Ocak ayında Türkiye’de halk şaşkın bir pazar yaşadı. “Faili meçhul” kurşunlar Turan Dursun, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy’dan sonra bu kez de Uğur Mumcu’yu seçmişti. Hedefin, pek çok kişi tarafından tanınan bir isim olması, doğal olarak etkisini arttırıyordu. Yıllardır pek çok şeye alışkın insanlar, bu eksikliğe de pekala alışabilirdi. Ama cinayeti izleyen günlerde gelişmeler farklı seyretti.
Basın ve TV’de olay şimdiye kadar pek az rastlanan bir yoğunlukta gündeme getirildi. Sadece haber olarak üzerinde durmanın ötesinde kitleler bu olaya sahip çıkmaya çağırıldı. Kamuoyu yaratmak için devlet tüm araçlarını seferber etmeye karar vermişti. İlk günden itibaren düzenlenen gösterilere çağrı TV, radyo basın aracılığı ile duyuruluyordu. Her kademedeki devlet yöneticileri hatta Mumcu’nun yazılarında hedef aldığı kesimler bile cinayeti kınama ve ilan verme yarışına girmişti. Birçok devlet dairesinde gösterilere katılması için memurlara izin veriliyordu. Böylece yarı şaşkın halk, kararlı bir kamuoyu haline getirilmiş oldu. 13 yıldır, gelişmelere sınırlı tepkiler veren toplum görünüşte çok büyük bir hareketlilik yaşıyordu.
Cinayeti üstlenenler arasında kitlelere inandırıcı gelen, islamcı örgütlerdi. Hükümet de tüm tepkiyi islamcı hareketlere yöneltmeyi tercih etti. Cinayetin sebebi; laik, Atatürkçü, demokrasi savunucusu Mumcu’nun islami kesimlerin tepkisini toplaması olarak “tespit” edildi.
Bu ülkede ne zaman medya ve devlet tek vücud olursa arkasından burjuvazinin çirkin planları dökülüyor. Devlet ve medya kendi sınıfsal tavrını saklayamıyor. Devlet ait olduğu sınıfın çıkarları doğrultusunda politika yaparken, basın da devletin politikasına uygun gündem belirliyor, ve bu gündem çerçevesinde kitlelerin nabzıyla adeta oyun oynuyor.
Peki neydi demokrasi ve “Atatürkçülüğün” arkasına saklanan hesaplar
Türkiye gibi toplumsal çelişkilerin keskin, baskının yaygın olduğu ülkelerde, kapitalizm çarkını çevirmek için, toplumun tepkilerini, kendi yarattığı senaryolarla yönlendirmek durumundadır. Bunu yapamadığı anda kitleler tepkilerini dillendirecek özneyi bulabilecek ve onun doğrultusunda sorunların kaynağına ve çözümüne ulaşabilecektir. Bu noktada düzenin işi hem kolay hem zordur. Yıllardır, kişiliksizleştirilen kitleler istenilen noktaya kolayca götürüldüğü gibi, o noktadan uzaklaşması da kolay olmaktadır. Kişiliği tahrip edilmiş halkın istenmeyen noktalara savrulmasını engellemek için burjuvazi sürekli gündemi belirlemek ve herşeyi “hesaplamak” zorundadır. Bu işin zorluğuysa her geçen gün artmakta, aynı senaryoya bir kaç kez kanabilen halk geç de olsa ayılmakta, bu da başka senaryoların yaratılmasını gerektirmektedir. Buna örnek olarak 12 Eylül öncesinde yükselen devrimci muhalefete karşı milliyetçi hareketin desteklenmesini, son 10 yıldır da islami hareketin benzer şekilde kullanılmasını gösterebiliriz.
