Son dönemde bir kriz saptaması yapıyoruz. Devrimci durumun varlığından değil ama sosyalist hareketin de müdahaleleriyle buna dönüşebilecek bir zeminin varlığından söz ediyoruz. Buradan hareketle de, Türkiye’de sosyalizmin temsili sorununun çözümü yolunda önemli adımlar atmış olan partimizin önündeki yeni temel misyonu, siyasal hareket haline gelme hedefini ete kemiğe büründürmek olarak tarif ediyoruz.
Yola çıkarken yaptığımız temel saptamalardan biri Türkiye sosyalist hareketinin muhtelif iç gündemler yaratarak ve bunları “tüketerek” yol açmasının sosyalizmi güncelleştirmesinin olanaksızlığıydı. Bugün ise, siyasal ve ekonomik boyutları giderek belirginleşen ve Türkiye’yi hızla yeni bir dönemeç noktasına taşıyan bir krizin varlığında, sosyalistlerin temel ve tekleştirilmesi gereken görevi, bu dönemece sosyalizmin de bir özne olarak, bir müdahil olarak girmesinin olanaklarını yaratmaktan başka bir şey olamaz.
Hep söyledik, bir kez daha yinelemekte yarar var: Sosyalist hareket yalnızca belirli görevleri yerine getirmek değil ama aynı zamanda görevlerini en hızlı bir şekilde tamamlamak zorundadır. Türkiye sosyalist hareketinin devreye giremediği bir toplumsal dalga, peşinde sosyalistleri de sürükleyerek çekilecektir. Sosyalizmin bir kez daha “mazeret” beyan etmesi bu ülkede sola açılan kanalların bu kez çok daha uzun bir süre için kapanması sonucunu verebilecektir. Sosyalistlerin işi başarısızlıklara kulp takmak değil, en olumsuz nesnelliklerden devrime giden yolu açmaktır.
Kapitalizmin fiziksel ve ideolojik gücü, sosyalist hareket üzerindeki dolaylı ve dolaysız etkileri, devrimci dinamikler ile sosyalist hareket arasına çektiği setler vb., sosyalizm mücadelesini her dönem ve yerellikte “zor” kılmıştır; bu zorluk geleceğin toplumunu kurma iddialılığındakiler açısından yalnızca ve yalnızca bir “veri”dir, daha fazlası değil…
Zaman sosyalistleri sıkıştırıyor derken elbette sosyalist hareketin içe dönük süreçlerinin ihmal edilebilir olduğunu, “istimin arkadan gelebileceğini” vb. savunmuyoruz. “Önce hareket”, taşıyıcısı olduğumuz geleneğe her zaman uzak olmuştur ve öyle kalmaya devam edecektir. Ancak, diğer yandan, sosyalist hareket içsel süreçlerini, Türkiye devriminin yoluna ilişkin kurguları ve nesnelliğe dönük müdahale ihtiyaçları ile birlikte ele almak, bunlar arasındaki bağlantıyı koparmamak zorundadır. Bu işin sağlıklı başka bir yolu bulunmamaktadır.
Bu yazıda krizin ekonomik düzeydeki analizi hedefleniyor. Ve kuşkusuz kendi başına ekonomide nelerin olup bittiğini göstermek için değil, temel olarak ekonomik düzeye ait çelişkilerin sınıflar mücadelesinin farklı düzeylerinde hangi çelişkileri öne çıkarıcı etkide bulunabileceğini, sosyalistlerin gözlerini nerelere dikmesi gerektiğini saptayabilmek ve öngörebilmek için…
BAZI TEMEL SAPTAMALAR
1980 sonrasının ekonomik modeli tıkanmıştır. Kabaca 1989 yılının bir dönemeç noktası olduğunu, o yıldan bu yana da bir tür “ara dönem” yaşadığımızı söylemek mümkün görünüyor. Ekonomik model temel olarak yeterli yapısal dönüşümleri sağlayamadığı için tıkanmıştır. 1980 sonrasında Türkiye kapitalizmi açısından belirli “başarı”ların elde edildiği kesindir. Ancak, yapısal dönüşüm boyutunun eksik kalması sözkonusu başarıların da kısmi ve geçici kalmalarına yol açmıştır.
Reel ücretlerin ve TL’nin değerinin ciddi bir şekilde düşürülmesi ile bir ihracat hamlesi gerçekleştirilebilmiş ve ihraç edilen ürünler yelpazesinde sanayi mallarının ağırlık kazanması sağlanmıştır. Ancak, sabit sermaye yatırımlarının neredeyse durma noktasına geldiği bu dönem zaten mevcut olan ekonomik kapasitenin kullanıldığı ve giderek “tüketildiği” bir dönem olmuştur. İhracattaki büyüme, emek üretkenliğindeki teknik ilerlemelerle bütünleştiril(e)memiş, çeşitli sektörlerdeki göreli avantajlar da geçen süre içinde giderek yitirilmiştir.
Sözkonusu tıkanma yalnızca Türkiye’ye özgü değildir. Benzer “yapısal uyum” süreçlerinden geçen pek çok ülke gibi Türkiye de bu tıkanmayla birlikte bir kısır döngünün içine girmiştir (bu kısır döngünün içeriği aşağıda tartışılacak).
İçinde bulunduğumuz dönemde belirli sektörlerde ileri teknolojiye sahip olmanın ötesinde teknolojiyi geliştirme potansiyeline sahip olmayan ülkelerin göreli avantajları sınırlı ve geçicidir. Aslında, bu türden ülkelerin tek bir “avantaj”ı vardır: Ucuz emek gücü. Dünya çapında bu alandaki “rekabet” oldukça güçlüdür ve ucuz emek gücünden en çok yararlanan da uluslararası sermayedir.
1980 sonrasında dünya kapitalizminin içinde bulunduğu bunalımın da ürünü olarak, uluslararası kapitalist sistemi niteleyen baskın süreçlerden biri, azgelişmiş ülkelerden gelişkin kapitalist ülkelere kaynak transferlerinin giderek yoğunlaşmasıdır.
Dış borçlanmanın az gelişmiş (ve orta gelişkin likte) ülkelerin geleceğini ipotek altına alma niteliği, 1980 sonrasında uluslararası sermayenin merkezi kuruluşları olan IMF ve Dünya Bankası tarafından çok daha sistemli bir şekilde değerlendirilmeye başlamıştır.
Diğer yandan, gerek uluslararası düzeyde gerekse az gelişmiş ülkelerde derinleş(tiril)en finans sektörü kaynak aktarım mekanizmalarındaki bir yetkinleşme ve derinleşmeden başka bir şeyi ifade etmemektedir.
Türkiye’nin ekonomik anlamda geçmekte olduğu “ara dönem”in de sonlarına yaklaşılmaktadır. Gelişmeler Türkiye burjuvazisini belirgin tercihler yapmak ve daha çok da bunları hayata geçirmek doğrultusunda giderek sıkıştırmaktadır. Diğer yandan İSO eski başkanı Memduh Hacıoğlu’nun saptaması doğrudur: “Türkiye hala yüksek reel faiz ve yüksek enflasyonla boğuşarak ve iç pazardaki canlı üretim ile bir nevi herkesi hoşnut eden siyasi politikalarla gününü gün etmektedir.” 1 Burjuvazinin güzel günlerin sonunun gelmesi gerektiğine fiili olarak ikna olması kolay gerçekleşmemektedir.
Türkiye kapitalizminin önünde, 1980 yılında olduğu gibi, kısa sürede belirli bir ekonomik toparlanmayı ve böylece istikrarı sağlayacak türden seçenekler bulunmamaktadır. Bu eksiklik ise, toplumsal maliyetinden bağımsız olarak ekonomik başarıların siyasal istikrar sağlaması olanağını da gündemden düşürmektedir.
Önümüzdeki dönemde Türkiye kapitalizminin girmesi gereken ana yola ilişkin bir netlik yakalansa bile, bu netliğin burjuva iktidarına sağlayacağı olanakların bir sınırı bulunacak; toplumsal düzeyde yaşanan gerilimlerin siyasal süreçlere yansıması tümüyle engellenemeyecek ve bazı konjonktürlerde bu yansımanın burjuva iktidarının kendisine dönük tehditleri de içermesi kaçınılmaz olacaktır.
Aşağıda, bu temel saptamalar kısmen hareket noktası olarak alınırken kısmen de açımlanmaya çalışılacak.
1989 DÖNEMECİ NE ANLAMA GELİYOR
1989 yılından itibaren işçi ücretlerinde ciddi sayılabilecek bir artış gözleniyor. Burjuvazi açısından kamu kuruluşları ve belediyelerin hesapsız bir şekilde ücret artırmalarından ve dönemin hükümetlerinin politik kaygılarla ekonomik dengelerin zorlanmasına göz yummalarından kaynaklanan bu gelişmenin boyutlarına ilişkin somut veriler sunan bir tabloya burada gözatalım 2 :
(*) İSO kendi hesaplamalarında pek doğal olarak ödenen faizler ile kârı iki ayrı başlıkta ele alıyor. Ancak, toplam kârın girişim kârı ve faiz biçimindeki bölümlenmesi ekonomi-politik açısından ikincil bir sorundur ve biz de bunları yeniden topladık. Buraya konmayan başlığı ise ihmal edilebilir nicelikteki kiralar oluşturuyor.
Burjuvaların yukarıdaki tablodan rahatsız olması ve çoğunun temel olumsuzluğu burada görmesi doğal. Gerçekten de, 1989 ile başlayan üç yılda işçi sınıfının on yıllık kayıplarını önemli oranda geri kazanması sözkonusu. Diğer yandan 1980 ile başlayan dönemde, artıdeğer oranı yalnızca mutlak olarak yani emek gücünün daha ucuza ve daha çok çalıştırılması yoluyla artırıldığı için ücret artışları ile kâr oranının düşüşü arasındaki ilişki çok daha çarpıcı bir biçimde yaşanıyor.
İşçi ücretlerindeki artışı her kötülüğün kaynağı olarak görmenin yanlışlığı bir yana, 1989 dönemecini bununla açıklamak da, hatta ücret artışlarını bu dönemecin en önemli belirleyenleri arasında görmek de pek doğru olmayacaktır. Ücret artışlarını mümkün kılan etmenlerin üzerinde birazdan durulacak. Ancak, daha önce “soldan” gelen bir diğer yanlışa, Türkiye’de ucuz emek gücü döneminin tümüyle kapanmış olduğuna dönük erken bir angajmana da değinelim: “(…) Türkiye’deki istikrar/yapısal uyum modelinin temel öğelerinden biri, yani gelirler politikası, artık son bulmuştur. Bu dönüşümün enflasyon, gelir dağılımı, kaynak kullanımı ve ‘rekabet gücü’ alanlarındaki yansımalarının halen içinden geçiyoruz. Bu sorunsal açısından önümüzdeki dönemde geleneksel popülizm ile Avrupa-tipi ‘toplumsal uzlaşma’ seçenekleri arasındaki tartışmalar gündemde olacaktır.” 3 Ücret artışlarının hangi dinamiklerle gündeme geldiğini, Türkiye ekonomisinin son yıllardaki iç dinamizmini nelere borçlu olduğunu ve bunun bu şekilde sürüp gitmesinin mümkün olup olmadığını hesaba katmayan bir bakışla kaleme alınan bu satırlar, bir değerlendirmeden çok yazarlarının gönüllerinden geçeni dillendirmektedir.
1989 dönemecinde politik kaygıların da bir yere kadar etkili olduğunu, zaman zaman kimi süreçlerin yoğunluğunu belirleyebildiklerini kabul etmemiz gerekiyor. Türkiye son yıllarda, bir türlü seçim dönemlerinden çıkamamaktadır ve yaklaşan her seçim burjuva partilerini kimi kitlesel beklentileri karşılamak yönünde zorlamaktadır. Diğer yandan, sözgelimi ANAP döneminde, yerel yönetimleri kazanan SHP’nin bunları genel seçimlere dönük birer yatırım alanı olarak görmesi gibi özgül durumlar da açığa çıkmıştır. Tüm bunlar, elbette, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki ücret mücadelesi üzerinde de dolaysız ve dolaylı etkilerde bulunmuştur.
