Türkiye’de burjuva siyasetinden memnun kimse bulunmuyor. Siyasette bir nitelik kaybının bulunduğu, siyasetçilerin ve meclis başta olmak üzere siyasal kurumların ciddi bir saygınlık kaybına uğramış olması birinci ve daha genel bir eleştiri noktası. İkinci bir eleştiri konusunu ise, koalisyon hükümetinin özellikle ekonomideki politikasızlığı, daha doğru bir ifadeyle programsızlığı oluşturuyor. Sözkonusu iki temel eleştirinin sahipleri arasında bizzat burjuvazinin kendisi ağırlıklı bir yere sahip.
Her iki eleştirinin de son derece somut olgulara işaret ettiği açık. Bu olguların ve daha genel olarak burjuva siyasetindeki tıkanma göstergelerinin arkaplanında ise iki temel yapısal neden bulunuyor: depolitizasyon belirlenimli siyasal üstyapının kendisi ve Türkiye kapitalizminin karşı karşıya bulunduğu özgül açmazlar.
Bu yazıda, öncelikle sözkonusu temelleriyle birlikte burjuva siyasetindeki tıkanıklık noktaları üzerinde durulacak. Daha sonra, kitlesel düzeyde yarattığı etkilerin önemi nedeniyle Uğur Mumcu olayı ele alınacak. Asıl hedeflenen ise, kuşkusuz sosyalist politikaya ilişkin sonuçların tartışılması. Yazının son bölümünde de bu konu üzerinde yoğunlaşılacak.
SINIRLI POLİTİZASYONUN SONU
Koalisyon hükümeti iktidara gelirken gündemindeki temel hedeflerden biri, depolitizasyonun burjuva siyaseti üzerindeki tahribatını da bir miktar hafifletmek üzere, sınırlı bir politizasyona yol vermekti. Bir beklenti havası yaratabilmiş olmasını arkasına alan hükümet, bu ilk dönemde “demokratikleşme paketi”yle, liderlerin televizyon ekranlarındaki tartışmalarıyla, “Meclis saygınlığı” edebiyatı ve bunu korumak adına Özal’la girilen polemiklerle vb., politik gündemin bir süre canlı kalmasını destekledi. Bunda, hiç kuşku yok ki, genel seçimlerden kısa bir süre sonra gerçekleşen iki ara yerel seçimin varlığı da rol oynadı.
Sınırlı politizasyonla hedeflenen, partilerin tabanlarıyla birlikte belirli bir oturma sürecine girmeleriydi. ANAP hükümetinin son döneminde, kitlelerle siyasal kurumlar arasındaki bağların zayıflamasının siyasal kriz dönemlerinde ne türden tehlikelere yol açabileceğinin işaretleri alınmıştı. Bugünün kayıtsızlığı yarının toplumsal hareketlerinin düzen içi kanallara aktarımını olanaksızlaştirabilecekti. Depolitizasyonun ürünü partileşemeyen partiler, ancak siyasal bir canlılık içinde kitlelerle yitirmiş oldukları bağları yeniden kurabilir, gerçek işlevlerine kavuşabilirdi. Diğer yandan, DYP açısından sınırlı politizasyon ortamı, depolitizasyonla özdeş ANAP’ın ortadan kalkması ve sağ siyasette ana parti sorununun çözülmesini getirecekti. SHP ise, “iktidar” olabildiğini ve bir şeyleri değiştirebildiğini göstererek, sosyal demokrasinin içinde bulunduğu tıkanıklığın aşılması yönünde güçlü kazanımlar elde edebilecekti.
Koalisyonun ilk ayları bu modelin uygulanabilirliği konusundaki umudu besledi. Neredeyse tüm basının koro halinde desteğiyle birlikte, gündem üzerinde ciddi bir hakimiyet kuruldu. Başta “terör” konusu olmak üzere, düzenin tüm odakları belirli noktalarda uzlaştırılabildi. Devlet, ANAP döneminde belki de hiç yaşanmadığı oranda bir bütünlük görüntüsü verebildi. Diğer yandan, dış politika alanında Türkiye’nin önüne açıldığı sanılan yeni ufuklar, Orta Asya’dan Balkanlar’a genişleyen bir etkinlik alanı hayali, kampanyalar biçiminde yürütülen dış gezi ve davetler, ” kamuoyu” nun ilgisinin yönlendirilebileceği yeni bir alan yaratmıştı. Bu ortam, sınırlı bir politizasyon düzeyinin korunmasının olanaklarını da içerdi.
Ancak hesaba yeterince katılamayan, Türkiye’nin istikrarsızlık dinamiklerinin, siyasal yapılanmadan kaynaklanan kısıtlarla birleştiğinde, iktidardaki partilerin hareket alanını son derece daralttığıydı. İktidara geldiğinde kimi vaatlerin ötesinde bütünlüklü bir programa da sahip olmayan koalisyon, ilk olarak Kürt ulusal dinamiğiyle karşı karşıya geldi. Elindeki tüm siyasal olanakları bu sorun üzerine seferber ederken de, “demokratikleşme paketi”nin ciddi bir yara almasına göz yummak zorunda kaldı: sorunun yakıcılığı, demokratikleşmenin görüntüsünü bile tehlikeli kılmıştı. Diğer yandan, ekonomideki sorunlara ertelemeci bir yaklaşım geliştirmenin sonuçları kısa bir süre içinde alınmaya başladı: sesini fazlaca duyuramayan işçi sınıfı ve tam tersine eleştirileri manşetlere çıkan burjuvazinin hoşnutsuzlukları belirginleşti. “500 gün” hedeflerinin enflasyon başta olmak üzere neredeyse hiçbirine ulaşılamayacağı anlaşıldı.
Fazlaca bel bağlanmak durumunda kalınan dış politika alanında ise tam bir iflasla karşılaşıldı.
