncelere kapılabilmiştir.
“Politika çirkeftir, politikacılar da kötü insanlardır” söylemi (12 Eylül) ile “ortalıkta politikacılar olsun; ama asıl politikayı politikacılar değil seçkin uzmanlar belirlesin” söylemi (1983’ten bugüne) arasında özde hiç bir fark yoktur. “Yurtdışındaki nimetleri tepip ülkesine hizmete gelen temiz teknokrat” söylemi (12 Mart 12 Eylül) ile 12 yıllık devlet hizmeti yok diye az kalsın elden kaçıracağımız ekonomi prenslerine ilişkin söylem arasında olsa olsa tarihsel dönem ve bir miktar insani kalite farkı olabilir (örneğin Atilla Karaosmanoğlu ile Osman Ünsal arasındaki fark gibi). “Millet birliği gibi büyük ve mukaddes davanın yanında hiçbir kıymeti olmayan ve millet varlığını tahrip eden zehirli telkinler”13 türü eski ağızlarla “özelleştirmelere karşı durmak dar çıkarlar adına toplumun tümüne karşı çıkmaktır” şeklindeki yeni ağızlar arasında olsa olsa ağız estetiği farkı olabilir. Kemalist-korporatist dönemin “müsbet bilimciliği” ise, aydınlanmacı yanından da soyundurulduktan sonra, şimdi varlığını teknik rasyonalite fetişizmi biçiminde sürdürmektedir.
Bütün bunlarla anlatmak istediğim, elbette Türkiye’nin 1930’ların ideoloji ve siyaset anlayışına geri dönüş yapması değil. Böyle bir şey yok. Ama şu var: Bu ülkede düzenin geleneksel ideolojik-siyasal dayanakları, bir tür yumuşak geçişle yeni sağ ideoloji-politika anlayışına içselleştirilmektedir. Hepsi olmasa bile, kimi kavramlar ve söylemler ancak en üst soyutlama düzeyinde birbirlerine mutlak karşıtlık içinde olabilirler. Belirli bir tarihsellikte, özgül bir formasyonun bu kavramları ve söylemleri gerekli rötuşlarla birlikte uzlaştırması ve böylece “sürdürülebilir” bir ideolojik-siyasal yapılanma oluşturması pekala mümkündür.
Bugün denenen de budur.
DEPOLİTİZASYONUN DAYANAĞI: ÖRGÜTSÜZLÜK
Herhangi bir örgütlülük dolayımı olmaksızın siyasal iktidarla kendi başına kalan bireyin düşünceleri şekilsiz, dağınık ve işlevsiz kalacaktır. Gerçekte depolitizasyon dediğimiz olgunun temeli de budur.
Depolitizasyon, kimilerinin sandığı gibi siyasetten büsbütün uzak kalmaktan ibaret bir olgu değildir. Öyle ki, insanların en fazla siyaset konuştukları dönemlerin en yoğun depolitizasyon dönemleri olması bile mümkündür.
Politizasyon, bireylerde oluşan şekilsiz ve dağınık düşüncelerin, örgütlülük ya da kolektivite ortamında belli bir yalınlaşma ve tutarlılaşma süreci geçirdikten sonra mevcut siyasal düzene ve iktidara ilişkin az çok net bir tavra dönüşmesi demektir. İster yandaş, ister karşıt olarak.
Değindiğim gibi bu süreç, bireysel değil örgütlü, atomize değil, kollektif ortamlarda gerçekleşir. Dolayısıyla, siyasal partilerden derneklere, sendikalara ve çeşitli meslek kuruluşlarına kadar her örgütlülük, politizasyonun üretici zeminidir. Anarşizmin hem siyasete hem de örgütlülüğe karşı çıkması bu nedenle tutarlıdır. Çünkü siyaset her koşulda örgütlülüğü gerekli kılacak, örgütlülük ise er ya da geç siyaseti getirecektir.
Bugün Türkiye’de siyasal partiler, sendikalar, dernekler ve meslek kuruluşları var. Düzen’in bu örgütleri toplum yaşamından kazıyıp atması mümkün değildir. Gerekli de değildir. Ancak, eğer arzu edilen şey merkezi (ya da yerel) siyasal iktidarla başbaşa kalmış birey ise, söz konusu örgütlerin işlevsizleştirilmeleri için her yolun denenmesi gerekir.
Nitekim her yol denenmektedir ve bazı başarılar kazanılmıştır. Basit örneklerle sürdüreceğim: 60’lı yıllarda, Demirel’i takdir eden, İsmet İnönü’ye saygı duyan, bu arada Aybar’ın da hakkını veren hiç kimseye rastlamadım. 70’li yıllarda aslında Demirel’i tutan ama Ecevit’i de beğenen hiç kimse görmedim. Ama bugün merhum Özal’ı çok takdir eden, Çiller’in çok büyük işler yapacağına inanan Erdal İnönü gibi politikacıların bu memlekete mutlaka lazım olduğunu düşünen Mesut Yılmaz’ın ağırbaşlılığına hayran olan ve bütün bunların ardından “Ecevit’in benim için ayrı bir yeri var” diyebilen sayısız insan bulursunuz.
