Hemen hergün duyuyoruz: “Sosyalist de olsa ben her türlü devlete karşıyım.” Olabilir mi acaba? Bu ülkenin insanları devletin baskısından çok çekti, bunun bir tepkisi mi? Bu tepkiyi anlamaya çalışıyorum ve bu tür lafları edenler ancak sol ile yeni tanışmışsa zamanla hanyayı konyayı görür düşüncesiyle mazur görülebilir diyorum.
“Birilerinin diğerleri üzerinde iktidar dediğini duyunca tüylerim diken diken oluyor” türü serzenişler ise sanki bir öncekini tamamlıyor. “Bana artık işçi sınıfının bilimi filan demesinler, ben herşeyden önce insanlığa inanıyorum” ve “şu kadar maaş alan işçiler değil her kesimden ezilenler” lafları da bir bütüne oturuyor ve ortaya bu argümanların sahibi bir tipoloji çıkıyor. Bu tipoloji, tutarlılık arandığında ya da olası bir “iyi de kardeşim sen kimsin?” sorusuna cevap olarak “ben anarşistim” cevabını yedek tutuyor. Bu tür argümanlar Türkiye’de o kadar çoğaldı ki, sahiplerini görmeden sadece argümanlarını ele alırsanız Türkiye’yi anarşistler bastı hissine kapılabilirsiniz. Bu lafları sadece ciddiye alınmaması gereken bir kesimden değil aynı zamanda geçmişte belirli bir ciddiyeti olan kimselerden de duyuyoruz.
Son on yılda belirli bir mücadeleyi yaşayarak bugünlere gelmiş bulunan solun, bireysel ya da bir dergi çevresinde toplanabilmiş kesimlerinin ortalama bir söylemi oluştu. Son on yılda dünyada ve Türkiye’de yaşananların izdüştüğü ortalamacı bir söylem. Sola dışından bakan veya dışından da bakmasını bilenler için sol adına ilk göze çarpan şey de bu söylemdir. Söylem üzerine söylenecek her söz, söylenen şeylerden ötede daha derinlere bakmasını bilmelidir. Sol söylem solun ideolojik politik ve örgütsel alanlarda mücadelesinin sonucunda ve tüm bunların bir fonksiyonu olarak oluşur. Türkiye’de son on yılda sol adına yaşanan ise aktif bir mücadeleden çok her alanda derin ve geniş bir dejenerasyondur. Solun oldukça geniş kesimlerinin payını aldığı bu dejenerasyon sonucunda oluşan söylem, marksizmden her geçen gün daha da genişleyen bir açıyla ayrılmaktadır. Bu açının önümüzdeki dönemde daha da belirginleşmesi marksist geleneği taşıyanlar için sürpriz olmayacaktır. Marksizmden genişleyen bir açıyla ayrılmak ne anlama geliyor? Marksizmden uzak konumlara düşen ama sosyalist olduklarını beyan etmeye de vam eden kesimlerin, sosyalist olarak varlıklarını sürdürebilmek için söyledikleri ciddiye alınır ve resmedilmeye çalışılırsa, ortaya çıkan tablonun politik karşılığı anarşizm oluyor.
Yanlış anlamaları engellemek için girişi biraz daha uzatmak ihtiyacı duyuyorum. Geçmişte, teorisi yeterince “oturaklı” olmayan gençlik aktiviteleri Türkiye’de fazlaca “oturaklı” kesimlerce goşist, kimi zaman da anarşist olarak damgalanmaktaydı. Bugün ise ne yaygın gençlik aktiviteleri ne de sırtını sağlama almış kesimlerden sözetmek mümkün. Genel olarak solun güçsüzlüğünü teşhis etmek zor değil. Bu durumda egemen sistemi yıkmaya azmetmiş kişileri, şu veya bu nedenle küçümsemek bizim işimiz değil. Bugün için bu tür aktiviteleri sol içinde kalarak eleştirmek oldukça zor. Söyleyeceklerim gençlik içinden gelen anlaşılır heyecanların yarattığı bir aktivizme yönelik olmayacak, olmamalı. Değerlendirmeye tabi tutacağım kesim mark-sizmle tanışmış ve ilk gençliğini çoktan aşmış şu anda aktivizmden uzak ve tohuma kaçmaya yakın bir konumda olanlardır. Peki anarşistlik bu kesimin neresinde diye haklı bir soru yöneltilebilir. Aktif bir hareketliliğin anarşizm için olmazsa olmaz bir koşul olduğu düşünülürse bu soru oldukça haklıdır ve anarşistlik bu kesimin sadece dilindedir. Türkiye solunda marksizmden giderek uzaklaşan sol söylemin argümanları her geçen gün anarşistlerin marksistlere yönelttiği polemiklere daha çok benzemektedir.
