“Reel sosyalizm”in çözülüşünün “keyfini çıkarma” dönemi olacağı umulan Yeni Dünya Düzeni ilginç bir şekilde, kimseyi rahata erdiremedi. Ortaya çıkan durum, düzenden çok, düzensizlik ve belirsizlik sözcükleriyle anlatılabilir.
Bu pek de öyle sürpriz bir sonuç değil. Yeni Dünya Düzeni, kapitalizmin yaşadığı başlangıcı 1970’lere uzatılabilecek en uzun kriz dalgasının içine doğdu. Ve kazanılan siyasal zafer kapitalizmin üzerine bir yük olarak bindi.
“Atını döven kovboy” filmini CNN aracılığıyla bütün dünya seyretti iş yapan bu filmin ardından kimse -kuşku duymasın- ikincisi geliyor; “Atın intikamı”. Pek yakında. “Sosyalizm sonrası Sosyalizmsiz Yeni Dünya Düzeni” meraklılarına duyurulur.
BÜYÜK TÜRKİYE
Türkiye için “büyük devlet” düşü yeni değildir; ne de olsa “düşmüş” bir imparatorluğun çocuğudur. Bu düşün gerçekleşmesi büyüme demektir; devletiniz küçük geliyorsa büyütürsünüz bu kadar basit! Türkiye burjuvazisi, meselenin bu denli basit olmadığını kavrayacak kadar deneyimli ve gerçekçidir. Yine de, bu tatlı düşlerin anaforuna gerçeklerden kopacak kadar kapılanlar olabilir. Tarihin pek de öyle şefkatli olmadığı yolundaki yaygın inancı doğrulamak için kendilerini feda eden insanlardır bunlar. Takdir edilecek başka bir yanlan da yoktur.
“Büyük” olmamanın verdiği acıları yatıştıran bir sihirli ilaç, bir ağrı kesici el altındadır hep: “Önemli” olmak. Türkiye önemlidir. Ne hikmetse, dünyanın değişen dengeleri içinde bu ülke hep kritik bir yer işgal eder, hep çok önemlidir. Bu “önem”in gerçekleşmesi ise, bir takım “dengeler”in varlığına bağlıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin geleneksel dış politikası denilen şey, böyle de anlatılabilir.
Hatırlanacaktır, 80’li yılların başında bu toplumun önüne konan umut, “tarihsel kültürel” bağlarımız sayesinde, Arap pazarında önemli bir yer işgal etmek ve batıdan bu ülkelere akan sermayenin aracısı olarak büyümekti. Bu büyük projeyi gazetelere tam sayfa ilanlar vererek, “aracısız” anlatan bazı burjuvalar vardı. Hatırlanacaktır dedik, ama pek hatırlanmayabilir.
Bugün benzer bir proje bir başka coğrafyaya yönelik olarak dile getirilmektedir: Türki Cumhuriyetler.
Aradaki ortak (ve de kritik) nokta, Türkiye burjuvazisinin dışa yönelik bu türden büyük senaryolarda, “esas oğlan” olma şansının olmamasıdır. Belki kötü bir karakter oyuncusu olmadığı söylenebilir, ama o kadar! Türkiye ortalığı alt-üst edebilecek (alt ya da üst) bir emperyalist ülke değildir. Türkiye burjuvazisi batıdan bu ülkelere doğru büyük hacimli bir sermaye akışının aracısı olarak büyümeyi umabilir. Ortada öyle ciddiye alınır ölçekte bir akış yoktur, olması zordur, ayrıca Türkiye bu filmdeki tek karakter oyuncusu değildir.
Türkiye uluslararası siyaset söz konusu olduğunda “dengeleri” gözetmeye devam edecektir. Dönem dönem bu dengelerin kendisi lehine işlediğini varsaysa da… 1989 ertesi dünyaya Türkiye gözünü bir dengesizlikler üçgeninin; Balkanlar Kafkasya ve Ortadoğu’nun içine açmıştır. Bu dengesizliklerin düzene konma sürecinde kendisine büyük roller düşebileceği umuduna kapılmıştır. Ne de olsa bu üçgenin içerisinde tek dengeli ülke olsa olsa Türkiye’dir. Körfez Savaşı da bu statünün pekiştiği duygusunu uyandırmıştır. Şahinlerin ortaya çıkışında bir iç çözümsüzlüğün dışa taşınma niyetinden çok kolay yoldan “büyük ülke” olmak vardır. Denge gözetici Türkiye Cumhuriyeti’nin kimliği “büyük Türkiye” ile değiştirilmeye çalışılmıştır. Bunun tarafı olanlar ister Özallar ister II. Cumhuriyetçiler isterse de neo-Osmanlıcılar diye adlandırılsın, tüm kurgularını bunun üzerine yatırmışlardır.