Bunun genetik anlamda aptallıkla ilgisi yoktur. Nedeni, doğrudan doğruya depolitizasyondur ve nesnel temelleri vardır. Nesnel temelleri vardır; çünkü insanlar, öyle ya da böyle bu adamların beş aşağı beş yukarı aynı şeyleri söylediklerini sezebilmektedirler. İşte bu, depolitizasyon açısından mutlaka gerekli; ama kendi başına bırakılmaması gereken bir ara evredir. Çünkü “bunların aslında birbirinden farkı yok” sezgisi, zamanla gerçekten farklı olana ilgiyi körükleyebilir. Bu, düzen için tehlikeli bir aranıştır.
O halde, Özal’ı Tansu’dan Erdal’ı Mesut’tan ayırmayan insanlara farklılık imajı şırınga edilmesi gerekir. Artık görev medyanındır. Öyle ki “seçim kampanyalarında artık bir partinin hangi programı savunduğundan çok hangi kimliği hangi imgeyi ya da üslubu seyre sunduğu” önemli hale gelir sonunda14 . Gürbilek’in bu saptamada kullandığı “seyre sunma” sözü güme gitmemelidir. Çünkü gerçekten de siyaset katılma, bağlanma şöyle dursun giderek “seyirlik olay” haline getirilmektedir. “Girme, katılma, uğraşma ama zevkle seyret” sloganı kitleler bir yana giderek sosyalist solu da etkileyen bir yaygınlık kazanmıştır.
Depolitizasyonun nesnel temelleriyle devam ediyorum: Burjuva partilerin varlığı ile birlikte giden depolitizasyonun bir başka nesnel temeli, rant paylaşımının artık başlıbaşına bir meşgale olup çıkmasıdır. Başta büyük metropoller olmak üzere kentsel ve diğer rantların, paylaşım ve yeniden paylaşım süreçleri, siyasal parti etkinlikleri arasında önemli bir yer tutmaktadır. Kentsel rant paylaşımının, başlıbaşına bir mücadele alanı haline gelmesi ikili işleve sahiptir. Bir kere, doğrudan doğruya siyasetin içinde yeralan insanların ideoloji ve politika üretebilmeleri bu yüzden güçleşmektedir. Soysal’ın deyişiyle TBMM nasıl “iş ve işçi bulma kurumu” olup çıktıysa siyasal partiler de “iş bulma ve çöplenme” kurumları haline gelmişlerdir.
Paradoks gibi görünse de doğrudur: Kitlesel depolitizasyon sınırlı bir çevrenin rant ve artık paylaşımı çerçevesindeki aşırı “politizasyon” ile at başı gider. Örneğin bugün Koç, Sabancı grupları ve diğer sermaye kesimleri, bu anlamda bir hiperpolitizasyon içindedirler. Daha başka bir ölçekte ise, SHP’nin en son İstanbul İl Kongresi, rantiye kesimlerin gerçekte politik olmayan bir alana yönelik aşırı politizasyonuna sahne olmuştur.
Rant paylaşım savaşlarının ikinci işlevi ise, “politikanın gerçekten kirli iş olduğu” konusundaki kitlesel imajın daha da yaygınlaşmasıdır. Şimdi yeniden düşünelim: Yaşamın bu kanallardaki akışından çaresizliğe, umutsuzluğa ve bezginliğe kapılan “bir türlü yolumuzu bulamadık” diyen insanların halen “temiz” kalmış ve üstelik kendilerine ait evlerinde TV’nin başına geçip aşağıdaki dört mesajla rahatlamaya çalışmaları doğal değil mi?
“1- Bildiğin dünyadasın; değişen pek bir şey yok; rahat ol; yerinden kıpırdama.”
“2- Dünya işleri son derece karmaşık; bu karmaşıklığa senin aklın ermez; bırak erbabı halletsin.”
“3- Gerçeklik yapıntıdır; yapıntı ise gerçeklik.”
“4- Ne senin, ne de günümüz dünyasının sorular üzerinde uzun uzadıya duracak vakti var, saniyeler geçiyor, çabuk…” 15 .
ÇERÇEVELENMİŞ BİREY
Bitirirken kısa bir özet ve birkaç ek söz gerekiyor.
Türkiye’de, sosyalizmin sınırlı kalan etkisi dışında, toplumun politikleşmesi ağırlıklı olarak popülist politikalar ile gerçekten “siyasal” oldukları söylenebilecek örgütlere dayanmıştır.
Türkiye’de popülist politikaların eski modelinden vazgeçilecektir. Burjuva partilerin bugünkü konumlarıyla varlıklarını sürdürmelerinde düzen açısından sakınca yoktur. Bunlar tamam. Geriye sendikalar ve diğer örgütler kalıyor (sosyalist örgütlenme ve sosyalist almaşık bir sonraki yazının konusu oluyor).