Fakat bu tür planların da ömrü uzun sürmüyor, bir süre sonra dizginlenmesi gerekiyor. Son belediye seçimlerinde de böyle oldu. 2. parti konumuna gelen RP ve dizginlerinden kurtulmaya çalışan islami harekete dur demenin vakti gelmişti. Mumcu cinayetinin üzerlerine bırakılmasıyla, toplumda islami kesime karşı güçlü bir tepki oluşturuldu. Ancak burjuvazi, sahip olduğu sınıf bilinciyle iç dengede din kurumunun ne kadar önemli olduğunu biliyordu. Ülke içindeki dini ögelerin aşırı hırpalanmasını istemediğinden cinayeti işleyen katiller ve örgüt Ortadoğu kökenli seçildi. Hedef İran olarak gösterildi. Bu ülkeyle Türkiye arasındaki ısınma eğiliminde olan ilişkilerin gerilmesine, bir yerlerde karar verilmişti. Bir taşla iki kuş hedeflendi. Ayrıca cinayetten hemen önce Türkiye gündeminde önemli yerler tutan Kürt hareketliliği ve emekçi kesimlerin düzen içi sendikaların kabına sığmayacak görünen canlılığı böylece unutturulmuş oluyordu.
Tüm bunları özetlersek; burjuvazinin, iktidarının geleceğini rahatlatmak için bazı dengeleri düzenlemesi gerekiyordu. İşte bu noktada düzenin kanlı eli, islamcıların düşman olacağı kadar laik, sosyalistlerin sahiplenemeyeceği kadar düzen içi, halkın benimseyeceği kemalist değerlerin sözcüsü ve devletin son dönemki demokrasi havariliğine uyacak kadar demokrat olan Uğur Mumcu’ya uzandı. Hemen arkasından planlanan dengeleri düzenleyecek bir söylem tutturuldu. Mumcu için atılan her nutuğun ardından “teröre karşı devletin ve milletin tek vücut olması, milli birlik ve beraberlik ruhuna sahip çıkılması” vurgulandı. Hep beraber “teröre hayır” dedirtilmiş halk, “demokratik” burjuva düzenine sahip çıkmaya çağırılıyordu. Fakat Türkiye gibi ülkelerde hiç bir senaryo kağıttaki gibi kalmıyor, hiç bir olayın bütün dengeleri hesap edilemiyordu. Gene öyle oldu. Laiklik, demokrasi, anti-terör, milli birlik çerçevesine sığdırılmaya çalışılan kitle bu kalıba sığmadı. Geniş katılım hedefleniyordu, ama hiçkimsenin aklına beşyüz bin kişi gelmemişti. Üstelik cinayeti protesto eden kitleler aynı zamanda devlet terörünü, dinci gericiliği, kontrgerillayı kısacası devletin temel dayanaklarını da protesto etti. Gösterilerde, polisler sadece gözlemekle yetinmekle birlikte (bu da sağlanması zor olan başka bir dengeydi. Telsizlerde sürekli polisler yatıştırılmaya çalışılıyordu) gene de yoğun bir protestoya uğruyorlardı. Yarattığı kuklanın canlanmaya başladığını anlayan hükümet, oluşan tepkiyi yatıştırmaya yönelik yeni açıklamalara girişti.
Faili meçhul cinayetler hakkında pek çok ipucu bulunduğu söylendi, şüpheli şahıslar ele geçirilmişti! (Daha sonra bunlardan ikisinin hırsız olduğu ortaya çıktı) Yapılan işlerin düzmeceliği saklanamı-yordu. Örneğin Demirel cinayetlerin çözüldüğünü söylerken, DGM savcısı “ipucu yok” diyebiliyordu. Sonuçta yapılan manevralar gergin havayı yumuşatmayı başardı.
