Hangi “ince hesap”la hareket ederlerse etsinler, ipleri sermayenin elinde olan, resmi kurum ve örgütlerce himaye edilen karşı devrimci güçler, 12 Mart 1995 günü saat 21.00 civarında İstanbul Gazi Mahallesi’ne saldırmışlardır.
Başka hedeflerle birlikte, bu saldırının, burada oturan ve düzenle bağları iyice zayıflamaya yüz tutmuş yoksul emekçiler, onlarla kaynaşma sürecinde azımsanmayacak bir yol almış olan sosyalist ve devrimci-demokratları gözüne kestirdiği açıktı. Faşist güçler bu saldırının sonuçlarından birisinin genelde ülkemizde ve özelde de Gazi Mahallesi’nde giderek yükselen toplumsal muhalefetin başını çeken sosyalist ve devrimci-demokratların yıldırılması olacağını düşünüyorlardı.
Saldırının Newroz öncesine ve 12 Mart tarihine denk getirilmesi, son derece anlamlıdır. Kapitalist devlet ve sermayenin burjuva DYP-CHP koalisyonu, yoksul Türk, Alevi ve Kürt emekçilerine 1992 Newroz ve 12 Mart katliamlarını adeta hatırlatmak istemektedir. Fakat yoksul Türk, Alevi ve Kürt emekçilerinden gördüğü çok sert tepki karşısında sarsılmış ve geri adım atmak zorunda kalmıştır. Saldırıya uğrayan mahallelerde daha çok Kürtler ve Aleviler oturuyorsa da, bu özellik sosyalistler açısından ikincil bir özelliktir. Bize göre belirleyici ve birincil özellik buralarda genellikle sol eğilimli yoksul emekçilerin oturuyor olmasıdır.
Burjuva politikacıları ve burjuva medyasının “bu Yunanistan’ın bir provokasyonudur” ve “bunu yapanlar yıkıcı-bölücü örgütlerdir” gibi saçmalıkları bir şeyi çok açık göstermektedir. Sermaye sınıfının sözcüleri, hain saldırıdan sonra direnişe geçen İstanbul emekçilerinin elde ettiği büyük toplumsal meşruiyet karşısında şaşırmış ve toplumsal olayları açıklamada her zaman kullandığı ilkel yöntemlerin dışına çıkamamışlardır. Kamuoyu önünde burjuvazinin kendisini aklama ve devrimcileri karalama çabaları çok da başarılı olamamıştır.
Burjuva koalisyon saldırının yapıldığı ilk gün, hem sosyalist ve devrimci-demokratları ve hem de medyayı suçladı. Birincileri saldırıya karşı derhal barikat kurup direniş ve müdahaleyi örgütledikleri, ikincileri ise, olup-bitenleri olduğu gibi kamuoyuna yansıttıkları için…
Burjuvazinin medyası ilk iki gün, Gazi Mahallesi ve diğer semtlerde sosyalist ve devrimci-demokratların kurdukları barikatlardaki direniş ve mücadelenin rüzgârına kapılarak gerçeğin kısmen de olsa “izlenmesi”ni sağladı. Ama üçüncü gün burjuva koalisyon, kendisine sorumluluğunu hatırlatıp ceza ile tehdit edince medya geleneksel rolüne geri dönerek burjuvazinin papağanlığını yapmaya başladı. Burjuvazinin ekonomik liberalizmden ne anladığını, 1980’den sonra yaşadığımız ağır ekonomik sömürü koşullarında görürken, siyasi liberalizmden ne anladığını da Gazi Mahallesi olayları sırasında yazılı ve görsel medyaya karşı uyguladığı sansür ve yoksul emekçilere yönelik katliamlarda bir kez daha yaşadık. Hatta bunun ötesinde sıkıyönetim isteyen burjuva çevreler bile vardı. Bütün bunlar, burjuva liberalizminin burjuva özgürlüklerin ve burjuva demokrasinin burjuvazinin ekonomik-politik çıkarları tehlikeye girdiğinde hemen gözden çıkarıldığını gösteriyordu.
Marksizm-Leninizm’in en temel ilkelerinden biri, Gazi Mahallesi olayları sırasında mücadelenin içinde bir kez daha doğrulanırken “Marksizm-Leninizm bitti” diyenlerin ne kadar büyük bir yalan söyledikleri eğer yalancı değillerse aptal oldukları bir kez daha görülüyordu.
