Türkiye’de geçtiğimiz yıl artık burjuvazinin de pembe tablolar çizmeye gücü ve yüzü kalmadı. Bu ülkede siyasal-toplumsal yorum için her ağzını açan söze bir krize değinerek başlıyor. Kriz, çoğunlukla bileşenlerinden bir tanesine, Kürt sorununa indirgenerek açıklansa da varlığı genel kabul gören bir olgu haline gelmiştir. Bu yazı da sözü edilen genel kabulü paylaşıyor. Ancak burada mevcut tartışmalara bir katkı çabası olarak iki kanaldan yol almaya çalışacağım. Birincisi, krizin bileşenlerine ilişkin yanılsamaları yoket-meye çalışmak olacak. İkincisi ise krizin sosyalistler tarafından nasıl ele alınması gerektiği, siyasal mücadeleye sunacağı girdilerle ilintili boyut.
Başlarken bu iki kanala ilişkin önbelirlemeleri ifade etmekte yarar var.
Yaşanan krizin siyasal açıdan ortaya çıkmış dört bileşeni bulunuyor: Kürt hareketi, işçi sınıfı, İslami hareket ve burjuvazinin “yönetememe” sorunu. Dikkat edilmesi gereken birkaç hassas nokta var:
İlki; kriz bu bileşenlerden bir tanesine kesinlikle indirgenmemelidir.
İkincisi; her bileşenin şekillenmesinde ve kazandığı ağırlıkta bir ekonomik – toplumsal – siyasal nedenler bütünlüğü mutlaka var. Ancak kriz dinamizmini esas olarak siyasal süreçlerden alıyor iktisadi açmazların belirleyiciliği altındaki diğer faktörler bir nesnel altyapı olarak duruyorlar.
Üç; yukarıda sözü edilen bileşenlerin her evrede eşit ya da sabit ağırlıklar taşıdıkları düşünülmemelidir. Tersine bu dengeler oldukça oynak bir tablo çiziyorlar.
Dört; şu anda bu kriz bileşenlerinin denk düştükleri dinamiklerin hiçbiri Türkiye’de krizi uzlaştırılamaz saflara taşımak yönünde bir perspektif, politika ve güç donanımına sahip değillerdir. Dolayısıyla bir denge ve koz güçlendirme mücadelesi sürece esas rengini vermektedir.
Beş; bu bileşenler arasında somut duruma adını veren, burjuvazinin ilginç ve çelişkili yönleri olan, yönetememe durumudur.
Son olarak da şu eklenmelidir: Sosyalist hareketin bu tabloda bir kriz bileşeni ve çözücü özne olarak mevcut olmadığı bir gerçektir. Bu tabloya nasıl dahil olunacağı, işin, belirli bir analizin üzerine bina edilmesi gereken siyasal strateji boyutunu oluşturur. Ancak bu stratejinin de analizin de tabi kılınması gereken perspektif net olmalıdır:
Sosyalistler burjuva toplumunun yaşadığı bir krize, bu durumun devrimci bir bunalıma evrilme olasılığını hesaba katarak ve bu olasılığı güçlendirme imkanlarını üretmek amacıyla yaklaşırlar. 1
BURJUVA CEPHESİ:ON YILDA HUZUR ORTAMINDAN İKTİDARSIZLIĞA
12 Eylül darbesinin Türkiye burjuvazisine bahşettiği rahatlık çok uzun ömürlü olmadı. Bir kere burjuvazi önünde açılan iktisadi olanaklardan bir an bile tatmin duymadı. Bu tatminsizlik ancak kısmen burjuvalarımızın şımarıklığına bağlanabilir. Askeri diktatörlüğün burjuvazinin önüne ancak cennette bulabileceği bir dünya sermesi bile Türkiye kapitalizminin yapısal dertlerine deva olmamıştır.
Diktatörlüğün formel yanlarının geri çekilmesiyle birlikte, hele ANAP iktidarının düşüşe geçmesiyle, burjuvazinin iktisadi huzursuzluklarına geleneksel yönetim sorunları eklendi. Türkiye kapitalizmi bu dönemi çeşitli alanlarda makro projeler üreterek değerlendirdi, ve son yıllarda da burjuva siyasal yelpazesinin belirlenmesinde bu projeler önemli bir yer tuttu.
Birkaç örnek vermek gerekirse; Türkiye kapitalizmi bir dönemi, sanki varını yoğunu Avrupa Topluluğu’na yatırarak tasarladı. Fazla uzun sürmedi… Bu yönelimin ideolojik gerekçeleri açıktır: Batının dünya çapında giriştiği liberalizm, pazar ekonomisi/serbest piyasa saldırısı, kapitalizm için geniş ölçekli bir bunalımın iktisadi düzeyi de kapsayan aşılma yoluna işaret ediyordu. İktisadi krizin uzun vadeli gözlemleri açısından batı kapitalizminin de aldığı fazla bir yol yoktur. Ama sivil toplum ve demokratikleşme ideolojisi batı toplumlarında, krizin başına denk düşen (60’lar sonu 70’ler başı) devrimci çalkantıyı ve 70’lerin ulusal kurtuluş hareketleriyle güçlenen dalgayı2 bastırmıştır. Bununla da kalınmamış, 80’lerde kapitalizm aynı ideolojik atağının meyvalarını sosyalist ülkelerde de toplamıştır. Kapitalizmi batıda dengeye kavuşturan, bu zemin üzerinde güçlü bir imaj ve ideoloji edinen liberalizmin Türkiye’yi sarmaması olanaksızdır. Ama global yönelişin Türkiye’deki AT somutlanışı fazla uzun sürmedi…
Bunu Ortadoğu, ardından Orta Asya izledi. Bu projelerin de gerçekçilikten uzak oldukları ortaya çıkmış bulunuyor. Altı çizilmesi gereken bir nokta, bunların hiçbirinin iktisadi düzlemle sınırlı kalmadıklarıdır. AT hayalleri Türkiye’nin dünya kapitalizmiyle taşeronluğun ötesine geçen çok daha “kişilikli” ve girift bir eklemlenme perspektifi çerçevesinde yeşermişti. Bu zeminin üzerine dünya kapitalizminin 1980 başlarındaki liberalizm ide-olojisiyle birleşen bir dalga Türkiye’yi de sarmıştır.
Aynı şekilde Ortadoğu-Orta Asya hayalleri en azından söylem düzeyinde yine bir taşeronluk olarak değil, Türkiye’nin bu kez başka bir coğrafya üzerinden dünya kapitalizminin “kişilikli” bir ferdi olması olarak tasarlanmıştır. Ve bu dalga da Türkiye’nin militarizmle uzlaşan liberalizmine İslam-Türk motiflerinin daha güçlü nüfuz etmelerinin yolunu açmıştır.
Bu hatırlatmaların üzerine kimi saptamalar oturtulabilir:
1)Türkiye kapitalizminin on küsur yıllık “makro” (son zamanlarda “mega”) proje sevdasından iktisadi süreçler adına dişe dokunur birşey kalmamaktadır.
2)1980’lerin başlarındaki rahatlık ANAP-Özal dönemine “her alanda iddialılık” bırakmıştır. Ancak bu iddialılık iktisadi yapıda inandırıcı bir zemine oturamadıkça, elde esas olarak ideolojik düzlemde yapılıp edilenler kalmıştır.
3)Avrupa’nın parçası olmaktan Amerika’nın Orta Asya taşeronu bile olamamaya evrilen hayaller ile burjuvazinin dikensiz yönetim döneminden yönetememe krizine girmesi birbirleriyle bağlantılı süreçlerdir.