Ancak, genel olarak burjuva siyasetine bakılırken bir nokta hiç bir zaman gözden kaçırılmamalıdır. “Oy kaygısı”nın burjuva siyasetinin temel parametresi haline gelmesi kuşkusuz mümkündür; ama yalnızca sermayenin kendisini yeniden üretmesi sürecinde ciddi kimi tıkanıklıkların yaşandığı dönemlerde…
1989 sonrası dönemde de olduğu kadarıyla “popülizm” bir neden değil, sonuçtur. Dolayısıyla, 1980 sonrasının ekonomik modelinin tıkanıklığı işçi ücretlerindeki artışla açıklanamaz; tersi geçerlidir. 4
Ekonomik modelin tıkanmasının temel gerekçeleri yukarıda ifade edilmişti: İhracattaki büyümenin nesnel sınırlarına ulaşılması, sabit sermaye yatırımlarındaki durmanın bu sınırların genişletilmesini engellemesi ve özetle Türkiye kapitalizminin yapısal bir dönüşümü gereken boyutlarda yaşayamaması.
Bu açıdan, Türkiye’nin toplam ihracatının önemli bölümünü karşılayan belirli sektörlere kısaca bir göz atmak söylenenleri yeterince somutlaştıracaktır.
Tekstil ve konfeksiyon sektörleri, gerek 1980, gerekse 1991 yıllarında toplam sınai ürünler ihracatının yüzde 40’tan biraz fazlasını karşılıyor (aynı dönemde sınai ürünlerin toplam ihracat içindeki oranı ise yaklaşık yüzde 35’ten yaklaşık yüzde 80’e çıkıyor). Bu sektörlerde gözlenen “başarı”nın ise tek bir kaynağı var: Ucuz emek gücü sömürüsü. Bugün gelinen noktada ise, sözkonusu olanak tümüyle tüketilmiş durumdadır. Bir yanda gelişkin kapitalist ülkelerin yüksek teknolojili yatırımları, bu ülkelerin ihracat ihtiyacını ortadan kaldırmak üzeredir. Tek başına ucuz emek gücü, metaların değerini belirli bir düzeyin altına düşürememektedir ve Türk malları pek yakında büyük pazarlardaki rekabet gücünü yitirecektir. Diğer yanda da, Türkiye ile aynı kulvarda rekabet eden Uzakdoğu malları Türkiye pazarını bile işgal etmeye başlamıştır. Önümüzdeki dönemde bu sektörlerde yaşanacak olan hızlı bir gerilemedir ve bugün bile AT ve ABD kotaları doldurulamamaktadır. Gümrük birliği ile AT kapılarının açılmasının sağlayacağı olanaklar konusunda söylenenler ise, bu tablo içinde safsatadan ibarettir. Mevcut kotaları bile dolduramayan sektörlerin, sınırsız ihracat olanağından yararlanması en basit mantık kurallarına aykırıdır. Bu sektörlerde yaşanması kesin olan gerileme yalnızca ihracatı değil, dolaysız ve dolaylı olarak ekonominin iç dengelerini de etkileyecektir. 1993 yılında, sözkonusu sektörler sanayi kesiminin büyüme trendinde olmasına karşın küçülmüşlerdir. Bu eğilimi tersine çevirecek bir gelişmeden ise, en azından şimdilik, söz edilememektedir.
’80’li yıllarda önemli bir sıçrama kaydeden ve sınai ürünler ihracatının yaklaşık yüzde 14’ünü sağlamaya başlayan demir-çelik sektöründeki başarının iki temel nedeni bulunmaktadır. Birincisi, yine ucuz emek gücüdür ve son yıllarda bu avantajın yitirilmeye başlaması elbette sonuçlarını hissettirmeye başlayacatır. İkinci olarak, demir çelik sektörü gelişkin kapitalist ülkelerin giderek dışarıya aktardıkları bir sektör olma niteliğini taşımaktadır ve Türkiye bu konudaki olanaklardan yararlanabilmiştir. Ancak bu alanda da teknolojik yenilenmeye gidil(e)memesinden kaynaklanan sorunlar giderek önem kazanacaktır Bu sektör için genel olarak söylenebilecek olan, bugünkü konumunu koruması ihtimal dahilinde olsa bile, yeni sıçramalar yaşayamayacağı ve Türkiye’nin ihracat tablosunu olumlu yönde değiştirme olanağının kalmadığıdır.
Gıda sanayii ürünlerinin toplam sınai ürün ihracatındaki payı ise 1980 ile 1991 arasında yüzde 18’lerden yüzde 10’lara düşmüştür. Sınai ürünlerin toplam ihracat içindeki payının iki kat artmış olmasıyla birlikte düşünüldüğünde bu durum, sektörün az çok yerinde saydığını göstermektedir. Diğer yandan, gıda ürünlerinde AT ülkelerinin önemli bir üstünlüğü vardır ve bu sektör de parlak bir gelecek vaad etmemektedir.
Tekstil ve konfeksiyon sektörleriyle benzer sorunlar yaşayan deri ve ayakkabı sektörlerini de dahil ettiğimizde buraya kadar sözü edilen sektörlerin toplam sınai ihracat içindeki payları yüzde 70’i geçmektedir. Bugün için diğer sektörler arasında teknolojik bir atılım yaşayan ve ihracat rakamlarını ciddi bir şekilde yükseltmeye aday bir sektör bulunmamaktadır. Diğer yandan, belirli sektörlerde kaydedilecek gelişmelerin ihracatın ithalatı karşılama oranını yeniden yükseltmeye başlaması pek muhtemel görünmüyor; bu oranın bugünkü düzeyinde sabit tutulması bile başarı hanesine yazılabilir.
İhracat alanındaki eğilimlerin tersine dönmesinin yalnızca yapısal değil, aynı zamanda konjonktürel nedenleri de bulunmaktadır. Zaten başka türlü keskin sayılabilecek bir dönemeç noktasını açıklamak mümkün olmazdı.
1980 sonrasında göreli olarak hafiflemiş olsa da, Türkiye’nin dış açık sorunu önemini korumuştur. Bir yandan, yatırım ve ara malları ithalatının üretimin sürmesi açısından zorunluluğu, ancak diğer yandan da, dünya kapitalizmi ile bütünleşmenin dayattığı dış ticarette liberalizasyon sürecinin tüketim mallarının da ithalinin de sınırlandırılamamasına yol açması dış açıkların yapısal bir nitelik kazanmasını getirmektedir. Dış açıkların kapatılması ise ’80’li yılların sonlarına kadar dış borçlanmayla gerçekleştirilebilmiştir. Bu alanda kimi dönemsel sıkışmaların yaşanmasına karşın, Türkiye burjuvazisinin 80’li yıllarda dış borç bulmak konusunda genel olarak başarılı olduğunu söylemek mümkün.
Ancak dış borç birikimi belirli bir ivmeyi koruyamadığında, faiz geri ödemelerinin kendisi bir sorun yaratmaya başlar. Eski dış borçlar ve faizlerinin yine borçlanmayla karşılanamadığı noktadan itibaren kaynak sıkıntısı da yakıcılaşır. Artık, ülke dışına net bir sermaye transferi gündemdedir ve bu sermayenin “yaratılması” gerekir.
Nitekim, Türkiye’de dış borçların GSMH içindeki payı 1988 yılına kadar yükselmiş ancak bundan sonra hızlı bir düşüş göstermiştir. Dış borçların geri ödenmesi sorunu önem kazanmaya başladığı andan itibaren TL’nin değerinin düşük tutulması politikası rasyonalitesini yitirir. Geri ödemeler dövizle yapıldığından, TL’nin değeri ne kadar düşük olursa, gerekli kaynak transferi de o oranda büyüyecektir. Diğer yandan, bir de “dövizi bulma” sorunu vardır. Dış borçların geri ödemesinde mal ya da TL kabul edilmediğine göre, dış borçlanmayla gelmeyen dövizin Merkez Bankası’nın kasasına ulaşmasının bir başka şekilde sağlanması gerekir.
Bu sorunların çözümü için atılması zorunlu olan adımlar bellidir. Yan süreç ve mekanizmaları bir yana bırakırsak temel olarak: 1) devalüasyon politikasının terkedilmesi ve TL’nin değerinin bu kez yüksek tutulması; 2) TL’ye yüksek faiz verilerek dövizin TL’ye çevrilmesinin ve böylece yabancı sermaye girişinin özendirilmesi. Bu ikinci yolla giren yabancı sermaye hiç kuşku yok ki yatırımcı değil spekülatiftir. Bu yolla giren sermayeye “sıcak para” denmesi spekülasyon amaçlı olmasından ve hiç bir kalıcılığının bulunmamasından kaynaklanmaktadır.
1989 sonrasında finansal liberalizasyon politikalarının derinlik kazanmasıyla birlikte yaşananlar temel olarak bunlardır. Ancak bu gelişmelerin beraberinde getirdikleri kuşkusuz çok daha önemlidir ve üzerlerinde durulması gerekiyor.
TL’nin değerinin yüksek tutulmasının en önemli sonucu, ihracattaki artışın en önemli dayanaklarından birini yitirmesidir. Satılan mallar pahalılaşmış ve tüm sektörlerde rekabet gücü zayıflamıştır. Diğer yandan, ihracat teşvikleri, ’80’li yılların sonlarına doğru uluslararası sermayenin de dayatmalarıyla giderek daraltılmak zorunda kaldığından, süreç dış açıkları kapatmak için dış açıkları artıran bir politikanın uygulanmasını içermiş olur.
İhracata ilişkin olarak buraya kadar söylenenlerden temel bir sonuç çıkıyor. Bu sonuç bizim açımızdan da, Türkiye kapitalizmine ilişkin analizlerimizde belirli bir revizyonu gerektiriyor. Sonuç şöyle ifade edilebilir:
Türkiye’nin dış pazar sorunu, 1989 yılından bugüne giderek “ortadan kalkmıştır”; “çözülmüştür” değil, ihraç edilebilir malların rekabet olanağının kalmaması nedeniyle mevcut dış pazar olanakları bile değerlendirilebilir olmaktan çıkmıştır. Nitekim tekstil kotalarının doldurulamaması bu durumu somut olarak da göstermektedir.
TL’nin değerinin yüksek tutulmasının bir diğer sonucu ise, bu kez ithalatın nesnel olarak teşvik edilir hale gelmesidir. İthalatı kısıtlamak konusundaki olanaklar da, yine dış ticaretteki zorunlu liberalizasyon nedeniyle sınırlıdır. Yurt dışından gelen sıcak paranın bir bölümü de dolayısıyla ithalatın finansmanına gider ve dış açığın artışı yönündeki baskı bir de bu taraftan artar.
Tüm bunlar da bu sonuçlara yol veren politikaların yoğunlaştırılmasını dayatır. Böylece bir kısır döngü yaratılmış olur. Bu kısır döngüye yeniden geleceğiz. Ancak daha önce yüksek faiz politikası üzerinde duralım. Dış borçlar temel olarak devlete aittir ve döviz satın alabilmek için kaynak bulması gerekir. Bu kaynağı vergi yoluyla toplaması “teorik olarak” mümkün olsa da, gerçek yaşamın “yeşil”liği buna pek izin vermez. Böylece iç borçlanma “seçeneği” gündeme gelir. Hazine bonoları ve devlet tahvilleri yoluyla ve yüksek faizle piyasadan para toplanmaya başlar.