Gürültüsü çok çıkarılan Orta Asya cumhuriyetleri ve Türkiye’nin bu ülkeler üzerindeki “hami”liği tar-tışmaları bugün ağza neredeyse hiç alınmıyor. Türkiye’nin bu bölgenin ancak bir seyircisi olabileceği belirginleşti. Diğer yandan, dışarıya dönük iddialar, Bosna-Hersek olaylarıyla da inandırıcılıklarını önemli oranda yitirdi. Türkiye uluslararası düzeyde elle tutulur hiç bir ağırlığa sahip olmadığını gösterdi. Bu arada, Kıbrıs sorunu Türkiye’yi giderek daha fazla sıkıştıran bir boyut kazandı. En son, Irak’a düzenlenen harekat ve Türkiye’nin İncirlik üzerinde hiç bir denetiminin bulunmadığının apaçık hale gelmesi, “güçlü ve saygın Türkiye” imajının sıfırlanmasını sağladı. Bu kitap dizisinin sayfalarında daha önce de değinilmiş olduğu üzere, bugün Türkiye ABD karşısında hiç bir reel koza sahip değildir. ABD ile ilişkilerin Türkiye için önemi ise, tarihin en büyük onursuzluklarından birine yol açabiliyor: Türkiye’nin Cumhurbaşkanı, ABD Başkanı’yla yarım saatlik bir özel görüşme için Beyaz Saray kapılarında iki hafta dileniyor…
Demirel 1993’e girilirken, bir kez daha “demokratikleşme”yi ön plana çıkarmayı denedi. Ancak bu kez, olası bir söylem dışında elinde topluma verebileceği neredeyse hiç bir “umut”un kalmamış olması daha önemliydi. Bu yeni ve paketleştirilmeyen “demokrasi”nin içeriği de çok daha sınırlıydı: By-pass yasalarının çıkarılması, Anayasa değişikliklerinin zorlanması, yasalardaki kimi anti-demokratik hükümlerin yeniden düzenlenmesi ve fiilen varolan özel radyo ve televizyonların yasallaştırılması… Diğer yandan, DYP’ye genel seçimlerde oy kazandırdığı düşünülen “hesap soracağız” sloganının kimi gerekleri, çok sınırlı bir biçimde yerine getirilmeye çalışıldı: Geçici 15. maddenin kaldırılması üzerinde “düşünüldü” ve iki eski bakan Yüce Divan’a gönderildi. Ancak işlemeyen meclisten yasa çıkarılamadığı gibi, bu konuların gündem saptırmasından ibaret olduğu fazlaca açıktı.
Geçtiğimiz dönem, depolitizasyonun burjuva siyaseti üzerindeki kimi sonuçlarının özel bir belirginlik kazanmasını sağladı. Partilerin birbirlerine giderek daha fazla benzemesi, ideolojik ayrım noktalarının silikleşmesinin az çok sabit denebilecek tabanları daraltmış olması, iktidardaki partilerin hareket alanının sınırlılığı vb., siyasal yıpranma süreçlerini eskisine oranla çok daha hızlandırırken seçimlerdeki oy kaymalarını artırdı. Yıpranma süreçlerinin bir diğer sonucu, tek “politika”ları bu süreçlerin gözcülüğü olan yeni adayların sayısındaki artıştı.
Son bir iki yıldaki bölünmeler ve “yeni oluşum” lar pek az dönemde rastlanan bir çeşitlilik arzediyor. 12 Eylül’le birlikte getirilmeye çalışılan siyasal düzenin en azından bir ayağı hepten eksik kaldı: İki ya da en fazla iki buçuk siyasal partiden ibaret bir parlamento oluşturma çabaları isteneni vermediği gibi ortaya çıkan tablo iki partiden ibaret bir koalisyonun bile bir sonraki seçimden sonra düzen açısından bir “başarı” anlamına gelebilecek.
Diğer yandan, başta meclis olma üzere seçimle oluşan siyasal kurumların devlet yapısı üzerindeki güçlerinin sınırları bir kez daha belirginlik kazandı. Bugün Türkiye’de devlet politikaları, aralarında yürütme gücünün de bulunduğu devlet içi odakların güç dengeleri içinde belirleniyor. “Muhalif burjuva partileri de bu gerçekliği benimsiyor. Burjuva siyasetinin görece “marjinal” partisi RP bile, siyaseti aritmetik ve işleyiş biçimi nedeniyle etkin olamadığı meclisten dışarı taşırma girişimlerinden son derece uzak duruyor. Meclis içindeki sonucu önceden belirli önemli tartışmalar ise yalnızca formalite gereği yapılıyor.
Son dönemde burjuva siyasetine dönük içeriden eleştirilerde meclis saygınlığına ilişkin rahatsızlıklar da dile getiriliyor. Önemli konuların bir türlü meclis gündeminde ele alınamaması, iş takibinden başka pek iş yapmayan milletvekillerinin devamsızlık, yozluk ve yolsuzlukları, siyasal gücü oldukça zayıflatılmış bir kurum açısından yalnızca bir sonuç olarak değerlendirilebilir.
Gelinen noktada, sınırlı bir politizasyonun korunması koalisyonun yıpranma sürecini hızlandırmaktan başka işlev taşımamaya başladı. Diğer yandan, bir erken seçimin ciddi herhangi bir değişiklik yaratması da mümkün görünmüyor. Birincisi, erken seçimlerin meclis aritmetiğini sadeleştirme olasılığı son derece zayıf. Hiç bir partinin yüzde 25 üzerinde oy alması kolay değil. İkincisi, seçimlerin kitleler açısından öneminin zaten giderek azalması, bu mekanizmanın kullanımında tasarruflu davranmayı zorunlu kılıyor. Üçüncüsü ve aslında en önemlisi, bugün burjuvazi açısından belirginleşmiş bir alternatif programın şekillenmemiş olması, ortada seçimlerle düzeltilecek bir sorunun bulunmaması anlamına geliyor.
Bu durumda da geriye, yapacak tek şey kalıyor: zaten son derece kof olan siyasal gerilimlerin dondurulması. Fazlaca gürültü çıkarılmadan bu yıl içinde yapılacak iki ara yerel seçimin ertelenmesi, bu konuda muhalefet partilerinin de onayının rahatlıkla alınabilmiş olması sözkonusu zorunluluğun genel bir kabul gördüğünü yansıtıyor. Sosyal demokrasinin yeniden birleşmesine ilişkin son tartışmaya kadar Baykal’ın gündemden düşürülmesi, Özal’la bağlantısı olanlar dışındaki “yeni oluşum” ların sessizliğe terkedilmesi, ANAP ve RP’nin ciddi herhangi bir muhalefet hareketine girişmemeleri, Demirel’in Şubat ayı sonunda kesin çıkacağını söylediği by-pass yasalarının neredeyse ağza bile alınmaması, gündemin depolitize edilmesine yönelik çabaların birer parçasını oluşturuyor.