ANARŞİZM VE GELENEĞİMİZ
Marksist-leninist geleneğin belirli kavramları anarşizan argümanlara karşı gelişmiş farklılığını onlara karşı ve onların sayesinde geliştirmiştir. Karşılıklı etkileşim içinde en az Marx ve En-gels’in anarşist öğreti hakkında söyledikleri kadar anarşist liderlerin onlara karşı yürüttükleri polemikler de önemlidir. Çünkü anarşist argümanlar marksizmin farklılığını ortaya koymak için oldukça belirgin bir kontrast oluşturur. Türkiye soluna gelmeden önce geçmişte anarşistlerle olan tartışmalara gözatmakta fayda var.
Anarşist öğretinin Marx ve Engels döneminde temsilcisi bir Rus olan Bakunin’di. Bakunin’in düşüncelerinin bir bölümü ütopistlere kadar uzanıyordu, ama bir köken aranacaksa daha çok Proudhon’dan etkilenmişti. Söyledikleri liberalizmi aşamayan Proudhon için bilindiği gibi Marx “Felsefenin Sefaletini” yazmıştı. Proudhon politik devrime karşı her zaman aşağıdan yukarı devrimi savunmuş özgür dayanışma ile toplumsal sorunların halledilebileceğini öne sürmüştü. Bakunin ise Proudhon’un bu düşüncelerinden etkilenmekle birlikte, şiddete dayalı bir devrime ve bir devrimci elite inanmaktaydı. Ancak Bakunin’in örgüt anlayışı “siyasi arkadaşlık ilişkileri” ile sınırlıydı1 . Marx ve Engels’in Bakunin’in şahsında anarşistleri eleştirdiği ana noktaları şöyle toparlamak mümkün:
1.İşçi sınıfının politik mücadelesi ve politik mücadelenin aracı olarak partinin yadsınması.
2.Proletarya diktatörlüğü düşüncesinin yadsınması.
3.Devrimci güç olarak proletaryanın yadsınması.
Bakunin’in karşı çıktığı şey, tüm bunların bileşkesi olan işçi sınıfının bilimi, bilimsel sosyalizmdir.
Marksizmin Rusya’daki mirasçıları anarşizme karşı siyasi mücadelelerini sürdürdüler. Bakunin’i ataları sayan anarşistlere karşı geliştirdikleri polemikler ile kendilerini anlattılar. Kimilerine göre Rus devriminde anarşistler öncesinden farklı olarak bireyci, komünist ve sendikalist olmak üzere üç grupta toplanıyordu. Bakunin ve Kropotkin’den esinlenen anarşist komünistler, her bir üyesinin gereksinimlerine göre ödüllendirileceği bir özgür topluluklar federasyonu öngörüyorlardı. Anarko-sendikalistler umutlarını, gelecekteki eşitlikçi toplumun nüveleri olarak devrimin ardından birbiri peşisıra yeşeren fabrika komitelerine bağlamışlardı. Bireyci anarşistler, hem anarşist komünistlerin bölgesel komünlerini hem de sendikalistlerin işçi örgütlerini reddediyorlardı. Baskı ve tahakkümden ancak örgütsüz bireylerin uzak olduğuna inanıyorlardı 2
Ekim devrimi ise anarşistleri kendi içlerinde daha reel bir reorganizasyona tabi kılmıştır: Devrimi destekleyenler ve desteklemeyenler…
Türkiye’de Marx, Engels, Lenin, Stalin ve Trotskiy’nin mücadele ettiği anlamda anarşistler şimdilik yok. Ama anarşistlerin Marx’a ve Lenin’e karşı kullandıkları argümanların başka birtakım argümanlarla da eklemlenerek sol içinde kullanımı var ve gittikçe de yaygınlaşmaya başladı. Tüm bu argümanlar anarşist bir söylem oluşturabilecek bütünlükte değil ve böyle bir iddia da taşımıyor. Sözkonusu olan söylem, anarşist olmaya öykünmekten çok, dağınıklık ve dejenerasyonun ister istemez yarattığı “anarşistçe” argümanlardan oluşuyor. Hemen belirtmek gerekir, bir de gerçekten anarşist olmaya öykünenler var. Ancak bu kesimler biraz da anarşist olmanın doğasından, bir türlü derlenip toparlanamıyorlar. Arada bir çıkardıkları dergilerle arada bir seslerini duyurup mutlu aile yuvalarına koşuyorlar. Bu yüzden henüz oluşamamış bir anarşist düşünceyi muhatap saymak mümkün değil. Ama birgün yüzümüzü kara çıkarırlar mı bunu şimdiden bilemeyiz. Kara ve Efendisiz dergilerinden sonra yayın hayatına başlayan Ateş Hırsızları’nın diğerlerinden daha radikal bir dili var. Umarım bu kez çaldıkları ateşlerden bir top yapabilirler. Bu yazıda bu tür anarşistlerden çok Türkiye solunu etkilediği düşünülen anarşizan argümanlarla devam edeceğim.