Devletin artan iç borçlanması, finans sektörünün “derinleşmesi” için de pek uygun koşullar yaratır. Hazine bonoları ve devlet tahvillerinin temel müşterisi bankalardır. Bankalar açısından devlete yüksek faizle verilen borçlar iyi ve risksiz bir gelir kaynağı haline gelir. 1989 sonrasında döviz bulma işinin bir kısmını “gönüllü olarak” üstlenen bankalar, dış piyasalardan döviz borçlanarak bunu Türkiye’ye getirmiş, TL’ye çevirmiş ve devletin sunduğu kağıtlara yatırmıştır. Bankaların kullandığı kredilerin kaynaklarını gösteren aşağıdaki tablo bu konuda açıklayıcı 5 :
Sıcak paranın ülkeye bir kez sokulması, spekülatif niteliğinden dolayı, yeterli değildir. Sokulan paranın korunması da gerekir: Yüksek faiz politikasına son verildiği anda, başa dönülecektir. Üstelik, bu para uzun vadeli olarak yatırılmaz. Spekülatif sermaye her an daha büyük değerlenme olanaklarına kavuşabileceği yerlere akabilmek ister ve bu nedenle, ancak kısa vadeli kredi olarak kullanılabilir. Nitekim 1991 yılında devlet kağıtları dövizin altında gelir sağlamıştır ve bunun ürünü 3 milyar dolayında olduğu tahmin edilen sıcak para kaçışıdır (1990 yılında girdiği tahmin edilen miktara eşit). Böylece, yukarıda tarif edilen tüm bir süreç boyunca aslında tek bir şey olmuştur: Uzun vadeli dış borçlanma olanağının daralması, bu kez daha maliyetli olan kısa vadeli borçlanmaya yol açmıştır. Ve bir kez daha, sorunun çözümü yolunda atılan adımlar sorunu yoğunlaştırmaktan başka bir sonuç vermemiştir. Sıcak para girişi, kısa vadeliliğin kısa sürede ekonominin tümünde egemen olmasına yol açar. Artık her bir yatırımcı açısından üç ayı geçmeyen vadeler içinde düşünmek ve hareket etmek geçerlidir. Aşağıdaki tablo bu durumu yeterli netlikle gösteriyor 6 :
Faizlerin yüksekliği, diğer yandan da, sınai yatırımların (olacaksa da) durmasını teşvik eder. Sanayiden elde edilen karlar getirisi yüksek finansal araçlara kanalize edilir. Bu eğilimi de bir tabloyla gösterelim 7 :
1992 yılında sanayi dışı gelirlerin bilanço kârına oranında bir düşme gözlemleniyor. Ancak, bu durum yine tablodan da görülebildiği üzere sanayi dışı gelirlerdeki artış hızının düşmesinden değil, ekonominin hızlı büyüdüğü bir yılda bilanço kârının daha hızlı artmış olmasından kaynaklanıyor.
Buraya kadar tarif edilen çarkın dönmesi ise, sermayenin yeniden üretim sürecinin kesintisizliğini, yani ulusal ekonominin belirli bir canlılığının korunmasını gerektirir. Yoksa, finans sektörünün kurduğu kağıttan şatoların birbiri ardına devrilmesi işten bile değildir. Eğer, ekonomik büyüme durur ve kapitalistler birbirlerine ödeme yapamaz hale gelirlerse, kaynakların finansal mekanizmalarla çekilmesi de olanaksızlaşır.
Böylesi bir durumda da, zaten buluttan nem kapmaya eğilimli olan spekülatif sermayenin apar topar kaçması hiçbir yasayla engellenemez. (Bu arada, spekülatif sermayenin yalnızca dışarıdan gelen sıcak para olarak görülmemesi gerekiyor; finans sektörünün derinleşmesi, yerli spekülatif sermayenin de uluslararası hareketini serbestleştirir ve sermaye kaçışına bunun da dahil edilmesi gerekir. Konu üzerinde aşağıda da durulacak.)
Bu noktada, nedenler ve sonuçların birbirine karışmasının yeni bir örneğiyle karşılaşıyoruz. Ekonomik bir bunalıma yol vermemek için başvurulan finansal önlemlerin kendisi ekonomik bir bunalımın önlenmesini zorunlu kılmaktadır. Üstelik ekonomik bunalımın maliyeti artık başlangıçta olduğundan çok daha büyüktür!
Ulusal ekonominin kaynak yaratma olanakları ve bunlar bulunduğu oranda ne şekilde kullanılacağı zaten belli olduğuna göre, yatırım yapılmayan bir ülkede ekonomik canlılığı korumanın yolu bellidir: Dışarıdan döviz bulmak ve bunu içeriye toplam tüketimi (kuşkusuz üretken tüketimi değil) beslemek üzere şırınga etmek. Dahası, ihracat olanakları daralmış olduğundan, iç pazarın yalnızca sabit tutulması değil, genişletilmesi gerekir. (Bu arada, genişleyen iç pazarın ithalat talebini bir kez daha artırmış olması işleri biraz daha karıştırır; ama biz burada keselim.)
Bir ara sonucu şu şekilde ifade edebiliriz: Ekonominin dış kaynak sorunu nedeniyle bunalıma girmemesi için gerekli dış kaynakların bulunabilmesi, ekonominin bunalıma girmemesine bağlıdır ve bu sonuncusu da ancak dış kaynakların bulunmasıyla mümkündür.
Tartışmayı daha fazla derinleştirmeye gerek yok herhalde.
Bu arada, bu bölümün başındaki soruna da yeniden dönmek mümkün hale geldi. 1989 yılından itibaren işçi ücretlerinin yükseltilebilmesi, iç pazarın Türkiye ekonomisi açısından bir kez daha önem kazanması ile birlikte anlaşılabilir. Ancak ücretlerin yükselmesi kâr oranının düşmesine yol açtığından bu da bir sorun yaratır. Bu sorun kısa süre içinde keşfedilince de hatadan geri dönülür. Nitekim 1992 yılından itibaren burjuvazinin işçi sınıfına dönük saldırısı yeniden yoğunlaşmış, işten atmalar taşeronlaştırma vb. yeni bir boyut kazanmış ve sömürü oranının yeniden yükselmeye başlaması sağlanmıştır. Bu anlamda, 1989 yılında gerçekten de bir “hesapsızlık” sözkonusudur; ancak bu hesapsızlığın çapı, yukarıdaki karmaşık “işlem”lerdeki hataların yanında kolayca mazur görülebilir.
Türkiye kapitalizminin içinde bulunduğu kısır döngülerin, “radikal” önlem çağrılarını yoğunlaştırması son derece anlaşılırdır. Aşağıdaki bölümlerde de mevcut politika önerileri ve seçenekler üzerinde durulacak. Ancak, daha önce iç pazardaki genişlemeyle birlikte otomotiv sektörünün yaşadığı büyümenin kimi boyutlarına değineceğiz.
Türkiye’nin otomotiv sektörü iç pazara dönük üretim yapan, uluslararası piyasalarda rekabet gücü bulunmayan, emek üretkenliğinin artırılması yönünde ciddi bir dinamizm sergilemeyen Türkiye kapitalizmi açısından “tipik” bir sektör. Otomotiv ihracat ve ithalat rakamları da bu durumu gösteriyor 8 :
Son yıllarda ise, başta otomobil satışlarında olmak üzere bu sektörün büyümesi baş döndürücü boyutlara ulaştı. Sözgelimi, 1993 yılının ilk dokuz ayında toplam imalat sanayii yüzde 114 oranında büyürken, otomotiv sektöründeki büyüme oranı yüzde 279 olarak gerçekleşti 9 .
Bugün bile, ithalatın sürekli olarak artması, AT ile gümrük birliğine geçilmesiyle birlikte bu sektörün akıbetinin ne olacağı sorusunu sorduruyor.
Otomotiv sektörünün büyüklerinin hesabı ise oldukça basit. Gümrük birliğine kadar satışlarını mümkün olduğu kadar artırmak ve kârlarını maksimize etmek; sonrasında mevcut sanayiinin çökmesini göze almak. Gümrük birliğine bu kadar az zaman kala ciddi bir yatırım hamlesi bir yana, bunun planlarının bile gündeme gelmemesi yerli büyük üreticilerin mevcut sermayelerini yenilemelerinin daha pahalıya mal olacağını hesapladıklarını gösteriyor. Onun yerine, ödeme koşullarını düzenleyerek ve servis ağlarına sahip olmalarının olanaklarından yararlanarak bugün bile daha avantajlı hale gelmiş olan ithal otolarla mevcut koşullar altında rekabet etmeye çalışıyorlar. Bir de, otomotiv sektöründeki korumanın en azından birkaç yıl daha sürmesi için girişimlerde bulunuyorlar.
Böylece, Türkiye’nin ekonomik kaynakları herhangi bir gelişme potansiyeli içermeyen, kendisine ancak birkaç yıllık bir vade biçen bir sektöre yatırılan sermaye için tam anlamıyla çarçur ediliyor. Üstelik, gerek lisans anlaşmaları, gerekse ithal girdiler nedeniyle bu sektörün büyümesi dış açıkların büyümesine de katkı sağlarken…
Otomotiv sektörü, sermayenin bunalımını derinleştirmek pahasına kısa vadeli kârını maksimize etmek konusundaki ısrarının sadece bir örneğini oluşturuyor. Ve bu arada, yukarıda ele alınan kısır döngünün aslında yalnızca kapitalist üretim tarzı içinde “nesnel” dayanaklara sahip olduğunu, tarihsel bir bakış açısından ise asıl dayanağın sermayeye dayalı üretim tarzının başlıbaşına bir irrasyonaliteye dönüşmesi olduğuna bir kez daha işaret ediyor.
KRİZE KARŞI ÖNERİLEN BAZI ZIRVALAR
Değinildiği üzere, Türkiye kapitalizminin içinde bulunduğu kısır döngü elbette çözüm önerilerini beraberinde getiriyor. Ancak, kapitalizmi dünya çapında bir sistem olarak kavrayamamak bir yana, Türkiye’nin açmazlarını bile bir bütünlük içine yerleştiremeden ele alan yaklaşımlar, yine elbette ortaya boş laflardan başka bir şey çıkarmıyor. İktisat dergisi, Aralık 1993 sayısının kapak konusu olarak “Sanayileşme Stratejisi”ni seçmiş ve konuya 20 sayfa ayırmış. “İktisatçılar ve sanayiciler tartışıyor” alt başlığıyla sunulan bu dosyayı okuduysanız, sonuç olarak hiçbir şey söylenmediğini göreceksiniz. 20 sayfa boyunca mevcut sorunlar orasından burasından çekiştirilirken, ortaya geleceğe dönük net bir yaklaşım koyabilen çıkmıyor. Bu da son derece anlaşılır. Bugün, Türkiye kapitalizmi muhtelif almaşıklar arasında bir tercih yapmak durumunda değildir. Yapılması zorunlu olanlar vardır; ama bunlar da sanayileşme türü artık fazla “iddialı” hale gelmiş olan hedeflerle bağdaşmamaktadır.
Bir sonraki bölümde, Türkiye kapitalizminin önünde duran yolun aydınlatılmasına çalışılacak. Bu bölümde ise, bütünsellikten uzak yaklaşımlarla ne tür saçmalıkların üretilebildiği üzerinde durulacak.
Krize karşı burjuva cephesinden gelen öneriler doğal olarak daha zengin. Bunlardan biri, rantiye kesimin vergilendirilmesini içeriyor. Söylenene göre, Türkiye’deki yüksek faiz ortamı sermayeyi üretken yatırımlardan uzak tutuyor; üstelik parasını faize yatıranlar havadan tonla para kazanıyor ve bunlar vergilendirilmiyor. Başta devlet tahvilleri ve hazine bonolarının getirileri olmak üzere faiz gelirleri vergilendirilmelidir.
Yüksek faizden “yakınmak” gerçekten de mümkündür. Bunun neden kaynaklandığı ve bu nedenlerin üzerine ne şekilde gidilmesi gerektiği sorusunu havada bırakmak, vergi konusunda dile getirilen zırvalığın yanında son derece dürüstçedir. Çünkü söylenen yalnızca şudur: Yüksek faiz sorundur; bunun çözümü için de faizlerin düşürülmesi yeterlidir. Faizin vergilendirilmesi demek, özellikle devletin kağıtları sözkonusu olduğunda düşürülmesi demekle özdeştir. Bugünkü koşullarda faizlerin düşürülmesi, spekülatif sermayenin kaçışına ve dolayısıyla döviz darboğazına yol açacak, döviz darboğazı ekonomiyi bunalıma sürükleyecek ve ekonomik bunalım da faiz oranlarını yeniden yukarıya fırlatacaktır.
Yine son dönemin popüler bir argümanı, kamu harcamalarının kısılması gerektiği yönündedir. Böylece kamu açıkları azalacak, kamu açıkları azalınca da devletin iç kaynaklara yüklenmesinin önüne geçilecektir.