Gündem depolitizasyonu saptamasını çeler görünen kimi önemli olguların bulunması ise ek açıklamalara ihtiyaç doğuruyor. Bunların en önemlisi hiç kuşku yok ki Uğur Mumcu olayı. Ancak bu olay üzerinde daha sonra durulacak. İkinci olarak, Uğur Mumcu olayı sonrasında yeniden gündeme gelen sosyal demokrasinin bölünmüşlüğü ve birlik tartışmalarından söz edilebilir. Bu tartışmanın belirgin özelliği, programatik bir düzeyi hiç bir biçimde içermemesi. Sosyal demokrasinin geleceğine ilişkin tartışmaların güncellik kazanması, burjuva siyasetinin bu ayağının hepten kaybedilme tehlikesinden kaynaklandı. İçeriksiz bir birleşme dışında somut hedefleri bulunmayan bu tartışmanın güncel politik uzanımları da oldukça sınırlı. Üçüncü olarak, zaman zaman Özal’ın çevresinde oluşan gündemler ise, cumhurbaşkanlığının devlet içi odaklardan biri olma konumunun ürünü. Ancak Özal da, somut ve güncel politik hedefleri dile getirmekten uzak.
Son olarak, burjuvazinin burjuva siyasetine ilişkin rahatsızlıkları üzerinde durmak gerekiyor. Kapsamı nedeniyle bu konuyu ayrı bir bölümde ele almak mümkün.
BURJUVAZİ VE SİYASET
Burjuvazinin koalisyona ilişkin rahatsızlıkları birbiriyle bütünleşen ekonomik ve siyasal boyutlar taşıyor. Aslında temel sorun, doğal olarak, Türkiye kapitalizminin karşı karşıya bulunduğu özgül açmazlarından kaynaklanıyor.
Türkiye kapitalizminin pazar-kaynak ve birikim sorunları, dünya kapitalizminin içinde bulunduğu kriz ve Türkiye’nin yeni dünya düzeni içindeki konumunun zayıflığı ile birleşince, ekonomik açmazların yarattığı sıkıntı artmaya başladı. Birikim sorununu çözemeyen bir Türkiye’nin yakın gelecekte yaşayacağı tıkanıklıkları görmemek için ancak kör olmak gerek.
Birikim sorununun çözülmesi, ancak 24 Ocak benzeri köklü bir ekonomik önlemler paketiyle mümkün. Bunun çerçevesini de, kuşkusuz, dünya kapitalizminin sunduğu yeni entegrasyon biçimleri çizebilir. Stratejik önem pazarlama olanağı kalmamış olan Türkiye’nin önünde tek bir seçenek duruyor: Belirli bazı sektörlere ciddi oranlarda kaynak aktararak bu sektörlerdeki emek üretkenliğini artırmak, böylelikle dünya pazarlarına mal satmayı garanti altına almak, diğer sektörlere ise ancak tüketim ihtiyacı çerçevesinde yaklaşmak, bu sektörlerde düşen kar marjlarının işçi ücretlerindeki düşmeyle karşılanmasına ve buna rağmen gerçekleşecek yoğun iflaslara göz yummak. Diğer yandan, yabancı sermayenin Türkiye’ye girişini özendirmek ve özellikle üretim süreçlerinin fiziksel olarak parçalandığı sektörlerin yatırımlarından pay almak üzere altyapının yanısıra nitelikli işgücünün niceliğine de yatırım yapmak ve bu işgücünün düşük ücretlerle çalışmasını sağlamak. Yine entegrasyonun zorunlu bir parçası olarak pek çok alandaki korumayı kaldırarak iç tüketime dönük sektörleri gelişkin kapitalist ülkelerin rekabetiyle baş başa bırakmak. Bunlar, Türkiye’nin “düze çıkmasını” falan sağlayamayacak; ancak hiç olmazsa kimi “karşılaştırmalı üstünlük”lere sahip olmasına ve ayakta durmasına yardımcı olacaktır.
Yukarıdaki çerçevenin programlaştırılmasının önündeki temel engelin işçi sınıfı olduğunu söylemek, bugün için, çok gerçekçi olmayacaktır. Elbette, işçi sınıfını bir kez daha cendereye sokacak bir gelişme tepkisiz karşılanmayacaktır. Ancak, işçi sınıfının mevcut politizasyon düzeyi, burjuvazinin ve devletin yürüteceği sistemli bir saldırıyla karşısındaki toplumsal direnişi kırmakta çok fazla zorlanmasına yol açmayacaktır.
Sorun daha çok burjuvazi içindeki çelişkilerden kaynaklanmaktadır. Özellikle orta ve küçük burjuvazinin böylesi bir çerçeveye “ikna” edilmesi pek kolay değil. Bu kesimlerinin kendi sonlarını desteklemek bir yana, ciddi bir siyasal direnç oluşturacakları rahatlıkla öngörülebilir. Buna karşı, 24 Ocak ve 12 Eylül’ün de burjuvazinin geniş bir kesiminin güncel ekonomik çıkarlarına rağmen gündeme geldiği söylenebilir. Ancak iki temel farklılık bulunuyor. Birincisi, 12 Eylül öncesindeki işçi sınıfı tehdidi, burjuvazinin bütünleşmesini zorlayan son derece güçlü bir nesnel dinamik oluşturuyordu. İkincisi, 24 Ocak rejimi, ekonomide belirli bir yeniden yapılanmayı getirirken, burjuvazi açısından bir sübap işlevini gören rant ve faiz gelirlerini aşırı derecede artırabildi. Bu durum, 24 Ocak sonrasında birikimin zaten neredeyse durmasının ürünüydü. Bugün ise, köklü bir ekonomik programın kaynakların aşırı israfını içeren bu tür bir tampon yaratma olanağı pek bulunmuyor.
Aslında, yukarıdaki çerçeveye nesnel olarak en yakın konumdaki TÜSİAD üyesi kesim bile, iş bunun programlaşmasına geldiğinde ciddi sıkıntılar yaşayacaktır. Bu kesim, otomotiv başta olmak üzere temel olarak iç pazara üretim yapan ve dış rekabet şansı pek bulunmayan sektörlerdeki tekel olma konumu nedeniyle, bir yeniden yapılanma sürecinden epeyce zarar görecektir.