1) BİR SÖYLEM OLARAK ANTİ-DEVLETÇİLİK
Türkiye’de on yılda bir yapılan askeri darbeler solda devlet düşmanlığının gelişimi için haklı bir zemin oluşturdu. Darbelerin eleştirilmesi ilk zamanlarda burjuva devletin eleştirisi gibi bir teorik çerçeve içinde ele alınabilecekken solun bunu yapmaya mecalinin olmadığı kısa zaman içinde anlaşıldı. Türkiye solunda askeri darbelerin güncelleştirdiği anti-devlet söylemi marksist bir içerikte yapılamadı. Belirgin olan söylem, marksist devlet eleştirisinden çok Batı demokrasilerinden etkilenmenin bir sonucuydu. Özellikle 12 Eylül’den sonra yurtdışına çıkan solcuların bu işte katkısı(!) büyük oldu. Avrupa’yı görenler adeta “ohoo… herifler neler neler yapmış” türünden Alamancı muhabbetinin benzeri bir söylemle deneyimlerini aktarırken “önce sivil toplum” “önce demokrasi” dediler. Türkiye’deki “ceberrut” yönetimlere karşı batılı kapitalist devletlerin yumuşak yüzünden etkilendiler. Türkiye solunda marksist olamayan anti-devlet söylemi, kabına sığamayan anarşistlerin değil de Batı kaynaklı sivil toplumcuların çizgilerini taşıdı. marksist bir çerçevede ise burjuva devlete karşı geliştirilmesi gereken bir çıkış yapılamadı, böyle bir söylem gelişmedi.
Türkiye’de kapitalist devlete karşı söylemin, anarşizan bir etkilenmeden çok sivil toplumculuk etkisi altında geliştiği açık. En azından devrimciliği bir kenara atmış olanlar için bu böyle… Peki, hala yeri geldiğinde devrimcilik iddialarını sürdüren ve bu yüzden bizleri daha çok ilgilendiren kesimlerde sosyalist devlete bakış ne durumda Türkiye solunda kendisini devrimci ve marksist olarak tanımlayan pek çok kesimin, sosyalist devlet konusunda da Marx’tan ve Engels’ten pek birşey devralmadıklarını söylemek gerekir. Marx ve Engels’in yaşadıkları dönemde sosyalist devlet konusunu gündeme getiren en önemli olay, kuşkusuz Paris Komünü olmuştu. Tarihin bu ilk sosyalist devlet modelinin değerlendirilmesinde marksistler ve anarşistler karşı karşıya gelmişler, taban tabana zıt görüşler ileri sürmüşlerdi. Marksistler komünün ayakta kalabilmesi için daha sıkı örgütlenmesi gerekliliğini savundular; komünün yenilgisini gevşek bir yapıda olmasına bağladılar. Bakunin ise tam tersine komünün yenilgisini yeterince özgürlükçü bir ortam yaratılamaması ile açıklıyordu. 3 Bakunin’in, Paris Komünü’nün hemen ertesinde, Eylül 1871’de Enternasyonal’in Londra konferansında söyledikleri ilginçtir. Bakunin Marx’ın tüm politik sorununu “Enternasyonal’in zorunlu programının bir parçası olarak iktidarın proletarya tarafından elde edilmesi ve Genel Konsey diktatörlüğü yani kişi olarak Marx’ın diktatörlüğü ve sonuçta Enter-nasyonal’in (Marx’ın lideri olduğu) çok büyük ve korkunç bir devlet haline dönüşmesi” olarak görüyordu 4 . O’na göre Enternasyonalin programının olması bir “dayatma” idi.