Bir kere, Türkiye’de kamu harcamaları kesinlikle iddia edildiği üzere fazla falan değildir. Tam tersine, yetersiz kamu harcamalarının uzun vadede yaratacağı sorunlar üzerine tartışmak bile, bu konudaki zırvalıkları dinlemekten çok daha anlamlıdır. Yine bir tabloyla destekleyelim 10 :
Not: Alt sıradaki değerler yeni milli gelir serilerine göre bulunmuş.
Kamu harcamalarının kısılmasını istemek, nesnel olarak, devletin zaten iyice sınırlanmış olan eğitim sağlık vb. sosyal hizmetleri başta olmak üzere, ekonominin etkileri ancak uzun vadelerde hissedilen girdilerini sınırlamayı istemekten başka bir anlam taşımaz.
Kamu harcamaları başlığı altında KİT’lerin oluşturduğu “yük”ten de söz edilmektedir ve bu konu üzerinde aşağıdaki bölümde de durulacak. Ancak, burada söylenmesi gereken iki şey var. Birincisi, “KİT sorunu” zaten “yaratılmış” bir sorundur ve bunun en önemli aracı da devletin yatırım harcamalarındaki radikal düşüştür. 80’li yıllarda konsolide bütçenin yatırım harcamalarına ayrılan kısmının GSMH içindeki payı yüzde 50’den daha fazla düşürülmüştür. Amortisman harcamaları bile kısılan KİT’lerin sorun haline gelmesinde şaşılacak bir taraf yoktur. İkincisi, KİT’lerin özel sektöre satışı kaynak ihtiyacının devletten özel sektöre devralmasından başka bir anlam taşımayacaktır ve ekonominin bütünü açısından herhangi bir değişiklik getirmeyecektir. Özel sektör de, haraç mezat satılan KİT’leri alırken bunları yeni yatırımlarla kurtarmayı değil, gayrimenkulleri başta olmak üzere işine yarayan kısımlarını değerlendirmeyi; ya da yine yatırımlara yönelmeden, bunların tekel olma konumlarından yararlanmayı hedeflemektedir. Dolayısıyla, özel sektöre satış, ekonominin bütünü açısından bir değişiklik getirmeyecek demek de yanlıştır: Toplam toplumsal sermayenin bir kısmı da bu “işlem”le çarçur edilmiş olacaktır.
Türkiye’de kamu harcamalarının zaten olabileceği kadar düşük olması bir yana, bu düzeyin daha da düşürülmesi sağlanırsa kısa vadede olacak olan da bellidir: Toplam tüketimin daralması ve bunun da yine ekonomiyi bunalıma sürüklemesi…
Son olarak, kamu harcamaları içinde transfer harcamalarının payından “yakınan”lar var. Temel olarak faiz giderlerinden oluşan transfer harcamalarının daraltılmasını istemek, faiz gelirlerinin vergilendirilmesini istemekle özdeştir ve üzerinde yeniden durmak gereksiz…
Türkiye kapitalizminin kurtuluşu için önerilen bir diğer “çözüm” ise, devletin, özellikle büyük kentlerdeki gayrimenkullerini satması yoluyla kaynak toplaması. Bu öneri muhtelif yan ögelerle zenginleştiriliyor olsa da, temel olarak bu basit biçim çok değişmiyor.
Ne kadar dahiyane değil mi? Orada boş boş duran ve üzerlerine bir şey inşa edilmediği için beş para etmeyen topraklar satılarak birdenbire “kaynak” haline gelecekler! Peki bu “kaynak” nereden transfer edilecek (yoktan varolmayacağına göre)?
Üstelik, bu dahiyane fikir aslında yıllardan beri uygulanıyor. Kentlerdeki devlet arazileri, kentsel norm ve ihtiyaçlar tümüyle gözardı edilerek ona buna peşkeş çekiliyor. Kentsel rantlar şişiriliyor. Bu şişmeden asıl yararlanan da en başta arazi spekülatörleri oluyor. Ama kim yararlanırsa yararlansın, rant ekonominin bütünü açısından ek bir değer yaratılmasını değil, mevcut değerlerin bölüşümündeki bir farklılaşmayı ifade eder.
Kuşkusuz, yukarıdaki ve benzeri türden önerilerin sahiplerinin en azından bir kısmı, söylediklerinin zırvalık derecesinin farkında. Zaten bu önerilerin asıl anlamı başka yerlerde yatıyor.
Önerilerin bir kısmı, kamu harcamalarına karşı açılan kampanyada olduğu gibi, temel olarak ideolojik bir içerik taşıyor. Diğer yandan da, mevcut konjonktürden yararlanmak isteyenlerin yaşanan kısır döngünün kapsadığı belirli eğilimleri güçlendirme çabaları var. Sözgelimi, gayrimenkul spekülasyonunun yoğunlaştırılması, elbette, ekonominin bütünü açısından olsa olsa olumsuz sonuçlar doğuracaktır; ama arazi spekülasyonu yapanlar da, bu arada kişisel servetlerini genişletme olanağına kavuşacaktır.
Mevcut konjonktürden yararlanmak isteyenlerin bir kısmı ise, “felaket tellallığı”nın karşısına çıkıyor. Bunlar açısından Türkiye ekonomisi belirli bir canlılığı yakalamış durumda ve durup dururken kriz sinyalleri vermenin alemi yok. İki kesim arasındaki temel farkın, birincilerin toplumsal servetin yağmalanması sürecindeki yerlerini düzeltme mücadelesi vermesine karşın, ikincilerin mevcut durumlarından memnun olmalarından kaynaklandığı söylenebilir.
Sosyalist hareket ise, Türkiye ekonomisinin gidişatı üzerine ciddi bir şeyler söyleme çabasını bırakmış görünüyor. Son yıllarda, STP’nin özelleştirme konusundaki ayrıksı ve değerli çalışması dışında, Türkiye kapitalizminin iç çelişki ve dinamiklerine dönük derinlikli analiz çabalarına rastlanmıyor. Reformist sol zaten, vitrinlere bakarken ömründe ilk kez “şehre inen” köylünün tepkilerini vermeye devam ediyor ve her geçen gün kapitalizmin hayran olunacak bir başka meziyetini keşfetmekle meşgul. Devrimci sol ise, Türkiye’nin bunalımdan kurtulamayacak oluşundan emin ve işin teferruatına karşı ilgisiz. Zaten önemli olan mücadele etmektir ve mücadelenin hangi dinamiklerden karşılık bulacağı da mücadele edilerek öğrenilir…
Son olarak, sosyalist solun boş bıraktığı alana aralarında marksizan eğilimliler de bulunan bir grup sol akademisyen müdahale etme girişiminde bulundu. “İktisat Politikası Seçenekleri” başlığı altında birbirlerini bütünleyen iki kitap (bkz. 3 ve 6. notlar) çıkaran bu akademisyenlerin çalışmaları, seçeneksizlik söylemine somut ve gerçekçi bir seçeneğin oluşturulması yoluyla karşı çıkma hedefinin ürünü.
Biçimsel açıdan son derece titiz bir çalışmanın gerçekleştirilmiş olmasına karşın, hedefe ne kadar yaklaşıldığı tartışmalı. Yazarlar Türkiye ekonomisinin durumunu uzun uzadıya betimledikten ve temel kimi sorunları ele aldıktan sonra, Türkiye kapitalizminin hareket alanını sınırlandıran etmenleri atlayarak politika önerileri geliştirmeye çalışıyor. Önerilerinin hayata geçmesinin önündeki engelleri tartışma gereğini bile pek fazla hissettikleri söylenemez. Aslında, kamu maliyesi ve finansal yapı üzerinde duran yazarları bu çerçevenin bir miktar dışında tutmak mümkün. Kapitalizmin içinden geliştirilebilecek almaşıkların sınırlılığının daha fazla farkında görünen bu yazarlar, politika önerilerinde köşeli ifadelerden kaçınıyor ve öz olarak pek az şey söylüyor.
Birinci kitabın temel tezi şu şekilde özetleniyor:
“Gördüğümüz kadarıyla, belli şartlar altında bugünkü dezavantajlarını akıllıca avantaja çevirebilecek bir Türkiye bir kuşak sonra “Bilgi Toplumu”na geçmeye aday bir ekonomidir. İlk başta ütopik gelecek bu öngörü şu iki kabule dayanmaktadır:
(i) Türk ekonomisi modern teknolojilerin oldukça dışında kalmış olup, yakın zamanlarda modern iletişim teknolojilerinin en uç noktasından yakalamaya çalışmaktadır; elektronik iletişim alanında katılaşmış, kazınması gerekli eski bir sanayi altyapısı mevcut değildir. Üçüncü Sanayi Devrimi’ne bir geç katılan olarak, geç kalmanın avantajlarından yararlanabilir.
(ii) Türk ekonomisi bugün büyük bir sorun olarak görülen genç nüfusunu gelecek için eğitebilirse, görünebilir geleceğin en değerli girdisini bol miktar da elde etmiş olacaktır.” 11
Bu satırlar bile, yazarların teknolojik gelişme, “Üçüncü Sanayi Devrimi”, “Bilgi Toplumu” vb. konularda bir kafa karışıklığı içinde bulunduklarını göstermektedir. Son dönemde varolduğu iddia edilen her şeyin gerçekten de varolduğuna inanmış olan yazarlar bu alanda gereken kapsamdaki bir çalışmaya ihtiyaç duymadan, Türkiye’nin bilişim teknolojisi alanındaki potansiyel olanakları üzerine bir yığın şey söylemekten de kaçınmamış. Bilişim kavramına duyulan hayranlık içinde dile getirilen öneri ve değerlendirmelerin eleştirisi bu yazıyı fazlaca dağıtacaktır (bu konuda yararlanılabilecek bir değerlendirme ise İktisat dergisinin son sayısında yer alıyor: bkz. 12 . not).
Bizim açımızdan burada önemli olan soru, yazarların Türkiye’nin kısa vadeli açmazlarını nasıl olup da aşabileceği ve mevcut kaynakların önemli bölümünün merkezi kararlarla yönetilmesinin nasıl mümkün olacağı konusunda ne söyledikleri. Çünkü, bugün Türkiye’nin asıl sorunu, uzun vadeli yatırımlar bir yana, kısa vadenin ihtiyaçlarını karşılayacak kaynakların bile son derece zor bulunmasıdır. Bu kaynak sıkışıklığının önemli bir boyutu dış borçlanmadan kaynaklansa da, Türkiye kapitalizminin barındırdığı irrasyonalitelerin çarçur ettiği kaynakların da bulunduğu ve bunların devreye sokulabileceğini söyleselerdi, bunun üzerine de tartışılabilirdi. Verilecek yanıt, sözkonusu irrasyonelliklerin temel olarak yapısal bir nitelik taşıdığı ve bir bütün olarak kapitalist üretim tarzını sorgulamayan bir yaklaşımla aşılmalarının mümkün olmadığı olurdu. Ancak, kapitalizmle özel bir sorunları bulunmayan yazarlar kısa vade için mevcut üretim kapasitesinin daha büyük bir yüzdeyle kullanılmasından başka herhangi bir şey önermemektedir. Bu da, yukarıda ele alınanlardan aşağı kalmaz bir zırvalıktır. Kapitalistlere “daha çok üretin ve daha çok satın” denmiş oluyor. Zaten onların da her zaman ve canla başla yapmaya çalıştıkları şey bu. Bu öneri de öyle laf arasında falan değil, “İki Paralel Stratejisi” gibi tumturaklı bir başlık altında yapılıyor ve hemen yanında uzun vadeli hedef dile getiriliyor: Kapasitenin mümkün olduğu kadar genişletilmesi. Zaten Türkiye kapitalizminin sorunu, bunların istendiği şekilde yapılamamasıydı; demek ki çözüm de yapılmaları oluyormuş…
TÜRKİYE KAPİTALİZMİNİN ÖNÜNDEKİ YOL
Belirtildiği üzere, Türkiye kapitalizminin önünde bir seçenekler zenginliği yoktur. Dünya kapitalizmiyle entegrasyonun mevcut derinliği bile, Türkiye’de burjuva iktidarlarının iktisat politikası oluşturmak konusunda anlamlı bir serbestiye sahip olmamaları anlamına gelmektedir. Sorun, dar anlamda bir “dışa bağımlılık” sorunu değildir. Evet, uluslararası sermaye Türkiye’nin başına buyruk adımlar atmak istemesi durumunda, başta IMF ve Dünya Bankası gibi üst organları aracılığıyla bu gidişe engel olmak için ellerinden geleni yapacaktır. Böylesi bir durumda, yeni dış borç bulmak bir yana vadesi ardı arkasına gelecek olan birikmiş borçların ödenmesi gerekecektir. Bu da, yalnızca pratik olarak değil, ama kağıt üzerinde bile olanaksızdır. Gerçekten de, uluslararası sermayeyle ilişkiler Türkiye’nin geleceğini tümüyle ipotek altına almıştır.