Projelerin büyüklüğü ifadesini nicel çap meselesine dayandırmıyorum. Türkiye burjuvazisi, 80 darbesinin verdiği siyasal özgüven ile süreklileşen iktisadi sorunlarının ya da yapısal dengesizliklerinin çözümünü, topyekun kendisini ortaya koyacağı modellerde aramıştır. AT’na girmenin hızla güncelleştirilmesi yapısal dengesizlikten çıkış için seçilen yolu temsil eder. Hedefin batıdan doğuya kayması, özgüvenin de giderek sarsıldığı bir süreci ifade etmektedir. Bu süreçte esas olarak iktisadi değişkenlere bağlı olarak sınıfta kalınmıştır. Gerçekte Türkiye kapitalizmi, bu yapısal güçsüzlüğünün, ekonomik gücüne kalsa sittin sene ne Avrupalı ne de Asya müteahhidi olamayacağının bilgi ve bilincine sahipti. Özgüvenin ve kendi yarattığı ideolojinin baş döndürücü etkisi3 ne kadar hesaba katılırsa katılsın, bu süreçten şu sonucu çıkarsamak mümkündür:
Türkiye burjuvazisinin büyük proje yatırımcılığının belirleyici ekseni ideolojik yatırım olmuştur. Burjuvazinin farklı alternatiflere yatkınlık göstermesi ve angaje olmasında iddia edildiği gibi “iktisadi bir rasyonalite” değil, ideolojik (ve pragmatik) gerekçelerin ağırlığı vardır.
Türkiye kapitalist sistemin dünya çapında giriştiği liberalizm saldırısının bir parçası olarak bu sürece girmiş, bu anlamda “batılı” bir kimlik kazandığını da göstermiştir. Burju- vazi sivil toplum ve demokratikleşmenin batı kapitalist toplumları için taşıdığı “dengeye kavuşturucu” etkiyi kendi ülkesinde yeniden üretmek üzerine bir model kurmuştur.
Bu modelin zayıflığı bellidir: Yeniden üretimin iktisadi altyapısı adına son yılların hizmetler genel başlığı altında toplanabilecek şişkinliğinden başka birşey yoktur. Bu da Türkiye’de imalat sektörü başta olmak üzere üretici yapının düşmesi, rant ekonomisinin ağırlık kazanması anlamına gelmiştir.
İkinci olarak da Türkiye toplumunun dengesizlik üreten yapısı denge varsayımına dayalı bir ideolojik yapılanmada kısa sürede çok çeşitli çatlaklar yaratmıştır.
Burjuvazinin yönetememe krizi bu zemin üzerinde ve özellikle son söylenen “dengesiz yapıyla uyumsuz denge varsayımı” çerçevesinde tanımlanmalıdır. Kriz fonksiyonu örneğin Türkiye burjuvazisinin içinde farklı kanat ya da eğilimlerin çatışmasını içermemektedir. Bu çatışma kaynaklı bir inisiyatif boşluğu değildir sözkonusu olan. Türkiye ve Kürt solu ise, krizi bu yönde yorumlamaya fazlasıyla yatkınlık göstermiştir. İçinde liberal ideolojinin etkilerinin de sırıttığı bu yorumlar, burjuva güçlerin arasında demokrasi ve sivil toplum şampiyonları ya da Kürt hamisi aramak şeklinde kendilerini dışarı vurdular. Oysa sözkonusu kriz içerisinde burjuvazinin düzen dışına düşebilecek bölmelerini bulmak bir yana, projeleri köklü biçimde çatışan taraflar aramak bile safdilliktir.
Bu söylenen “sınıfa karşı sınıf perspektifinin ilkesel olarak tekrarından ibaret sayılmamalıdır. Sınıfa karşı sınıf, sosyalist devrimcilerin vazgeçilmez ilkesidir. Ama bunun ötesi var: Burjuva sınıfın bütünselliği son yılların ideolojik yapılanmasının bir parçası olarak yeniden üretilmiştir. Kısaca, işleyen süreç toplumun bütününün depolitizasyonu hedefi için burjuvazinin geleneksel politik temsili-yet biçimlerinin ve etkinliğinin de altını oymuştur.
Ortaya politik farklılaşmaların silindiği, siyasal partilerin toplumu siyasetsizleştirme görevlerini üstlenirken, burjuvazi adına da siyaset üretme yeteneklerini yitirdikleri bir çarpık tablo çıkmıştır. Burjuvazinin ve temsilcisi kurum ve kuruluşların bu durumu, siyasal yelpazeye bakıldığında kendisini merkezde bir toplulaşma olarak sergilemektedir. Ancak düzenin bütünsel olarak ihtiyaç duyduğu yönelimler sözkonusu olduğunda bu toplulaşma güncel yönelime paralel kaymalara tabi olmuştur. Adı sosyal-demokrat, liberal, İslamcı, faşist… ne olursa olsun, burjuva güçleri birlikte konumlanışlar almışlardır. Bu politikasızlığın adı da “vizyon sahipliği”, “ideolojilerin ölümü” vs. olmuştur.
Solun ve aslında diğer kriz yorumcularının genel olarak paylaştıkları bir yanılgı da, sorunun bileşenlerinden önemli bir tanesi olan Kürt hareketinin açıklayıcı ana etken olarak görülmesidir.
Bu konuya geçmeden bir tekrarda yarar var. Kapitalist düzen 1960’larm sonlarından itibaren içine girdiği ve dünya çapında bunalımın parçası olan krizinin devrimci duruma evrildiği 80’e doğru, basit manipülasyonların ötesinde kalıcı çözümler arayışına girdi. 24 Ocak kararlarıyla başlayan bu arayış özellikle Cunta döneminin ardından, askerin düzlediği zemin üzerinde yeni bir sayfa açılması halini aldı. Ancak ekonomik düzlemin belirleyiciliği yasası, çözüm adımlarını ideoloji alanına hapsetmiştir. Bu çarpık yapı Türkiye kapitalizminin bugün içine düştüğü krizin siyasal boyutunun esas çelişkisidir.
KÜRT HAREKETİ HANGİ BOŞLUĞA DOĞDU?
Kürt sorunu Türkiye’nin maddi zemin olarak devraldığı ama kapitalizmin eşitsiz gelişim yasasının ürünü olarak etnik değil ulusal boyuta sıçrattığı bir sorundur. Kürt sorunu da, tarihi gelişimi içinde, tüm gecikmiş ulusal hareketler gibi düzen dışı yanıyla taşıdığı devrimci potansiyel ile geri bir toplumsal ya-pının modernleşmeye gösterdiği direnç arasında bir salınım sergiler. 1960’larda Türkiye’nin ilerici dinamikleriyle yakın bir alışverişe giren, bunu da TİP çerçevesindeki adın ağırlıklı yapılanmasıyla dışa vuran Kürt hareketi 70’leri Türkiye devrimci demokrasisinin belirleyiciliği altında geçirdi. Devrimci demokrasinin popülist karakteri ve Kürt nüfusun köylü kimliği bu örtüşmenin nesnel zeminini açıklamaya yeterlidir. Ayrıntıları bir başka çalışmaya erteleyerek PKK’nın belirlediği son on yıla gelmek istiyorum.
Son on yıla kadar Kürt coğrafyasının bütünlüğüne bakıldığında Türkiye’de Kürt nüfusunun diğer Ortadoğu ülkelerine göre tartışılmaz yoğunluğu ile siyasal hareketliliği arasında ciddi bir mesafe görülecektir. Türkiye Kürtleri, Irak, İran ve Suriye’ye oranla kesintili örgütsüz ve daha fazla asimile oldukları bir süreç yaşamışlardır. Bu çelişkiyi açıklayan bir etken Türkiye kapitalizminin hem altyapı hem de üstyapısıyla bu ülkeler karşısındaki göreli gelişkinliğidir. Gelişkin yapının çelişkileri massetme gücü daha fazladır.