Bolşevikler de anarşistlerle benzer polemikler yaptılar. Ama bunun bir istisnası oldu. Nisan tezleri, anarşistleri bolşeviklere yakınlaştırdı. Nisan’dan sonra burjuva devlet aygıtının yıkılması düşüncesine sahiplenen ve sosyalist devrim diyen iki grup bu düşünceleriyle diğerlerinden ayrılıyordu. O dönemde temelde çok farklı olan bu iki grup ortak düşman burjuvazi ve onu destekleyenlere karşı saf tutabilmeyi becermişlerdi. Hatta Trotsky önderliğindeki askeri devrimci komiteye dahil olan en azından dört anarşist, Ekim ayaklanmasının tasarımını yaptılar 5 .
Ekim devriminden sonra ise eski sorunlar yeniden ortaya çıktı. Marksizmin mirasını taşıyan Lenin komünden çıkarılan dersler sayesinde ve kendi dönemindeki anarşistlerden farklı olarak, devleti burjuvaziye karşı çevrilmiş bir silah olarak göre biliyor ve “her türlü anlaşılmazlığı dışarıda bırakan bir açıklıkta” sosyalist bir devletin zorunluluğunu savunuyordu. 6 Gelenek okuyucularına yakın olan bu görüşleri daha fazla ayrıntılandırmak istemiyorum.
Marx’tan Lenin’e ve Lenin’den bugüne sosyalist devlet teorisinden neler kaldı? Sosyalist devletin nasıl olması gerektiği konusunda bolşeviklerden daha şanslıyız. Öyle olması da gerekir. Çünkü bu konuda onların kendileri için dersler çıkardıkları 35 aylık Paris Komünü deneyimine ek olarak 70 yıllık Sovyet deneyimine sahibiz. Birinci çoğul şahsı maalesef solun tümü için kullanamıyorum. Türkiye solunda yetmiş yıllık mirası iyi ve kötü yanlarıyla birlikte kabullenmeyi kendilerine yediremeyen kesimlerin bu mirası deneyim hanesine aktaramadıkları görülmektedir. Komün ve Sovyetler’den deneyim adına çok farklı şeyler anlaşılıyor. Çünkü sol bu konuda da belirgin bir yüzeyselliği aşabilmiş değil. Türkiye solunda Sovyetlerin çöküşünü “özgürlükçü bir ortam yaratamama”ya bağlayanlar çoğunluktadır. Pek çok kesim Sovyetler’in kirli mirasından kurtulmak için (!) pazarlamacı bir mantıkla kendi ütoplarındaki sosyalizmin Sovyetler’den farklı olduğunu anlatma kompleksi içindedir. Ancak sosyalist devlet kurulurken farklılığın ne olacağının bilgisine de henüz kimse ulaşamamıştır. Sosyalist devlet teorisini özgürlükten yana zorlamanın tek başına teorik bir değişiklik olamayacağı açık olmalıdır. Eğer devlete bakış teoride bir değişiklik yapacaksa en az iki şeyi daha değiştirmesi gerekecektir. Bunlardan birincisi, siyasi iktidar mücadelesi ve onun aygıtı partiye bakış, ikincisi ise işçi sınıfının bilimine bakıştır. İktidar, siyaset, parti ve işçi sınıfı kavramları ise marksizmi tanımlayan onu yerli yerine oturtacak temel kavramlardır. Dahası Lenin’i marksist yapan şey, bu kavramların çizdiği doğrular içinde kalarak Rusya gerçeğinden hareketle onları derinleştirmesidir 7 .
2) İKTİDAR VE SİYASET KORKUSU
İnsanlar sadece söyledikleri ve yaptıklarıyla değil söylemedikleri ve yapmadıklarıyla da değerlendirilirler. Türkiye solunda hiçkimse “sosyalistler kendi siyasal partisini kurmamalı, hiçbir surette siyasal bir eylem yürütmemelidir” demiyor. Marx’ın 1873’te söylediği gibi siyasete ilgisiz kalanlar hiçbir zaman görüşlerini bu kadar açıklıkla dile getirmezler 8 . Ama yaptıkları ve yapmadıklarının toplamı gözönüne alındığında bu anlama gelecek bir tablo bulabilirsiniz. Türkiye’de iktidar mücadelesi ve bu yolda siyaset yapmak sol için neredeyse bir fobi haline geldi. Neredeyse solun iktidar olmasının onun gücünden birşeyler alıp götürdüğü türünden son derece sağlıksız düşünceler belirdi. Doğu bloku ülkelerinde sosyalizmin çöküşünden sonra Türkiye’de sosyalistlerin iktidara gelmemiş olmasını avantaj sayanlar çıktı 9 .