Ama, tüm bunlara karşın, Türkiye burjuvazisi de uluslararası sermayenin çıkarlarına ters düşecek şeyler yapmak niyetlisi falan değildir. Tam tersine, en başta büyük burjuvazi, geleceğini bütünleşmenin derinleştirilmesinde görmektedir. Türkiye açısından ciddi riskler barındıran uluslararasılaşma süreci, burjuvazi açısından sermayenin yerel sınırlamalardan kurtulması olanağı anlamına gelmektedir. Sıcak para kaçışı denen şey, yalnızca yabancı sermayenin değil, aynı zamanda “yerli” sermayenin de kaçışıdır. Diğer yandan, boyutları henüz çok fazla büyümemiş olsa bile, Türkiye’nin “hangi noktaya” geldiğinin bir işareti olarak görülen yabancı ülkelerdeki yatırımlar, sermayenin uluslararasılaşması sürecinin bir göstergesinden başka bir şey değildir. Yarın Türkiye’de ciddi bir ekonomik bunalım patlak verdiğinde bu türden parlak “başarı”larla çok daha sık karşılaşmak kimseyi şaşırtmamalıdır. 13
Türkiye burjuvazisinin AT konusundaki ısrarı da ancak bu çerçeve içinde anlaşılabilir. Dünya çapındaki ekonomik bloklaşma eğilimi yerel sermayelerin uluslararası sermaye ile bütünleşmelerinin biçimini de belirlemektedir. Temel olarak coğrafi nedenlerle, Türkiye açısından AT dışında bir seçenek bulunmamaktadır. Bu, Türkiye açısından önemli sayılabilecek bir şanssızlıktır, çünkü, geleneksel olarak ABD’ye yakınlığı tercih etmiş ve bugün de uluslararası siyasal dengeler açısından ABD’ye daha yakın duran Türkiye, AT ile bütünleşmenin gerektirdiği siyasal adımları atmakta zorlanmaktadır. 14
Türkiye’nin daha uzunca bir süre AT’ye tam üye olması gündem dışıdır. Ancak, Türkiye burjuvazisi tam üyeliğin haklarından yararlanamamak pahasına AT’ye bağlanmaya razıdır. Gümrük Birliği bu kabulün ürünüdür. Eğer bir değişiklik olmazsa 1995 yılı başından itibaren Gümrük Birliği’ne geçilecek. Gümrük Birliği ile Türkiye arasındaki ticarette tüm mallar için gümrük vergileri sıfırlanacak. Bunun yanısıra, AT’nin üçüncü ülkelere uyguladığı gümrük tarifeleri Türkiye tarafından da aynen uygulanacak. Yani Türkiye, AT ile aynı ticaret politikasını paylaşmayı kabul etmiş olacak. AT’nin öncelik verdiği ülkeler Türkiye açısından da öncelik kazanacak.
Türkiye burjuvazisinin gümrük birliğine her anlamıyla hazır olduğunu söylemekse, bugün için olanaksız. Henüz gümrük birliğinin hangi sektörlerde ne tür sonuçlar vereceği konusunda bile bir netlik sağlanabilmiş değil. Ancak, son dönemde belirli sektörlerin temsilcileri, bir geçiş sürecinin öngörülmesi, bazı sektörlerdeki korumanın kademeli olarak kaldırılmasını talep etmeye başlamış durumda. Bu konudaki tartışma önümüzdeki aylarda yoğunlaşacaktır.
Yalnız belirli sektörler için özel pazarlık yapılmasının getireceği ciddi bir risk var. Türkiye’nin belirli sektörlerde koruma istemesi, AT’nin de başka sektörlerdeki korumayla karşılık vermesine yol açacaktır. Sözgelimi, bugün için özellikle beyaz eşya, elektronik ve otomotiv sektörleri koruma istiyor. Bu listeye yeni eklerin gelmesi de son derece muhtemel. Eğer, bu kadar çok sektörde korumaya devam edilirse ve AT de bunlara aynı düzeyde yanıt verirse, nesnel olarak, gümrük birliğinin ertelenmesi gündeme gelmiş olur.
Bu da Türkiye burjuvazisinin hiç istemediği bir şeydir. Zaten, hiçbir sektörde koruma istememek yönünde az çok güçlü bir eğilim de bulunmaktadır.
Gümrük birliği ile, AT sermayesinin Türkiye’ye yatırım yapması beklenmektedir. AT ile Meksika’nın ABD ile kurduğu ilişkinin bir benzeri kurulacaktır. Bu arada, yine gümrük birliğinin dolaylı bir sonucunun da AT pazarına girmek isteyen Japonya gibi ülkelerin Türkiye’de yatırım yapması olabileceği düşünülmektedir.
Sonuçta, en fazla bir-iki yıllık bir gecikmeyle gümrük birliği gerçekleşecektir. Gümrük birliği Türkiye’de pek çok sektörde yıkım anlamına gelecektir. İhracatta rekabet gücünü yitiren bir sanayinin gümrüksüz olarak giren yabancı mallarla rekabet edebilmesi düşünülemez.
Ancak, bugünkü kaynak darboğazının aşılmasının üretken yatırımlara yönelen yabancı sermaye girişinden başka bir yolu bulunmamaktadır.
Elbette ki, tek başına gümrük birliği yabancı sermayenin Türkiye’ye akın etmesini sağlamayacatır. Bunun için bir de, Türkiye’ye yapılacak yatırımların yeterince kâr getirmesi gerekmektedir. Bu açıdan en önemli faktör ise kuşkusuz emek gücünün fiyatıdır.
Türkiye’nin bu konuda da belirgin bir dezavantajı bulunmaktadır. İşçi ücretleri en düşük olduğu dönemde bile, bu alanda “uzmanlaşmış” olan ülkelerle rekabet edilememiştir. Bugün imalat sanayiinde kaçak olarak Bulgar, Romen ve Yugoslav işçilerinin çalıştırılması ve bunların Türk işçilerinden çok daha az ücrete razı olması, Türkiye’nin ucuz emek gücü cenneti olmasının kolay olmadığını göstermektedir.
Bir konuda yanılınmamalı. Türkiye’de işçi ücretlerinin bundan sonra da, sözgelimi Doğu Avrupa ülkelerinin işçilerinin düzeyine düşürülmesi kolay değildir. Ama bu durum, önümüzdeki dönemde işçi sınıfına dönük saldırının yoğunlaşarak sürmeyeceği anlamına gelmez. Tam tersine, Türkiye burjuvazisi, gerek başka alanlardaki göreli avantajlarının işçi ücretlerindeki yüksekliği ancak belirli bir dereceye kadar telafi edebileceği, gerekse yabancı yatırımların gerçekleşeceği döneme kadar da kaynak sorununun kimi dönemlerde özel yoğunluklar kazanarak süreceği ve elindeki tek gerçek kaynağın artı-değer sömürüsü olması nedeniyle, işçi ücretlerini bugünkü düzeyinin de altına düşürmek zorundadır. Üstelik buraya kadar Türkiye kapitalizminin bunalım dinamiklerini belirli bir noktada tutabileceğini varsaydık. Bu varsayımın ne kadar sağlam olduğu ise kuşkuludur. Türkiye kapitalizminin sıkışmışlığı bir zaman sorunu da yaratmaktadır ve işlerin istendiği gibi gitmemesi, tüm hesapların altüst olması ve Türkiye’nin de çözülen sosyalist ülkelerin akıbetini paylaşması işten bile değildir. Bu açıdan bakıldığında, Kürt sorununun düzen açısından yarattığı tehdit de özel bir önem kazanmaktadır. Aşağıdaki bölümde, Türkiye ekonomisinin 1993 yılındaki durumu üzerinde daha ayrıntılı olarak durulacak. Orada da görüleceği üzere, kriz dinamikleri üst üste yığılmaktadır ve bunların altından kalkılamaması ihtimali ciddiye alınmak zorundadır.
Bu parantezden sonra, Türkiye burjuvazisinin emek gücü fiyatındaki fazlalığı ne şekilde telafi etmeyi düşündüğü üzerinde duralım. Bunun için temel olarak, iki konudaki olanakların zenginleştirilmesine çalışılmaktadır. Birincisi, nitelikli ama ucuz işgücü yaratmak. İkinci olarak da, altyapı hizmetlerini güçlendirerek yatırım yapacak sermayenin dolaylı masraflarına düşürmek.
Nitelikli ama ucuz emek gücünün yaratılması, temel olarak bir eğitim sistemi sorunudur. Ve bu konuda Türkiye’nin elindeki olanakların yetersiz kalacağını söylemek kadar, bugüne dek hiç bir şeyin yapılmadığını iddia etmek de fazla kestirmeci olacaktır.
Türkiye’nin kısa sürede köklü bir eğilim reformu gerçekleştirmesi gerçekten de olanaksızdır. Bunun için, ilk öğretimden başlayarak tüm bir eğitim sisteminin bir anlamda yeniden kurulması gerekir. Bu da, yalnızca bir para sorunu değildir: Eğiticilerin eğitilmesi ciddi bir zaman ister. Dolayısıyla, araştırma-geliştirme harcamaları alanında olduğu gibi, eğitimde de yapılan harcamalardaki artışın hızı ile elde edilebilecek başarının yüksekliği arasında doğrudan bir ilişki yoktur. Yine de, 1989 yılından sonra, kamu harcamaları içinde neredeyse yalnızca eğitime ayrılan payın, GSMH içindeki payının büyüdüğüne dikkat çekmek gerekiyor.
Diğer yandan, Türkiye’nin ilk öğretimden başlayacak bir eğitim reformunun sonuçlarını bekleyecek zamanı yoktur. Bu nedenle, işe “tepeden”, yüksek öğretim kurumlarından başlanmıştır. Bugün, üniversitelerde bilim üretme kaygısının bulunmaması son derece anlaşılır temellere sahiptir. Türkiye burjuvazisinin acil hedefi, bilimsel ve teknik bilgi üretmek değil, bunları uygulayacak insan malzemesini yetiştirmektir. Burjuvazi bilimsel-teknik alanda uygulayıcılığın ötesinde bilgi üretir hale gelmenin, ancak büyük yatırımlarla gerçekleşebileceğini ve bunun getirilerinin de, yine ancak uzun vadede realize edilebileceğini görmüş, güncel kısıtlarının bilinciyle de bu işin kendi harcı olmadığını kabullenmiş durumdadır.
Dolayısıyla, üniversite kontenjanlarının şişirilmesi, öğretim elemanı bulunamayan üniversitelerin açılması ve en son açık öğretimin yaygınlaştırılması, son derece “anlamlı” tercihlerdir. Sonuncusu üzerinde duralım.
Türkiye’de liselerin, dilekçe yazmak ve üniversiteye giriş formlarını doldurmaktan bile aciz insanlar yetiştirdiği bilinen bir olgu. Bugün, düz bir liseden mezun olanların emek gücü piyasasındaki vasıflılığı çok fazla artırmadığı rahatlıkla söylenebilir.
Diğer tarafta da, üniversite eğitiminde bilimsel üretim boyutunun birkaç istisna dışında neredeyse tümüyle ihmal edilebilir hale gelmesi, burada okuyan öğrencilerin derslere girmelerini nesnel olarak anlamsız kılmaktadır. Belirli bir kitabı takip etmeyip, ders notlarını da yazılı olarak dağıtmayan ya da ısrarla yoklama alan kompleksli öğretim üyelerinin dersleri dışında ders takip etmenin hiçbir özel anlamı kalmamıştır. Hedeflenen, okuduğu kitaptan bir şeyler anlayabilen, yabancı sözcük dağarcığı en azından birkaç sözcük genişleyen, sınavlarda bir konuyu yazılı olarak az çok dile getirebilen (ya da test yanıtlama yeteneği gelişen) ve belki bilgisayarlara bir miktar daha aşina insanların yetiştirilmesidir. Bu “eğitimli” insanlar, üretim sürecine dahil olduklarında yapacakları işi görece hızlı kavrayacak ve gündeme gelecek değişikliklere daha kolay uyum sağlayabilecek, bilgisayar gördüklerinde daha az korkacak ve örneğin bir tezgaha ait el kitabını kullanarak basit sorunları çözebilecetir. Tüm bunlar için, gerçekten de, aslında ne hocaya ne de sınıfa ihtiyaç vardır. Açık öğretim bu çerçevede kendi içinde bir yanlışlık içermemektedir. Hatta, “eğitim” masraflarını sınırlandırmakta, üstüne üstlük harçlar yoluyla kâr edilmektedir.