“Sınıfa saldırı”nın sendikalara ilişkin uzantıları tahmin edilebilir. Gerçekten de özelleştirme operasyonu “sınıfa saldırı” boyutuyla sendikaları pratik anlamda etkisizleştirip göstermelik kuruluşlar haline getirme amacını taşımaktadır. Bu saldırının hedefine tam anlamda ulaşıp ulaşamayacağını önümüzdeki günler ve aylarda gösterilecek direncin içeriği ve biçimi belirleyecektir.
Günümüz insanı, çok daha kuralcı ve çerçeveli bir gündelik yaşama uyum sağlamak zorunda. Bu olgu Batılı toplumlarda daha önce gündeme geldi. Adorno, gündelik yaşamın kural, çerçeve ve zorunluluk anlamında aşırı “örgütlü” oluşuna daha 50’li yıllarda dikkat çekmişti 16 .
Günümüz Türkiyesi’nde; insanlar evlerine ve işlerine gitmek için mutlaka belli bir saatte belli bir yerde olmak zorundalar. İlkokul ve ortaokul çocukları servislerini kaçırmamalılar. Araba kullanmak isteyen kursa gidecek ve kimi kurallara uyacak. Apartman sakinleri, sıkıyönetim bildirilerini andıran apartman yönetimi talimatnamelerini okuyup gerekeni yapacaklar. Ana-babalar kreş ya da dersane saatlerini kollayıp duracaklar. Taksit ödeme ve kupon kesip biriktirme vecibelerini aksatmadan yerine getirecekler. İşyerlerine giriş çıkışları daha titiz biçimde denetime tabi olacak vb.vb.
Bu boğuntu ve baskıyı yaşayan insanlar, gündelik yaşamın akışıyla doğrudan doğruya ilgili bulmadıkları siyasal ya da mesleki örgütlenmeleri “fazla” bulacak, bunlara zaman ve güç ayırmakta zorlanacaklardır. Atomize edilmiş toplumda, insan yaşamının böylesine çerçevelendirilip kurallara bağlanması depolitizasyonun ilk bakışta farkedilmeyen, örtülü nesnel temellerinden biridir.
İşin daha ilginç yanı şu: Son söylenen dahil, yaşanan bütün bu süreçlerin, başta gençler olmak üzere sosyalizmin yeni insanlarını hiç etkilememesi mümkün değildir. Baştan bu yana anlatılan tuzakların ve açmazların tek almaşığı sosyalizm ve sosyalist muhalefettir. Başka deyişle, depolitizasyonu kıracak düzen içi bir almaşık yoktur ortada. Gelgelelim, sosyalist almaşık da gökte değil, bugünkü yaşamın içindedir; etkilenmelere açıktır.
Bu da, bizi Türkiye solunun bugünkü konumlanışına, solda yaşanan kendine özgü bir apolitizmin irdelenmesine götürüyor. Yazının II. Bölümü bunu konu alacak.
Dipnotlar ve Kaynak
- Boratav, Korkut; “İkinci Cumhuriyet ve Ötesi”,Tartısma, Marksizm ve Gelecek, sayı:6, s.76.
- Arın, Tülay; İktisat Dergisi, Temmuz-Ağustos1993, sayı:340, s.68.
- Kongar, Emre; “21. Yüzyılda Dünya, Kamuoyuve Türkiye”, Simavi İnceleme, İst. 1992, s. 13 ve 225
- Göktas, Hıdır – Çakır, Rusen; “Vatan, Millet,Pragmatizm İçinde”, Metis Yay. İst. 1991, s.218.
- Parla, Taha; “Türkiye’nin Siyasal Rejimi”, İletisimYay. (2. Baskı) Đst. 1993, s. 153.
- Soysal, Mümtaz; İktisat Dergisi, s.28-29.
- Arın, Tülay; a.g.d., s.70.
- Uras, Ufuk; “İdeolojilerin Sonu mu?”, SarmalYay. İst. 1993, s.87.
- Nur Vergin’in görüsleri için bk. Alpay, Sahin;”2000 Yılında Türkiye”, AFA Yay. Đst. 1991, s.62.
- Hürriyet, 3 Ağustos 1993, s.28.
- Eroğul, Cem; “Devlet Nedir?”, İmge Yay. Ankara1989, s. 25.
- Saybasılı, Kemali; “İktisat, Siyaset, Devlet veTürkiye”, Bağlam Yay. İst. 1992, s.82.
- Recep Peker’in sözleri için bk. Timur, Taner;“Türk Devrimi ve Sonrası”, İmge Yay. 1993, s. 153
- Gürbilek, Nurdan; “Vitrinde Yasamak”, MetisYay. İst.1992, s.32.
- Uğur, Aydın; “Kesfedilmemis Kıta”, İletisimYay. Đst.1991, s.156.
- Adorno, Theodor; “Toplum Üstüne Yazılar”,çev: Yılmaz Öner, Belge Yay. Đst. 1990, s.93-95 ve114.