Gazi Mahallesi’nde meydana gelen olaylardan sonra, başta İstanbul’un değişik semtleri olmak üzere, Ankara İzmir ve Mersin’de, başını sosyalist ve devrimci-demokratlarm çektiği, siyasi içerikli toplumsal olaylar gelişti. Burjuvazi bu gelişmeler karşısında, CHP, İP, “Demokrasi Platformu”, Alevi önderleri, Bülent Ecevit ve Zülfü Livaneli’nin de içinde bulunduğu çok geniş bir grubun da desteğini sağlayarak, “birlik, beraberlik” ve “sükûnet” çağrısında bulundu. Ne zaman bu çağrı yapılsa, sosyalistler sermaye egemenliğinin teklediğini bilirler. Yine böyle oldu, yalnız devrimciler değil, yaygın bir emekçi kitle bu çağrılara direnişi yükselterek yanıt verdiler.
Bu rezil politikalarının tutmadığını gören burjuvazi ve işbirlikçileri, şeriatçı-faşist güçlerin saldırısı karşısında, yoksul emekçilerle bütünleşip adeta etle tırnak haline gelen sosyalist ve devrimci-demokratları, kamuoyunu yanıltmak için “bir avuç provokatör” olarak göstermek istediler.
CHP, İP, “Demokrasi Platformu”, (Türk-İş, DİSK, KÇSP, aydınlar ve sanatçılardan oluşmaktadır) Alevi liderleri, Bülent Ecevit ve Zülfü Livaneli ile Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakanlar, İstanbul valisi ve Emniyet Müdürü çok farklı konumlarda olmalarına rağmen, yoksul emekçilere yönelik saldırıdan sonra, sosyalist ve devrimci-demokratların örgütlediği direniş ve mücadele karşısında benzer tavırlar sergilemişlerdir. Bu benzerlik, saldırı karşısında yoksul emekçilerle birlikte örgütlenen sosyalist ve devrimci demokratları direniş ve mücadeleden vazgeçirme çabalarında yoğunlaşmıştır. DİSK genel başkanı, “kimden gelirse gelsin, kime karşı olursa olsun şiddete karşıyız” derken, aydın, sanatçı ve sendikacılardan oluşan “Demokrasi Platformu” temsilcileri de, şeriatçı-faşist güçlerin at oynattığı kapitalist düzeni değil, kapitalist düzenin bir türlü restore edilmeyişini eleştirerek, burjuvaziye adeta, “gelin bu düzeni birlikte restore edelim” çağrısında bulunmuşlardır. Bu konuda en utanç verici ve en zavallı çıkışı da KÇSP kurulu yapmıştır. Kararı çok daha önceden alınmış olan 18 Mart Ankara mitingini ertelemeyi Eğitim-Sen genel başkanı Yıldırım Kaya, “Ülkemizin Bosna-Hersek’e dönüşmesini engellemek” biçiminde açıklarken, KÇSP’nin adeta her dönem sözcüsü ve Tüm Bel-Sen genel başkam Vicdan Baykara ise, “erteleme kararını yurtseverlik duygularıyla ve sağduyu göstererek aldık”larını ifade ediyordu. KÇSP’ye bağlı sendikacılar, ülkenin gerçek ve asıl sahipleri olan yoksul emekçilere yönelik şeriatçı-faşist saldırı karşısında direniş ve mücadele örgütlemek ve örgütlenmiş direniş ve mücadeleye destek olmak yerine, gerileyip teslim olmayı bizlere “yurtseverlik” ve “sağduyu” diye yutturmak istiyorlar. Bu kararlardan sonra kendilerini açıkça tebrik eden Çalışma Bakanı, buna “toplumsal uzlaşma” diyor. Böylesi koşullarda böyle bir karar, sosyalist ve devrimci-demokratlara göre, toplumsal teslimiyettir.
Demokrasi Platformu ve KÇSP, bu gerici ve sağcı tavrı takınırken, aynı gün İstanbul’un sosyalist ve devrimci demokrat gençliği, 16 Mart 1978 faşist katliamının 17. yıldönümünü şiddetle protesto ederken, Gazi ruhunu bütün İstanbul’a yayarken toplumsal teslimiyet değil, faşizme karşı direniş ve mücadele tavrı sergiliyordu. KÇSP yöneticileri sınıf mücadelesinin yükseldiği bu zor günlerde, üyelerinin bu yoksul emekçilerin haklarını savunmak yerine, işveren burjuva koalisyonun yanında yer almakla, yarın grev ve toplusözleşmeler gündeme geldiğinde nasıl davranacaklarının ipuçlarını da bugünden veriyorlardı. Kamu emekçileri bunu çok iyi değerlendirmelidirler.