Bugünkü TÜSİAD-hükümet ve TÜSİAD-TOBB gerilimlerinde yukarıdaki çelişki temel bir önem taşımaktadır. Ancak TÜSİAD’ın bütünlüklü ve sözkonusu çerçeveyi yansıtan bir ekonomik programa sahip olduğunu söylemek mümkün değil. Bu yönde kimi hedeflere sahip olan TÜSIAD, kendi üyelerinin somut durumlarını da ayrıca gözetmek zorunda olduğundan soruna yalnızca ekonomik ya-sallıklar açısından bakma şansına sahip değil. Bu durum TÜSİAD’ın dar bir kesimin çıkarlarını temsil etme özelliğini burjuvazinin diğer kesimleri açısından fazlaca belirgin kılıyor.
Ekonominin yeniden yapılandırılmasına ilişkin sorun, bir yönüyle, bir hız sorunu. Bugünkü ekonomik süreçler, az çok kendiliğinden bir biçimde, bu tür bir doğrultuyu da içeriyor. Ancak güçlü karşı eğilimlerin varlığı ciddi bir yavaşlamaya yol açıyor.
Demirel ve DYP, Özal ve ilk dönem ANAP çizgisinden farklı olarak, geçmişten beri orta ve küçük burjuvazinin temsilcisi olmaya özel bir önem verdi. Demirel’in temel hedeflerinden biri, burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki bir uzlaşma zeminini temsil etmekti. Bunun için, orta ve küçük kesimler açısından hayati önem taşıyan ekonominin büyümesine önem verilecek, daha dengeli ve istikrarlı bir ekonomi yönetimi oluşturularak büyük burjuvazi de gözetilecekti. Kaynak sıkıntısını yeterince hesaba katamadığı izlenimini veren Demirel, iç pazara dönük üretimle dışa dönük üretimin büyüyen bir ekonomi içinde uzlaştırılabileceğini, mevcut sermaye birikim modelinin bir miktar yumuşatılarak yola devam edilebileceğini düşündü. Ancak ortaya çıkan sonuç, hangi uzun vadeli perspektife dayandığı anlaşılmayan ve bir yıl içinde kapsamı köklü bir değişim gösteren teşvikler, ciddi bir sanayileşme politikasının yokluğu, borçlanma dışında kaynak yaratıcı ekonomik önlemlerin alınamaması ve hakkında çok laf edilen devletin küçültülmesi yolunda yalnızca bir arpa boyu gidilebilmesiydi.
Koalisyonun 1993 yılına ilişkin ekonomik hedefleri de mevcut tüm sorunların bir yıl daha ertelenmesinden ibaret. Yukarıda belirtildiği üzere, teşviklerin uzun vadeli bir bakışı yansıttığını söylemek mümkün değil. Altyapı yatırımlarında hedeflenen ciddi artış, dengesiz bir büyümeden fazlasını yaratamayacaktır. Diğer yandan, önümüzdeki bir yılın siyasal anlamda da gerilimsiz geçmesini hedefleyen hükümet, işçi hareketlerine yol açmamak amacıyla, geçmiş yılların kayıplarını karşılamasa da enflasyonun bir miktar üstündeki ücret artışları ve sendika bürokrasilerinin yardımıyla toplu sözleşmelerin önemli bölümünü grevsiz halletti. Tüm bunların olası kaynağı ise hala yalnızca devletin iç borçlanması.
Koalisyon hükümetinin Rahmi Koç tarafından “bir yılı konuşarak boşa geçirmek”le suçlanması, uygulanan ekonomik politikaların bir yeniden yapılanma gereksinimine dönük olmak bir yana, buna karşı bir eğilimi ifade etmesinden kaynaklanıyor. Her zaman geleneksel/statükocu bir konumda kalmış olan Demirel’in bu kez de “değişmemiş” olduğu, “popülizm” yapmak adına ülkeyi yerinde saydıracağı burjuvazinin bir kesimi açısından belirgin bir kanı haline geldi.
Diğer yandan, burjuvazi, sorunların bir kısmının da varolan siyasal sistemin kendisinden kaynaklandığını düşünüyor. TÜSİAD’ın raporlarında, halkta bir değişim beklentisinin bulunduğu, Türk toplumunun hızlı sosyo-ekonomik değişmelere hazır olduğu, mevcut siyasal yapılanmanın ise bu konudaki gereksinimleri karşılayamadığı saptanıyor.
TÜSİAD, son dönemde, devletin işleyişine dışarıdan müdahale eden bir odak olarak konumunu güçlendirme, devlet ve hükümet politikalarının belirlenmesinde daha aktif bir rol oynama çabalarını yoğunlaştırdı. Bir yandan da, TÜSİAD üyelerinin (ya da çocuklarının) aktif politikaya olan ilgileri arttı.
Koç’un kızı başta olmak üzere bazı işadamlarının ANAP’a girmesi ve TÜGİAD’ın üyelerine siyaset dersleri vermeye başlaması türünden gelişmeleri fazla abartmak yanlış olacaktır. ANAP’a girme, büyük oranda hükümete verilen bir mesaj olmuştur. Ancak, bu olayın bir diğer yönü daha bulunmaktadır. TÜSİAD’ın önemli kaygılarından biri de, kitlelerin büyük sermayeye olan güvensizlikleridir. Hemen her kapsamlı TÜSİAD raporunda değinilen bu sorun, işadamlarının siyasete doğrudan müdahalelerinin ne tür karşılıklar bulacağı sorusunu önemli kılmaktadır. ANAP’a giriş, burjuvazi açısından bir deney niteliğini de taşımaktadır.
Varolan siyasal sistemle köklü ekonomik dönüşümlerin toplumsal düzeyde yaratacağı gerilimleri soğurmanın mümkün olmaması, burjuvazinin bu konuya olan ilgisinin temel gerekçesini oluşturuyor. Bu sorun, radikal kararların önündeki engellerden birini de oluşturuyor. Ekonomik dönüşümlerin bir diğer yolu, kuşkusuz, askeri ya da sivil darbelerdir. Ancak bir darbenin güncelleşmesinin önünde ciddi engeller var. Birincisi, yapılacak bir darbenin toplumsal meşruiyet bulması olanaksızdır ve geleceğe ne devredeceği belirsizdir. İkincisi, burjuvazinin kendi içinde de bir uzlaşmanın yaratılması gerekmektedir ve bu konudaki engeller bellidir. Üçüncü olarak, Avrupa ile bütünleşmeye çalışan bir Türkiye bu işi olağanüstü rejimlerle gerçekleştirme şansına sahip değildir.