Üretim süreci, bir yandan da, daha nitelikli elemanları gerektirmektedir. Bunların yetiştirilmesi için de yine ciddi sayılabilecek adımlar atılmıştır. Bu konuda uzmanlaşan sınırlı sayıdaki üniversitenin yanında, hızla açılmaya başlayan özel üniversiteler yine sistemin mantığı açısından son derece rasyoneldir. Böylece, zaten şöyle ya da böyle üniversitelere girmesi sağlanacak olan zengin çocukları parasıyla yetiştirilmekte, diğer yandan da, zengin olmayan ailelerin sınıf atlama kapasitesine sahip çocukları için yaratılan toplam olanaklar da genişletilmektedir.
Böylece burjuvazi, eğitim sistemine tam anlamıyla damgasını vurmakta ve bu alandaki tüm yanılsamaların zeminini de ortadan kaldırmaktadır. Bugün eğitim kurumlan her tür “özerklik”lerini yitirmiştir ve bu aslında bu kurumların sermayenin yeniden üretim sürecindeki özgül konumlarının özerklik olarak adlandırılan biçiminin değişmesinden başka bir değişiklik getirmemiştir.
Altyapı cephesine gelince… 1980 sonrasında altyapı yatırımları alanında önemli gelişmelerin kaydedildiğinin hakkını da teslim etmek gerekiyor. En başta iletişim alanında olmak üzere Türkiye, en azından belirli merkezlerde, görece modern bir altyapıyı tamamlamanın olanaklarına sahiptir.
Burjuvazinin bugün, bu çerçevede gözünü diktiği yer, İstanbul’dur. İstanbul’u, Çağlar Keyder’in deyimiyle bir “dünya şehri” haline getirmek hedeflenmektedir. Olimpiyatlar konusunda kopan tantananın en önemli nedenlerinden biri de buydu. 15 Bu konunun ayrıntılarına girmek yazıyı fazlaca dağıtacağından, kent merkezlerinin önemini artıran sürecin bir yan etkisini anlatan bir dipnot eklemekle yetiniyoruz. 16
Buraya kadar sözü edilen süreçler, Türkiye kapitalizminin içinde bulunduğu durum gözönünde bulundurulduğunda, “uzun” vadeli hedefleri yansıtmaktadır. Ve bu hedefler, Türkiye’nin geleceğine dönük herhangi bir iyimserliğe olanak tanımamaktadır.
Burjuvazi tüm “ideal”lerine ulaşabilirse, gümrük birliği sayesinde ülke sanayisinin en azından geniş çaplı bir yıkıma uğraması, emek gücü sömürüsünün yoğunlaşması, “eğitimli” cahiller ve işsizler ordularının büyümesi; ve bu yıkıntı ortamının üzerinde birkaç ışıltılı kent merkezi, burjuvaların her geçen gün bir miktar daha sıkı şekilde “korunmaya” muhtaç ihtişamlı yaşantısı vb. “sağlanacak”tır.
Bunlar burjuvazinin “sorun çözme” yollarıdır. Türkiye’nin “düze çıkması” denen şey, işçi sınıfının ve emekçi kitlelerinin dibe çökmesiyle özdeşleşmiştir. Marksistler “yoksullaşma” tezini terkedeli çok oldu. Kapitalizmin işçi sınıfını her koşulda giderek daha fazla yoksullaştırmak zorunda olmadığı, gerek teorik, gerekse pratik olarak görülmüştür. Ancak, bugün dünyanın pek çok coğrafyasında olduğu gibi, Türkiye’de de yoksullaşma süreci somut olarak gündemdedir.
Türkiye burjuvazisinin ideallerine ulaşmasının kolay olmadığı, hele bunu herhangi bir toplumsal dirençle karşılaşmadan başarmasının olanaksızlığı doğrudur. Ancak, sosyalist hareketin görevlerini (zamanında) yerine getirmemesi, bu dirençlerin kırılmasını da mümkün kılacaktır. Sosyalist hareket, Türkiye kapitalizminin iç süreçlerini iyi çözümlemeli ve bu süreçlerin politik müdahalelere sunacağı zeminleri mutlaka değerlendirmelidir.
Bugüne dek Türkiye’de güçlü bir ideolojik motif haline gelemeyen “eşitlikçilik”, içinden geçtiğimiz süreç içinde giderek güncelleşebilecektir. Sosyalist hareket de, sosyalizmin eşitlikçilik boyutunu mutlaka öne çıkarmalı ve eşitlikçi tepkilerin siyasal zemine yansıtılmasında rol almalıdır.
Özelleştirmeye karşı yürütülen kampanyanın, tüm eksik ve zayıflıklarına karşın, burjuvazi açısından bir tehdit olarak algılanması boşuna değildir. Türkiye burjuvazisi son derece hassas bir çizgide yürümeye çalışmaktadır ve sosyalist hareket zayıf noktalara yönelteceği darbelerle, niceliğinin ötesinde bir etkinlik sağlama olanağına sahiptir. TOBB Başkanı Yalım Erez’e şunlar söyletilebilmiştir: “Özelleştirme gündeme geldiğinde bazı solcular da diyemiyorum, artık solculuk kalmadı, bazı sivri akıllılar kampanyalara başladılar, afişler astılar. Biz de TOBB olarak, karşı taraf olarak, özelleştirme karşıtı olan kampanyalara karşı bir kampanya başlatacağız.”17 Özelleştirmeye karşı mücadele güçlendirilerek sürdürülmelidir. Ama bunun yanında, gümrük birliği konusunda da etkili bir mücadelenin hazırlıklarına girişilmeli ve bu kez burjuvaziden önce hareket etme olanağı değerlendirilmelidir. Bugün burjuvalar bile, gümrük birliğinin ne getirip götüreceğini yeterince iyi bilmemektedir. Biz ise, işçi sınıfı açısından neler götüreceğini yeterince biliyoruz. İşçi sınıfının Türkiye’nin geleceğini bu denli yakından ilgilendiren bir konuda seyirci kalmasına izin verilmemeli, sınıfın bu konuda vereceği mücadele aracılığıyla toplumsal muhalefetin omurgası olma konumunu güçlendirerek yeniden üretmesi hedeflenmelidir.
Üniversitelerin siyasallaştırmasına dönük kampanya tam zamanında başlatılmıştır. Okuyan ve aydın adayı (adaylığın ötesine geçmesi ise giderek zorlaşan) gençliğin kendi geleceği ile burjuvazinin Türkiye’yi sokmaya çalıştığı yol arasındaki bağlantıları kavraması, Türkiye’nin geleceğine dönük mücadeleye yeniden katılması, sınıf mücadeleleri açısından da önemlidir. Öğrenci hareketlerinin toplumsal muhalefet açısından taşıdığı önem, pek çok tarihte ve yerellikte somut olarak görülmüştür. Öğrenci aktivizminin, sınıfsal dinamizmi boğması ise, bugünün Türkiye’sinde artık olanaksızdır. Dolayısıyla, sosyalist hareketin, üniversiteleri yeniden sol odaklar haline getirmek yolundaki mücadelesi de son derece anlamlı ve burjuvazinin hesapları bağlamında vurucudur. “Akademik mücadele”nin barındırdığı riskler ise, bu işe soyunan sosyalist özne açısından gündem dışıdır.
Türkiye’de işsiz kitle içinde eski işçilerin bugüne dek görece düşük kalmış olan oranının giderek yükselmesi beklenmelidir. Son yıllarda büyük şirketlerde görülen istihdam daralmasının önümüzdeki dönemde yaygınlaşması son derece muhtemeldir. Hele gümrük birliği süreci ile yaygın bir işsizliğin ortaya çıkması ise kaçınılmazdır. Sosyalist hareket, işsiz kalan işçilerin sınıfsal mücadelelerden kopmamaları için gerekli araçları mutlaka yaratmalıdır. İşsizliğe karşı mücadele, ideolojik ve siyasal mücadelenin önemli bileşenleri arasına girmeye aday olduğunu bugün bile göstermektedir.
“Uzun” vadeli hedeflerden söz ettik. Bunlarla güncel durum arasında kuşkusuz bir de “orta” vade var.
Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda da yabancı sermaye girişine ihtiyacı var. Bunun da, kısa vadeli borçlanma ve öz olarak bunun bir biçimi olan sıcak para girişinden farklı kimi araçlarla sağlanması gerekiyor. Bugünkü yaşanmakta olan süreç, dış borçlanmanın hızla artışı ve dışarıdan gelen sermayenin üretken alanlara yatırılmaması nedeniyle, geri ödemelerin yine borçlanma yoluyla gerçekleştirilmesi ile ulusal ekonomiden alacaklı ülkelere kaynak transferlerinin bunalıma yol açacak derecede yoğunlaştırılmasından başka seçeneğin kalmamasını içeriyor. Bu kısır döngüyü kırmanın tek yolu, uzun vadeli borçlanmanın, faizi yalnızca parasal olmayan bir biçimini oluşturan üretken yabancı sermaye girişidir ve Türkiye burjuvazisi “orta” vadede de ne yapıp edip bunu sağlamak zorundadır.
Son dönemde, yabancı sermaye girişinin “yeni” ve daha elverişli bir yolu olarak borsa gösterilmektedir. Borsanın bugünkü boyutlarıyla ne getirebileceği sorusunu bir yana bırakıp, kısa zamanda dünya çapında önem kazanan bir borsaya sahip olacağımızı varsayalım. Yabancı sermaye borsaya ne için girecektir? Kuşkusuz spekülasyon amacıyla. Yani, spekülatif sermaye, hazine bonoları, devlet tahvilleri vb. kağıtlar yerine, borsada işlem gören kağıtları satın alacak. Bu kağıtları da kâr getireceklerini umduğu sürece elinde tutacak, toplam spekülatif sermayenin en az normal faiz oranlarıyla sağlayabileceği oranda bir genişlemesini hedefleyecek, borsadaki kağıtların değerlerinin düşeceğini hisseder etmez de bu kağıtları yine gerçek paraya çevirecek ve baştaki noktaya dönülecektir. Ekonominin bütünü açısından spekülatif sermayenin hangi “kağıt”a yöneldiğinin hiç bir önemi yoktur.
Borsanın yabancı sermayeyi çekmek için uygun bir olanak yarattığı, İMKB’nin bileşik endeksinin yükselme hızının dünya borsaları arasında ikinci en büyük olmasına ve örneğin 1993 yılında ABD doları bazında yüzde 17479’luk bir getiri sağlamasına 18 dayanılarak savunuluyor. Borsanın bu son derece “olumlu” performansını koruyacağını ve yabancı spekülatif sermayenin İMKB’ye güvenerek kendisine yapılan çağrıları kabulleneceğini varsayalım. Bu durumda, bu sermaye yıllık yüzde 20’yi bulmayan reel faiz yerine, yüzde 17919’luk bir faiz geliri elde etmiş olacaktır. Yani, aynı spekülatif sermaye 9 kat pahalıya Türkiye’ye getirilerek sorun çözülmüş olacaktır: Aslında doğru! Böylece Türkiye yolun sonuna çok daha hızlı gelecek ve iflas etmiş olan Türkiye ekonomisinin gideceği daha kötü bir yer kalmayacağından, ondan sonra ne gelse daha iyi olacaktır (yalnız Somali örneği bunun bile garanti olmadığını gösteriyor; ama elbette Somali’nin de bir gün mutlak sıfıra ulaştırılması başarılacaktır).
