Gelenek’in geçen sayısında yayınlanan ilk bölümde, Ekim Devrimi’ne kadar olan dönem işlenmişti. Bu ikinci bölümde, genel hatlarıyla, Ekim Devrimi sonrasında Türkiye’nin geçtiği aşamaları, sosyalist hareket ile aydınların ilişkisini gözler önüne sermeye çalışacağım. Konuya özel önem atfettiğim iki siyasal güç ve örgütlülükle başlıyorum.
KEMALİSTLER ve TKP
İlk komünist hareketler; işgal döneminde İstanbul’da, sonrasında Anadolu’nun pek çok yerinde filizlenmiş ve hızla genişlemiştir. İçerisinde reformist burjuva öğeler barındırmasına rağmen, bilimsel sosyalizmi ilke olarak benimseyen Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası, 1919 yılında kurulmuş diğer komünist gruplarla birlikte “grevler dalgası” altında çalkalanan işgal İstanbul’unda, örgütsel ve siyasal bir zemin bulmuştur.
1918 yılında komünistlerin önderliğinde büyük bir miting düzenlenir ve mitinge katılanlar tarafından, İngiliz işgal kuvvetlerine ait bir benzin deposu ateşe verilir.
1919 yılında Sultanahmet Meydanı’nda düzenlenen mitingde; emperyalist işgal mandacılar, işbirlikçi burjuvazi ve Osmanlı hükümeti “topa” tutulur.
1920 yılında İstanbul’da 1 Mayıs; geniş bir katılım, kızıl bayraklar, “Bağımsız Türkiye” pankartları ve işçi marşlarıyla kutlanır.
Aynı dönemde, Anadolu’nun pek çok yerinde, komünist grupların faaliyete geçtiği ve işgal kuvvetlerine karşı silahlı mücadeleyi örgütlemeye çalıştığı görülmüştür.
Sosyalist eğilimli gazeteci Hasan Tahsin, İzmir’de, Yunan işgal kuvvetlerine ilk kurşunu atmıştır.
Trabzon’da, komünistler “Eş” adlı bir gazete yayınlamaya başlamışlardır.
Salih Hacıoğlu ve arkadaşları; Ankara, Yozgat, Kırşehir, Kastamonu, Bandırma, Eskişehir ve Adana’da, ilk komünist örgütlerin çekirdeğini oluşturmak için gayret göstermişlerdir.
1920 yılının ortalarında, Yeşil Ordu gizli bir dernek olarak kurulmuş ve faaliyete geçmiştir. Omurgası (aralarında milletvekillerinin de bulunduğu) İttihatçı kadrolar tarafından oluşturulan ve efsanevi bir yönü de bulunan Yeşil Ordu, islami motiflerle savunduğu bolşevizmi tek kurtarıcı olarak tanıtmış, Büyük Millet Meclisi’ndeki “Halk Zümresi”adlı grubu sayesinde de meşru ve saygın bir hareket konumuna yükselmiştir.
Bir dönem sonra Çerkez Ethem’in katılımıyla büyüyen ve ciddi bir silahlı güce ulaşan Yeşil Ordu, kemalistleri ürkütmüş ve onların öfkesini çekmiştir.
1920 yılında Bakü’ye gelen Mustafa Suphi ve arkadaşları, daha önce kurulmuş olan Türkiye Komünist Fırkası’nı öne çıkan bazı İttihatçı kadrolardan temizlemiş ve Anadolu’ya dönük bir dizi faaliyeti örgütlemeye çalışmışlardır.
Suphilerin ısrarlı faaliyetinin yarattığı etki ve Kemalistlerin kontrol ettikleri Yeşil Ordu ile Resmi T.K.F. ve “solcu” İttihatçılara duyulan tepkiyle, 1920 yılında Anadolu’da kendisini gizli T.K.F. olarak adlandıran bir çevre harekete geçmiş, yoğun bir çalışma ve legale çıkma çabası sonucu varolan “sol çevrelerin” içerisinde ayrıksı bir yere oturulmuştur.
1920 yılında, yurdun pek çok yerine dağılmış komünist örgütlerin birleştirilmesi gündeme gelir ve Ankara’da, ülkenin çeşitli yerlerinde faaliyet gösteren 12 örgütün katılımıyla, çekirdeği gizli T.K.F. kadrolarınca oluşturulan, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası kurulur.
Fırka’nın yayın organı olan Emek’te basılan bildiriyle, partinin 3.Enternasyonal çizgisini benimsediği ve Türkiye’de sosyalizmi kurmak için savaşacağı açıklanır. Ve emekçi halk emperyalist işgale, padişah hükümetine karşı silahlı direnişe çağırılır.
Burjuvazinin temsilcisi olan Ankara’daki Meclis de bu eleştirilerden payını alır ve kemalistlerin amacının (varolan devlet mekanizmalarını köklü bir değişime uğratmadan) kapitalizmi yerleştirmek, sömürüyü devam ettirmek olduğu gözler önüne serilir.
Kemalistler, ulusal kurtuluş mücadelesine 1919 yılının sonlarında katılmışlar ve arkalarına kılıç artığı subayları, İttihatçı kadroları, toprak sahiplerini, tüccarları, yerli esnafı ve küçük burjuvaziyi alarak, kısa sürede büyük bir güce ulaşmışlardır. Kemalistler, doğdukları andan itibaren, komünistlere, hızla “sola” doğru yelken açmaya başlayan İttihad ve Terakki kadrolarına, düşmanlık beslemiş; dağınık ve destekçi konumda olan bu gruplara karşı, açıktan yahut gizli ama kesintisiz ve kıyasıya, bir mücadele yürütmüşlerdir.
Komünist hareket, örgütsel güçsüzlüğü ve oturmamışlığından kaynaklanan zaaflar nedeniyle, durmaksızın eleştirdiği kemalist kadroları, sürekli olarak desteklemiş ve kendi bağımsız kimliğini inşa etme görevinden hızla uzaklaşarak, ulusal kurtuluş mücadelesinin bütün inisiyatifini kemalist kadrolara kendi eliyle teslim etmiştir. Komünistlerin kemalist kadrolara verdikleri destek, emperyalist işgal kuvvetlerinin ülkeden sökülüp atılması perspektifi üzerinde yükselmiş, ancak ideolojik, örgütsel ve siyasi yetersizlikler ile uluslararası politikalar nedeniyle bu destek, zaman zaman, yapışık olma görüntüsünü beraberinde getirmiştir.
Kemalistler, önlerine kendiliğinden gelen bu tarihsel fırsatı iyi kullanmışlar, destekçi konumundaki komünist hareketi (bu desteğe ihtiyaçları azalmaya başladığı andan itibaren) tasfiye etmeye yönelmişlerdir.
Bu tasfiye operasyonunun, parçalar halinde yürürlüğe sokulduğu görülüyor. Ve zaman zaman yumuşak, zaman zaman çok sert vuruşlar yapılıyor.
Bolşevizmin Anadolu”daki prestijinden ve “renkleri kızıl olmamakla birlikte” gittikçe büyüyen komünist örgütlenmelerden rahatsızlık duyan ve bu gelişmenin, ulusal kurtuluş mücadelesine en önemli mali desteği sağlayan eşrafı ürküteceğini düşünen, kendilerinde (SSCB ile olan iyi ilişkilerden ve kritik bir süreçten geçilmesinden dolayı) bunlarla cepheden savaşacak gücü bulamayan kemalistler, selameti Resmi Komünist Partisi’ni kurmakta görüyorlar.
1920’lerin ilk ayları; komünistlerin nicel anlamda hayli geniş, fakat çok parçalı ve nitelik olarak geri bir konumda olduklarına şahitlik ediyor.
Ve 1920 yılında, kemalistler ilk saldırıyı gerçekleştiriyorlar.