Ulusal sorun özelinde bu avantaj, Kürt nüfusunun Türkiye toplumuyla entegrasyonunun daha derin olması anlamına gelir. Türkiye’deki Kürt nüfus, yıllarca aynı dili konuştuğu ama başka devlet çatısı altındaki ulusdaşlarına göre, Türklerle daha yakın olmuştur; bu kapitalistleşmenin direkt ya da dolaylı etkileriyle yaratılmıştır.
İkinci bir neden Türkiye burjuvazisinin siyasal deneyim ve gücündedir. Kürt halkının esas olarak zora dayanan asimilasyonu Türkiye’de daha derinlemesine gerçekleştirilmiştir.
Bu tarihsel yapının 70’lerde geçirdiği bir sarsıntıdan sözedilmesi gerekiyor. 70’ler sol-devrimci bir etkinin Kürt küçük burjuva ve köylü kitlelerine ulaştığı bir dönemdir. Kürt nüfusun Türkiye devrimci hareketinin kadrolarına anlamlı bir kaynak oluşturması, o güne kadar kendi kimliğiyle siyasete soyunmadığı zaman sürekli olarak burjuva partiler arasında salınmış kimi Kürt aşiretlerinin Türkiye siyasetinde marjinal sayılacak sol hareketlerle temas içine girebilmeleri, Kürt solu diye bir kategorinin doğuşu… 1970’lerin olgularıdır. Kürt toplumunun geçirdiği bu sol politizasyon sarsıntısının nedenleri arasında ulusal kurtuluş hareketlerinin estirdiği rüzgar sayılabilir. Ancak bu rüzgarın direkt olarak Kürt toplumu üzerindeki etkilerinden ziyade, kritik öge Türkiye devrimci hareketinin ideolojik ve siyasal yapısındaki üçüncü dünyacılığın altı çizilmelidir. Türkiyeli devrimci demokratın üçüncü dünyacılığı, bir dizi alanın yanı sıra Kürt halkının ulusal haklarına seslenmekte de kendini dışa vurmuştur. Uzunca süre Türkiye solunun içinde bu bütünden ayrıştırılması güç bir kanal olarak varolan Kürt hareketleri, giderek seksiyon örgütlenmesi, ardından da seksiyonların özerkleşmeleri çizgisini izledi. Bizzat PKK olarak biçimlenecek hareket bile doğuşu itibariyle ulusal değil devrimci-demokrat kimliği ağır basmıştır.
Kürt solunun içine girdiği özerkleşme ve bununla paralel ulusal kimlik edinme süreci Türkiye devrimci-demokrasisinin 1980 sonrasında fizik olarak ortadan kalkmasıyla mantıksal sonuçlarına sıçramalı olarak vardı.
Kürt ulusal hareketi hangi boşluğa doğdu sorusunun ilk ayağı budur: Türkiye solunun bıraktığı boşluk… Bu saptamada Kürt soluna yönelik eleştirel bir yan aranmamalıdır. Türkiye burjuvazisine karşı anlamlı ve giderek kitlesel bir direnişin ortaya çıkışının kendisi zaten olumludur.
Yukarıdaki sorunun asıl önemli yanıtı, ancak Türkiye kapitalizminin yönelişlerinden çıkarsanabilir.
Bir dizi yorumcu 80’lerin başlarında Türkiye devletinin PKK hareketini adli vaka olarak gördüğünü ve alabileceği daha geniş ölçekli önlemleri almayarak sorunun içinden çıkılmaz hale gelmesine kendisinin neden olduğunu düşünmektedir. Bir diğer yorum, Kürt hareketinin kısa süre içinde güçlü bir kitlesel temel kazandığı ve burjuva devletle boy ölçüşebilecek bir güce ulaşması dolayısıyla direnişin kalıcılaştığı yönündedir. Bu yaklaşımlardaki doğruluk payının ihmal edilebilir olduğunu düşünüyorum.
Türkiye burjuvazisinin askeri dikta sonrası için düşlediği ve patent hakkını kesinlikle dünya kapitalist merkezlerinden aldığı modelde, toplumsal konsensüsü bozucu güçte, liberal ideolojik yapıdan sapmış istikrarsızlık unsurlarına yer yoktur. Burjuvazi elbette kendi sınıfsal barış ideolojisi tarafından bu denli körleştirilmiş değildi, ancak 80-83 döneminin fizik temizliği, 1982 Anayasasının ve diğer hukuki düzenlemelerin çizdiği çerçeve yeterince güven vericiydi. Üstelik generallerin MDP-HP seçenekleriyle ortaya attıkları Amerikan demokrasisi karikatürüne de, burjuvazi ANAP aracılığıyla çeki düzen vermek için adım atmıştı. AT’ndan serbest piyasaya, köşe dönmecilikten demokratikleşmeye uzanan bir cephanelik vardı el altında. Üstelik sol gözle görülür bir şekilde liberalizme eklemleniyordu. Kürt hareketi ise solun devreden çıkartıldığı koşullarda yeniden ve bu kez daha sağlam olarak burjuva partilerine bağlanacak, bu arada kapitalistleşmenin derinleşmesi, genelde pazar ilişkileri özelde GAP vb projeler aracılığıyla ayrıksı bir ulusal dinamiğin temellerini dinamitlemiş olacaktı.
Başka araştırmaların konusudur, ve şimdilik benim için bir ön tezden ibarettir ama söylemeden geçemeyeceğim: Türkiye kapitalizminin siyasal karar alma mercilerinin, kurdukları modele inanç besleyerek bunun dışında kalan PKK sinyallerini maddi zemini çok zayıf, arkaik olgular olarak gördüğünü, Kürt sorununun “kalıntılarının” aynı depolitize liberal üstyapı çerçevesinde sıfırlanabileceğini, sıfırlanmasa da kompanse edilebileceğini düşündüklerine inanıyorum.
Depolitize liberal üstyapının içinde olup biten şudur: “Türkiye’de burjuvazi toplumu depolitize edeyim derken, kendi adına politika üretecek kadroları da iğdiş etmiş, onların ihtiyaç duyacakları toplumsal ‘canlılığı’ da öldürmüştür.4
Düzenin gözettiği tek subap, devlet örgütlenmesi içine çekilen ve burada palazlandırılan İslami hareket olmuştur. Bu da bir çelişki değil, Amerika’nın doğulu taşeronu Türkiye’ye yakıştırdığı giysinin parçasıdır. Modelde Özal, Çandar, Altanlar, Ardıçlar tayfasının rakipsiz olacağı varsayılmıştır. Bu yapı tutarsa tam tutacak, ama çatladığı yerden çorap söküğüne dönüşecek bir yapıdır. Kurulan çerçevenin bir kez dışına taşan olası düzen dışı yönelimler karşısında silahsız bir yapıdır.
Kürt ulusallığı işte bu boşluktan gelişim kanalını yakalamıştır. Kürt halkının karşısına akıllarını ulusallıktan düzene doğru çelecek ne doğru dürüst bir iktisadi gelişim, ne sınıf atlama olanakları, ne ulusal kimliğin kanalize edilebileceği belirli bir düzen içi siyasal oluşum çıkartılabilmiştir. Doğan boşluğun radikal renkler kazanması ise Türkiye toplumunun geleneksel dengesiz yapısına son derece uygundur.
Kürt hareketi, burjuva üstyapı modelinin yumuşak karnını delmiş, genelde tıkanan depolitizasyon denemesi devrimci bir mücadelenin serpildiği coğrafyada Türkiye burjuvazisi için kabusa dönüşmüştür.