Yabancı sermayeye sunulabilecek bir diğer seçeneği ise gayrimenkuller oluşturuyor. Uruguay’da, yine kuşkusuz “başarıyla” uygulanan bu “model”, gayrimenkul piyasasında spekülasyonun yoğunlaştırılmasını, kısa sürelerde büyük rantların yaratılmasını içeriyor. Bu “hazine” tüketilince de, yabancı sermaye, pek doğal olarak, yükünü tutmuş olarak ülke dışına kaçıyor ve bir kez daha başlangıçtakinden çok daha kötü bir noktaya geri dönülüyor. Ülke ekonomisi açısından, bütün olan biten, bir kez daha spekülatif sermayenin faiz geliri yaratma biçiminin farklılaştırılması. Bu sermaye bir süreliğine bono, tahvil, hisse senedi, tapu vb. kağıtlara çevrilmeye ikna ediliyor; böylece sermaye sahiplerinin elinde kağıt dururken, koydukları sermaye ülke ekonomisine sokulmuş oluyor; ellerindeki kağıtların piyasa değerinin hızla yükselmesini bir süre seyreden bu sermayedarlar, sözkonusu yükselişin sonunun gelmekte olduğunu hissettiklerinde aynı kağıtları bu kez en yüksek değerlerinden geri satarak başlangıçta koyduklarından çok daha büyük bir sermayeyi kaldırıp, “dahiyane” fikirlere sahip bir başka burjuvazinin iktidarda olduğu bir ülkeye taşıyor. Burjuvazi ile “deha” birbirinden pek ayrılamadığından da, bu konuda hiç güçlük çekmiyorlar.
Türkiye burjuvazisi de, allah için, geri zekalı falan değildir ve “orta” vadede bu türden yöntemleri kullanmaya devam edecektir.
Bir miktar ayrı olarak ele alınması gereken üretken yabancı sermaye yatırımlarına gelmeden önce, bunun yolunun özelleştirmelerden geçemeyeceğini ortaya koyalım.
Burjuvazi son dönemde, devlet işletmelerini yerel özel sermaye yerine yabancı sermayeye satmanın döviz getireceğini, dünyada yaşanan pek çok örnekten yola çıkarak “keşfetti”. Gerçekten de, sözgelimi, PTT’nin T’sinin yabancılara satılması durumunda, yüklü sayılabilecek bir yabancı sermayeyi Türkiye’ye sokmak mümkündür.
Peki, özellikle de piyasada doğal tekel oluşturan işletmeleri satın alan yabancı sermayedarlar, bu işi ne için yapacak? Elbette, bu işletmelerin bugünkü kârlarını artırarak, yani Türkiye’de üretilen değerlerin daha büyük bir bölümüne el koyarak, bunları transfer etmek için. Yani, ek değer ve dolayısıyla kaynak üretmeden, tıpkı kağıtlara yatan yabancı sermaye gibi kendisini genişletmek için. Evet, bu sermayenin kaçması görece zor olacaktır; ancak, bu zorluğu en kısa sürede en fazla kâr elde etmeyi zorlayarak ve bunu da tekel konumuyla ve çıktığı gelişkin kapitalist ülke devletinin Türkiye üzerindeki baskıları aracılığıyla sağlayarak aşmaya çalışacaktır. Böylece geri ödeme koşullarını sözde bir miktar hafifletmek için, ülkenin üretici güçleri haraç mezat satılarak, bunları ekonominin bütünü açısından en müsrif bir şekilde kullanacak (aslında harcayacak) yabancı sermayeye teslim edilmiş olacaktır.
Tüm bunların ne anlama geldiğini, gerek bu ülkenin tarihinden, gerekse bugünün dünyasındaki diğer örneklerden biliyoruz. Ve tüm bu söylenenler, eğer güçlü bir direniş yaratılamazsa, gerçekleştirilecektir. Türkiye sosyalist hareketi, ülkenin haraç mezat satışının önüne de dikilmek zorundadır. Türkiye’de asgari sağduyuya sahip insanların bile kolaylıkla kavrayabileceği, bu ülkeye ihanet suçunu örgütlemek üzere olan burjuvazinin durdurulamaması, sosyalist hareket açısından bir başarısızlık olarak değerlendirilmelidir.
Sonunda, gerçek anlamıyla üretken yabancı sermaye yatırımları üzerinde duralım. Açıkça söylemek gerekirse, bu sermayenin emek gücü sömürüsü için geleceği ve bunun yoğunlaştırılmasını hedefleyeceği, elde edeceği kârı yine dışarıya transfer edeceği, Türkiye’nin kalkınması doğrultusunda değil en fazla kâr etme güdüsüyle hareket edeceği, bunu yapmak için siyasal iktidarı da kendi hedefleri doğrultusunda kararlar almaya zorlayacağı, yeni teknolojiyi değil yıpranmış sermayeyi temsil edeceği, genel olarak Türkiye’nin geleceğini ipotek altına alacağı gibi “ikincil” sorunları bir yana bırakırsak, üretken yabancı sermaye yatırımları gerçekten de Türkiye kapitalizminin “orta” vadede nefes almasını sağlayabilir. Ancak, üretken sermaye girişinin sağlanması, “uzun” vadenin de hedefleri arasında yer almaktadır ve bunun için gereken şartlar üzerinde durulmuştu. Bu konudaki güncel durumu da rakamlarla gösterelim 19 :
Not: Türkiye’nin 1993 yılının ilk dokuz ayındaki dış ticaret açığı yaklaşık 105 milyar dolar.
KRİZİN GÜNCELLİĞİ
Görüldüğü üzere, Türkiye kapitalizminin “orta” vadeyi “kurtarması” mümkündür; bunu “başaran” bir Türkiye’nin hangi noktaya gelmiş olacağını kestirmek ise kolay değil. Dolayısıyla, “uzun” vade için söylenenlerin bir miktar “ütopik” kaçmış olması da muhtemel. Ama, kanımızca, uluslararası sermayenin gelecekte daha büyük kazançlar elde edebileceğini hesaba katarak, Türkiye’yi bu zor döneminde “desteklemesi” de son derece muhtemeldir. Bunun için, Türkiye’nin geleceğinin birkaç yılını daha satın alması yetecektir. Dolayısıyla baştan “kötümser” olmaya gerek yok!
Diğer taraftan, ortada kelimenin her anlamıyla kısa vadede nelerin olabileceği sorusu var ve bu da daha az önemli değil. Özellikle, 1993 yılında kriz dinamiklerini aşırı derecede biriktiren bir süreç yaşandı. Türkiye kapitalizminin kısa vadeden sonrasına çıkıp çıkamayacağı bile tartışmalı görünüyor.
Türkiye kapitalizminin içinde bulunduğu kısır döngü ve para politikalarının bu bağlamdaki anlamları üzerinde duruldu. Yüksek faiz ile birlikte TL’nin değerinin yüksek tutulmasının ithalat ve ihracat üzerindeki somut etkileri 1993 yılında son derece belirginleşmiş durumda 20 :
Bu tablonun bile tek başına gösterdiği, Türkiye ekonomisinin şu gidişatı ile kısa süre içinde tıkanma noktasına geleceğidir. Nitekim bu durumun farkında olan Çiller, ihracatın yeniden desteklenmeye başlayacağı, bunun için de devalüasyona gidileceği yönünde mesajlar vermiştir. Ancak, yukarıda yeterince tartışılmış olduğu üzere, devalüasyon, birincisi, dış borç ödemelerinin gerektirdiği reel kaynak miktarının artması, ikincisi de, bugün 5 milyar dolar civarında olduğu tahmin edilen sıcak para başta olmak üzere, Türkiye’den sermaye kaçışının başlaması anlamına gelmektedir ve bunlar çok kısa bir sürede yaşanacağından, ihracattaki toparlanma eğiliminin görülmesine fırsat gelmeden ekonomi krize girecektir.
Diğer yandan, Çiller’in mesajlarının hangi yönde olmasından bağımsız olarak, şu gidişatın kriz yönünde olmasındaki açıklığın kendisi de spekülatif sermaye açısından bir devalüasyon beklentisi yaratmaya yeterlidir. Spekülatif sermayenin bu tür bir beklenti içinde hareket etmesi ise, bir süre sonra beklentiyi gerçek kılar. Bu sermaye zaten devalüasyondan önce kaçmak zorundadır; riski görüp kaçmaya başladığında ise, dövize çok büyük bir talep ve TL’den kurtulma eğilimi kısa sürede tüm ekonomiye egemen olur; bu da TL’nin değerinin düşmesini yani devalüasyonu olacağı yoksa da getirir…
Nitekim son aylarda, henüz kontrol altında tutulabilse de TL’den kaçmak yönünde bir eğilim vardır ve bu eğilim, örneğin, Merkez Bankası’nın dövize müdahale etmekten vazgeçeceği yönündeki söylentilerin çıkarılmasıyla bile güçlenmektedir. Ekim ayı sonunda çıkan bu tür bir söylenti, dışarıdan döviz getirerek bunu TL’ye çeviren ve faize yatıran bankaların dövize hücum etmesine yetmiştir. Bankalar dövize ve yine döviz satın alabilmek için TL’ye uyguladıkları faiz oranlarını yükseltmiş, bu da döviz kurlarının yükselmesine yol açmıştır. Merkez Bankası bir süre sonra sürece müdahale etmiş ve piyasaya büyük miktarlarda döviz sürmüştür. Ancak bu müdahale ile bankaların devalüasyon beklentisi ve döviz talepleri sadece kontrol altına alınmıştır. Bu arada, Merkez Bankası İnterbank faizlerini yükseltmiş ve faizlerdeki yükseklik ile devalüasyonun etkisinin telafi edilmesi, sermaye kaçışının bu yolla durdurulması sağlanmıştır.
Ancak burada ilginç olan nokta, en büyük borçlu olan devletin faiz oranlarındaki yükselmeye karşı direnmesidir. Devletin borç alma işini yürüten Hazine, bono ihalelerini bankaların verdiği faiz tekliflerinin fazla yüksek olduğunu söyleyerek arka arkaya iptal etmiştir.
Devletin en büyük borçlu olması, borç yemeyi çok sevdiğinden değil de (aslında biraz da öyle ama bunun konumuzla bir ilgisi yok), verdiği açıklardan kaynaklandığına göre piyasadan borç para almayı kesen Hazine, vadesi gelen ödemelerini nasıl yapmaktadır? Bunun nasıl sağlandığını da dış borç rakamları gösteriyor 21 :
Bu tablo, iktidardaki koalisyonun aslında hakkı yeterince verilmeyen bir “başarı”sına işaret etmektedir. Hükümet, yılda 10 milyar dolar tutarında dış borç bulabilmektedir. Dış borçlanmanın yardımıyla da içerideki ekonomik canlılığı korumakta ve bu arada iç borçlanma yolunu daha az kullanabilmektedir.
Ekonomik canlılığın, yani sermayenin yeniden üretim sürecindeki kesintisizliğin, spekülatif sermayenin kaçışını önlemek açısından bir diğer gereklilik olduğu üzerinde de durulmuştu. Dış borçlanmayla iç tüketimin beslenmesinin ürünü olan büyüme rakamları ise, 1992 yılı için yüzde 54’tür ve 1993 yılında yüzde 7’yi geçmesi beklenmektedir. Diğer yandan, yılın ilk 9 ayında imalat sanayiinde yüzde 11’i aşan bir oranda büyüme kaydedilmiştir.
Ancak, tüm bu gelişmeler, tümüyle kısa vadeyi kurtarmaya dönük çabaların ürünüdür ve dış borçlanmanın bu hızıyla süremeyeceği, denizin suyunun biteceği açıktır. Dış borçlanma, bir kez daha içerideki üretken yatırımlara dönük olarak değil, günü kurtarmak için kullanılmıştır. 1993 yılının ilk 9 ayında bulunan 75 milyar dolarlık borcun en önemli bölümü, dış ticaret açığındaki 5 milyarlık dolarlık artışın finansmanına gitmiştir. Aynı dönemde cari işlemlerdeki açık ise, bir önceki yılın aynı dönemine göre dolar cinsinden 4 milyar dolar kadar daha fazla olarak gerçekleşmiştir. 22
Bir yandan, yaklaşan yerel seçimler, diğer yandan, Kürt ulusal dinamiğinin düzen açısından oluşturduğu tehdit, hükümetin kısa vadeyi kurtarma çabalarını yoğunlaştırmıştır. Ancak kısa vadeyi kurtarmak için yapılanlar, pek doğal olarak, kriz dinamiklerini biriktirmekten başka bir anlama gelmemektedir.