Burjuva politikacıları, Gazi’deki Cemevi’ne yapılan saldırıdan sonra gelişen emekçi direnişini bu direniş karşısında karşı devrimin yaygın terörünü perdeleyebilmek için sol örgütler ve PKK bağlantısını sürekli olarak ileri sürmektedir. Bununla da yetinmeyip işin içine, başta Yunanistan olmak üzere diğer komşu ülkeleri de sokmaktadırlar. Yalnız Türkiye’nin değil, dünyadaki bütün ülkelerin içişlerine yönelik emperyalist kışkırtmaları yadsımıyoruz. Fakat son yıllarda burjuvazi ve iktidarları tarafından ülkenin içine itildiği ağır ekonomik-politik koşullara karşı, başını sosyalist ve devrimci-demokratların çektiği yoksul emekçilerin örgütlü tepkisini ve bu tepkiyi, beslemeleri olan şeriatçı-faşist güçlerle geriletmek isteyen burjuvazinin sinsi ve kanlı senaryolarını da görmezden gelemeyiz. Burjuvazinin senaryosunun içinde, güvenlik örgütlerinin 1980 sonrası yeniden yapılanışı önemli bir yer tutmaktadır. 1960-1980 yılları arasında sosyalist ve devrimci-demokratların, ordu ve polis içindeki etkinliğini bir türlü unutmayan burjuvazi, özellikle 1980 faşist darbesinden sonra bu iki kurumun yeniden örgütlenmesine son derece dikkat göstermiştir. Personel alımı ve önemli noktalara getirilecek kadrolar konusunda, önceden ciddi araştırmalar ve baştan aşağıya yalın ideolojik tercihlerin belirlediği ayıklamalar yapılmaktadır. Sosyalist ve devrimci-demokratlarla akrabalık ilişkisi içinde olanlar bile, bu kurumlara alınmamaktadır. Böyle bir örgütlenme tarzı, zaten asli görevi rejimi ve düzeni korumak olan bu kurumları, daha saldırgan ve daha gerici konumlara sokmaktadır. Bu durumda, adı geçen kurumların şeriatçı-faşist güçlere arka çıkmasında yadırgatıcı bir şey yoktur. Bu nedenle burjuva koalisyon, 1980 sonrası bir devlet politikası haline gelen bu uygulamalardan sonra olayların sorumlusu olarak yalnızca polisi ve polis şeflerini göstererek kurtulamaz. Bundan da öte son olaylar, polis şeflerinin bir bölümünün öldürme ve işkence sanığı olduğunu göstermiştir.
İstanbul, Ankara, İzmir, Mersin ve diğer yörelerde meydana gelen olaylar, son yıllarda burjuvazi ve dönek “solcu”ların dillerinden düşürmediği “yeni dünya düzeni”, “globalleşme”, ve “sınıf mücadelesi bitti” türünden ham hayallerin de sonu olmuştur. 15-16 Haziran 1970 İstanbul işçi ayaklanması, o zamana kadar “Türkiye’de işçi sınıfı yoktur” diyen devrimci demokratların bu iddiasını nasıl tuzla buz ettiyse, İstanbul’un yoksul emekçi semtlerinde gelişip ülkenin önemli yerleşim merkezlerini sarsan olaylar da, burjuvazi ve dönek “solcu”ların iddialarını tuzla buz etmiştir. “Dinozor”lar dedikleri sosyalist ve devrimci-demokratlar, ülkenin içinde bulunduğu ağır ekonomik-politik koşulların kendilerine sağladığı nesnelliği yoksul emekçilerin yaşadığı yörelerde yakalayarak, muhteşem bir çıkış yapmışlardır. Son derece ağır ekonomik-politik koşulların yaşandığı bir ülkede, tatlı su solcularının önerdiği barış, kardeşlik, insan hakları ve demokrasi gibi burjuva demokrat kavramların çözüm olamayacağı ve gerçek çözümün partili sosyalist iktidar mücadelesinde olacağı, bir kez daha görülmüştür.