Burjuvazinin ulusal direniş karşısında girdiği tartışma ortamı ve kararsızlık bu teçhi-zatsızlığın yanı sıra emperyalist merkezlerin Ortadoğu kazanında çok kozlu oynama stratejilerinin de ürünü oldu. Türkiye batı kapitalizmini hedeflenen modellere yakın olduğuna ikna etmeye çalışırken başına sarılan Kürt sorunu karşısında aynı merkezleri sürekli ve kararlı, dahası Türkiye’nin iç dinamikleriyle uyumlu belirli bir çözümde uzlaşmış olarak bulamamıştır. Aşağı yukarı tüm emperyalist
güçler, zaman zaman kendi kamuoylarının da bir etken olabildiği karar süreçlerinde, sonuç olarak Ortadoğu’da Kürt kozunu kaybetmeyi değil ıslah etmeyi gözetmişlerdir.
Kürt sorununda Türkiye burjuvazisinin tercih ettiği yol ise bellidir. Tüm varyant karışıklığına rağmen Türkiye tamamen kontrol altında kalacak ehli bir Kürt kimliği özlemin-dedir. Terör yöntemi radikal ögelerin sindirilmesi ve ehlilik adaylarının önünün açılması için de uygundur. Ama bu yolun tek aktörü dünya bütünlüğü ve bölgenin dinamik yapısı gözönüne alındığında Türkiye olamaz. Diğer oyuncuların ceplerinde çeşitli rolleri tutmakta ısrarlı olmaları, Türkiye burjuvazisi içerisinde de seçilen yolda kararlı olunmasını engellemektedir. İçinden çıkılmaz finansman ve sosyal denge sorunları çeken burjuvazinin iktisadi çıkarları savaş ekonomisiyle örtüş-memektedir. Kapitalizmin uluslararası plandaki konumlanışı açısından da Kürt sorununun ciddi bir ayakbağı olduğu ortadadır. Öte yandan iktisadi çıkarın bağımsız bir değişken haline gelebilmesi de olanaksızdır…
1993 ilkbaharına böyle gelinmiştir. PKK’nın ilan ettiği ateşkesin yine bu tarafça bozulması görüntüden ibarettir. Devlet, ateşkes boyunca ileri derecede provokatif davrandı. Gerek Türkiye, gerekse Kürt önderliğinin politikaları yukarıda çizilen tabloyla uyumlu olarak, kesin çözümlerin bir hamlede alınmasından ziyade karşılıklı puan toplama hesaplarında anlam kazanıyordu.
Hatırlanırsa, ateşkes de Kürt hareketinin politik anlamda gerilediği değil tersine güçlendiği bir döneme denk gelmiştir. 5 Kürt ulusal hareketinin emperyalist sistemden kopuş dinamik ve potansiyellerine ilişkin kötümser ipuçlarını güçlendiren 1993 baharını tersine çeviren değerlendirme, puan toplama mücadelesinde avantaj m Türkiye devletine geçmesidir. Uzlaşmacı Kürt hareketlerinin gelişme trendine girdikleri, anti-emperyalist ideolojik ögelerin buna bağlı olarak aşınma olasılıkları, kitleler içinde ateşkes döneminin savaş bıkkınlığını beslemesi, askeri anlamda Türkiye’nin üste çıkmaya başlaması, gerileten silahlı mücadelenin daha fazla kesintiye uğraması halinde tekrar devreye sokulmasının zorlaşacağı gerçeği… tüm bunlar hesaba katılmalıdır. Ulusal bir hareket sözkonusu olduğunda, düzenden kopuş yönündeki ilkesel ideolojik temalar çoğunlukla reel politik faktörlerin ağırlığı altında geri planda kalacaktır. PKK’nın deklare ettiği “yeni dönem” emperyalist-kapitalist dünyanın Ortadoğu projeleriyle uyum arayan, Türkiye kapitalizmine eklemlenmiş bir modeli tasarlayan bir eksene oturmaktaydı. Ulusal bir hareket için düzen içine doğru salınmalar şaşırtıcı değildir. Ancak genel süreç açısından bir sonuç değerlendirme yapılacaksa, salınımları ideolojik ilkelerin geçirdiği evrimle değil reel politik manevralarda açıklamak doğru olacaktır. Salınım esas itibariyle politiktir, ama bu ideolojik temelin güçlülüğüne yaslanmamaktadır. Tersine ulusal kimlik tanımı gereği ideolojik açıdan zaaflıdır. Politik değişimler böylesi hareketleri bir uçtan bir uca çekebilir. Geçtiğimiz yıl yaşanan farklı dönemler bu çerçevede düşünülmelidir.
Türkiye burjuvazisi Kürt hareketinin depolitizasyonu çatlatmasından sonra, şiddet yoluyla sıfırlanamayacağını da kavramış durumda. Devlet politikası belirli bir süredir PKK’nın şiddet yoluyla köşeye sıkıştırıldığı bir dönemeçte sıralarını bekleyen uzlaşmacı, işbirlikçi, burjuva, hatta Amerikancı önderliklerin önünün açılmasını hedefliyor. Bu önderlik türüne en fazla Kemal Burkay’ın Kürdistan Sosyalist Partisi’nin aday olduğu bellidir. Bu hareket Amerikan askeri varlığını savunmanın, Özalcılığın, yeni dünya düzenciliğinin ve kapitalizm hayranlığının Kürt şampiyonudur. 6 İçinde bulunduğumuz konjonktürde DEP’e yönelen ve bu partiyi seçim platformunun dışına iten burjuva kampanyasının hedefinin bu partiyi bölmeyi kapsadığı medya tarafından ifade ve ilan edilmiş bulunuyor. Türkiye burjuvazisi Mart seçimlerinden Kürt ulusal hareketinin temsilcilerinin ağır bastığı DEP’in toplumsal meşruiyetle çıkması tehlikesini esas itibariyle önlemiştir, dahası tersine çevirmeyi denemektedir. Kürt hareketini uzlaşmacı ve terörist bölmelere ayırmak, Kürt kitlelerini seçimden sonra da sürecek biçimde terörize etmek…
Türkiye burjuvazisinin apolitik üstyapı denemesi tıkanmıştır. Burjuvazinin bugün kabul ettiği budur ve değişim önemsenmelidir. Şimdi ulusal bir hareketin düzen içinde temsil edileceği, alabildiğine siyasal bir yapının kanalı açılmış olmaktadır. Bunun önkoşulu da devrimcilerin katledilmesine indirgenmiştir. Geçen yılın tecrübesi bir olguyu bir kez daha gözler önüne serdi. Türkiye burjuvazisi düzeni destabilize edecek tüm eğilimlere karşı tahammülsüzlük üreten bir korkuya sahiptir. Ve bu korku çok haklı gerekçelere oturur. Majestelerinin KP’si TBKP’yi kapattıran bu korku açılan kapıdan nelerin, kimlerin geçeceğinin belirsiz olmasına dayanıyor. Türkiye bir zayıf halkadır ve Kürt legalitesinin devrimcilik kanalını güçlendirmesi burjuvazi için haklı bir korkudur. Düzen dışı potansiyel barındıran herhangi bir dinamiği massetme yeteneği son derece sınırlı olan Türkiye kapitalizmi, bugün tüm Kürt devrimcilerini öldürmek gibi bir başka olmayacak duanın peşindedir.
Bugün bir yanda silahlı mücadele, bir yanda da DEP’te toplanan ve önderlik itibariyle sıcak gerçekliğe, toplam yapı itibariyle ise ulusal kimliğin heterojen, kaotik niteliğine denk düşen bir dinamik söz konusudur. Kürt hareketinin maddi nedenlerle sınıfsal ayrışması eksiklidir, ve hareket ulusun az çok bütününü temsil ettiği için de, ideolojik ilkeselliklerde şekil bulan bir sınıf politikasının değil, reel politikanın ekseninde yol almaktadır.
