Türkiye Burjuvazisi iki yönlü bir hareketlilik içinde. Bir yandan iktidarda olmanın sorunlarını çözüyor, diğer yandan kendine daha uzun süre yarayabilecek bir “vizyon” hazırlıyor. Bu dayanıklı vizyon, burjuvazinin varoluşunu meşrulaştırmak ve düzenin devamını tesis için zorunlu. 12 Eylül dönemi, Türkiye Burjuvazisi tarafından çok daha uzun süreli ve çok daha kalıcı bir çözüm olarak tasarlanmıştı. Bunun böyle olmadığının, olamayacağının ortaya çıkması ile burjuvazinin önünde iki seçenek kalıyordu. Birincisi 10 yıllık periyotlardaki riskli askeri darbelere, düzeni elden kaçırma pahasına devam etmek, ikincisi bütün güç ve kanallardan, reformizm ve uzlaşma üretip, normları düşük bir noktada da olsa, “toplumsal uzlaşma”yı sağlamaya çalışmak. Bu ikinci seçeneği işlevsel bir biçimde ortaya koymanın önünde duran engeller, Türkiye’de eksiksiz bir burjuva demokrasisi yaratmanın önünde duran engellerdir. Türkiye Burjuvazisi bu güçlüklerin üstüne, bir konseyler kalabalığı ile gitmek istemektedir. 1991-92’nin gündeminde aralıklı biçimde telaffuz edilen “Ekonomik-Sosyal Konsey”den sonra şimdi de “İşadamları Konseyi”. İbrahim Cevahir, Murteza Çelikel, Turan Haznedaroğlu bu misyonun hizmetlileri. Adı geçen misyon altında bu güne değin 79 işadamı toplanmış durumda. Bu ikinci hareketliliğin tam adı, “Sosyal Demokrat İşadamları Konseyi”. Bu konsey belki de uzun süredir telaffuz edilen ve “büyük ulusal uzlaşma” anlamına gelen “Ekonomik ve Sosyal Konsey”in ilk parçası olarak kuruluyor. İşçilerle muhatap olmaya en yatkın ve alışık bu kadroların karşısına yarın “İşçi Konseyi” çıkartılacak ve bunlara çeşitli konseylerin refakatinde, azgın neo-liberal 24 Ocak döneminin yaralarını bir süre uyuşturacak bir döneme geçilecek. Koalisyon dönemi bu görevin altından kalkamadı. Belki de özelleştirmenin en iyi uygulayıcısı bir konseyler demokrasisi içerisinde tek başına iktidara gelecek bir sosyal demokrat parti olacak…
“Hepimiz suçluyuz. Zonguldak’taki patlama üç yüz kişiyi mezara gömdü. Her an gerçekleşmesi beklenen bu olay önlenebilirdi. Daha önce de Yeniçeltek’te 70 kişiyi gömmüştük… İki ay önce, Zonguldak’a bini aşkın işçinin katıldığı, İşçi Kurultayı’na gitmiştim. Önce aleyhte tezahüratla karşılaştım. Beni dinleyin, sonra mahkum edin dedim. Yarım saat konuştum ve alkışlandım. O işçilerden üç yüz kurban verdik.”
Bu alıntı, Zonguldak’taki grizu katliamı sonrası, TÜSİAD’ın yayın organı Görüş’ün 1992 Mart sayısı için İshak Alaton tarafından kaleme alınan yazıdan yapıldı. Alaton, kendi holdinginin yayın organına da “Türk Solu Yol Ayrımında” başlıklı yazılar yazarak “sosyal demokrat” seçeneği tarif çabasına girişmektedir. Bu yazıda bir koltuk sağa kaymış sosyal demokrasiye “devletçi ekonomi politikasını terketme” gibi yeni görevleri öğretilirken, sosyal demokrat liderlerin kamuoyu nezdindeki “güvenilirliklerinden”, bir uzlaşma ortamı oluşturmak için yararlanmak istemektedir.