Sorun, yalnızca ekonomik boyut taşıyamayacak olan bir programın bulunmamasıdır. Bu tür bir programı örneğin bir TÜSİAD’ın hazırlaması ise mümkün değildir. Bütünsel bir ekonomik-siyasal-ideolojik programın nüveleri bulunsa bile, burjuvazinin iç dengeleri bu tür bir programı hazırlamaya ve uygulamaya aday bir siyasal öznelliğin şekillenmesinin önündeki engeldir. Bunu zorlayan örneğin bir Özal vardır; ancak siyasal geleceği bitmiş olan Özal’ın burjuvazinin eğitmenliğine bir kez daha soyunması olanaksızdır. Daha geniş bir kesimi ifade eden 2. Cumhuriyetçiler ise, Türkiye’nin siyasal sistemini bir bütün olarak kavramaktan uzaktır ve siyasal süreçler üzerinde kısmi etkilerde bulunabilecekleri marjinal konumlarını aşmaları mümkün değildir.
Burjuvazinin iç dengelerinin siyasal süreçlere yansıma biçimleri üzerinde bir miktar daha durulabilir. Yukarıda, Demirel ile Özal çizgileri arasındaki farktan söz edilmişti. Özal, 12 Eylül sonrasının sunduğu olanaklardan da yararlanarak, büyük burjuvazi ile orta ve küçük burjuvazi arasında birincisini bir miktar daha fazla öne koyan bir politika izleyebildi. Buna karşın, gerek başında henüz Özal bulunan ANAP’ın 1988 sonrası politikaları, gerekse bugünkü ANAP Özal’ın son dönemde yeniden keskinleşen çizgisine pek yakın değildir. Bunun bir nedeni seçmen desteğine duyulan ihtiyaçsa, bir nedeni de orta ve küçük burjuvazinin siyasal ağırlıklarının süreç içinde yeniden eski önemlerine kavuşmalarıdır.
Türkiye’de, burjuva partileri ile orta ve küçük burjuvazi arasında her zaman önemli bağlar bulunmuştur. Ekonomik çıkarların ekseninde şekillenen ekonomik-siyasal ilişkiler ağı, özellikle güçlü burjuva partilerinin ” taban” larında her zaman ağırlıklı bir yere sahip olmuştur. Burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki mücadele de, hiçbir zaman, bunların farklı siyasal temsilcileri aracılığıyla gerçekleşmemiştir. Dolayısıyla, örneğin orta ve küçük burjuvazinin önümüzdeki dönemde önem kazanabilecek siyasal direnci, siyasal sistemden dışlanabilir bir odağın direnci olmayacaktır.
Aynı şekilde, “olağanüstü” konjoktürler dışında, burjuvazi adına ortaya atılan her program burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki bir uzlaşma zeminine oturmak durumundadır. “Olağanüstü” konjonktürler ise, en fazla, bazı kesimlerin, hayatiyetini kabul ettikleri nesnel tehditlerin varlığında, ikna olmaya bir miktar daha zorlanmalarını içerir.
Tüm bu söylenenlerden çıkan kimi sonuçlar kısaca özetlenebilir. Birincisi, ekonomide ve burjuva siyasetinde daha bir süre köklü dönüşümlerin yaşanmayacağı az çok kestirilebilir. Biriken sorunların bir süre daha ertelenmesi olanağı bulunmaktadır ve bu olanak zorlanacaktır. İkincisi, bu süreç içinde depolitizasyon korunmaya çalışılacaktır. Kuşkusuz geleceğe dönük kimi yatırımlar yapılacak, kimi alternatiflerin diri kalması da gözetilecektir. Ancak bu alternatiflerin güncel siyasal gerilimlere yol açmaması istenecektir.
Ancak hiç kuşku yok ki, istenenlerin tam olarak gerçeleşmesi de mümkün olmayacaktır. Sorunlar ortadan kaldırılmamakta, yalnızca çözümleri ertelenmektedir. Diğer yandan, işçi sınıfının bir kesimi geçici bir süreliğine durdurulmuş olsa bile, bunun genelleştirilmesi mümkün değildir. Yukarıda da değinildiği gibi temel olarak işçi sınıfı üzerindeki baskının yoğunlaşmasını getirecek ekonomik yönelim karşı eğilimlere rağmen kaçınılmaz olarak sürmektedir ve işsizleştirme, taşeronlaşma vb. hızından kaybetmemiştir. İşçi sınıfı eksenli toplumsal hareketlenmeler, iniş çıkışlı da olsa, önümüzdeki dönemde burjuva siyasetini daha fazla sıkıştırmaya adaydır.
İşçi sınıfının önündeki temel engel ise bugüne dek siyasallaşamamış olmasıdır. Bu noktada sosyalist politikanın tartışmaya sokulması gerekiyor.
Buna geçmeden önce, son dönemin gelişmeleri içinde önemli bir yere sahip olan Uğur Mumcu olayının kimi yönleri üzerinde durulacak.
BİR SUİKASTIN SONRASI: YALNIZCA MANİPÜLASYON MU?
Uğur Mumcu olayı, devlet tarafından yoğun bir biçimde kullanıldı. Bu olayla birlikte toplumdaki demokratik-laik tepkilerin giderek güçlendiği düşünülen gerici kesime karşı harekete geçirilmesi sağlandı. Bu tepkilerin bir kez daha kemalizm kanalında canlandırılma girişimi, devlet içi odaklar arasındaki mücadelenin de bir parçasını oluşturdu. Diğer yandan, oluşan hareketlilik sosyal demokrasinin yeniden gündeme girmesine yol açtı. Üzerinde ölü toprağı bulunan merkez sol partilerin birleşmesi olasılığı bir umut kaynağına dönüştürülebildi.
Kısa süreceği başından belli olan hareketliliğin somut sonuçlarına baktığımızda, bunları ancak düzen hanesine yazabileceğimiz açık. Laik-islamcı gerilimi, verili haliyle, düzen içinden alternatif ara-nışlarının ötesini göstermemektedir. Diğer yandan, sosyalist hareketin de laik tepkileri çekip çevirme olanağı oldukça sınırlıydı. Kimi solcuların sonunda hareket bularak “en önde” yürümeleri ise olayın fars kısmını oluşturdu. Bazı Türkiye solcularının her tür demokratik tepkinin en radikal temsilciliğinin ötesinde bir politika kavrayışına hala sahip olamadıkları, bundan sonra da kitlelerin gündemine yapılan müdahalelerin öznesi değil nesnesi olarak kalacakları bir kez daha anlaşıldı.