Kurulduğundan beri, iplerini ellerinde tuttukları, Çerkez Ethem’in katılmasıyla kontrolden çıkan, Yeşil Ordu feshediliyor ve kadrolarının, Resmi T.K.F.’ye katılması isteniyor (bir kısmı resmi fırka’ya giderken bir kısmı da Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’na katılıyor).
1921 yılının başında, Mustafa Suphi ve arkadaşları Karadeniz’de öldürtülüyor.
1921 yılının ilk aylarında, kemalistler sola ağır bir darbe daha vuruyorlar. Ve sol hareket “duruyor”.
Bu dönemde, kemalistler her zaman ellerinde tuttukları “öncülüğü” perçinliyor ve ulusal kurtuluş mücadelesinin tartışılmaz önderi oluyorlar.
Komünistlerin, ulusal kurtuluş mücadelesinin önderliğine oynamalarını zorlaştıran ve onları destekçi konuma iten, zayıf yanları şöyle sıralanabilir:
1) İşçi sınıfının güçsüzlüğü
2) Direnişçi çetelerin ve komünist grupların önü bir türlü alınamayan dağınıklığı
3) Komünist örgütlenmelere ve gönüllü müfrezelere katılan, hatta onları yönlendiren, kesimlerin sınıf bilincinden ve siyasi perspektiften yoksun oluşu
4) Bolşevizmin, biraz da mistik bir “kurtarıcı ruh” olarak görülmesi ve amaçlan hakkında hemen hiçbir şeyin bilinmemesi
5) Siyasal önderlik vasıflarının, çok sınırlı bir kadroda vücut bulması
6) Halk nezdinde kemalistlerin ulusal kurtuluş mücadelesinin en önemli bileşeni sayılması ve komünistlerin, emperyalist işgale karşı, kemalistlerin arkasında savaşmak zorunda kalışı
7) Kemalizmin, üzerinde yükseldiği geleneksel ideolojinin yaygınlığı
Mustafa Suphi ve yoldaşlarını Anadolu’ya gelmek üzere harekete geçiren önemli sebeplerden biri olarak, bunu kaydetmek gerekiyor. Tek başına “kemalistlerin verdikleri sözler” ve onlara duyulan güven yeterli değil. Yukarıda özetini bulan tablonun yarattığı sıkışmışlık nedeniyle, bir çıkış arama kaygısının da önemli olduğunu düşünüyorum.
Kemalistleri, Mustafa Suphi ve yoldaşlarını Karadeniz’de öldürtmeye iten sebepler de aynıdır.
Çünkü, kemalistler ve komünistler uzlaşması, mümkün olmayan iki ayrı sınıfın temsilcisi konumundalar ve bu sınıfların önderliğine, onların iktidarını kurmaya oynuyorlar…
1921 yılında THİF yöneticileri, İstiklal Mahkemeleri tarafından yargılanıp, ağır cezalara çarptırılıyor.
Ve kemalistler, ulusal kurtuluş mücadelesinin “dizginlerini” tamamen ellerine alıyorlar…
Sosyalist hareketin tekrar canlanması, savaşın sonlarına denk düşmüştür.
Sakarya Savaşı’nın hemen ertesinde, Büyük Millet Meclisi’nin çıkardığı yeni bir yasaya dayanılarak, Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıp mahkûm edilen THİF yöneticileri serbest bırakılmış, serbest bırakılanlar bir dönem sonra “Yeni Hayat” adlı dergiyi çıkararak Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nı yeniden örgütlemeye girişmişlerdir.
Fırka, 15 Ağustos 1922’de ilk kongresini toplamayı kararlaştırmış, hükümetten izin alınmış, bütün kongre hazırlıkları açıktan yürütülmüştür.
Kongre’ye yabancı delegelerin katılmasını “suç” sayan hükümet, verdiği izni iptal etmiş, kongre illegal olarak toplanmıştır.
Bir süre sonra Rauf Bey, hükümeti fırkayı kapattırmış, yöneticileri hakkında casusluk yaptıkları gerekçesiyle dava açtırmıştır. Bu esnada THİF/TKP Merkez Komitesi’nin verdiği görevle, Affan Hikmet Mersin’e hareket etmiş, Klikya Umum İşçiler Konferansı’nı toplamıştır. Mersin, Adana, Tarsus ve Osmaniye’den toplam 42 delege konferansa katılmış, konferansta Kızıl Profintern’i temsilen Rayevskiy de hazır bulunmuştur. Konferans sonucunda; Umum Klikya İşçileri İttifakı kurulmuş, Kızıl Profintern’in Moskova’daki toplantısına katılmak üzere dört delege seçilmiştir.
Aynı sıralarda, Ankara’da geniş tutuklamalar başlamış ve komünistlerin tasfiyesi büyük oranda tamamlanmıştır.
İzmir’in kurtarılması (Sovyet askeri yardımına duyulan ihtiyacın en aza inmesi) ile birlikte, gözler işgal altındaki Marmara ve Trakya bölgesine çevrilmiş ve Türk hükümeti, dış politikada “barışçıl” bir dönemi başlatmıştır. Solun tasfiyesi ve Sovyetler Birliği’nin etkisinin silinmesi süreci hızla gelişmiş ve ulusal kurtuluş mücadelesi içerisinde kendine yer arayan sosyalist hareket, yeni bir dönemece itilmiştir. Güçsüz ve çırılçıplak olarak…
Komintern’in tutuklamaları ve solun tasfiyesini kınamakla birlikte, kemalistleri desteklemeye devam etmesi, sosyalist hareket açısından bir dönemin sonuna işaret etmiş ve ne yazık ki açılan yeni döneme, zaten birikimsiz ve çok parçalı olan sosyalist hareketin “malul” olarak girmesine de kaynaklık etmiştir.
5 Kasım ile 5 Aralık 1922 tarihleri arasında Moskova’da toplanan Dördüncü Komintern Kongresi’nde, Anadolu’daki sol hareketin kemalistler tarafından yokedilmesini “şiddetle” protesto eden Türk delegasyonunun kopardığı gürültü üzerine kürsüye gelen Radek, cevaben şunları söylemiştir:
“Türk Komünistlerine, partiyi kurduktan sonra ilk ödevlerinin, milli kurtuluş hareketini desteklemek olduğunu söylediğimizden ötürü, bir an pişman olmadık. Şimdi bile, baskılara rağmen, Türk yoldaşlarımıza diyoruz ki; içinde bulunduğunuz zaman sizi yakın geleceğe karşı kör etmesin. Kendinizi, size karşı baskı yapanlara karşı koruyun… fakat unutmayın ki, kesin savaşa başlayacağınız tarihi an gelmemiştir; daha çok yolunuz var…”
Türkiye Komünist Partisi siyasi kimliğini, varlık koşullarını bulacağı, kendisini önemli bir siyasi güç haline getirebilecek olan, ulusal kurtuluş mücadelesi döneminde açığa çıkmış “devrimci-direnişçi” bir dinamikle buluşmak üzereyken, kan ve kişiliksizlikle boğulmuş ve yokedilmiştir.
Bu hazin sonu hazırlayan sebepler arasında, perspektifsizliğin çok parçalılığın olduğu kadar, uluslararası güç dengelerinin ve bu dengelerin şekillendirdiği politikaların da önemli bir payı olmuştur.
TKP, leninist bir kimliğe kavuşamadığı ideolojik çoraklık nedeniyle, kök salamadığı ve Türkiye’de sosyalist bir damarı kalıcı kılamadığı için, tarihsel misyonu olan siyasal öncülüğü, devrimci özne olma fiilini, yerine getirememiştir. Bundan ötürü, doğumunda ve gelişmesinde büyük katkıları olan ve ulusal kurtuluş mücadelesi boyunca kendini sürükleyen aydınları, örgütlü sosyalizm mücadelesinin taşıyıcıları olan “komünist bireyler’e” dönüştürememiş ve bütün mücadelesine rağmen, Türkiye proletaryasının öncü partisine milad değil, ancak tarihsel bir arka plan bir “zemin” oluşturabilmiştir.