“Komünizmin çöküşünün yarattığı boşluğu, kapitalizm değil, sosyal demokrasi dolduracaktır. Çağdaş sosyal demokrasi, ütopik Marksizmin insan sevgisi ile liberalizmin dinamizmi ve yaratıcılığını birleştirmiştir… Gerçek bir sosyal demokrat sol parti gelir dağılımını düzeltebilir, devletin üretimden çekilmesini hızlandırabilir. SHP DSP ve TBKP’nin başında, dürüst kişilikli, insanlara güven veren liderler bulunmaktadır. Bu, Türkiye solu için büyük nimettir. Kırk yıldan beri, ‘sen kalk, ben oturayım’ın politik mücadele olduğuna inandırılan kamuoyu gözünde, politikayı saygın bir uğraşı haline getirmek solun liderlerinin kolaylıkla üstlenebilecekleri bir iştir.” (Nisan 1991)
Görüldüğü gibi Konsey, uzun bir sürecin ürünü, 24 Ocak politikalarının 10. yılının sonuna doğru ihtiyacı daha şiddetle gündeme gelen bir “güçlü bir sosyal demokrat seçenek yaratma” görevini yerine getiriyor.
Türkiye Burjuvazisi hiyerarşik bir bütündür.
Türkiye Burjuvazisi, sanayi kesiminden ticaret kesimine, TOBB çapından TÜSİAD çapına kadar, sınıf bilinci oldukça keskin tekleşmiş hiyerarşik bir bütündür. Hatta SSCB’nin varlığının son bulmasından sonra, daha önce geçici olarak sosyal demokrat, devletçi vb. dağınık görevlerde istihdam edilen bütün hizmetlileri ile beraber, halka hiçbir farklılaşma yanılsaması sunamayacak ölçüde tekleşmiş durumdadır.
Türkiye bu tekleşmenin en güzel örneğini 22 Ekim 1991’de yapılan genel seçimlerde yaşamıştır. Neredeyse birbirinden hiçbir farkı kalmayan partiler kendilerini, programları hariç başka bütün alanlarda farklılaştırmaya çalışmışlardır.
Tanımdaki, ‘hiyerarşik bütün’, vurgusunun üzerinde durulmalıdır. Bunu sanırız en iyi bir biçimde TÜSİAD başkanlık seçimlerinde, insanlığın 1789’larda mücadelesini verdiği “eşit ve genel oy”un geçerli olmadığını hatırlatarak yapabiliriz. 1991’deki seçimler sırasında, Ali Koçman, kürsüden “burası demokratik bir kurum değildir” demiştir.
Türkiye Solu’nun 1970’li yıllarda kendine burjuvaziden, “demokrat” yandaş aramasının yanılsamalı bir temeli vardır. Bu temel burjuvazinin görüntüdeki dağınıklığıdır. Ancak o tartışmalar sırasında farkedilemeyen şey, bu dağınıklığın çeşitli güçlü gruplar tarafından hiyerarşik bir örgütlemeye tabi tutulmasıydı. Hatta bu belirleyici odaklar alabildiğine uluslarası entegrasyonlara gittikleri için, burjuvaziden en son çıkacak şey anti-emperyalist yandaştı.
Türkiye Burjuvazisi işbirlikçi ve tekelcidir…
1923-29 arasında, devletin kaynakları ve siyasi iktidarın ekonomik olanakları -örneğin belli malların ithalâtı ya da limanların işletilmesi alanlarında oluşturulan devlet tekelleri- ayrıcalıklı koşullarda özel şahıslara devredildi. Bu dönemde sanayinin korunması gündemde değil. Çünkü korunmayı talep edecek bir yerli sanayi burjuvazisi henüz oluşmamış durumda.
Bu dönemde ulusal gelirin ortalama yalnızca yüzde dokuzu sermaye birikimine ayrılmakta ve sanayiye dönük yatırımlar bu birikimden çok küçük bir pay almakta. Hızla servet yapmak isteyenler için bu dönemde sanayi, çekici bir alan değil.Yeni siyasi kadrolarla yakın ilişkiler, bazılarıyla ortaklıklar kurarak ticaret ve ulaştırma alanlarında imtiyazlar elde etmek; yeni oluşan ulusal bankacılık sistemini de kullanarak devlet eliyle zengin olmak dönemin tipik servet biriktirme biçimidir.