Bu olay kitlelerin ilerde gerektiğinde medya aracılığıyla “kemalist” söylemle ne kadar manipüle edilebileceğinin provası niteliği de taşıyordu. Prova büyük ölçüde başarılı oldu. Daha önce milliyetçilik ve Türk-Kürt karşıtlığı üzerinden yaratılmaya çalışılan politizasyon, meydanlarda ancak on-bin kişi toplanabiliyordu. Bosna-Hersek’de yaşanan vahşet bile medyanın olanca kışkırtıcılığına rağmen sınırlı bir kesimi sokağa çekebiliyordu. Oysa gerekleri yerine getirildiğinde “kemalist” söylem kitlelerde ciddi yankı bulabilmekteydi.
Peki yaşananlarda kendiliğindenci yönün ağırlıklı olduğu iddia edilemez mi Bunun doğru olmadığını düşünüyorum. En azından tarihe bakarak bunu söylemek mümkün. Kendiliğinden hareketliliğin sıkça görüldüğü yerlerde; örneğin, Latin Amerika ülkelerinde, devletin otoritesi hep “gayrı meşru” olmuştur. Bunun dışında başka nedenler de olmakla birlikte, sırf bu bile tepkilerin düzenin kendisine yönelmesinde önemli bir faktördür.
Osmanlı’ya baktığımızda ise, saltanatın ve halifeliğin, otorite ve istikrarın simgesi olduğunu görüyoruz. Pek çok halktan oluşan Osmanlı İmparatorluğu’nda (bağımsızlık ve din çıkışlı hareketlenmeler dışında) rejimin kendisine yönelik bir ayaklanma geleneği yoktur. (Yeniçeri ayaklanmaları ise hedefini “isimlerden” kurtaramamış, düzene yönelememiştir) Son dönemde İmparatorluk’ta burjuva düzenine ayak uydurma çabası, batılılaşma hareketine yol vermiştir. M. Kemal ise bu düşünceye şiddeti ekleyerek, kuracağı sisteme yönelik doğru hamleyi yapmıştı. Saltanat ve halifeliğin boşlukta kalan otoritesi yerine genç Cumhuriyet oturtuldu. Kemalizm olarak tanıtılan burjuva toplumunun değerleri (kimi yerde zorla) zamanla topluma büyük ölçüde sindirildi.
Genç Cumhuriyet kapitalistleşme yolunda, nesnelliğin elverdiği ölçüde büyük adımlar attı. Altyapıdaki bu değişikliğin üstyapısal örgüsü ise o dönemde CHP’nin 6 okunda simgeleniyordu. Böylece oluşturulan amorf yapı kitlelere bir “izm”, kemalizm olarak sunuldu. Amaçlanan sonuca büyük ölçüde ulaşıldı.
Kitleler görüntüde “kemalizmi” özünde kapitalizmi inşa etmek için her türlü yöntemle seferber edildi. Ancak özellikle 80’li yıllardan sonra bu üstyapı ögeleri, daha farklı ilerlemek isteyen burjuva zinin önünü tıkamaya başlamıştı. “Kemalizm” iyice yedek konuma çekildi.
Burjuvazi yeni ideolojik şekillenmelere ihtiyaç duyuyordu. Çıkışsızlığın başladığı yerde “senaryolar” ve “zor” kullanımı da başlıyordu. Bununda sınırlarının görüldüğü noktada yine “kemalizme” sığınılmak durumunda kalınmaktaydı.
Burjuvazinin kirli senaryoları ve acizlikleri önümüzdeki dönemde de devam edecektir. Ancak bu toprak onlar için atlarını dolu dizgin koşturamayacakları kadar kaygan ve çukurlarla doludur. Bu çukurları siyasal ve ideolojik olarak derinleştirmek bizim görevimizdir.
Türkiye’de kitleler “güçlü” ve iddialı olanın peşine takılmaya ve onun gündemini benimsemeye açıktır. “Güçlülük” ve “iddialılık” ise işçi sınıfının ve sosyalizmin kendisidir. Yaşamın da bunlara tanıklık etmesini sağlama onuru bizlere düşüyor. Tarihsel görevimizin zorluğu ve zorunluluğunun bilinciyle sosyalizm için ileri!