TKP’nin yazgısı yıllar boyu değişmemiştir. 1960’lı yıllara kadar kesintili de olsa süren varlığı bir milad ifade etmiş ancak bu milad siyasal değil “ideolojik bir başlangıç ve atılım” karakteri taşımıştır. Bu karakteri TKP’ye kazandıran bizzat Nazım Hikmetin kendisidir. Nazımla birlikte Nazım’ın büyük etkisine kapılan sayıları hayli kabarık aydınlar grubunu da saymak gerekiyor.
Daha ileride değinmek kaydıyla Türkiye proletaryasının öncü partisinin “ulusal” miladını bu miladın adını telaffuz etmek istiyorum: Türkiye İşçi Partisi…
Son not kemalistler üzerine: Bu dönem boyunca siyasi ve askeri bir otoriteye dayanan ve aydınların büyük çoğunluğunu komünistlere ve sola “kaptıran” kemalistler aydınlara Cumhuriyet döneminde ulaşmış bunu “ulusal kurtuluş savaşını zafere ulaştıran güç” olmanın prestijiyle gerçekleştirmiş ve bu fiili ileriye doğru atılan adımların yönlendiricisi olma vasfıyla “perçinlemiştir…”
Çok kısa bir dönem için…
Burjuva partisine ve kapitalizme giden yol: CUMHURİYET
Ulusal kurtuluş mücadelesi ve emperyalist işgalin bitmesi sonucu bir dizi değişiklik meydana gelir. Cumhuriyet ilan edilir ve Ankara Başkent Mustafa Kemal ise ilk Cumhurbaşkanı olur. Hilafet kaldırılır. Din ve devlet işleri birbirinden ayrılır ve medeni kanun kabul edilir. Latin harfleri yürürlüğe girer. Eğitimde birlik ve laiklik sağlanır. Kapitülasyonlara son verilir. Yabancı kumpanyalar devletleştirilir. 1923’te Halk Fırkası kurulur. Artık siyasi iktidar burjuvazinin kemalist kanadının elindedir.
1923-1937 yıllan arasındaki dönem burjuva demokratik devrimin atılım ve geri çekiliş yılları olarak tarihe geçmiş kapitalist kalkınma devlet eliyle gerçekleştirilerek ulusal bir sanayi yaratılmaya çalışılmıştır.
Devletçilik cılız olan özel kapitalist işletmecilik ile gücünü henüz yitirmemiş olan feodal kalıntılar arasındaki çelişkilerin birincisi lehine dengelenmesi ve emperyalist tekellerin rekabetine direnebilecek örgütlülüklerin hayata geçirilmesi amacıyla uygulamaya konulmuş ve Türkiye’nin kapitalistleşme sürecinde “özel” bir aracı ifade etmiştir.
Ulusal burjuvazinin çıkarlarına ve gelişmesine hizmet eden devletçilik devlet bütçesi ve mekanizmalarıyla özellikle İstanbul’da vücut bulmuş olan işbirlikçi komprador burjuvazinin iktisadi ve siyasi gücünün tasfiyesinde ulusal sanayinin gelişmesinde kilit bir rol oynamış ancak sanılanın aksine yabancı sermayeye cepheden karşı çıkmayıp çeşitli işbirlikleriyle Türkiye’de kapitalizmin inşasının temelini oluşturmuştur.
Yabancı sermayeyle girilen işbirlikleri bu yönelimin ayrılmaz parçası haline gelmiş ve Ankara hükümeti bu işbirliğini geliştirmek uğruna Osmanlı Hanedanı ve hükümetinin 85 Milyon altın lira borcunu ödemeyi üstlenmekte herhangi bir tereddüt göstermemiştir. Devletçilik “geç ve geri kalmış” Türkiye’de kapitalizme geçişin kapitalist üretim ilişkilerinin egemen üretim ilişkileri haline getirilmesinin ve feodal üretim tarzının bu ilişkilere eklemlenmesinin bir aracı ve aşamasıdır.
Sovyetler Birliği’nin kuşatılmışlık çemberi arasında el uzattığı “dost” sürekli olarak desteklediği ve ulusal bir sanayinin yaratılmasında büyük katkıları olduğu da unutulmamalıdır.
1923-1937 arasındaki yıllarda devletin “yan-askeri bir diktatörlük” karakteri taşıdığı söylenebilir. Doğrudur. Ancak tek parti/tek adam dönemi kapitalist kalkınma ulusal burjuvazinin hâkim hale getirilmesi feodalitenin yeni üretim tarzı ve ilişkileri ile burjuva sınıfa eklemlenmesi gibi zorunlulukların doğurduğu bir örgütlenme modeline tekabül etmiştir. Yapılan bütün reformlar tüm düzenlemeler CHP’nin Altı Ok’u bu amaca göre şekillenmiş ve kemalist iktidar varını yoğunu burjuvazinin gelişmesi hedefine yatırmıştır.
Devleti elinde tutan Kemalist kadrolar ve devlet aygıtı dolayımsız ve açık bir biçimde burjuvaziye hizmet etmiş ve onun kadroları onun devleti olmuştur.
Tek parti/tek adam dönemi siyasi iktidarın burjuva karakterini gölgelemek bir yana belirginleştirmiş “köylü halkın efendisidir” lafının haricinde köylülüğe devlet aygıtında bir “kırıntı” dahi vermemiştir.
Feodal kalıntılarla girilen çeşitli işbirlikleri CHP’nin aynı zamanda feodal unsurların da partisi oluşu bu gerçeği değiştirmiyor. Bunun nedeni açık. Kemalist kadrolar devleti burjuvazinin devleti haline getirirken iki önemli handikapı ama farkında olarak ama olmayarak asla gözden kaçırmamışlardır:
1) Türkiye “geç ve geri kalmış” bir ülkedir
2) “Ulusal” burjuvazi çok cılızdır
Devlete damgasını vuran temel özellikler bunlardır. Ve sözkonusu olan özel bir anda ortaya çıkmış “özel bir örgütlenme” değil dönemsel zorlukların yarattığı bir burjuva hükümeti ve devletidir.
Bir örnek vermek açıcı olabilir. Mustafa Kemal 1923 yılında yaptığı bir konuşmada şunları söylüyor: “…Kaç milyonerimiz var Hiç. Binaenaleyh biraz parası olanlara da düşman değiliz. Bilakis memleketimizde bir çok milyonerin hatta milyarderin yetişmesine çalışacağız.”
İktidar sadece proletaryaya ve komünistlere değil Kürtlere çeşitli azınlıklara köylülere (gericiliği çağrıştırdığı iddia edilen fesin çıkartılması ve şapka takılması amacıyla geniş köylü kesimine ağır hapis cezaları verilmiş hatta idamlar sözkonusu olmuştur) burjuva muhaliflere karşı da acımasız bir saldırganlıkla yönelmiş istiklal mahkemeleri ve sonrasını izleyen dönemde sürekli olarak kan dökmüştür…
Kurtuluş mücadelesine aktif olarak katılan ve mecliste temsilcileri bulunan ve tüm hakları kısa bir dönem sonra gasbedilen Kürtler çok yoğun bir baskı ve sürgün politikasına maruz bırakılmışlardır.
192l’den 1937-38 Dersim katliamına kadar Kürtler tam 19 kere ayaklanmışlardır. Sadece Kürtler değil. Aynı dönemde ülkedeki muhalif damar alabildiğine kabarmış Mustafa Kemal’in yakın çevresine kurdurttuğu Serbest Fırka bir anda kontrolden çıkarak büyük bir niceliğe ulaşmış ve akabinde kapatılmıştır.
Kemalistler İttihat ve Terakki’nin kaderini paylaşmışlardır. Ulusal burjuvazinin temsilcisi olan ve bunda büyük bir netliğe ulaşan Kemalist İktidar temsil ettiği sınıfın toplumdaki cılızlığı nedeniyle baskı ve terörle ayakta durmuş giderek kitlelerden tecrit olmaya ve devlet aygıtına daha sıkı sarılmaya onu tahkim etmeye başlamıştır.