Burjuvazi, şeriatçı-faşist güçler eliyle yaptırdığı katliam karşısında, İstanbul başta olmak üzere ülkenin değişik bölgelerinde sosyalist ve devrimci-demokratların örgütlediği emekçi yoksul halkın gerçekleştirdiği direniş ve mücadelelerin yarattığı kamuoyu desteğinden şaşkına dönmüştür. Bu nedenle burjuva koalisyon, bugünlerde küçük de olsa bazı ekonomik-politik reformlar yapabilir. Nitekim bunların bir bölümünün ipuçları burjuvazinin sözcüleri tarafından açıklanmaktadır. Ve tam da bu sırada aydın, sanatçı, sendikacı ve sosyal demokrat politikacılardan oluşan “Demokrasi Platformu”, sosyalist ve devrimci-demokratlara dönüp, “bakın, yumuşama ve demokratikleşme başlıyor, aman provokasyona gelmeyelim” gerekçesiyle, direniş ve mücadeleleri sinsice sabote etmek isteyeceklerdir. Alevi emekçilerinin siyasi desteğini ve oylarını “çantada keklik” gibi gören CHP, İP ile Türk-İş, DİSK ve KÇSP yöneticileri bunun ilk işaretlerini vermişlerdir. Fakat elde edilen hakların reformist mücadelenin değil, devrimci bir mücadelenin yan ürünleri olduğunu çok iyi bilen sosyalistler bu tür gerici ve sağcı çağrılara kulak asmayıp, sosyalist iktidar mücadelesini yükselteceklerdir.
Bu konuda sendikacıların tavrı, sosyalistler için hiç de sürpriz olmamıştır. Çünkü partili sosyalist iktidar mücadelesinin militanları, “daha az sendikacılık, daha fazla sosyalist siyaset” taktik belirlemesini çok önceden yapmışlardır. Lenin’in bir belirlemesi de yolumuzu aydınlatmıştır. Lenin ünlü “Ne Yapmalı” adlı çalışmasının bir yerinde “İktisadi mücadelenin, genel olarak yığınları siyasal mücadeleye sürükleyebilecek “en geniş uygulanabilirliğe sahip araç” olduğu doğru mudur? Tamamıyla yanlıştır. Yalnızca iktisadi mücadeleye olan bağlantısı bakımından değil, polis zorbalığının ve otokratik zulmün bütün belirtileri, yığınları “çekmekte” hiç de daha az “geniş uygulanabilirliğe sahip” bir araç değildir… köylülerin kırbaçlanması, memurların rüşvetçiliği ve polisin kentlerde “sıradan halka” karşı davranışı, açlara karşı mücadele, halkın aydınlanma ve bilgi için çabasının baskı altına alınması, vergilerin zorla tahsili ve dinsel mezheplerin ezilmesi, erlere karşı aşağılayıcı davranışlar ve öğrencilerle liberal aydınlara kışla yöntemlerinin uygulanması- bütün bunlar ve zorbalığın buna benzer binlerce belirtisi “iktisadi” mücadeleyle doğrudan doğruya bağlantılı olmamakla birlikte, siyasal ajitasyon için ve yığınları siyasal mücadeleye çekmek için, genel olarak daha az “geniş uygulanabilirliğe sahip” fırsatlar mıdır? Doğru olan bunun tam tersidir… O halde sosyal-demokratların (komünistlerin A.G.), genel olarak söylemek gerekirse, hiç de daha az “geniş uygulanabilirliğe sahip” olmayan öteki araçlara da sahip bulunması gerekirken, niçin araçlardan yalnızca birini “en geniş uygulanabilirliğe sahip araç” ilan ederek siyasal ajitasyonun kapsamını önceden sınırlandıralım?” (Ne Yapmalı Sol yay. Mart 1977 Ankara sayfa: 75-76)
Burjuva cumhuriyetin yetmiş yıllık tarihi dikkate alındığında, son günlerde İstanbul’un yoksul emekçi semtlerinde yaşanan olaylar ve bu olayların ülkenin değişik yerlerinde direniş ve mücadeleye dönüşün tepkilerine benzer siyasal tepkiler çok fazla görülmemiştir. Bunu bir anlamda 15-16 Haziran 1970 İstanbul işçi ayaklanmasına benzetebiliriz. Bu nedenle sosyalist ve devrimci demokratların, yaşanan direniş ve mücadeleden çıkarması gereken dersler vardır. Ve bu dersler üzeri örtülmeden, eksiksizce çıkarılmalıdır. Ancak böyle yapılarsa, yaşanan pratik, gelecekte buna benzer pratiklerin önünü aydınlatan bir teoriye dönüştürülebilir.