İslami kesimin bir hedef haline getirilmiş olmasının arka planına kısaca bakmakta yarar var.
Türk-İslam sentezi çerçevesinde islami gericiliğe özel bir güç kazandırılmasının 80 sonrasının bir devlet politikası olduğu biliniyor. Bu politika, işçi sınıfı ve emekçi kitleler üzerindeki yoğun baskı döneminde düzenin ideolojik düzeyde harekete geçirebildiği araçların sınırlılığından kaynaklandı. Tüketici bir kendilik ideolojisine henüz ağırlık kazandınlamayan bu dönemde, depolitizasyonla birlikte, politik bir yönelişi barındırmayan bir islamcılık düzen açısından son derece elverişli görüldü. Bir taraftan da pazar sorununun kısmi bir çözümünün Ortadoğu’ya açılmakta bulunması, içerideki islami tona özel bir işlevsellik kazandırdı.
İslamcılığın bu yeniden güçlendirilişi, kimi islami hareketler ve daha çok bunların önderlikleri üzerindeki baskılarla birlikte gerçekleşti. Burada bir manipülasyonun varlığı, belki de toplumsal/siyasal süreçlerin pek azında görülebilecek denli açıktı. Sözgelimi, aynı dönemde ordunun din ideolojisine olan mesafesinin fazlaca daralmamasına da özel bir özen gösterilmiştir.
Türkiye’de, laikliğin taşıyıcısı görece geniş, ama daha önemlisi toplumsal ve devlet içindeki konumlarıyla güçlü bir kesim mevcuttur. Buna karşı, islamiyet de, başından bu yana, alternatif bir toplumsal projeye sahip olmamış, kendisine sınıfsal bir taban yaratmaktan uzak kalmıştır. Bugün de, kapitalizm içinde kalmakla birlikte burjuvazinin daha yakın temsilcilerine alternatif bir islami siyasal öznelliğin belirli bir düzeyin ötesinde güç kazanması, Türkiye kapitalizminin önünde belirgin bir farklı çıkış kanalının bulunmaması nedeniyle, olanaksızdır. Gerek mevcut ekonomik düzey, gerekse dünya kapitalizmiyle zorlanan entegrasyon biçimleri, burjuvazi açısından islami-kapalı bir toplum yapısını elverişsiz kılmaktadır. Diğer yandan devlet islami ögeleri kendisine bağlı tutmanın güçlü araçlarına sahiptir.
Tüm bunlar, islami ideolojiye duyulan ihtiyacı ortadan kaldırmamakta, ancak islamın politik gücünün belirli sınırlar içinde tutulması anlamına gelmektedir. Bu ise, kaçınılmaz olarak belirli gerilim ve mücadeleleri içinde barındıran bir süreçtir. İslami hareketler, kendilerine sunulan alanın sınırlarını her zaman zorlamaya çalışacaktır. Diğer yandan, tıkanan burjuva siyaseti de, islamın politizasyonuna zemin açmaktadır. İşte bu ortamda “RP’nin yükselişi”, devlet içi odakların bir bölümü tarafından aslında pek hak etmediği oranda bir tehlike işareti olarak görülmüştür. Bu korkuyu besleyen ögeler arasında, devlet içinde uzun süredir yaşanan islami kadrolaşma da yer almıştır. Uğur Mumcu’nun öldürülmesi sonrasında yaşananlar, bu süreci belirli miktarlarda geriye çekmenin gerekli hale geldiğine karar verilmiş olduğunu gösterdi.
Türkiye kapitalizmi işçi sınıfına önümüzdeki dönemde de düşük ücretleri ve işten atılmaları vaad ediyor. Diğer yandan, burjuvaziye ait kentli ideolojinin etkinlik alanının sınırları da az çok belirgin-leşti. Bu durum, baskı ve zorla birlikte gerici ideolojilerin Türkiye’nin gündeminden düş(ürüle)meye-ceği anlamına geliyor. Dolayısıyla, laik-islamcı gerilimi önümüzdeki yıllarda da zeminini koruyacaktır.
Buraya dek söylenenler, Mumcu olayındaki manipülatif boyutlara ilişkin. Ancak, yüzbinlerce insanın harekete geçişinin tek başına manipülasyonla açıklanması da çok kolay görünmüyor. Bir kere, önce Azerbeycan, sonra da Bosna-Hersek olayları son derece sistemli biçimde ve uzun süreli olarak işlenmelerine ve kitleler düzeyinde pasif bir duyarlılığın yakalanmasına karşın, ciddi bir hareketliliğe tahvil edilemedi.
Yine, Mumcu olayından kaynaklanan hareketlilik içinde dile getirilen tepkiler, bir laik-islamcı kutupsallaşmasının ötesine geçen kimi boyutları da içerdi. Dini gericilik ve devlet baskısının içice görülmesi, belirli bir bağımsızlıkçılık ve anti-emperyalizmin nüve düzeyinde de olsa işaretlerinin olması gibi noktaların ötesinde ve belki de en fazla önem taşıyan, bu hareketlilik içinde Türkiye’nin geleceği sorusunun bir kez daha gündeme girmiş olmasıdır.
Bu sorunun ilk elde kemalizmle bağlantılı karşılıklar bulması son derece doğaldır. Gerek laik-de-mokratik tepkiselliğin bunu davet etmesi, gerek devletin yönlendiriciliği ve gerekse bugün için belirginleşmiş farklı çıkış kanallarının bulunmaması, Türkiye’de toplumsal düzeydeki kalıcı kimi etkilerini hala koruyan kemalizmin bir yeniden canlanması görüntüsünü doğurabildi. Ancak, bu canlanışın ölmeden önceki son çırpınışlardan biri olarak değerlendirilmesi de son derece mümkündür. Türkiye’de artık kemalizmin sistemli bir yeniden üretimi olanağı bulunmamaktadır. Kalkınmacı, belirli bir anlamda jakoben ve halkçı boyutlarıyla kemalizm, Türkiye kapitalizminin gündeminden düşmüştür. Diğer yandan, kemalizmin yeniden üretilmesini sağlayabilecek kurumlar da bugün artık bulunmamaktadır.