Kemalist ve onun ardılı olan devlet-hükümet kadroları dolayısıyla ulusal burjuvazi doğdukları ve iktidarı aldıkları günden 1950’li yıllara kadar “iktidarı kaybetme korkusu” ile malul olmuşlardır. Ve enselerinde muhalif güçlerin özellikle de (çok cılız ve hazırlıksız olmalarına rağmen) komünistlerin soluğunu hissetmişlerdir. Bizzat SSCB’nin varlığı ve otoritesinden dolayı komünistlerin “tehdidi” kemalist kadroları olması gerekenden çok daha fazla rahatsız etmiştir.
Kemalizmin ilerici/gerici karakteri bir bütünün iki parçası bir madalyonun iki ayrı yüzü olmuştur. İlericilikleri kapitalizmin hâkim hale getirilmesi ve hayli ağırlıklı feodal unsurların ya tasfiye ya da eklemleme yoluyla “ayak bağı” olmaktan çıkarılması zorunluluğunun; gericilikleri ise zayıf ve korunmaya muhtaç burjuva sınıfın iktidarda kalma mecburiyetinin doğal sonucu ve gerekleri üzerinde şekillenmiştir.
Kemalist iktidar tamamiyle devlet aygıtına sarılmış ve güvenmiş devlet aygıtını kullanarak aydınlara sivil örgütlülüklere ideolojik hegemonyaya ulaşmaya çabalamıştır.
Bunda ciddi bir başarı kazandığını söylemek mümkün.
Kadro hareketi halkevleri büyük bir beslenme ve prestij sağlamış ancak kemalizmin gerici karakteri de aynı esnada bu kazanımları törpülemiştir.
Bir yanıyla sanatsal kültürel hayata politik bir mecraya akmadığı sürece hoşgörüyle yaklaşılmış ve zaman zaman büyük destekler verilmiştir.
Tüm bunlara kemalizmin daha çok kendi içinde bir salon kültürü yaratmaya çalışması ve devlet desteği aracılığıyla bu kültürü aydınlara şırınga etmeye gayret göstermesi de eklenmelidir.
Bu dönem 1925’lerde büyük hız kazanmış önü açılan ve ufku genişleyen aydınlar hızla kemalist iktidara yanaşmıştır.
Ancak bu durum uzun sürmemiş ve aydınlar ya kemalist otoriteye teslim olmak ya da devletten sürülmek seçenekleriyle karşı karşıya bırakılmışlardır.
Teslim olan kesim kemalizmin bir devlet ideolojisi olmaktan sıyrılıp toplumsal bir kimlik kazanmasını sağlayamamış bu yönde çaba gösteren tüm hareketler örneğin çok önemli bir çıkış olan Kadro hareketi kemalistler tarafından ıslah edilmiştir.
Kemalizmin en büyük ve önemli ideolojik motifleri “ilericilik” karakterinin temel bileşenleri devletçilik ve laiklik olmuş ancak bunlar da devletin tahkimatının birer unsuru olmaktan öteye geçememişlerdir.
Devletçiliğe kısaca değindim. Bir parça laiklik üzerinde durmak yararlı olur.
Laiklik bugün kendisine yüklenen anlamıyla din ve devlet işlerinin birbirinden tam boy ayrılması şeklinde değil daha çok iktidarın devralındığı ve askeri feodal bir yapıda özetini bulan tarihsel arka planın aşılması hedefi ile vücut ve kimlik bulmuştur.
Cumhuriyet ve burjuva iktidar dinsel kurumların yardımına ihtiyaç duymamış tersine çıkarını kendi cılızlığının ve örgütsüzlüğünün karşısında duran tehlike unsuru değil ama ilerde tehdit edici bir öğe haline gelebilecek geleneksel örgütlülüklerin tasfiyesinde görmüştür.
Laiklik ilkesinin hilafetin kaldırılması halifenin kovulması ile sıkı bir bağı yoktur; burjuvazinin hayat bulacağı bir “zemin düzleme” operasyonuyla siyasal ve iktisadi bir projeyle ilintisi vardır. İktisadi proje kapitalist kalkınma siyasal hedef burjuva iktidarıdır…
Laiklik en fazla sivil ve devlet dışına düşmüş/sürülmüş örgütlenmelere vurmuştur. Kapatılan tekke ve zaviyelerin büyük çoğunluğu Bektaşilere aittir. İlk dönemlerde dinsel kurum ve motiflere ihtiyaç duymayan burjuvazi 1940 1950 gibi kimi tarihsel dönemeçlerde hızla manevra yapmış dinsel kurum ve motifleri devletin tahkimatı içerisine almıştır.
Laiklik de devletçilik gibi kapitalist kalkınmanın manivelası olmuş buna ek olarak geleneksel islami ideolojinin hem sapkın olarak nitelediği hem de Alevi kültür içinde “Truva Atı” misyonu biçtiği Bektaşi kültürüne ve kesimine ezici bir darbe indirmiştir. Bu darbe Osmanlı’dan beri devlet işlerine “teşne” ve uzlaşmacı/gerici bir karakter taşıyan Bektaşi kültürünün sonu olmuş Anadolu Aleviliği’nin “özgürleşmesinde” önemli bir işlev görmüştür. Laiklik ilkesini en çok alevi kesiminin savunmuş ve desteklemiş olmasının nedeni budur.Alevilerin Kemalizme ve sosyal demokrasiye yatkınlığının tarihsel kökleri de burada yatmaktadır.
Kemalist iktidar tarafından ilk başlarda çok önemsenen üniversiteler daha sonra boşlanmış ağırlık askeri okullara verilmiştir.
Burjuva iktidarlarının bugüne kadar uzanan serüveninde aydını ideolojik üretimi dışlayan yan öne çıkmış devletin tahkimatı başa alınarak askeri zümreye bir “ideolojik” renk verilmiştir. 27 Mayıs bunun meyvasının toplandığı 12 Mart ise ağacın budandığı ve ordunun da tahkimata dâhil edildiği tarihsel dönemeçlerdir.
Burjuva sınıfın kabuk değiştirdiği farklı bir yönelime doğru akmaya başladığı l950’lerin ikinci yansına kadar devlet erkanına dâhil olmayan (Yakup Kadri Nurullah Ataç ve benzerleri bizzat kemalist iktidarın kadroları olmuşlardır) baskın bir kemalist aydın tipolojisi ortaya çıkmamış DP hükümetinin koyu karanlığı altında bir kısım aydınlar Mustafa Kemal’in kişiliğine ve kemalizme “hasretli” övgüler düzmüşlerdir.
Sosyalist hareketin yeni ve başka bir tarzda doğuşunu sağlayan 27 Mayıs aynı zamanda kemalist aydının ortaya çıktığı Türkiye sosyalist hareketinin bünyesine kemalizmin en önemli sızmayı gerçekleştirdiği bir dönemeç olmuştur.
1928-1937 hatta 1951-1960’a kadar uzanan dönemde aydınlar devlet dışında muhalif gruplaşmalar olarak boy vermiş sosyalist hareket ise kimi siyasal desteklerin (bu desteklerden biri ne yazık ki Kürtlerin katledilmesi sırasında ortaya çıkmıştır) dışında Kemalizmden ve kemalist iktidardan ayrı ve bağımsız bir güç olarak kalmaya çaba göstermiş ve bunda kısmi bir başarı da kazanmıştır. Kısmi diyorum çünkü sözkonusu olan çok sınırlı bir “örgütsel” başarıdır.
Demokrat Parti hükümeti 2. Savaş sırasında aşınan devlet gücünü ve mekanizmalarını onarmak ve burjuvazinin yeni yönelimine uygun hale getirmek için CHP ve DP arasındaki bir devir teslim töreni sonucu gerçekleşmiştir.