Bu yazının başında altı çizilen noktalardan biri kriz dinamiklerinin hiçbirinin kendi başına olgunlaşmış olmadığıydı. Kürt dinamiği söz konusu olduğunda olgunlaşma eksikliği sınıfsallıktadır. Güncelliğe yansıdığı noktada ise şu söylenmelidir: Ulusal hareket için ve bunun bir ögesi olduğu siyasal kriz için devrimci gelişim yolu, Kürt hareketinin feodal-burjuva ögelerden, aşiretçi ve işbirlikçi gerici yapılardan arınmasından geçebilir7
Bu yalnızca Kürt hareketinin sorunu olmaktan, yine güncel politikalar içerisinde çıkmaktadır. Türkiye sosyalist hareketi ve işçi sınıfı Kürt ulusal kimliğine değil, bu kimlik içinde yerini alan devrimci kanala güven vermeli, burjuvazinin saldırısı karşısında Kürt devrimcilerine yalnız olmadıklarını göstermelidir. Türk solunun her koşul ve coğrafyada Kürtlüğe destek sunması, devrimci kanalın konjonktürel tercihlerine uygun düşse bile, Türkiye’de siyasal krizin derinleştirilmesi perspektifi ile onulmaz bir çelişki taşımıştır. Destekçilik politikasının kendisi Türkiye sınıf mücadeleleri tablosunda sağa düşmüş, Türk ve Kürt politik haritaları arasında mesafenin tehlikeli biçimde açılmasına işaret etmiş, bizzat bu politika bu mesafeyi teyit eden ve besleyen bir öge olmuştur. Seçimlerde de DEP’e destek verilmesini isteyen devrimci Kürt önderliğinin kendisidir, ama Türk solunun koşulsuz ve tüm bölgelerde destek politikasını benimseyen kesimleri hiç de devrimci bir politika üretmemişlerdir. Kürt dinamiğinin değil, işçi sınıfı dinamiklerinin yapısal olarak öne geçebileceği bir coğrafyada DEP destekçiliği Kürt ulusallığıyla, onun bugünkü kaotik yapısıyla bir tabiyet ilişkisine girmek anlamı taşıyacaktı. 8
Seçimler konusunda yukarıda değinilen ve örneklendirilen parsacı politika ise bir kriz dinamiğinin burjuvazinin istemleri doğrultusunda bastırılmasına sessiz kalmaktan ibarettir. Bu haliyle de, DEP’in seçimlere girmesinin engellendiği koşullarda bu çevrelerin ihaneti tescillenmiştir.
DÜZEN GÜÇLERİ NEYİN PEŞİNDE?
Krizin bir ögesi olarak tanımlanan burjuvazinin yönetim sorunu bugün diğer ögelerin üstbelirleyeni durumundadır. Devrimci bir politikanın ayraç noktası da bu saptamaya referansla belirginleştirilmelidir: Kriz ögeleri arasındaki düzen dışı dinamikleri güçlendirmek… Burjuvazinin yöneteme sorunu ve İslami gericilik kendi içlerinde düzen dışı hiçbir boyut taşımıyorlar. Ne burjuvazinin içinde kriz koşullarında bir çatlama beklenebilir, ne de İslami hareketin düzenin subap gücü olma ana işlevinden radikal bir sapma göstermesi.
Sosyalist hareket kendisi için, İslamcılık dahil düzen güçlerinin buhranlı ve gerilimli bir cephe oluşturmalarını engellemek türü bir misyon kurgulamamalıdır. Bu Türkiye solunun geçmişine fazlasıyla musallat olmuş bir sınıf uzlaşmacılığından başka birşey değildir. Krizin düzenin kendi güçleri tarafından da besleniyor olmasının sosyalist hareketin önüne açtığı başka olanaklar ve perspektifler vardır. Bu noktaya dönmek üzere şimdi burjuva cenahına biraz daha yakından bakmayı deneyelim.
Türkiye kapitalizminin iktisadi, politik ve ideolojik performansları karşılaştırıldığında bunlar arasındaki mevcut dengesizliğin kendisi göze çarpacaktır. İdeolojik zaferin altı iktisat cephesinde oyulmuştur. Daha önce de vurgulandığı gibi burjuvazinin on küsur yıllık macerasında iktisadi düzeyde şişirilmiş bir hizmetler sektörü ile -içinde giderek büyüyen ve riskli bir ur halini alan kredi sistemiyle-finans kesiminden başka bir kazanım yoktur. Türkiye ekonomisi burjuvazinin çeşitli kesimlerinin krizin faturasını emekçilere ve birbirlerine yüklemeye, çalıştıkları bu arada Ocak ortasında yaşanan borsa-döviz sallantısında olduğu gibi kritik konjonktürleri sistemin kendisini de riske atarak finans olanaklarını genişletme fırsatı olarak gördükleri, siyasi otoritenin bu sandalcı dövüşüne endekslendiği, üretimsiz bir kumarbazlar sofrasına dönmüştür.
Burada dikkat çekmek istediğim nokta şu: Düzen partileri arasında ekonomi ve ekonominin yönetimine dair farklı önermelerle şekillenmiş bir saflaşmadan söz etmek mümkün değildir. Ekonomik işleyişin burjuva partilerinin kendilerini ayırdetmek için en canlı vesileyi sunduğu anda bile, genel eğilim farklılıkları su yüzüne çıkartmamak doğrultusundadır. Bu durum burjuvazinin iç cephesini anlatmaktan çok burjuva partiler arasındaki farklılaşmaların gerçekten aşınmış olmasının işaretidir.
Bu apolitizm teknokrat-militer bir ağırlığı uzun süredir öne çıkartmış bulunuyor. Ancak kriz politik mesajların daha fazla görünür kılınmasını gerektirir, politik mesajlara alan açar. Yine uzun süredir, 80’lerin kimliksiz, geleneksiz, dolayısıyla donanımsız bıraktığı düzen partileri bir arayış içindedir. Siyasetsiz teknokrat-militer yapının liberalizmin ısıtılıp ıstılıp ortaya sürülmesiyle kapanmayan açıkları karşısında siyaset sahnesi yeniden karılmayı bekleyen kartlarla dolmuştur.
Liberal çıkış yapan Baykal’ın CHP’si bir yıl içinde sola çarketmiştir. SHP, iktidar partisi olmanın kaçınılmaz merkeze bağımlılığıyla yüzünü bir türlü sola dönememektedir. Bu partinin aday tercihleri de bu açıdan anlamlı olmuştur: Eski devrimci arandığında sosyal-demokrasiye. Kemalist/kamucu geçmişi nedeniyle komünist muamelesi yapan bir gazetenin yazarı, Livaneli bulunmuştur. Yeniden aday olan SHP belediye başkanları, kendilerinden önceki ANAP’lıların belediyelerde yarattıkları fazla istihdamı ne kadar aşağı çektikleriyle övünüyorlar… DSP, bu yanıyla eski CHP mirasının en yaratıcı unsuru olarak alkışlanmalıdır. Sağ milliyetçi çizgisine İslamcılığa karşı tepkiyi kendi eteklerine çekme politikasını ekleme becerisini göstermektedir DSP. Öte tarafta, zaten aday değiş tokuşunda siyasetin suyunu çıkartan ANAP ile DYP arasında pazarlıklar kesinlikle son bulmayacaktır. ANAP’taki Demirelcilerle, DYP’deki Özalcılar tablosu politikasız siyasi parti kimliğinin tipik örneğidir. Muhtemelen bu tablodaki boşluğa AP geleneğinin canlan-dırılmasıyla oynamayı tasarlayan Cindoruk ve diğerleri seçim sonrasını beklemektedir. Faşist hareket ise Amerikancılık ve modernizmle kentli orta sınıflara yönelmektedir. 9
Bu tabloya tam oturmayan tek öge İslami harekettir. CIA’nin Ortadoğu ve Türkiye uzmanlarının modeli, taşeron Türkiye’nin bölgesinde işlevini arttırması için toplumsal dengelerini de yeniden yapılandırması gereğini vurguluyordu. 12 Eylül bu yapılanmanın yolunu açan adımlar attı. Ancak İslami hareket burjuva siyasetinin, ideolojide liberalizm ve pratikte militer-teknokrat yapı potasında eritildiği bir dönemde süratle yükseldi. Üstyapıdaki aynı boşluk, yapısı gereği ideoloji-sizleştirilmesi olanaksız ve radikal yönlere sahip İslamcılığın da önünü açmıştır.