Nikaragua’da Sandinistlerin iktidarı seçimle bırakmalarını halka dönmek olarak değerlendirip memnuniyetlerini bildiren solcular oldu10 . San-dinistler güçler dengesinin kendilerine karşı dönmesi sonucunda iktidarı bırakmak zorunda kalmış olabilirler. Ama bu duruma iyi oldu demek başkadır ve mantık hatasından ötede belirli bir anlayışı temsil etmektedir. Sovyetler içinse durum daha farklıdır ama Rus yoldaşlar yeni bir iktidar mücadelesinde 70 yıl iktidar olmanın getireceği avantajları da kullanacaklardır.
Politika bir iddia üzerine kurulur. Politik kişiler kendileri istemeseler de belirli bir iddiayı taşırlar. Bu yüzden politik kişilerin iktidar ve otoriteyi tartışma konusu yapmaları akıl dışı bir tutumdur. Vereceğim son örnek yine iktidar sorunuyla ilgili. Bir zamanlar Edebiyat Dostları diye sosyalist sanatın yaratılabilmesi için engelleri yıkmaya aday bir dergi vardı. Bu derginin de kendine biçtiği belirli bir entellektüel düzeyi olan kesimlere hitap etme misyonu vardı. Derginin yazarları şimdi bu misyonun çok gerisindeler. Kendisini hala sosyalist gören eski Edebiyat Dostları, yeni Edebiyat ve Eleştiri yazarı Hüsamettin Çetinkaya, yeni başlattıktarı Sanat Hareketi Düşüncesi’nin “iktidardan kaçan” bir akım olduğunu belirtiyor. Devam ediyor; “bilgi talebi ile iktidar düzenlemenin aynılığı kaçınılmaz bir gericiliği ve tutuculuğu beraberinde getirir”miş. Biraz geç kalarak benimsediği postmodernizmin stalinizmin ve bunun dolaysız yansıması geleneksel politika anlayışının reddini getireceğini müjdeleyerek yazısını tamamlıyor 11 . Belirtmek ihtiyacını duyuyorum. Hüsamettin Çetinkaya’yı önemli bir politik kişilik olduğu için değil pek çok kimsenin aklından geçen ama söyleyemediklerini söyleyen bir kişi olduğu için bu yazının kapsamına aldım.
3) İŞÇİ SINIFINA BAKIŞ VE TEORİNİN HİÇLİĞİ
Türkiye solunun anarşist argümanlar seti devletin, iktidarın ve politik mücadelenin pişkin veya aşkın tavırlarla reddilmesi, başka bir deyişle hor görülmesiyle kalmıyor. Bu çerçeveyi marksizmin geriye kalan temel kavramlarındaki küçümseme eğilimi tamamlıyor. Çerçevenin diğer elemanları işçi sınıfı yorumu ve kuşkusuz bununla çok yakından ilgili olarak marksist bilim anlayışıdır.
Bilindiği gibi Marx, insanlığın kurtuluşu yolunda işçi sınıfını en fakir sınıf olduğundan değil dönüştürme yeteneği en gelişkin sınıf olduğu için öne çıkarmaktaydı. Bakunin ise sosyal devrimi başarıya ulaştıracak güç olarak “halkçı meteliksizler takımını” görmekteydi. Bakunin Marx’ın proletaryasını işçi kesiminin en üstün, en uygar ve en rahat tabakası olarak görüyordu. Ona göre proletarya, “burjuva uygarlığından etkilenmişti ve bütün proletarya içinde en az sosyalist en çok bireyci olan kesimde” 12 . Toplumun en dinamik kesimi olarak meteliksizler takımını keşfeden Bakunin tek bir politik ilke olamayacağını Marx ve Engels’in boşuna çırpınıp durduklarını belirtiyor kitlelerin hala tutkuyla bağlandıkları bir tek idealin ise ekonomik eşitlik olduğunu söylüyordu. Marx’ın tabiriyle Kuransız Muhammed teori alanında yapılacak her saptamanın pratik alanda kaçınılmaz bir dışlama ve elemeye denk düşeceğini öne sürerek bilime bakışını ortaya koyuyordu 13 . Teorisizlik politikada sadece göze görünen hareketlerin desteklenmesi sonucunu getiriyor. Sınıfsal bakışın süzgecinden geçmeden desteklenen hareketlilikler ise mücadeleyi eklektik bir biçime sokuyor. Sınıfsal bakışın olmayışı mücadele içindeki güçlerin hesabını gittikçe zorlaştırıyor ve sonunda demokrasi mücadelesi ile buluşmak kaçınılmaz oluyor. Marksist bilimin ayırdedici özelliği çözümlemelerinde sınıfsal ve işçi sınıfı yararına politik bir bakışı kullanmasıdır.