DP hükümeti daha önce ilk adımları atılan uluslarası kapitalist sisteme eklemlenme sürecinin sürdürücüsü ve ulusal burjuvaziden ziyade işbirlikçi dışa bağımlı burjuvazinin çıkarlarının koruyucu ve gözeticisi oluyor.
DP hükümeti kemalizmin tüm baskı ve zor aygıtlarını daha da geliştirerek devletin tahkimatına dini de ekleyerek yoluna devam etmiş sendikal harekete proletaryaya komünistlere ve aydınlara karşı azgın bir saldırının bayraktarlığını yapmıştır. DP hükümeti burjuvazinin “yerden bitme” yeni zenginlerin siyasal iktidarının pekişmesinde önemli roller görmüş ve Türkiye’nin bağımlılık halkalarının güçlenmesinde büyük “hizmetler” gerçekleştirmiştir.
Bu genel tablodan sonra işçi ve sosyalist harekete aydınlara geçmeden evvel kimi noktaların altını iyice çizmek gerekiyor.
İlk başlarda aydınlar üzerinde ciddi bir hegemonya kuran kemalizm son kertede bir devlet ideolojisi olmanın ötesine geçememiş sosyalist harekete aydınlara ve çeşitli muhalif hareketlere ancak 27 Mayıs’tan sonra geniş çaplı bir sızma gerçekleştirebilmiştir.
Altı Ok’ta ifadesini bulan ve ilk dönemler hariç 27 Mayıs’a kadar gerici ve düzleyici bir içerik taşıyan ilkeler 27 Mayıs’tan özellikle de 12 Mart’tan sonra değişime uğramış kimi aydınların özellikle de MDD’ciler ile Maocuların çabalarıyla “devrimci” bir anlam kazanmıştır.
27 Mayıs aydınların burjuva devletle “barıştığı” bir dönem olmuş bu flört dönemi 12 Martla sona ermiştir. Ancak geriye bir kalıntı bırakarak: Kemalist aydın…
AYDINLAR ve SOSYALİST HAREKET
Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren ve ağırlıklı olarak Cumhuriyet döneminde konunun dağıldığı aydınların ikinci plana düştüğü gibi bir sonuç çıkarılabilir. Doğrudur… Aynı zamanda da zorunluluktur. Çünkü;
1) 1800’lü yılların sonlarında özellikle de Ekim Devrimi’nden sonra yazımızın ilk bölümlerinde genel hatları verilmeye çalışılan aydın tipoloji az çok koruduğu “saflığını” bütün bütüne yitirip farklı bir biçimde siyasallaşmış aynı zamanda sınıf savaşımları toplumsal mücadeleler içerisinde yeralarak devlet parti ve daha pek çok kurum ve gelişme karşısında hem parçalanmış hem de yeniden harmanlanarak karmaşıklaşmıştır.
2) Ekim Devrimi sonrasında ve onun etkisiyle Anadolu’da boy gösteren ve aydınların büyük kısmını bağrında toplayan TKP Bolşeviklerce tamamlanan ve billurlaştırılan aydın kimlikten köklü kopuşu ve “komünist birey”i yaratma eylemini yerine getirememiş aydınlar 1960’lı yıllara kadar “siyasal döllenmeye muhtaç aydınlar” olmaktan kurtulamamışlardır.
3) Ve tabii ki değiştirme/dönüştürme eylemini gerçekleştiremeyen TKP de sınıfın öncü partisi dünya komünist hareketinin “kızıl ve bağımsız kimlikli” bir bileşeni olamamıştır.
4) Buna rağmen başkaca bir örgütlü güç sahneye çıkmadığı için Cumhuriyet döneminde aydınların ezici çoğunluğu “solcu” ve TKP “bulaşığı” olmuş net bir TKP karşıtlığı 1960’lara kadar görülmemiştir.
5) aydınların kemalist iktidar tarafından dışlanması ve özellikle Nazım Hikmet’te billurlaşan ezici sosyalist kültür onları TKP’ye meyletmeye yöneltmiş TKP’nin zayıflığı ve örgütsel dağınıklığı ise devlete doğru itilmelerine neden olmuştur.
6) Kemalist iktidar ve TKP arasında sıkışan aydınlar hem ezilmiş hem siyasi rollere çıkmaya zorlanmışlardır.
7) TKP’nin bütün siyasal faaliyeti adeta aydınlar üzerinden vücut bulmuştur.
8) Bu dönem aydınların siyasal kimlik edinme süreci olmuş ve Türkiye sosyalist hareketine önderlik edecek kadrolar bu dönemde bir birikime ulaşmışlardır.
9) Sosyalist hareket Türkiye tarihinde ender olarak görülen ideolojik atılımlarından ilkini bu dönemde gerçekleştirmiş ve Nazım Hikmet gibi bir doruk noktasına ulaşmıştır…
Daha pekçok madde saymak mümkün. Bunu gerekli görmüyor ve kısa bir notla devam ediyorum. Söz konusu dönemin bu yazının ana konusunun dışında bir ağırlık taşıması (bana göre çok zayıf ve geneldir) yadırgatıcı olmamalı. Konumuz açısından hayati bir önem arzetmesi ve bundan sonrasına ışık tutması anlamında kaçınılmaz ve doğal bir sonuç. Ve nokta: Bu dönem ayrı bir çalışma konusudur ve olağanüstü yararlı olur.
Cumhuriyet döneminde emekçi ve sosyalist hareketin Osmanlı’dan beri devam edegelen dağınıklığı sürmüş ve gerek sendikal gerekse siyasal ve örgütsel faaliyet sık sık “kesintilere” uğramıştır. Sınıfın birliği bir türlü sağlanamamış TKP içinde debelendiği çok parçalılıktan otolikidasyonlardan merkezileştirilemeyen örgütçükler toplamı olmaktan bir türlü sıyrılamamıştır.
TKP aydınlardan kan almış başta İstanbul Ankara İzmir ve Adana olmak üzere proletaryanın yoğun yaşadığı şehirlerde bir işçi tabana da ulaşmış ancak tepedeki aydın kadro ile yerelliklere dağılmış işçi kitlesi arasındaki bağı bir türlü sağlamlaştıramamıştır. Bunda estirilen terörün arka arkaya gelen “tevkifatların” olduğu kadar yaşanılan likidasyonların yönetsel hataların siyasal perspektifsizliğin de hayli önemli bir rolü vardır.
Ve 1925’lerden sonra bir partinin başına gelebilecek en büyük iki bela TKP’nin başına gelmiştir: Şevket Süreyya ve Nazım Hikmet…
Şevket Süreyya üzerinde hiç durmayacağım. İki nedenle. Birincisi Şevket Süreyya ve Kadro harekati ayrı bir yazı konusudur. İkinci neden Nazım’ın yarattığı siyasal (evet siyasal) ve ideolojik etkinin anlaşılırlığının konumuz açısından daha da önemli olması.
1923’lerden itibaren partide baskın olan Şevket Süreyya çizgisi işçi sınıfının cılız olduğu ve sosyalizmin koşullarının bulunmadığı bunların gerçekleşmesi için kapitalizmin oturması gerektiği savından hareketle kemalist iktidara tam boy destek verme şeklinde bir seyir izlemiş ve bu destek Komintern’in yönelttiği kimi eleştirilere rağmen zaman zaman üstü kapalı çoğunlukla da açık bir tarzda 1927 Tevkifatı’na kadar sürmüştür.
Bunun en iyi örneği Şevket Süreyya ile Sadrettin Celal’in birlikte kaleme aldıkları aşağıdaki metindir:
“Bizde ne sosyal demokrasi ne de diğer kitle hareketleri için lazım olan içtimai zemin henüz teşekkül etmemiştir. Memleketimizin zengin sermayedar ileri bir hale gelmesi şimdi günün tarihi bir vazifesidir. Bu vazife ise disiplinli ve teşkilatlı bir Cumhuriyet Partisi’ne düşer. Cumhuriyetin devam ve muhafazası için yapılacak her hareket hatta ne kadar şiddetli olsa bile doğrudur. Terakkiperverane bir harekettir…”
Şevket Süreyya TKP’yi değil CHP’yi devrimci buluyor. Kemalistlerin sosyalist harekete işçi sınıfına ve Kürtlere yönelttiği saldırıları “Cumhuriyetin devam ve muhafazası” açısından haklı ve meşru sayıp “aklıyor”. Ve 1927’den sonra tamamıyle kemalist saflara geçiyor.