Çok yakın gelecekte gündeme gelecek olanlar ise, son derece bellidir: Türkiye ekonomisinin bu “hızı” kaldıramayacağı noktanın yaklaşması ,uluslararası kredi kuruluşlarının Türkiye’nin son dönemde adı sık duyulan “kredi notu”nu düşürmesi, yani Türkiye’nin uluslararası piyasalardan daha yüksek faizle ve daha zor borçlanabilir hale gelmesi, bunun devalüasyon beklentisini kontrol edilebilir olmaktan çıkarması, sermaye kaçışının başlaması ve zincirleme bir süreç içinde ekonomiyi krize sürüklemesi. Bugünden tam olarak kestirilemeyen, sadece bu krizin boyutlarıdır. Yoksa tüm sermaye çevreleri yakın dönem kurgularını bu krize göre yapmaktadır.
Bu arada, gerek krizi geciktirmek, gerekse boyutlarını sınırlandırmak için başvurulabilecek olan ve diğer yandan da, burjuvazinin krizi de bir talan aracı olarak kullanmasının aracı olarak mutlaka zorlanacak olan özelleştirme konusuna bir kez daha gelelim. Özelleştirmenin, ülke kaynaklarının talan edilmesi dışında bir anlamının bulunmadığı, mevcut kriz dinamiklerini yoğunlaştırmaktan başka bir sonuç da vermeyeceği üzerinde durulmuştu. Ancak, özelleştirmenin kısa vadede farklı bir etkisi vardır. Özelleştirme yoluyla, özel sermayenin elindeki kaynaklar geçici olarak devletin eline geçer ve bu kaynaklar da krize karşı kullanılabilir. Yalnız, Türkiye’de özelleştirme yoluyla toplanabilecek olan kaynakların çapının krizi toptan ertelemeye yeteceği son derece kuşkuludur.
Türkiye kapitalizminin içinde bulunduğu bu durum, yakın sayılabilecek bir gelecekte devletin nesnel olarak iflas etmesine yol açacak mıdır?
Buraya kadar ele alınan kriz dinamikleri ve bu dinamiklere karşı gündeme gelen süreçlerin aynı dinamikleri güçlendirmekten başka bir şey getirmemesi, Türkiye kapitalizminin “son”unun gelip gelmediği sorusunu gerçekten de sorduruyor.
Ancak, kanımızca, dünya sermayesi henüz sömürebileceği kaynakları tükenmemiş olan Türkiye’nin tam boy bir çöküntüsünü zorlamayacak, devresel olarak gündeme gelecek olan krizlerin belirli bir düzeyin ötesinde boyutlanmasının önüne geçilmesine (bunu getirecek müdahalelerden kaçınarak) yardım edecek ve bu krizlerin yukarıda tarif edilen süreçleri hızlandırmasının getirileriyle yetinecektir. Devresel krizlerin de önlenmesi ise olanaksızdır.
Kapitalizmin kendi yarattığı krizler ve bunlara karşı devreye soktuğu süreçlerin işçi sınıfı ve emekçi kitleler açısından ne tür anlamlar taşıdığı üzerinde durulmuştu. Buraya kadar tarif edilen sermaye talanı döngüsünün bir yerlerinden kırılıp kırılmayacağını asıl belirleyecek olan ise sınıf mücadeleleridir.
Türkiye işçi sınıfı, henüz geçmişin mücadele deneyimlerini tümüyle unutmamış, siyasallaşma dinamiklerini barındıran bir sınıftır. Ancak, eğer işçi sınıfı içinde bulunduğumuz süreçte de ciddi bir anti-kapitalist direniş örgütleyemez ve mücadelesiz bir yenilgi alırsa, bu yenilginin asıl tahribatı sınıf bilinci düzeyinde yaşanacak ve işçi sınıfı dinamizmini uzun bir süre için unutmak gerekebilecektir. Türkiye dışındaki ülkelerde yaşanan deneyimler bu konuda yeterli ipuçlarını sunmaktadır. İşçi sınıfı soyutlaması, ancak sınıf mücadeleleri içinde vardır ve bu mücadeleyi veremeyen işçilerin ne oranda sünepeleştiklerini görmek için, Meksika’ya, Yugoslavya’ya, Bulgaristan’a ve daha pek çok ülkeye bakılabilir.
İşçi sınıfının siyasallaştırılması, temel olarak sosyalist hareketin etkinliğine bağlı olduğuna göre, Türkiye sosyalist hareketinin neden hızlı hareket etmek zorunda olduğu bir kez daha belirginlik kazanıyor.
Sosyalistler, gerçek görevlerinin başına!
Dipnotlar ve Kaynak
- Hacıoğlu Memduh; İSO Ağustos Ayı Olağan Meclis Toplantısı’ndaki konuşmasından; İSO Dergisi Ekim 1993; s.60.
- İSO-500 Büyük Firma Araştırması; İSO Der-gisi Eylül 1993.
- Boratav Korkut – Türkcan Ergun (editörler); Türkiye’de Sanayileşmenin Yeni Boyutları ve KiT’ler; Tarih Vakfı Yurt Yayınları; İkinci Baskı: Eylül 1993 İstanbul; s.2-3.
- Burada işçi ücretlerindeki artışı tümüyle burjuvazinin “lütfü” olarak gördüğümüz düşünülmemeli. Bu sonucu zorlayan en önemli etmenlerden biri de hiç kuşku yok ki işçi sınıfının yoğunlaşan mücadelesidir. Ancak ne var ki sınıf mücadelesinin gerek yoğunlaşması gerekse somut kazanımlar elde edilebilmesi içinde bulunulan konjonktüre ait boşlukların ürünü olmuş; üstelik sözkonusu zeminde çok ciddi değişmelerin yaşanmamasına karşın burjuvazi son iki yılda siyasallaşmayı başaramayan işçi sınıfını yeniden geriletmeyi ve süreci tersine çevirmeyi başarmıştır.
- Capital (Aylık Ekonomi Dergisi); Ekim 1993; s.113.
- Önder İ.-Türel. O.-Ekinci. N.-Somel. C; Türkiye’de Kamu Maliyesi Finansal Yapı ve Politikalar; Tarih Vakfı Yurt Yayınları; İstanbul Ekim 1993; s. 131.
- İSO-500 Büyük Firma Araştırması; a.g.y.; s.60.
- Boratav vd.; a.g.y.; s. 154.
- Cumhuriyet 8 Aralık 1993 s.11.
- Önder İ. vd.; a.g.y.; s.23.
- Boratav. K. vd.; a.g.y.; s.13.
- Aksoy Asu; Bilişim Sihirli Bir Değnek midir; İktisat Dergisi Aralık 1993 sayı: 344; s.34.
- Zaten finans sektöründeki derinleşmenin temel işlevleri bir ülkenin mevcut kaynaklarının mali sermayenin kontrolüne sokularak merkezileştirilmesi ve sermayenin uluslararası düzeydeki hareket serbestisinin artırılmasıdır. Bugün Türkiye’de yüksek faizle topladıkları dövizleri yurt dışındaki riskli müşterilere yüksek kredi faiziyle veren bankalar yabancı hisse senedi ve tahvil satın alan bankalar vb. istisna olmaktan çıkmıştır. Yerel mali sermaye ancak uluslararası mali sermayeyle bütünleşerek güçlenebilmekte bu da pek doğal olarak bu sermayenin ulusal kökenini ikinci plana itmektedir. Böylece başlangıçta ülkeye sermaye transfer edebilmek için derinleştirilen finans sektörü bunalımın ertelenmesine gerçekten de yaramakta ama bunalımın sonunda patlak verdiği anda da kaçan yabancı sermaye kervanının arkasına yerel sermayenin de takılmasını sağlayarak bu bunalımın şiddetini artırmaktadır. Mekanizmanın bu niteliği uluslararası sermaye odaklarının finans sektörünün geliştirilmesiyle neden bu kadar ilgili olduklarını da göstermektedir.
- TÜSİAD’ın Kürt sorunu dahil pek çok konudaki “demokrat”lığı temel olarak AT ile ilişkilerin geleceğine dönük bir “vizyon”dan kaynaklanmaktadır.
- İstanbul’un “dünya şehri” haline getirilmesi düşüncesinin destekleyicileri arasında yer alan Keyder bu tür bir şehirde ne tür hizmetlerin üretilmesi gerektiğini şu şekilde tartışıyor: “Şimdiki dünyada sermayenin kendi yapılanmasının global bir hiyerarşi içinde olduğunu düşünürsek gerektirdiği hizmetlerin de orantılı olarak daha karmaşık ve yine hiyerarşik bir yapıda olacağını söyleyebiliriz. Bu hizmetlerin ne tür şeyler olduğunu biraz da hakim teknoloji belirler. Örneğin içinde bulunduğumuz dönemde sermayeye yö-nelik olarak en hızlı büyüyen hizmetler iletişim-telekomünikasyon bilgi-bankaları ve bilgi-işlem uluslarararsı fon akımlarını sağlayan ve denetleyen finans kurumları bankalar ve sigorta şirketleri yine uluslararası pazara adaptasyonu sağlayan medya pazar araştırma özellikle de reklamcılık şirketleri öncelikle dünya çerçevesinde iş gören hukuk muhasebe müşavirlik ve yönetim danışmanlığı kurumları sayılabilir. Bu saydığımız sermayeye hizmet götüren servislere ek olarak bir de sermayenin kendi iç örgütlenmesini sağlayan mühendislik ve üretim/pazar kontrolüne yönelik uzaktan kumanda olayını gerçekleştiren kontrol ve tasarım sektörleri var.” (Keyder Çağlar; Ulusal Kalkınmacılığın İflası; Metis Yayınları; Ekim 1993 İstanbul; s.94-95.)
- “(…) devletin sosyal güvenlik politikalarının azaltılması ve popülist taahhütlerin sonunun gelmesi gecekondular üzerinde muazzam bir etkide bulundu [dünya çapında – N.K.]. Önceki dönemde kırdan gelen göçmenleri mas’etmenin en uygun aracı gecekondular olmuştu; gecekondular kırdan gelenlere çok ucuza barınma imkanı ve toplumsal çevre sağlamıştı. Bu gecekondular kırsal nüfusun modernleşmesinde ve büyük kentler çevresindeki ulusal ekonomiyle bütünleş-mesinde çok önemli bir işlev görmüşlerdi. Bu avantajları fark eden devletler genellikle gecekondulara kamu ve belediye hizmetleri (okul yol su vs) götürmek yoluyla bu mahallelerin varlığını yasallaştırdılar. Ancak bugün böylesi hizmetlerde bir düşüş gözleniyor. Büyükşehir belediyeleri uluslararası iş çevrelerini kendi kentlerine çekmeye çalışıyorlar bu yüzden de kaynaklarını kentlerini daha iyi pazarlamaya ayırmak durumundalar çünkü ulusal ekonominin krizi sırasında metropoliten bölgeler için yatırımın ve büyümenin tek yolu “dünya şehri” olmaktan geçiyor. Bunun yanı sıra kamu kaynaklarının maliyet açısından verimli bir şekilde kullanılması gerektiği yolunda genel bir görüş birliği var. Başka bir deyişle şehirlere yeni göçenlere ilişkin devlet politikaları bu insanların dışlanmasına onay veriyor ve gecekondular marjinal ve yeni marjinalleşen emeğin yoğunlaştığı yerleşim birimleri haline geliyor. İşte bu gecekondular devletin siyasi reddiyesine dönüşebilecek toplumsal hoşnutsuzlukların odak noktaları olarak ortaya çıkıyorlar.” (a.g.y.; s.41-42.)
- Cumhuriyet 9 Ekim 1993 s.11.
- Cumhuriyet 17 Aralık 1993 s. 10.
- Dünya 14 Aralık 1993 s.3.
- Cumhuriyet 30 Kasım 1993 s.11.
- Erkoca Yurdagül; Koalisyonun İki Yılı; İktisat Dergisi Aralık 1993 sayı: 344; s.9.
- Cumhuriyet 10 Aralık Cuma s.11.