Türkiye’de reformist kanat görülmemiş bir pişkinlikle işçi sınıfı güzellemeleri yapmaktadır. Doğu Perinçek’in köylü kurnazlığı ile Türk-İş’in yeni başkanını tebrik etmesinden hiç de aşağı kalmayan bir yüzsüzlük, geçmişte bilimsel sosyalizme daha çok yaklaşmış olan kişilerin arsızca yaptıkları düzen içi yorumlarıdır 14 . Bu yaklaşımın özü işçi sınıfının mücadele ettiği bunun doğal sonucu olarak da mücadelesinin karşılığını aldığı biçimindedir. İşçi sınıfının siyasal iktidarı için sınıfın ekonomik istemlerinin kaldıraç olması durumunun tam tersi bir durumdur bu. Bu kez kaldıraç ters ucu zorlamakta ve ekonomik istemler için siyasal yolların kullanılması eğilimi öne çıkmaktadır. Bu yönelimin adı sendikalizmdir. Politikada ufku sendikal mücadeleyi aşamayan kesimlerin bilim anlayışı ise gıdım gıdım sabırla bilgi biriktirmekle yetinmek olacaktır. Türkiye solunun devrimci kesimleri reformistlerle mücadelede belirli bir performansı sergilemiştir. Acaba aynı kesimler sendikalizm ile mücadelede de bu kadar başarılı olabilecekler mi? Önümüzdeki dönemde Türkiye solunun sendikalizme karşı mücadelesi, reformizme karşı verilen sınavın değerlendirilmesinde yeni bir ölçüt olacaktır. İşçi sınıfının öncülüğünde toplumun diğer katmanlarını da içeren sosyalizm mücadelesinin bütünlüklü bir siyasal mücadele olacağı açıktır. STP bu bilinçle yola çıktı. Reformizme karşı belirli bir direnci göstermiş solun diğer kesimlerinin ise bu bilince ulaştığını söylemek biraz zor. Yazının konusu olan bu kesimin işçi sınıfına bakarken öne çıkan başlıca iki eğiliminden sözetmek mümkün.
Birincisi, kof bir işçi sınıfı güzellemesinin herşe-ye rağmen sürmesi. Bu eğilim reformist kanadın hegemonyasından kurtularak sendikalizmi “aşmış” olsa da anarko sendikalizmden yakayı kurtarabilecek mi? Teorisiz ve partisiz bir solun sendikalizme karşı mücadelesi bu kez anarko-sendikalizme takılabilir. Fabrika komiteleri aracılığıyla olsa bile, sendikal istemler ülke çapında siyasallaşmadıkça anarkosendikalist bir görünümü aşamaz. Anarko-sendikalizmi aşmak ise daha çok siyasallaşmak ile mümkün olacaktır.
İkinci eğilim ise zahmete katlanıp bilimsel temeller aramadan “bu işin” işçi sınıfıyla artık biraz zor olduğu saptamasıyla yola çıkıyor. Sosyalist mücadeleyi sürdürecek birtakım başka hareketlilikler arayışıyla sürüyor. Çevre, kadın, barış gibi konular geçmişte daha çok gündemdeydi. Bugün ise sol içinde bu hareketlerin sınıfsal bakış sayesinde yerli yerine oturduklarını söylemek biraz zor. Daha çok solun güçsüzlüğünün yarattığı zahiri bir gündemden düşme sözkonusu. Çevre, kadın, barış gibi hareketlerden çok daha sarsıcı bir güç oluşturan ulusal kurtuluş mücadelesi ise Türkiye solu için şimdilik en canlısı ve en çok dikkat çeken bir hareketlilik. Gözü kapalı bir hareket destekçiliği ise dektekçileri zavallı konumlara düşürüyor. Türkiye solu bu haliyle Costa Gavras’ın Kayıp filmindeki Latin Amerika’daki devrimcilere destek atan şaşkın Avrupalı gazetecilere benziyor. Coğrafyanın yakınlığı bu görüntüyü kurtaramıyor. Türkiye solu pek çok özgürlük hareketini nihai hedefle birlikte ele alabildiği ölçüde anarşistçe gözüken çıkışlarından uzaklaşacaktır.
4) BİLİM Mİ ÜTOPYA MI
Bakunin’in mirasçısı anarşist gelenek marksist bilim ile dini aynı kefeye koymuştur. Bilim Avrupa vahşetinin ahmaklıklarından din ise Asyatik vahşetin ahmaklıklarındandır15 .