1927 Tevkifatı’nın TKP üzerinde tarihsel bir etkisi var. TKP boşalıyor ve aydın kadronun tamamına yakınını yitiriyor.
7 kişi gıyaben toplam 48 kişi yargılanıyor 1927’de. Ve çok azı kemalizmin yargıçları karşısında inancını ideolojik donanımını mücadele azmini koruyabiliyor. Şefik Hüsnü bugün bile gurur duyacağımız bir tavır takınıyor. Şefik Hüsnü için savcı şöyle bir değerlendirmede bulunuyor:
“Doktor Şefik Hüsnü Bey maruz kaldığı bunca mevani ve müşkilata rağmen mefkûresi uğrunda hiçbir nedamet alameti göstermeksizin yürümekten çekinmemiş ve hatta memleket haricinde bile bütün azim ve iradesini sarfederek çalışmaktan geri kalmamıştır.”
Savcının ihbarcı Vedat Nedim hakkındaki değerlendirmesi şöyle:
“… Hüsnü Bey kadar fedakarlıklar ve cesaret gösterememiştir. Bu sahada ihtiyatkâr adımlarla yürümek istemiştir.”
İhbarcı Vedat Nedim Tör ödülünü alıyor; 2 ay 20 gün hapis.
Şevket Süreyya ve Vedat Nedim Tör kanlarına giren kemalizm virüsünü seviyorlar. Bu virüs onları iflah etmiyor. Ve 4 yıl sonra Şevket Süreyya ve Vedat Nedim Tör Kadro’yu çıkarıp TKP’de savundukları çizgiyi aynen sürdürüyorlar (dikkat edilsin aynı çizgiyi sürdürüyorlar).
Dönem kemalizmin zafer dönemidir. TKP’den çalınan bu “aydınlara” ödüller dağıtılıyor. Ancak ne Şevket Süreyya ne de yol arkadaşları kemalizmin gerici yüzünü yeterince anlayamıyorlar. Kemalizm kısa bir süre sonra hepsini bir köşeye fırlatıp atıyor.
Bir anlam veremiyor küsüyor yahut kızıyorlar…
Kadro’yu çıkartarak Kemalizme yamanan daha doğrusu yamandığını sanan Şevket Süreyya ve dönek TKP’lilerin durumunu en iyi Lenin’in şu cümleleri betimliyor:
“… Eğitim görmüş insanlar ve genel olarak aydın kesimi otokrasinin düşünce ve bilgiyi kovuşturan vahşi polis zulmü karşısında isyan etmekten başka bir şey yapamaz. Fakat bu kesimin maddi çıkarları onu otokrasiye ve burjuvaziye bağlamakta tutarsız olmaya uzlaşmaya resmi bir ücret ya da kâr payı ya da temettü karşılığında muhalif ve devrimci öfkesini satmaya zorlamaktadır…”
1927 Tevkifatı TKP’nin bir parti olarak bitmesine neden oluyor. Geriye kalan sınırlı ve dar bir kadro hareketidir. Hiçbir zaman bellerini doğrultamıyor ve çok parçalılıktan kurtulamıyorlar.
Unutulmaması gereken bir nokta var. Sözkonusu kadro Şefik Hüsnü Hikmet Kıvılcımlı gibi ömrünü kavgaya adayan insanlardan oluşuyor ve her dönemde sözkonusu kadro partiyi ayağa kaldırmak için bin türlü eziyeti işkenceleri uzun hapislikleri göze almakta tereddüt göstermiyor. Bu insanlar tüm zaaflarına rağmen 1960’lara kadar Türkiye’nin en “devrimci” en kararlı ve mücadeleci insanları oluyorlar.
Ama beklenen siyasal etki ve açılımı gerçekleştirmek onlara değil Nazım’a düşüyor.
Detaylandırmayacağım. Kısa kısa notlar halinde geçiyorum.
Nazımin yıldızı sistemin oturmaya başladığı aynı zamanda ideolojik bir karmaşa ve “renklilik” yaşanan Cumhuriyet döneminde birdenbire parlayıvermiştir. Üstelik Nazım’ın o günlerde yazdıkları sonrasında yazacaklarından daha ilkel ve geri olduğu halde. Üstelik parti en cılız dönemini yaşadığı halde… Çünkü;
a) Geleneksel ideoloji olarak islam iflas etmiş ve devlet dışına itilmiştir.
b) Kemalizm bir türlü toplumsal bir ideolojik “kisveye” bürünememiş teslim alınan aydınlar ise kişiliksizleştirilmişlerdir.
c) Kapitalist kalkınma ile birlikte proletaryanın nüfusunda büyük bir artı olmuş kentlere akış hızlanmış toplumsal doku niteliksel dönüşümlere uğramıştır.
d) Küçük burjuva kesim okumuş insanlar yüzünü batıya dönen kesimler artmış ve etkinlik kazanmıştır.
e) Eldeki ideolojik motifler ayaklan havada duran batıdan “apartılmış” eklektik ve uygunsuz motifler yahut kaba bir popülizm olmuş üstelik bu motifler meydanlarda Osmanlı artığı “çakaralmazlarla” kol kola dolanmışlardır.
f) İdeolojik kültürel sanatsal atmosfer “ağır ve boğucu” bir hale gelmiş öne çıkan isimlerin çoğunluğunu Ahmet Haşim Yahya Kemal gibi Osmanlı kalıntıları oluşturmuştur.
g) Latin harflerinin kabulü ve dilde yenileşme böyle bir ortamda yetişen ve eski kültüre sanata yabancı onları anlayamayan bir kuşağın ortaya çıkmasına neden olmuş ve buna paralel olarak bu kuşakta yeni bir kimlik arayışı gündeme gelmiştir.
h) Kentlerdeki yoğunlaşma ve proleterleşme yepyeni bir olguyu “saflığını” tamamen yitirmeyi gün ışığına çıkarmış örneğin İstanbul o eski “canım İstanbul” olmaktan uzaklaşmış ancak bir başka şey olamamıştır.
i) Ciddi ve sert bir kent kültürü bunalımı yaşanmıştır.
j) Üniversite gençliği sayıca artmış aydın olmak yolunda aşılması çok zor olan hayati bir tıkanıklığa sistemin oturmuşluğuna ve aydınların teslim alınması kişiliksizleştirilmesi devlet dışına sürülmesi sonucu ortaya çıkan ideolojik karmaşaya gelip dayanmıştır.
k) Çok sayıda sanatçı adayı çıkmış ve hemen tümü kendinden önceki hem estetik bir ölçüt hem de beslenecek bir kaynak olan sanatsal-kültürel birikimde (dildeki yenileşme ve toplumsal dokudaki değişimler nedeniyle) meydana gelen kopukluk sonucu bir bocalama ve bunalım içerisine yuvarlanmışlardır.
l) O güne kadar hep devletin kanatları altında gelişen ve burjuva devlet tarafından dışlanan yahut kişiliksizleştirilen aydınlar kendilerini tanımlayabilecekleri ve varedebilecekleri bir konum bulmakta önemli bir açmazla karşı karşıya kalmışlardır.
m) TKP silinmiş ve siyasal sahneden çekilmiştir. Son ve hepsini kapsayan bir madde olarak şu düşünülebilir:
Dönem sistemin oturma “ulus” olmaya doğru devlet aygıtı ve zoruyla atılan adımların yarattığı bir sarsıntı ve ideolojik bir kimlik bunalımı dönemidir. Büyük ve küçük burjuvazi proletarya köylülük kısaca tüm toplum değişerek serpilip gelişmiş ve eski elbiselerin içerisine sığmamaya başlamıştır; ancak henüz kendisine yeni bir elbise de biçilmemiştir…
Burda bir mola verip farklı bir düzleme geçmek ve Nazım’ın kişiliğine biçim veren gelişmelere gözatmak yararlı olacak.