Açıkçası renksizleşen burjuva siyaseti “mücadele” açığını laisizm- İslamcılık çatışmasıyla doldurarak İslamın tehditkar gelişimini kendine yontmasını da bilmektedir. Üstelik İslamın yükselmesi bir diğer yapay çatışmayı, Sünni-Alevi çelişkisini de gündeme taşımaktadır. Tehdit boyutu bu çatışmalar içinde zaman zaman Refah’a çeki düzen verme kampanyalarıyla massedilmektedir. Türkiye burjuvazisinin kendi yarattığı hayaletten korkmasını haklı kılan önemli uyum sorunları elbette var, ama bu sorunlu yan bir misyonun da bedelidir: “Türkiye burjuvazisi devrimci bir bunalımda alıştığı ideolojik söylemlerle işi idare edemeyecek durumdadır. Bu kez asıl yükün mutlak olarak Türkiye kapitalizminin dinamiklerinin ürünü olan ama sistemin diğer ögeleri (devlet örgütlenmesi, merkezi siyasal yapılar, kemalist siyasal ve ideolojik kültür vs) ile henüz uyum problemi olan güçlere düşmesi pek muhtemeldir. Dinci gericilik bu anlamda gerçekten de iddialıdır…”10
İslami gericilik Sivas kalkışması ve cinayetlerle birlikte kendisine biçilen kalıbı yırtmış, ve hemen sonrasında modernizm makyajına yönelmiştir. Ancak düzenin Refah’a ilişkin öngörüsü, modernleşip diğerlerinin yanında yerini alması da değildir. Böylesi bir yapılanma, burjuvazinin bunalım döneminde ihtiyaç duyacağı yardımcılık görevine de uygun düşmez. Öte taraftan İslami hareketin tamamen ehlileştirileceğini düşünmek, burjuvazinin bu uyumsuz ögeden duyduğu huzursuzluğu fazla abartmak olacaktır. Düzen örneğin kimi konjonktürlerde Kürt kimliğinin ehlisini bile hoşgörememektedir, ama İslamcılık işe yarayacaksa biraz da yabani kalmalıdır.
Türkiye kapitalizmi düzen dışı, işçi sınıfı ve emekçi temelli kimi dinamiklerin yeşermesi durumunda İslami harekete geçmişe oranla daha fazla ihtiyaç duyacaktır. Hem fizik hem ideolojik güç olarak… Geçmişte sola karşı vurucu güç olarak örgütlenen faşist hareket şu an için bu rolün adayı olmadığı görülmektedir. Eski MHP’yi ayırdeden faşist ideoloji düzenin değişik kurumları ve partilerine yayılmış, ideolojik- siyasi farklılıklar silikleşmiştir. Yukarıdaki saptamalarla paralel olarak faşist hareketin 1980 sonrası yapılanması Türkçülükten İslamcılığa doğru bir ideolojik kaymayı da içermiştir. MHP seçim öncesi başlatılan laik-kemalist kampanyaya katılarak kendi açılım kanallarını, böylesi bir konumda değil daha modern bir fotoğraf vermekte aradığını bir kez daha göstermiş bulunuyor.
Kürt hareketinin kaydettiği gelişim de, Türkiye burjuvazisinin geleneksel faşizm misyonunu ırkçı Türkçülükle karşılamasını zorlaştırmıştır. Bu yönde Kürt karşıtı bir tepkisellik mevcuttur. Ancak bugün radikal sağ bir kitlesellik, İslamcı ideoloji zemininde daha fazla olanaklara sahiptir. Dolayısıyla İslami hareketin kendisini böylesi bir ihtiyaca hazırlamakta olduğu saptanmalıdır. Düzenin bu yönde ihtiyacı yükseldiği taktirde Kemalist ordu – batılı aydın gibi karşı etkiler ikincil kalacaklardır. İslami hareketin yürüttüğü hazırlık bugün gerek burjuvazinin çeşitli kesimlerini, gerek geleneksel kırsal kesimleri gerekse küçük burjuvazinin esnaf ağırlıklı kesimlerinden lümpen proleter ögeler içeren kent yoksullarına uzanan kentsel bir kitle tabanını gözetmektedir.
KRİZ DEVRİMCİLERİN İDDİASIDIR
Krize ilişkin kavramsal bir tartışmaya burada girilmedi. Bu tartışmanın başka çalışmalarda yapılacağını varsayarak, siyasal krizin devrimci durumdan temelli farklı olduğunu hatırlatıp geçeceğim.
Türkiye’nin önünde bir devrimci durum olup olmadığı sorusu ciddi biçimde sorulmalıdır, ve siyasal krizden devrimci kriz ve devrimci duruma giden bir doğrusal çizgi tasar-lanmamalıdır. Krizin iktisadi ve toplumsal boyutları son derece nesneldir. Burjuvazinin yönetme sıkıntıları da nesneldir. Ama krizin gelişiminde belirleyici öge sosyalizm ve proletarya olmadığı sürece kapitalizmin ara çözümler üretme yeteneği sonsuzdur.
Türkiye’de ve dünyanın herhangi bir yerinde devrimci durum, devrimcilerin öngörü ya da beklentisi olamaz. Mutlaka nesnel analizlere dayanan ama önünde sonunda öznel bir niyet, bir iradedir sözkonusu olan.
Bu irade ya da niyet kendisini siyasal faaliyet tarzında dışa vurmalıdır. Bu yönüyle Türkiye’de sosyalist siyasal çalışmanın perspektifleri devrimin güncelliğine daha fazla uyarlanmayı bekliyorlar. Bu çalışmayı bu yönde kimi ipuçlarıyla sonlandırmak istiyorum.
Sosyalist İktidar Partisi’yle süren mücadelemizin, partileşme evresine denk düşen, birkaç yıl öncesinin doğrusu olan perspektif şöyle özetlenebilir: Sosyalizmi kitlelerin gündemine sokmak, kitlesel vicdanı yakalamak, kitleleri saran ideolojik kuşatmanın kırılması yönünde ideolojik ve örgütsel ayakları olan bir yükselişi hayata geçirmek…
Bu perspektif bir model olarak 1960’ların TİP’inde rafine biçimine ulaşmış bir modele yakındır. 1960’ların sol politizasyonunu adım adım örmek 1990’ların devrimci görevi olarak doğru bir saptamaydı. Ülkenin maddi koşullarında yaşanan değişimler bir yana, öznel açıdan da elbette önemli farklılıklarla…
Birinci farklılık, l.TİP döneminde sözkonusu model, varolan öznenin kadrolaşmasına da, kadrolarının bilincine de damgasını vurmuştu. Sosyalist devrim söyleminin legal marksizmle bitişebilmesi böyle mümkün olmuştur. 1960’ların kadrolaşması sosyalizmi gündeme sokmak hedefini devrimin güncelliği ile örtüştürebilen bir yapıda olmamıştır. İlk adım başarılırken ikincisi bir yük haline gelmiş, radikal devrimci demokrat hareket bu çelişkiden beslenerek yükselmiştir. Açıkçası sosyalizmi toplumsal gündeme, kitlesel vicdana sokan özne bu kazanımını devrimcileştirmeyi eteklerindeki devrimci demokratlara terketmiştir. 1990’ların partili mücadele hedefi bu zaafı tekrarlamaktan kolaylıkla kurtulacak bir deneyim ve birikimin sahibiydi. Bilinçli ve örgütlü olarak elde edilecek benzer bir kazanımın kendi içinde taşıdığı devrimci niteliği, dolayımsız devrimci bir tarzla bütünleştirmek söz konusu özne için sorun oluşturmayacaktı.