Türkiye’de Stalin’in bir zamanlar uğraştığı türden marksizmi bir mide teorisi olarak gören ya da Marx’ı Hegel’in çömezi sayan ve hala sosyalist olduğunu söyleyen anarşistler yok 16 . Ama bilimsel sosyalizmin öldüğünü sayfalarca yazılarında iddia eden ve hala solculuk iddiasını sürdürenler çıkabiliyor 17 . Bu tür çabalar yeni ütopyalar yaratmak adına yapılıyor. İyi niyetlerimizle yaklaşırsak, bu tür çabalar sosyalizmi daha özgürlükçü kılmak amacı taşımaktadır. Ama mantıksal uzantısı aydınlanma düşüncesinin reddine varan absürd ve anlaşılmaz bir retorikle sonuçlanmaktadır.
Ütopya ve bilimi karşı karşıya getirmek mark-sistlerin hiçbir zaman yapmayacakları birşeydir. Bu iki önemli kavramı sanki birbirlerinin karşıtıymış gibi anlamak ise marksizmin sığ yorumcularının işidir. Bir zamanlar sıkça yapıldığı gibi komünizm için mücadeleyi ütopyacılıkla malul kılmak bugün bize ne kadar ters geliyorsa bilimsel sosyalizmi din mertebesine indirmek de o kadar terstir. Bilimsel sosyalizm komünizm ütopyasına ulaşmanın bilimini yapar. İsteyen kapitalist toplum içinde kendi ütopyasını kursun ve yaşasın. “Hemen şimdi devrim” ise çok çok isteseniz bile olmayabilir, her işin olduğu gibi bu işin de bir hesabı kitabı vardır.
GELECEĞE BAKARKEN
İngiliz marksisti Anderson bilimsel sosyalist düşüncenin kendi gelişmesinde belirli bir “direnç kat-sayısı”ndan yararlandığını belirtiyor. Bilimsel sosyalizm kendi temelleri sorgulandığı ve bunlara gelişkin yanıtlar verebildiği ölçüde gelişiyor 18 .
Acaba Türkiye’de böyle bir direnç katsayısından sözedebilir miyiz Şimdiye kadar teorik bir gelenek oluşturamamış olan Türkiye solunda farklı yorumlar sayesinde verimli polemikler yapmak pek mümkün olmadı. Bundan sonrasında daha da zor olacağa benziyor. Çünkü yorum farklılığı değil mantık ve ahlak farklılığı giderek derinleşiyor. E.H. Carr anarşizm düşüncesinin romantik doktrinin mantıksal sonucu olduğunu söylüyor 19 . Anarşizm ile romantizm arasında bir bağ olduğu düşüncesine katılıyorum. Anarşizm politikada, romantizm ise psikolojide gerçeklerden uzaklaşmayı anlatır. Yanlış anlaşılmasın biz devrimciler romantik yanları da olan insanlarız. Hatta romantik duyguların kimi zaman devrimci kişiliğimizi beslediği doğrudur. Ama devrimciler saf duyguların yaşamlarına yön vermesine de hiçbir zaman izin veremezler.
İşte Türkiye solunda son zamanlarda en çok göze çarpan şey mantığın değil duyguların belirginliğidir. Bolşevik tipoloji yerine Dostoyevski karikatürleri dolaşmaktadır. Bizim dejenerasyon dediğimiz tarihsel kesiti bir olumluluk olarak görebilenler bile(!) var. Aynı tarihsel kesit için “12 Eylül faşizmi altında ama özgür sosyalist ilişkiler içinde(!) yetişen” gençlerden sözedilebilmektedir 20
Türkiye’de anarşizm, kimi insanlar için örgütlü mücadeleden kaçışın yeni adıdır. Bugün Türkiye’de anarşist olmak yakıp yıkmak anlamında diri ve kavgacı olmayı değil de bezginliği ve kavgadan kaçışı anlatıyor. Anarşist olmak çaresiz olmakla aynı anlama geliyor. Bence anarşizm, ne o ne de ötekini beğenen sıkıntılı bir ruhun dış dünya ile yaptığı bir kısa devredir. Ne gönül rahatlığıyla burjuva ilişkiler içinde yeralabilen ne de sosyalist yolu tercih etme cesareti gösterebilen bir ruh halinin uğrak noktasıdır. Türkiye’de oldukça sınırlı da olsa böyle bir kesim var. Bir yanda iyi bir eğitim almış ama iş, meslek vs. gibi dar kalıplara girmek istemeyen öte yanda üniversitedeyken sol ile bir ölçüde tanışmış ve örgütlü bir mücadele biçimini kendisine göre bulmamış ama arayışlarının da sonuna yaklaşmış bir kesim için anarşizm biçilmiş bir kaftan olabilir. Çünkü insanı “zora” sokmaz ve eş dost sohbetlerinde hatta belki gazete köşelerinde bol keseden sallamak için alan yaratır.