Kitlelerin harekete geçişinin ardında birikmiş bir tepkiselliği görmemek mümkün değildir. Bu tepkiselliğin ürünü hareket, “toplumsal uzlaşma”, “hoşgörü” vb. kavramların Türkiye gerçekliğine uzaklığının işaretlerini de vermiştir. Türkiye toprağının kitlesel depolitizasyonun süreklileştirilmesi-ne olanak tanımayacağı, “sivil toplumculuk” girişimleri için gerekli zemini barındırmadığı açığa çıkmıştır. Harekete en soğuk bakan unsurların Özal ve 2. Cumhuriyetçiler olması, yalnızca yeniden canlanan kemalizmden değil, tam da bu durumun kendisinden kaynaklanmaktadır.
Nitekim yaratılan laik-islamcı kutuplaşması, kısa bir süre içinde bir tehlike kaynağı olarak da görülmüş, tansiyonun düşürülmesi çabaları öne çıkmaya başlamıştır. Tam bir komediye dönüşen cinayet soruşturmasında temel hedef olarak İran’ın gösterilmesi, bir yandan bu ülkeye dönük kışkırtıcılığın dış politikada emperyalizmle bağlantılı özel bir işlev taşımasından kaynaklanmış, ancak diğer taraftan bir hedef saptırması işlevi görmüştür. Sorumlu olarak bir “dış düşman”ın gösterilmesi, harekete geçen kitleleri içeride yapılabileceklerin sınırlı olduğuna ikna etmenin aracı olarak da kullanılmıştır.
Uğur Mumcu olayının ardından İP çizgisinin de varolan gündeme tam olarak angaje olması, Mumcu’nun arkasından ağıt yakması ve kemalistliğini yeniden hatırlaması, en beklenir türden bir gelişmeydi. Pragmatizmi içinde işçi sınıfı ve sosyalizm vurgusunu öne çıkarmaya çalışan bu parti, yine aynı pragmatizmiyle gündemdeki değişmelere refleks verirken yaptıklarını bozabilmektedir. İP’nin, sosyalist politika ile burjuva siyasetinin omurgasız pragmatizmini birbirine karıştırmaya devam edeceği, boş bularak çöreklendiği alanı da giderek gerçek sahiplerine bırakmak zorunda kalacağı anlaşılıyor…
Sosyalist hareketin bu tür bir hareketlilikten bir şeyler “koparması” olasılığı bulunmuyordu. Gerçi devlet içi odakların mücadelesinde devreye kitlelerin de sokulmasının kimi merkezkaç dinamikleri harekete geçirebildiği somut olarak görüldü; ancak sosyalizmin henüz ciddiye alınır bir odak olarak varolmaması, işçi sınıfının da açığa çıkan hareketlilikleri ileriye taşıyacak bir politizasyon sergilememesi, bu dinamiklerin negatif anlamda düzen içinde kalacağını baştan gösteriyordu.
Ancak bu soğurmanın ancak negatif bir içerikle gerçekleşebilir olması, özel bir önem de taşımaktadır. Düzenin kemalizm ya da benzeri işlev görecek ideolojik/siyasal potalara sahip olmaması, “Türkiye’nin geleceği” sorusunun ancak sosyalistler tarafından yanıtlanabileceği anlamına gelmektedir. Sosyalistler, kapitalizmin Türkiye’nin geniş potansiyellerini harekete geçirmekten aciz, daha doğrusu bunun önündeki temel engel olduğunu, işçi sınıfı üzerindeki baskının ve bununla birlikte geri ideolojilerin arkasında yapısal gerekçelerin bulunduğunu, tam da bu çerçevede gericiliğin temel olarak kapitalizm ve burjuvaziden kaynaklandığını, Türkiye’nin geleceğini ancak işçi sınıfının temsil edebileceğini göstermek durumundadır. Dahası, Türkiye’nin geleceği sorusunu gündemde kalıcılaştırabilecek olan da, yalnızca sosyalist harekettir.
Mumcu olayının belki de en önemli somut getirisi, Türkiye’de bir şeylerin değiştirilebileceğinden umudu kesmiş olanlar üzerinde yarattığı etkidir. Türkiye’de Baudrillard’ın politikayı yutan, her şeyi anlamsızlaştıran kitlesinin bulunmadığı, bir gelecek idealine sahip olmanın hala mümkün ve gerekli olduğu, en somut olarak, yüzbinlerin bir kez daha harekete geçmesiyle görülebildi.
SOSYALİST POLİTİKA: TABLONUN TAMAMLANMASI MİSYONU
Yukarıdaki tablodaki temel eksiği, çeşitli noktalarda doğrudan ve dolaylı olarak değinildiği üzere, işçi sınıfıdır. Bu tablodaki belirsizlik ve boşluklar, işçi sınıfının yapacakları ve yapmayacaklarıyla giderilecek ve dolacaktır.
Uğur Mumcu olayında, kitlelerin harekete geçmesinin bir meşruiyet düşüncesini gerektirdiği bir kez daha görülmüştür. Bugün kendi meşruiyetini yaratabilen iki kesim bulunmaktadır: İşçi hareketi ve memur hareketi. İşçi-memur yapay ayrımının süreç içinde ortadan kaldırılması zorunluğunu da hesaba kattığımızda, ortada kendisine ait bir meşruiyete sahip ve bu meşruiyet aracılığıyla kenarındaki kesimleri de dinamizme edebilen tek kesimin işçi sınıfı olduğunu söylemek mümkün.
Sosyalist hareketin işçi sınıfına ulaşmasının önündeki bilinen engellerin yanında, burjuva siyasetindeki tıkanmadan da kaynaklanan kimi özel avantajlar bulunmaktadır. Geçtiğimiz yıllarda, burjuva partileriyle kurulan ilişkiler, işçi sınıfına, bu partilerden umulacak bir hayrın bulunmadığını somut olarak göstermiştir. Son olarak, toplumsal tepkileri yansıtan bir odak olmaya soyunan Refah Partisi de dar partizan tutumlarıyla hiç bir farklılık taşımadığını açığa çıkarmıştır. Bugün eğer işçi sınıfı farklı aranışları yeterince zorlayamıyorsa, bunda inandırıcı bir alternatifin henüz şekillenmemiş olması temel rol oynamaktadır.