Partili mücadele, 60’ların ikinci yarısında üreyen boşluğu kendisi doldurarak 70’lere bir düzeltme getirmiş olacaktı. 1970’lerin radikal ama kitlenin vicdanı olmaktan uzak devrimci kimliğini yeni bir zeminde üretecekti. Parti hareketimizin Türkiye’nin devrimci dinamiklerinin tüm mirasını üstlenmek iddiası, basit, etik ve ajitatif bir söylemin ötesinde bu çerçeveye oturtulmalıdır. Toplumsal gündem ve vicdanı yakalarken, ayrı bir devrimcilik boşluğuna mahal vermemek demek, Türkiye solunun devrimci demokrasisi ile bilimsel sosyalizmi barıştırmak anlamını da taşır.
Bu görevler gündemden kesinlikle çıkmamıştır. Ancak kriz kavramının düşünce sistematiğimize daha derinlemesine yerleştirildiği bugün, yukarıda hatırlatılan tarifler de yetersiz kalmaktadır.
Kriz ortamında “adım adım” gelişen süreçlere değil, sıçramalı gelişimlere yatırım yapmak geçerli hale gelir. Kollektif bir yürüyüşün siyasal ve örgütsel iki ayağı vardır. Tedrici gelişim özellikle siyasal düzlem için tutucu bir işleve bürünecektir. Parti hareketi toplam gelişiminin siyasal düzlemi sözkonusu olduğunda, kriz nesnelliğinde çok daha cesur, yaratıcı, atılımcı bir tarzın nesnel koşullarına sahip bulunmaktadır. Siyasal ve örgütsel alanlar arasında göreli bir farklılığın ise mutlaka korunması gerekir. Toplam kollektif sürecin “hareket” boyutuna denk düşen siyaset’teki atılımcılığın, öznenin altyapısı olan “örgütsel” boyutta sağduyu ve temkinlilikle dengelenmesinden vazgeçilemez.
Kriz nesnelliği, kitlelerden söz edeceksek, adım adım kırılması tasarlanan “ideolojik çemberler”i de etkilemiştir, etkileyecektir. Kriz bu çemberlerin birden bire anlamsızlaşmaları olasılığıdır aynı zamanda. Bu kitlelerin bir sabah sosyalist ideolojiye açılıver-meleri değildir elbette. Kimi ideolojik çemberlerin çatlaması, kırılması, kitlelerin radikal bir dönüşüme açıklığına da işaret etmez. Ama burjuvazi açısından aşınan çemberlerin yerine yenilerinin konulması ise kontrollü bir süreç olamayacaktır. Kontrolsüzlük devrimci muhalefete, ama genelde kriz dinamiklerinin tümüne yeni olanaklar sunar.
Türkiye burjuva düzeninin zor ögesine bolca dayandığı hep söylenir. Kriz örneğin zor ögesinin etkisini kıracak gelişmeleri gündeme sokar. Bizzat terörize etme ve statükonun rasyonalizasyonu anlamında ideolojik görevler yüklenen zor mekanizmaları, fizik zorun yaptırımcı etkisinin yitirmesi ile ideolojik bir içeriksizleşmeye de uğrar. Bunun tersi de geçerlidir. Zor aracılığıyla rasyonalize edilen güncel burjuva tercihlerinin kitleler nezdinde yıpranması ve krizdeki düzenin bunların yerine yenilerini zamanında ikame edememesi hali, zorun fizik etkisini çok kolay “göze alınabilir” hale getirir.
Bu olasılıkların somutlanması ayrı çalışmaların, bunun ötesinde siyasal pratiğin görevi olacak. Ancak bir uyarı daha burada gerekli: Siyasallaşma ve örgütleşme aynı sürecin, eşitsiz gelişmeye mahkum parçalarıdır. Kriz muhtemelen siyasallaşan ama örgütsüz, yani kararsız bir kitleyi açığa çıkartacaktır. Pekala, Türkiye’de siyasallaşma yükselirken mevcut örgütleşmenin kapsayıcılığı darala-bilir. Bu doğal, kalıcı bir konum olamaz ve bizzat kendisi bir siyasal mücadelenin sonucu olarak çözümlenebilir. Yukarıda burjuva partiler, İslamcı hareket, faşist hareket vb. üzerine sıralanan bir dizi değerlendirme bu mücadelenin yönlendirilmesi için anlam taşıyacaktır.
Krizin açığa çıkartacağı bir diğer unsur da radikalizm olacaktır. Solun çeşitli kesimlerinin bu konjonktürde mevcut konumlanışla-rını gözden geçirmeye zorlanacakları açıktır. Devrimcilikle reformizm arasındaki salınım-ların çözüme bağlanmasını kriz zorlar. Tedrici gelişimin maddi olarak yokolması gibi, tedrici düşünce sistematikleri de köşeye sıkışacaktır.
Sosyalist hareket bu kriz sıçramalarından devrimci durum çıkartamasa da, kritik kazanımlar elde edebilir. Kritik kazanımlar elde etmeye kendisini uyarlayan bir devrimci özne, devrimin öznesi olmaya doğru adım atmış demektir.
Krizde sıçrama olanaklarının hangi alanlara oturacağına dair veriler ise birikmektedir: Kamu emekçileri başta olmak üzere sendikalarda siyasallaşma, ama bunun yanı sıra tıkanma somut bir durum haline gelmiştir. İşçi kurultayları, sendikal sol muhalefetlerin partileşmeyi kapsayan yeni örgütlenme arayışları bu durumu anlatıyor. Tıkanıklıktan yeni bir dalgakıran inşaatının mı yoksa işçi sınıfı ile sosyalist hareketi yakınlaştıran devrimci örgütlenme modellerinin mi çıkacağı bir mücadelenin konusudur.
Aynı ikilem gençlik hareketi için de geçerlidir. Bugünkü tıkanıklığın 80’lerin -biri geleneksel sol gençlik örgütlenmesini, ikincisi devrimci demokrat yapılanmayı çökerten- iki çözülüşünün tekrarlanmasıyla mı, yoksa devrimci bir canlanışla mı sonuçlanacağı yine bir mücadelenin gündemidir.
Kriz ortamı bu kesimlerin düzen dışı seslenişlere daha fazla kulak vermeleri anlamına gelir. Ama bu genel doğrunun ötesinde bir dizi toplumsal kesimin uzun süreli dinle-me-meditasyon-karar süreçleri geçirmeleri yaşanmayacaktır. Kriz buna izin vermeye-cektir. Nereye akarsa aksın süreç hızlanacaktır. Partili mücadelenin kendisini bu akışın önüne geçirmesi anahtar faktör olacaktır.