Türkiye’de sorun anarşistler ya da kendini anarşist olarak görmek isteyenler değil, teoride ve politikada büyük bir dağınıklık yaşayan solun kendisidir. Teoride ve politikada yaşanan dağınıklık, yaşam biçimine de sirayet edecektir. Bugün bile solcuların çok büyük bir bölümü kendi romantik dünyasında yaşıyor ve en azından bir süre daha bu böyle devam edecek. Bunun anlamı şu; her ne kadar mangalda kül bırakmasalar da teorik, politik ve bunun sonucunda ideolojik bir karmaşa yaşayanlar, önümüzdeki dönemde muhtemel hareketliliklere yönelseler bile buradan en fazlasıyla anarşizm çıkacaktır. Gelenek kitap dizisinin ilk sayılarından bu yana hemen her fırsatta yeralan sola ilişkin değerlendirmeler ise vahameti giderek artan bir biçimde geçerliliğini koruyor. Türk aydını hala örgütlü olamadığı gibi entelijensiya oluşturabilmekten de çok uzakta. Durumun vahameti, bilimsel sosyalist düşüncenin önünde ciddi bir direnç katsayısı bulunmaması demek oluyor. Bu durumda Türkiye solunda bunca yıldan sonra Gelenek’in misyonu daha da belirginleşiyor: Hem örgütlü bir güç, hem de güçlü bir entelijensiya yaratmak!
Dipnotlar ve Kaynak
- STMA, Enternasyonal’de Devler Savası:Marx-Bakunin, Cüneyt Akman’ın çerçeve yazısı,cilt 1, sayfa 283
- Avrich, Paul; Rus DevrimindeAnarsistler, 1992, Metis Yayınları, sayfa 12
- Anarsizm ve Anarkosendikalizmiçinde, Otorite Üzerine, Engels, 1872, çev.Sevim Belli, Sol yay. Ankara 1979, sayfa 122
- Bakunin, Michael; Marx’a Karsı ElYazmaları, çev. Isın Gürbüz, Birey yay. 1992,Đstanbul, sayfa 16
- Avrich, a.g.e., sayfa 113
- Anarsizm ve Anarkosendikalizm, a.g.e.,sayfa 325
- Çulhaoğlu, Metin; Bir Yaklasım Önerisi:Zincire Doğru, Önce Halka, Gelenek kitap dizisi30, Temmuz 1990, sayfa 10
- Marx, Karl; Siyasete Karsı İlgisizlik (Londra,1873) isimli makalesinde anarsistlere karsıpolemiklerden birini bulabilirsiniz. (Anarsizmve Anarkosendikalizm içinde, Sol yay. 1979,Ankara)
- İstanbul Bilar’daki seminerlerden birindeMete Tuncay’ın sözlü ifadesi.
- Örnek olarak Ertuğrul Kürkçü’nün ÖzgürGündem’deki yazılarına bakılabilir
- Çetinkaya, Hüsemettin; ĐçimizdekiFaşizm, Edebiyat ve Elestiri, sayı 5, sayfa 23-41
- Bakunin, a.g.e., sayfa 17
- Bakunin, a.g.e., sayfa 18
- Yıldırım Koç, uzunca bir süredir reformistsendikacılığın en yetkin örneklerini sunan birkisiliktir. Anarko değil ama reformist birsendikacı olarak bu alanda yazdıkları, türününbasarılı örneklerini olusturmaktadır.
- Avrich, a.g.e., sayfa 60
- Stalin, Jozef; Anarşizm mi?Sosyalizm mi?, çev. Muzaffer Kabagil, Sol yay.1978, Ankara, sayfa 39
- Akçam, Taner; Bilimsel Sosyalizmin Bitisi,Birikim 34, Subat 1992, sayfa 12-24
- Anderson’dan aktaran Çulhaoğlu: Goşistlermi? Devrimci Demokratlar mı?, Gelenek kitapdizisi, sayı 8
- Carr, E.H.; Romantik Sürgünler,sayfa 202
- İktidar Yolu, Ekim 1992, sayı 5, sayfa 4