1929’dan itibaren alınmaya başlayan ekonomik önlemler, ithalatın önemli ölçüde kısıtlanması, ticaret sektöründeki küçük şirketlerin iflasına yol açtı. Ticaret sektöründe yaşanan krizin etkileri tarım sektöründe kendini derhal gösterdi.
Tarım ve ticaret sektöründe kriz yaşanırken, sanayi sektöründe o zamana dek görülmemiş büyüme oranlarına erişildi. O zamana dek ticaret sektörünün karşısında ihmal edilmiş olan sanayi teşvik edilmeye başlandı. Sanayicilere kredi sağlandı; bu arada özellikle büyük şirketler gözetildi.
1929 sonrasındaki uygulamalardan yarar sağlayanlar bir tek bürokrasi ve sanayi burjuvazisi oldu. Bu iki kesim arasındaki ilişkiler giderek yoğunlaştı ve çıkarları birbiriyle giderek daha çok çakışmaya başladı. Devletçilik diye adlandırılan politika, burjuvazi ve bürokrasinin ittifakını güçlendirmesine, bu ittifak da kapitalizmin hızla sermaye birikimini sağlamasına yol açtı.
Türkiye kapitalizminin önemli bir özelliği tekelci yapısıdır. Az sayıda firmanın kontrolünde olan sektörler sanayiden bankacılığa, dış ticaretten ulaşıma bir dizi alanı kapsıyor.
Türkiye’deki özel tekeller, çoğunlukla çok uluslu şirketlerin uzantıları olarak ortaya çıktılar. 1950 sonrasında önce, tüketim malları, daha sonraları ara ve yatırım mallarına yönelen sınai üretime, önceleri yabancıların mallarını pazarlarken yeterli birikime ulaşınca sanayiciliğe geçiş yapan bugünün dev holdingleri öncülük yaptı. Böylece daha baştan tekelci bir sanayi yapısı elde edildi.
1960 vel970’lerde firma egemenliği holding hakimiyetine dönüştü. Sadece malı üretmekle kalmayıp onun pazarlama birimlerini de oluşturan, dolayısıyla ticaret kârını da bünye içinde alıkoyan yapılar oluştu. Finansman sorununu çözmek, dolayısıyla faiz giderini en aza indirgemek üzere bankalara sahip olundu. Bunu, sigorta şirketleri edinmek izledi. Gruplar büyüdükçe artan inşaat faaliyetleri için inşaat firmaları, reklam faaliyetleri için reklam şirketleri, ulaşım faaliyetleri için taşımacılık şirketleri kuruldu. Böylece ekonominin neredeyse her dalında faaliyet gösteren “entegre tekelleşme”nin unsuru “holdingler, sermaye grupları” oluştu.
Günümüzde Türkiye’de burjuvaziyi iki ana gruba ayırabiliriz: Sanayi burjuvazisi ve ticaret burjuvazisi. Yukarıda da değinildiği gibi, tekelci bir yapıya sahip olan sanayi kesimi Türkiye’de belirileyici konumda. Endüstrinin yanında, ticaret ve bankacılık dallarında da faaliyetlerini sürdüren dev holdingler ticaret burjuvazisinin etkinlik alanını sınırlamakta.
Türkiye Burjuvazisi yanılsatıcı seçenekler oluşturma yeteneğini kaybetmektedir.
“Yeni Dünya Düzeni” altında Sosyal Demokrasi ve misyonu Brandt ölmeden çok daha önce ölmüştü. Hatta belki Brandt da kahrından ölmüştür. Burjuvazinin, diyalektik bir gerekirlik yüzünden, kendi seçeneğinini de içinde barındırarak varlığını bir bütün olarak koruma altına alma ihtiyacı yüzünden, şimdi artık daha parlak ve işlevsel bir sosyal demokrasiye ihtiyacı var. Sosyal Demokrat partileri birleştirme misyonu ile yola çıkan Sosyal Demokrat İşadamları Konseyi’nin yapmak istediği şey de bu ihtiyacı gidermek. Birleştirme operasyonu birkaç dönemden geçti. Bunlardan birincisi, SODEP ile Halkçı Parti’nin birleştirilmesi, ikincisi SHP içerisinde Baykal’ın desteklenmesi idi. İkinci dönem birkaç safhadan geçti ve Baykal’ın birden fazla çıkışı sonuçsuz kaldı. Üçüncü bir dönem CHP’nin ayrı ve birleştirici bir sosyal demokrat odak olarak yaratılması idi. Ecevit’in deyimi ile, CHP’nin güdük bir parti olarak kalacağının anlaşılması sonucu, Uğur MUMCU ortadan kaldırılmıştır. Yaratılan “Kemalist-Laik-Demokrat” hava içerisinde, partiler üzerindeki birleşme baskısı daha da artmış. Baykal’a CHP’de birlik için bir süre başkanlıktan feragat etmek, MUMCU’ya ise ölmek düşmüştür.