Seçimlere yönelik solda üretilen politikalar bu söylenenler ışığında değerlendirilmelidir. Örneğin bağımsız aday taktiğinin gündeme getirilmesi 1987’den beri mevcut politikanın tekrarına indirgenemez. Yıllar boyu “sosyalizmin bağımsız sesini yükseltmek” yeterli ve ikna edici bir gerekçe olmuştur. Gerekçe yine doğrudur, ama dün, örneğin büyük kentlerin su sorununa ilişkin bir tartışmayı kapsaması olağan sayılabilen aynı ilkesel perspektifin bugün siyasal krizi derinleştirmek ile başlayan bir argümantasyona sahip olmaması büyük zaaflara kapı açmaktadır. İstediği kadar sosyalist ya da devrimci sıfatlar yüklensin, yerel yönetim modeli üretimine endekslenmiş seçim çalışmaları devrimci bir kimlikten uzaklaşmıştır.
Krizden herkes sözetmektedir. Ama olguyu nesnellik olarak kavrayanlar, burjuvazinin belediyeleri yönetemeyeceğini, kendilerinin daha iyi becereceğini vurgular. Bu doğru da değildir… Kriz olgusunu devrimci bir iddia olarak ele alanlar ise yerel yönetimleri ancak devrimci direniş odaklarının, seçim çalışmasını ise burjuvazi tarafından yönetilmek istenmeyen bir kitleselliğin şekillendirilmesi hedefine endekslerler.
Bugün Türkiye sosyalist hareketinin avantajı maddi konumu bu tarz kavrayan bir devrimci partinin varlığıdır. Bu öznel avantaj krizin bir bileşeni, tarafı haline getirildiğinde devrimci durum somut bir hedef olacaktır. Görev başarılamazsa, “kriz” 1990’ların Türki-yesi üzerine akademik analizin soğuk vargısı olarak geleceğe aktarılır.
Bu nedenle Türkiye’de yaşanan bunalım devrimcilerin iddiasıdır.
Dipnotlar ve Kaynak
- Bu kitap dizisini iyi tanıyan okurlar böyle bir vurguyu gereksiz saymış olabilirler.Ama “dünya hali belli olmuyor”; Gelenek için, ve herhalde bütün devrimci Marksistleriçin oldukça sarih olması gereken bu yaklaşımtarzına bir eski Gelenek yazarından,M.Çulhaoğlu’ndan daha bir kaç ay önce tepkialdık. Kimi Marksistler burjuva toplumununkrizine, devrimci bir krizin ortaya çıkmasıdeğil, ideolojik mücadele ve propaganda faaliyetinesunacağı ek ve yeni olanaklar açısından yaklaşmayı devrimci politika sanabiliyorlar.
- Kapitalist sistemden kopuşlar hatırlansın:1945-49 arasına sıkışan 10 devrimdensonra, 50’lerde yalnızca Küba Devrini,60’larda ise Kongo ve Yemen’i görüyoruz.1970-79 arasında ise Asya ve Afrika’da 13ülke sosyalist yönelime giriyor. Bu dalganınönü alınmadığı takdirde batı toplumları üzerindeetki uyandırmaksızın kalacağını düşünmekmümkün değildir.
- Başı dönen yalnızca burjuva ideolojisininsarıp sarmaladığı diğer toplumsal kesimlerdeğildir. Burjuvazinin kendisi de ideolojik yanılsamalardanbağışık değil. Son dönemingümrük birliği tekelci kesimler dısındaki ortaboy kapitalistler için tam bir çılgınlıktır.Gümrük birliğinin iç pazara dönük bir diziimalat sektörünü perişan edeceği açıktır. Oysaorta burjuvazi gümrük birliğinin ardındabakir dünya pazarlarının kendisine kucakaçtığı hayalini görüyor.
- Güler A.; “Kültür ve Politika”, Gelenek44 içinde, İstanbul Ocak 1994; s.95
- Yeni dönem olarak lanse ettiği ateşkespolitikasında PKK güç kaybettiği için “taviz”vermiş değildi. Askeri anlamda evet PKK1992 Nevrozu’ndan itibaren ciddi bir darboğazagirmişti. Ama son dönemdeki askeriaçıdan sıkışıklığına karşılık, PKK kitleseldestek boyutuyla gerilemiyordu. Geliştirdiğibatı desteği ateşkes adımıyla arttı. İkincisi,Kürt feodal sınıflarının ve en azından GüneyKürdistan’daki yerel burjuvazinin temsilcisiBarzani ve Talabani ile ittifak kurmuştu. Üç,Türkiye burjuva devletini sıkıştırmanın birformülü daha denenmiş olacaktı. Dört, meşrulukarayışının bir savaş örgütünün dar ihtiyaçlarınınötesinde mevcut statükoda temsili de kapsadığı gösterilmiş oluyordu… Buçerçevede geçmiş yönelimin özü meşrulaştırıcıbir çaresizlik değil, ulusal hareketin kaçınılmazbulanıklığında yeşeren kapitalist dünya ile uzlaşmacılıktır.
- Bu çevrenin çizgisini yansıtan yayın organındangeçen yılın ateşkes döneminde dilegetirilmiş gericilik örnekleri:(Yeni dönem) “bölgede geleneksel despotikrejimlere karşı ‘Yeni Dünya Düzeni’ni savunangüçlerle Kürtleri hızla bütünleştiriyor… Barış, demokrasi ve insan hakları kavramları üzerinde şekillenen’YDD’ ile,kaba emperyalist çıkarlara dayalı, sözünü ettiğimiz bu temel değerlerden yoksun ‘eski dünya düzeni’ arasındaki farklılık görmezlikten gelinemez.”(Ahmet Zeki Okçuoğlu,Azadi 25 Nisan-1 Mayıs 1993)Bu dönemde yılların Amerikancı-gerici Kürt ağası Celal Talabani, PKK’nın artık sosyal demokrat bir örgüt olduğunu,komünizmi bıraktığını söyleyebilmişti.
- Burada kastedilen bir tür kadercilik değildir.Bir siyasi hareket önündeki sınıfsalnesnelliğe ancak bir ölçüde tabidir. Siyasetteiradenin, öznenin yapacağı tercihlerin alanıgeniştir, önemsenmelidir. Kürt ulusal hareketinin sınıfsal kimliğini netleştirmesi, Kürt toplumunun uzun bir sosyo-ekonomik gelişiminin ertesine atılmayacaktır. Bölgenin vebaşta Türkiye’nin devrimci dinamiklerinitemsil eden güçlerin Kürt ulusallığı üzerindeçekim gücü oluşturmak gibi bir görevleri devardır. Kaldı ki, toplumun maddi gelişmesinin hiç de sınıf bakış açısının güvencesinioluşturmayacağının örneklerini batıkomünistleri çok vermişlerdir.
- DEP’in seçimlerden çekilmesi üzerinetavrını “DEP’i desteklemek” olarak formüleeden “Birleşik İsçi Emekçi Partisi” girişimibu yanılgının güncel bir örneğini vermiştir.Siyasal krize devrimci müdahalenin optimalyolunu ve tarzını arayan SİP’in yaptığı birbaşka partiyi desteklemek değildi. BİEP budurumun ayırdında değildir.
- “Türkeş’in son bir yıl içerisindekiinisiyatif kazanma çabası, ABD ziyaretlerifaşist hareketin batı karşıtı söyleminin eskidiğini,kentli orta sınıflara dönük modernistmesajları keşfettiğini ortaya çıkarmaktadır. Batı karşıtı propaganda ögeleri, dinsel gericiliğin bir kanadına (örneğin İBDA’cılar)devrolmuştur.” Murad Akın; “‘Globalleşen’Kapitalizmin Taşralı Şovenizmi” “İktidar32” Aralık 1993; s.2
- Hekimoğlu, Cemal; “Hangi Siyaset”Gelenek 44, İstanbul Ocak 94; s. 18