II. Cumhuriyetçilerin sahip oldukları düşünsel deformasyonu belirleyen Mustafa Denizli zihniyetidir. Büyük düşünmek ve büyük olduğuna inanmak büyümek için yeterli değilse II. Cumhuriyetçiler iflas etmiştir. Osmanlı’nın sınırlarını hatırlamak ve federal bir cumhuriyetin olabilirliğini düşünmek kimlik kazanımı için yeterli görülmüştür. Ulusal sorun bile, geçerken çözülecek Güney Kürdistan Türkiye’nin yanına kâr kalacaktır. Kafkasya’da ekonomik hakimiyet kurulurken bu güç Balkanlar’da siyasi güce tahvil edilecektir. Sonuçta Avrupa Topluluğu’nun bizi içine almak için önümüzde diz çökmesini beklerken Amerika okyanusları kırmızı telefon hatlarıyla aşarak dostunu gece gündüz onore edecektir.
İşin açıkçası, burjuvazi çok kısa bir dönem de olsa bu düşe inandı. Ancak bir türlü kurulamayan Yeni Dünya Düzeni ve dünyadaki belirsizleşmeye başlayan uluslararası dengeler II. Cumhuriyetçiler dışındakiler için bir soğuk duş etkisi yaptı. Burjuvazinin deneyimli ve ürkek kadroları yeniden ismet İnönü siyasetine dönmeye can atmaya başladılar. Ve lisan-ı münasiple düş kurmanın zararı olmadığını ama bunu fiiliyata dökmenin sonucunun eldeki Kürt bulgurundan da olmak anlamına geleceğini anlatmaya başladılar. Eğer uluslararası siyasete bulaşılacaksa, bu ancak iç gündemi bastırmak için gözleri dışarı çevirtmek siyaseti olabilirdi, fazlası fazlaydı. Bosna Hersek kampanyaları bile aşırıya kaçmıştı. II. Cumhuriyetçilerin yenilikçilerinin son yıllarda yaptığı primle gözleri fazlasıyla boyanmıştı. Bu yüzden reformların sınırının çizilmesi gerekliydi.
Uğur Mumcu öldürüldü. Burjuvazi Mumcu gömmekten çok, kemalizmi övme işiyle uğraştı. Hâlâ bir “milli dava” yaratabildiğini görmeye açıkçası ihtiyacı vardı. Bu arada II. Cumhuriyetçilere reformların ve uluslararası arenada koşturulacak atın sınırları da belirtilmiş oldu. Bu açıdan Uğur Mumcu ideal bir örnektir. İnter Star’ın Bosna-Hersek Kampanyası’nın karşılığı TV l’de Uğur Mumcu’nun cenaze töreninin yayınlanmasıyla verildi. Bu arada Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığı ve II. Cumhuriyetçilerin anti-kemalist ittifak cephesinde olan İslamcılığa da vurulabileceği anlatıldı. İttifak öbür ayağı reformcu Kürtler’e yönelik hadlerini bildirici sınırı Uğur Mumcu çerçevesi çizmeye yeterdi.
Milli bir dava yaratma ihtiyacını kronikleştirense depolitizasyonun burjuvazi açısından kritik bir noktaya varmış olmasıdır. Siyasal sistem inandırıcılığını ve çekiciliğini yitirmiştir. Düzenin kısmi de olsa, politizasyon süreçlerine ihtiyacı vardır. Bu sorun şimdilik taşıma suyla halledilmektedir; Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir takım uluslararası meselelerde taraf olmakta, bu da “milli birliğimizi” güçlendirmektedir. Bu dış politika meselelerinde de bir ayrışmaya dayalı politizasyon, farklı siyasal görüşler yoktur; üç aşağı beş yukarı herkes aynı şeyleri söylemektedir.
İç çelişkilerin önüne dış düşman öcüsüyle bastırılması yeni bir şey değildir. Burada ilginç olan, Türkiye solcusunun böyle bir zemine teslim olma eğiliminin hala çok güçlü olmasıdır. Türki Cumhuriyetler sözkonusu olduğunda, bu cumhuriyetlere yönelik olarak alternatif bir ideolojik mücadele hedefiyle bu alana burjuvaziyle birlikte girme hedefini önlerine koyanlar olmuştur. Bosna-Hersek sözkonusu olduğunda kolay yoldan anti-amerikancı olmanın bir yolu bulunmuştur. Galiba, Türkiyeli solcusunun “bu halkın önünde bir an önce temize çıkmak” gibi bir derdi var. Birincisi bu suçluluk duygusu hoşgörülebilecek bir şey değildir. Temiz değildir. İkincisi amerikancı olmanın tek yolu, Amerika’nın her söylediğini onaylamak değildir; Amerika’nın oluşturduğu gündeme bağımlı olmak bu “iş” için yeterlidir.
Türkiyeli komünistlerin bu toplumun önüne bir başka gündem koyma zorunlulukları vardır. Burjuvazi ve burjuva devlet bir takım denge hesapları, bu dengeler içinde taraf olma gibi hesaplarla uğraşabilir. Komünistler dengesizliklerle ilgilenmek durumundadırlar. Komünistler bir denge hesabı yapacaksa, bir tarafında kendileri olmalıdır.
Bizim gündemimiz kendimizi bir güç olarak kurmaktır. Bizim gündemimiz sınıf mücadelesidir. Eski Yugoslavya sınırları içinde gerçekleşen “tribal” çekişmelerde taraf olmak kolay olabilir, ama bizim işimiz oradaki sınıf mücadelesinde taraf olmaktır. Bir yeni enternasyonalizmin bileşenlerini ayıklamak ve ayaklarını oluşturmak zorundayız biz.