Sosyalist ülkelerdeki komünist partilerin çözülmesi ve buna paralel olarak kapitalist ülkelerdeki sınıf mücadelelerinin gerilemesi, toplumsal siyasi mücadelenin gündemine geçici olarak çevrecilik, feminizm, dinsel akımlar, etnik sorunlar, milliyetçilik ve mezhepçiliği sokmuştur. Dünyadaki bu politik gündem değişikliği, ülkemize de yansımıştır. Bu yansımada, 12 Eylül faşist cuntasının devrimcileri katletmesinin, Özal döneminin kitleleri “köşe dönücülük” hayalleriyle avutmasının ve 1990 sonrası sosyal-demokrasinin bir süre devam eden “umut” aldatmacasının büyük rolü vardır. Ama emperyalist ülkelerin ve yerli burjuvazinin, ülkeleri ve yoksul emekçileri büyük ölçüde yanılttığı günler, yavaş yavaş geride kalmaktadır. Artık sosyalizm ve devrim, coşkulu ve parlak bir ümit olarak yeniden politik gündeme girmektedir. Bütün bu gelişmeler sosyalist ve devrimci-demokratlar tarafından çok iyi değerlendirildiğinde, burjuvazi ve dönek “solcu”ların, bir kez daha tarihin çöplüğüne atılacağı günler çok uzak olmayacaktır.
Son olaylar sırasında İstanbul ve ülkenin bazı yörelerinde, sosyalist ve devrimci-demokratların örgütlediği direniş ve mücadelelere çok sayıda genç militanın, katılması son derece sevindirici ve ümit vericidir. 1980 faşist cuntasının katlettiği ve Özal döneminin döneklik ve ihanete teşvik ettiği bir gençlik kuşağından sonra, direniş ve mücadeleye yeni bir gençlik kuşağı katılmaktadır. Bu kuşak, burjuvazi ve medyasının, sosyalizm ve sınıf mücadelesi hakkındaki “çöktü” ve “bitti” gibi iddialarını elinin tersiyle iterek, yoksul emekçilerin partili sosyalist iktidar mücadelesine omuz vermektedir. “Gençlik gelecek, gelecek ise sosyalizmdir” sözü yaşanan pratik içinde bir kez daha doğrulanmaktadır.
Sosyalist ve devrimci-demokratlar bu boyutlarda siyasi içerik taşıyan toplumsal bir olayla, yaklaşık yirmi yıldan bu yana ilk kez karşılaşıyorlardı. Bu nedenle hazırlıksız yakalanmışlardır. Bu hazırlıksızlık, örgütlü mücadele yerine, kendiliğinden kontrolsüz gelişmeleri ön plana çıkarmıştır. Ama bizlerin ön plana çıkarması gereken ise, kitleyi örgütlemek, kitleyi eğitmek ve kitleyi örgütlü olarak eyleme sokabilmektir. Burada kastedilen kitlenin yoksul emekçiler olduğunu hatırlatma gereği duymuyorum.
Emekçi Aleviler, emekçi Kürtler ve devrimci-demokratlar, yıllardır sosyal-demokratlara büyük oranda siyasi destek ve oy vermişlerdir. Fakat buna rağmen bu kesimlerin en yiğit ve en bilinçli evlatları, hep sosyal-demokratların iktidarlarında katledilmiştir. 1977-1979 yılları arası Bülent Ecevit, 1991-1995 yılları arası da Erdal İnönü, Murat Karayalçın ve Hikmet Çetin dönemleri, bunun en acı örnekleriyle doludur. Bütün bunlardan sonra bu kesimler, sosyal-demokrasiyi bunca ihanet ve ikiyüzlülüğü ile baş başa bırakıp, siyasi desteklerini partili sosyalist iktidar mücadelesine vermelidirler. Yaşanan siyasi olaylar bir kez daha göstermiştir ki, emekçi Alevileri, emekçi Kürtleri ve devrimci-demokratları kurtaracak olan, ne alevi dedeleri-ileri gelenleri, ne kürt burjuva-milliyetçileri ve ne de asker-sivil milli güçlerdir. Her üç kesimin de gerçek kurtuluşu, partili sosyalist iktidar mücadelesine katıldıkları oranda gerçekleşecektir. Dinozorların muhteşem dönüşü bunun en güzel kanıtıdır.