Türkiye Burjuvazisi 2000’li yılların demokrasisinin “Avrupai veya Askeri” olma seçeneklerini birarada elinde tutmak istiyor.
İşadamları Konseyi’nin yürütücüleri Türkiye Burjuvazisi’nin tümü değildir. Bu yürütücüleri daha belirgin bir şekilde tarif etmek istersek, bunlar hiyerarşinin alt kısımlarında bulunan kesimdir. Yanlış anlamalara yol açabilecek bu tanımı biraz daha netleştirmek gerekiyor; 24 Ocak ile beraber, mavi boncuk dağıtan popülist dönem yerine “gecikmiş bir neo-liberal” döneme girildi. Gün, uluslararası bağlantıları güçlü sayılı holdinglerin günü idi. Örneğin Alarko Holding gibi marjinal sektörlerde üretim yapan ve yurtdışı entegrasyonları süreklilik arzetmeyen holdinglerin sözü bir dereceye kadar dinlenirken, devlet aygıtı Nakkaştepe civarlarından Tevfik Altınok’u kendi kadroları arasına katmakta hiç de tereddüt etmeyecekti.
Böyle bir konseyin hazırlık çalışmalarının varlığı, Türkiye Burjuvazisinin, hiyerarşideki tüm kesimleri ile 2000’li yılların demokrasisinin “Askeri mi Avrupai mi” olacağına dair iki çözümü de ellerinde tutmak istediklerini göstermektedir. Sanıldığının aksine Türkiye Burjuvazisi, Türkiye’de bir kamuoyu ya da sınırlı bir sivil toplumun oluşma olasılığını sanıldığından çok dikkate almakta, hatta 24 Ocak ile başlayan neo-liberal dönemin böyle bir ürün vereceğini baştan bilmektedir.
Türkiye Burjuvazisi siyasete “pragmatizm”den başka birşey getiremez.
Türkiye’de burjuvazi “40 yıllık politikacıların desteksiz atışları” ile eğitilen halkın gazabından duyduğu korkuyu, sosyal demokrat iş adamlarının yapacağı “düzeyli siyaset” ile yenmek istemektedir. Böyle giderse önümüzdeki dönemde sadece “pragmatizmin ideolojisi ve siyaseti” revaçta olacaktır. Çünkü bu malzeme, yöntem diye bundan başkasını bilmez.
“Kültür seviyesinin yükselmesi açısından işadamlarını mecliste görmek istiyorum. Ekonomik açıdan bir yerlere gelmiş bu kimselerin görüş ve kültürlerine ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.” (Ceylan Prinçcioğlu, TÜGİAD)
“İşadamlarının politikaya girmesi, öncelikle politikacı görüntüsünün değişmesi açısından son derece olumlu. Çünkü bugün maalesef saygınlığı erozyona uğramış politikacılarımız var. Politikacı ve devlet adamı çok iyi bir altyapıya sahip olmalı. Ancak politikacı denilince, üç kağıtçı, iş bitiren” kişilikler anlaşılıyor.” (Hülya Ustaoğlu, TÜGİAD)
Kendisine “politikaya” girip girmeyeceği sorulduğunda sadece “acaba işimle bir arada yürür mü” ikilemini yaşayan bu malzeme, düzeyli siyaset yapmaktan öte Türkiye’de siyasette pragmatizm ve yapısalcılık çağını başlatacaktır.