Nazım gıdasını Türkiye’deki kültürel-sanatsal-ideolojik ortamdan almamıştır. Ekim Devrimi ve Bolşevikler Nazım’ın içinden bir başka Nazım’ı çekip çıkarmayı başarmış ve onu tepeden tırnağa değiştirmişlerdir.
Eğer Nazım’ın hayatında yukarıda değindiğim tesadüf olmasaydı büyük ihtimalle şimdi milliyetçi hatta şovenist Mehmet Akif yahut Orhan Seyfî Orhon türü bir şairden sözediyor olacaktık. Daha doğrusu olmayacaktık…
Nazım çok farklı bir siyasal kültürel ideolojik ortamda nefes alıp vermiş siyasi kimliğinin edebi kişiliğinin temellerini bu ortamda atmıştır.
Sosyalizmin kuruluş sürecindeki Sovyetler Birliği’nde hiç de önemli bir şair olmayan Nazım’ın sözünü ettiğim siyasi ve edebi kişiliği biraz naif ve yapay kalmış Nazım’ın Nazım olması için kendi toprağına ayak basması ve o toprakta (hapiste de olsa) yaşaması gerekmiştir.
Bu dönüş aydınlar ve sosyalist kültür adına büyük bir sıçrama TKP için ise bir fecaat olmuştur.
Nazım kemalistlerden komünistlere proletaryadan burjuvaziye özellikle de aydınlara varıncaya kadar çok geniş bir kesimin bütün Türkiye’nin siyasal-ideolojik “depremi” olmuş ve ancak örgütlü bir gücün gerçekleştirebileceği böylesi büyük misyonları tek başına üstlenerek tarih sahnesine çıkmıştır. Nazım sözkonusu misyonları yerine getirememiş (tek başına bir insanın değil ancak bir “örgütün” gerçekleştirebileceği şeylerdir bunlar) ama bu ağır yükün altında da ezilmemiştir.
TKP’yi sosyalist hareketin miladı olmaktan alıkoyan ve yıkan şey ne tek başına tevkifatlar otolikidasyonlar ve çok parçalılıktır ne de işçi sınıfının zayıflığı ve dağınıklığı… TKP’ye sonuncu ve en ağır darbeyi indiren bizzat Nazım Hikmetin kendisidir.
NAZIM HİKMET ve SOSYALİST HAREKET
Nazım depremi 1929’da başlıyor ve gitgide şiddetlenerek yayılıyor. Nazım’ın çıkışı siyasi bir çıkıştır. TKP’nin tıkanıklığı ve tükenmişliği Nazım’ın öne fırlamasına neden oluyor.
Putları Yıkıyoruz kampanyası kemalist ideolojiye kültür hayatına aydınlara karşı en keskin saldırıyı ifade ediyor. Öyle şiddetli bir etki yaratıyor ki sokaktaki adamdan okullardaki öğrencilere kadar her kesimden insan Nazım’ın dönemin “devlerine” saldıran şiirlerini ezbere okumaya başlıyor. Aydınların Resimli Ay çevresinde gerçekleştirdikleri hızlı toparlanma bu etkinin güçlenmesini sağlayan en önemli etken.
Putları Yıkıyoruz kampanyası TKP’nin dışında bir gelişme. Kesinlikle parti faaliyeti değil. Onu parti faaliyeti haline getirmekten sakınan Nazım bu dönemde TKP’yi aşan ve onun dışında nefes alıp veren bir dinamiği temsil ediyor ve büyük ihtimalle ayrı bir “organizasyona” giderek parti saflarında ilk “huzursuzluğu” çıkarıyor.
Zaten “Resimli Ay” siyasi yayın çizgisi nedeniyle TKP tarafından onaylanmıyor. Ve bu yayın aracılığıyla Nazım’ın etrafında toplanan aydınlara kuşkuyla bakılıyor. Nazım’ın TKP’deki “muhalifliği” ve düşüşü bu sıralara denk geliyor.
Açıktan yürümüyor bu çatışma ve asıl “kapışma” daha sonraya erteleniyor…
Nazım’ın etkisi öyle bir safhaya ulaşıyor ki yeni yetişen aydınların büyük kısmı kemalizmden koparak “sola” yelken açıyorlar. TKP bu kesimleri kucaklamakta yetersiz ve isteksiz kalıyor ve kemalist iktidarla arasındaki mücadele bir kırılmaya uğruyor. Aynı kırılma kemalistler için de geçerli. 1927’den sonraki her tevkifat önce aydınlara oradan TKP kadrolarına ulaşıyor…
1936 yılında Komintern’in direktifi ile TKP kadrolarının CHP’ye sendikalara derneklere girmesi legal platformlarda çalışması Komintern tarafından tespit edilen yeni siyasal yönelime uygun bir hatta oturması istenir.
Ve TKP fiilen fesh olur… Nazım ile TKP arasındaki açık kapışma bu noktada patlar. TKP’nin feshine büyük bir ihtimalle karşı çıkan ve yöneldiği ayrı organizasyonla buna engel olmaya çabalayan Nazım’a karşı şiddetli bir saldırı başlar ve ünlü “Kara Liste’de” adı yayınlanır.
1936 yılında TKP MK’nın yayın organı olan Orak Çekiç’in 4.Sayısında şunlar yazılır:
“… artık tam manası ile bir döküntü haline gelmiş olan muhalefetin kontrrevolusyoner erkanının Hamdi Şamilof gibi provokatörlerin partiye yeniden alınmaları için yaptıkları müracaatlar oldukça eskidir. Muhalefetin ideolojik elebaşısı Nazım Hikmet senelerden beri fırkadan uzak kalmanın azabı ile çırpındığı numarasını ileri sürerek partiye yeniden başvurdu ve partide çalışmak istediğini söyledi. Şimdiye kadar yaptığı hatayı samimiyetle kabul ettikten sonra partinin kendisine açık olduğu cevabını alınca Nazım Hikmet kendisinin ve muhalefetin hiçbir hatası olmadığını hatanın partide ve partiye taraftar çıktığı için Komintern’de olduğunu söyleyerek şimdiye kadar yaptığı sapıklıklara bir katmerlisini daha ilave ediyor. Aynı zamanda kendisinin tek başına olmayıp başından beri omuz omuza beraber mücadele ettiği arkadaşları ile hep birden partiye alınmasını istiyor…”
Bu sert kapışma yarıda kalıyor ve 1937 Nazım’ın uzun bir hapislik hayatına başladığı yıl oluyor.
TKP 1937’de tamamen boşalıyor. Çünkü;
– Nazım’ın siyasal prestij ve otoritesi TKP’yi gereğinden fazla aşıyor.
– Nazım’ın organize ettiği gücün örgütlü bir yapıya dönüşememesi yıkım içindeki TKP’nin önemini artırıyor.
– Kemalizmden kopan Nazım’ın çekip çevirdiği güç ile TKP tarafından kucaklanamayan aydınlar örgüt öncesi aydın tipolojiye doğru evriliyor ve TKP’nin bıraktığı boşluk nedeniyle bizzat siyasetin taşıyıcısı olmaya soyunuyorlar.
– Nazım’ın hapisliğiyle birlikte dağılan ve çoğunluğu tekrar partiye dönen muhalif grup TKP’yi ayağa kaldıramıyor tersine partiyi Nazım’la özdeşleştiriyorlar.
– Bu özdeşlik sonucu TKP aydınlar için moral bir güç daha çok da “Nazım’ın partisi” haline geliyor ve iyice “eziliyor.”
– Aydınların yarattığı muhalif hareket TKP’yi aşmaya ve silmeye doğru hızla evriliyor ve aydınlar ülkenin en ciddi muhalefeti olarak sivrilmeye başlıyorlar.