Aynı durum, sendika içi mücadeleler için de geçerlidir. Bugün sendika bürokrasisinin hareketin önündeki temel bir engel olduğunu bilmeyen işçi bulmak zordur. Ancak bunu bilmek, tek başına, buna karşı bir mücadeleyi getiremez. Diğer yandan, sınıf sendikacılığının tek başına şubeler ya da küçük sendikalarda hayata geçirilmesi pek kolay değildir. Sendikal konfederasyonların yapısı, bu türden yerel mevzileri öğütmek konusunda oldukça gelişkindir.
İşçi sınıfının siyasallaşması ve başta sendikal duvarlar olmak üzere ülke gündemine girmesinin engellerini yıkması, içeriden verilecek bir mücadeleyi mutlaka gerekli kılmaktadır. Sosyalist hareket, tek tek işyerleri düzeyine kadar, verilen mücadelelerin önüne gerçekçi hedefler koymak, sınıf içi dayanışmanın araçlarını somut mücadeleler içinde zorlamak durumundadır. Bunun için, yalnızca işyerleri düzeyindeki sorunları öne çıkaran bir bakışın eksiklerini burjuvazinin daha sistemli saldırı ve planları açığa çıkararak göstermek ve mücadele biçimleri konusunda ön açmak gerekir.
Ancak sınıfın mücadele içindeki birliği yalnızca tekil mücadelelerden yola çıkılarak örülemez. Bunun yolu, daha çok, sınıf hareketine “dışarıdan” bir gündem açmaktan geçer. Politik gündem, güncel mücadelelerin ötesinde bir ufka sahip olmayı gerektirir ve bu ufuk da ancak sosyalizmin politik gündemi içinde oluşturulabilir.
Bugün, Türkiye’nin ve işçi sınıfının somut sorunlarını sosyalizm ekseninde ele almanın önünde hiç bir engel bulunmamaktadır. Sosyalizmin karşısında onunla boy ölçüşebilecek bir bütünselliğe sahip hiçbir odak yoktur. Sosyalizm, Türkiye’nin sorunlarına verebilecek yanıtlarının bulunduğunu gösterebilecek durumdadır ve göstermek durumundadır.
Sosyalizmin kendi gündemini zorlamak konusundaki girişimleri, kısa vadede, bir diğer özel avantajdan da yararlanacaktır. Bu avantaj, koalisyonun ilk döneminde başarıyla yürütülen gündem manipülasyonunun belirli miktarlarda laçkalaşmasından kaynaklanmaktadır. Bir süredir, duyarlılık yaratamayan gündemler birbirini kovalıyor. Tanju, Bosna-Hersek, geçici 15. madde, çiğköfte vb. tartışmaları giderek yalnızca basını ilgilendiriyor. Bir nokta belirginleşmiş durumda: Medyanın egemenliği mutlaka çok önemlidir; ancak buradan mutlak bir tahakküm çıkmıyor.
Sosyalizmin bütünsel bir politikaya sahip olması, belki de her zamankinden önemlidir. Politikanın tek başına özel alanlarda yoğunlaştırılması, işçi sınıfı toplumsal muhalefetin omurgasını oluşturmak ve bunun bilincini taşımak durumunda olduğundan mümkün değildir. Yukarıda da değinildi; önümüzde, Türkiye’nin geleceği ile sosyalizmi ve işçi sınıfını bütünleştiren bir politik söylemi oluşturma görevi duruyor. Bu söylemin örgütlenmesi faaliyeti, işçi sınıfı ile toplumun diğer kesimleri arasındaki ilişkinin sosyalist bir siyasal hareket aracılığıyla kurulmasını gerektiriyor ve içeriyor.
Bunun başarılması, yalnızca sosyalizmin kendi gündemi aracılığıyla sağlanamaz. Sosyalist hareket, özellikle basın tarafından yürütülen gündem manipülasyonu çabalarını deşifre etmek, ancak kitleler düzeyinde belirli bir duyarlılık üreten kimi gündemlere ilişkin olarak da kendi konumunu son derece net bir biçimde ifade etmek durumundadır. Sosyalistlerin çiğköfte ya da Tanju konularında fikir beyan etmesi elbette anlamsızdır; ama örneğin bir radyasyon konusu gündeme geldiğinde yapılması gereken daha farklıdır. Radyasyon sorunu, kapitalizmin yapısal olarak barındırdığı bir “suç”luluğu yansıtmaktadır ve sosyalist hareket aradaki bu bağlantıyı somut biçimde gözler önüne serme şansına sahiptir. Yine toplumdaki laik-islamcı kutuplaşmasının önem kazanması durumunda, gericiliğin kaynağında kapitalizm ve burjuvazinin sınıf çıkarlarının bulunduğunu ve işçi sınıfının misyonlarını öne çıkarmak gerekecektir.
Sosyalizm, tek tek bu tür konularda fikir beyan ederek pek fazla insanı örgütleyemeyecektir kuşkusuz. Ancak, belirli bir saygınlığa sahip bir sosyalizm odağının oluşturulması, kitlelerin gündemlerine giren konularda tutarlı, bütünsel ve sorumlu yaklaşımların üretilmesiyle de sağlanacaktır. Sosyalist hareket, bugün için, geniş kesimlere iki yolla mesaj iletecek ve bir referans noktası olacaktır. Birincisi, Türkiye’nin sorunlarına verdiği cevaplardır. İkinci olarak da, sosyalizmin insanlarının mücadelesi önem taşıyacaktır. Türkiye’de, mücadele eden insanların kitleler nezdinde özel bir saygınlığı üretebilmesi önemsenmek zorundadır.
Türkiye’de sosyalizmi ancak uzun soluklu bir mücadeleyle kurabileceğimizi biliyoruz. En başta kaçınacağımız şeylerden biri, önümüze açıldığını düşündüğümüz güncel kimi olanaklar adına geleceği feda eden bir sorumsuzluğa düşmek olacaktır. Sosyalizmin Türkiye’nin geleceğini temsil ettiğini de yeterince iyi biliyoruz; sosyalizm dışı kanallardan mücadelemize taşınabilecek zenginliklerin bir sınırı olduğunu da…
Tutarlı ve sorumlu politikalarımız ve saygın kadrolarımızla, Türkiye’de siyasal pragmatizm ve oportünizm dışındaki yolların da kendisine bir karşılık bulacağını, ve daha önemlisi kendisine karşılık yaratabileceğini göstereceğiz.
Yolumuzu kendimiz açacağız.