– 2.Dünya Savaşı’ndan 1946 çok partili rejime geçiş denemesine Kore’ye asker gönderilmesinden DP’nin koyu karanlığına varıncaya kadar her türlü tarihsel dönemeçte aydınlar seslerini yükseltiyor ve TKP’yi aşıyorlar.
– TKP bu süreçten kurtulmak için çıkış yolu olarak Cephe girişimlerini deniyor ve bunu aydınlar üzerinden gerçekleştirmeye çalışıyor. Kurulan cephe aydınlar cephesi oluyor parti tarafından yönlendirilip denetlenemiyor ve aydınlarla parti arasındaki makas iyice açılıyor.
– 1946’da TKP kadroları iki koldan son çıkışlarını deniyor. Kurulan partiler kapatılıyor.
– 1951 tevkifatı TKP’yi 1974 yılındaki ”Atılım” kararına kadar ‘ tarihin sayfaları arasına gömüyor.
Nazım’ın bu dönem boyunca gösterdiği olağanüstü performansın iki bileşeni var:
1) Siyasi kimliği
2) Sanatçı kişiliği
Bu iki bileşen birbiri içinde eriyen ve kaynaşan bir bütüne değil de birbirine (sosyalizme duyulan inançla) sıkıca yapıştırılmış iki ayrı parçaya denk düşüyor. Ve bu iki parçadan biri siyasi kimliğini kendisine sıkıca bağlayan sanatçı kişiliği Nazım’ın büyük bir etki yaratmasını sağlıyor.
Bütün bu dönem boyunca Nazım’a hâkim olan yan sanatçı kişiliği olmuş ancak Nazım tüm yaptıklarını siyasal bir amaç ve hedefe bağlamayı başarmıştır.
Başarısızlık Nazım’da değil cılız ve ağır yaralı TKP’nin ortaya çıkan ürünleri toparlayamamasında ve uygun zemini kullanamasında kendini göstermiştir.
TKP Nazım’ın gerisine düşmüş ve bunun bedelini çok ağır bir biçimde ödemiştir.
Komünist Partisi’nin aydınları siyasal olarak belirlemekten ve onlara önderlik etmekten uzaklaşması tecrit olmayı ve silinmeyi beraberinde getirir. Komünist Partisi’nin silinmesi sözkonusu aydınları tutarlılıktan uzaklaştıran siyasi ve sanatçı kimliklerini eriten bir erezyonu kaçınılmaz kılar.
Nazım’da bu süreç çok geç ortaya çıkmıştır. Çünkü Nazım Türkiye’den en uzak TKP’li olmuş gıdasının hemen tümünü Ekim Devrimi’nden almış kişiliği Sovyetler Birliği’nde şekillenmiştir. Daha da önemlisi siyasal kimliği ile sanatçı kişiliğini çatlatacak zorlu bir dönemi hizip çalışmalar dedikodular tasfiyeler ve ciddi basiretsizliklerle dolu olan 1937-1950 dönemini cezaevinde olan bitenden habersiz hiç değilse uzak ve öfkeli olarak geçirmiştir.
Nazım’ın coşkulu inancı kendini sürekli yenileyen ve üreten yapısı hapislik yılları boyunca ayakta kalmasını sağlamış ancak bu dönem Nazım için ister istemez sanatçı kişiliğinin öne çıktığı siyasal kimliğinin sönümlenerek ancak sanatçı kişiliğin içerisinde varolabildiği bir dönem olmuştur.
Siyasal kimliğin sönümlenmesi (bu kimliğin SSCB’de Ekim Devrimi’nin fırtınaları içerisinde şekillendiğini de düşünürseniz) Nazım için sonun başlangıcı olmuş uzun hapislik yılları Nazım’ın “sermayesini” tüketmesine siyasal olarak “döllenmeye” muhtaç bir aydın haline gelmesine neden olmuştur. Alametleri çok sonraları ortaya çıkmıştır…
Nazım’ın partiden kopan muhalif grupla niçin başka bir örgütlülüğe yönelmediği sorusu ve TKP’nin böylesi çaplı bir aydın üzerindeki otoritesi neyle açıklanabilir
Bence bu iki sorunun tek yanıtı var. TKP’nin otoritesi Nazım’ın Sovyetler Birliği ve Ekim Devrimi’ne duyduğu bağlılıkla koşut ve eşdeğerli olmuş; Nazım duyduğu bu bağlılık ve inanç nedeniyle ayrı bir örgüt kurmaya yönelmemiş ve TKP’ye “boyun eğmiştir.” Bu boyun eğişin Nazım’ın yaşadığı erozyonda büyük payı olmuştur.
Cezaevinden çıkışı ve Sovyetler Birliği’ne geçişi bu süreci yavaşlatmış ancak TKP ile olan ilişkisi değişmediği ve ideolojik bir sarsıntının yaşandığı SSCB’de üçüncü şahıslar tarafından “Stalin’in uygulamaları” kulağına sıkça fısıldandığı için sorun büyümüştür.
Ve beklenen son: 1951 yılında kalp krizi geçiren Nazım’ın çatlayan yüreğiyle birlikte siyasal kimliği ile sanatçı kişiliği de ortadan ikiye ayrılır.
İlk alamet İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu” adlı oyundur. Bununla da kalmıyor. Olağanüstü kudretini bir “diktatöre” yönelttiğini düşünen (oysa onu ilk kez sosyalizme karşı kullanan) Nazım Stalin’in ölümüyle ilgili olarak “Taştandı tunçtandı alçıdandı…” mısralarıyla başlayan korkunç şiirini yazıyor.
İbretle okunmalıdır.
Nazım bu şiirini geriye almadan öldü. Tekrar ediyorum: İbretle okunmalıdır.
Ve ibretle düşünülmelidir. Nazım gibi büyük ve çaplı bir komünisti çileden çıkaran şey nedir.. Tek kelimeyle Partinin siyasal önderlik misyonunu yerine getirememesi.
Sonrası hazindir. Ölüm korkusu memleket hasreti bir de Memedin yüzü bir de saman sarısı… Ve bitmeyen yolculuklar…
Nazım Küba Devrimi ile kendisini toparlayabilmiş ancak eski Nazım olamamıştır.
Bir barış elçisi bir sürgün olarak hasret ve acı içerisinde öldü Nazım.
Ve ölürken komünistti. Stalin’e küfrettiği halde…
Sadece “barış” elçisi olduğu halde…
Türkiyeli komünistlerin Nazım yoldaşa ödeyecekleri bir borçları vardır. Ve bu borcu siyasal öncülük misyonunu yerine getirerek ödeyeceklerdir.
Ne TKP ne de Nazım bu toprakların tarihinden sökülüp atılamazlar.
Onlar bugüne büyük bir miras bıraktı. Derslerle ümitle öfkeyle ihanetle inançla dolu bir miras…
1951-1952 TEVKİFATI ve ÇÖKÜŞ
1946’da çok partili rejime geçişle birlikte TKP kadroları iki ayrı koldan bir çıkış deniyor ve Esat Adil’in yönetiminde Türkiye Sosyalist Partisi Şefik Hüsnü’nün yönetiminde ise Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi kuruluyor.
İki ayrı partinin oluşumu TKP kadrolarının ilk kez ayrı örgütlenmeleri tercih etmesi anlamında özel bir önem taşıyor.
Sendikal çalışma yoğunlaşıyor dernek faaliyetlerinde ciddi bir canlanma gözleniyor ve yeni kadrolarla birlikte örgütlenme çalışmaları yatay ve dikey olarak genişliyor.
Ankara’daki Türkiye Gençler Derneği ile İstanbul’daki Yüksek Tahsil Gençlik derneği’nin çalışmaları bu genişlemede hayli önemli roller oynuyorlar ve daha ilerde Nazım Hikmet’i Kurtarma Kampanyası ile somut bir başarı da kazanıyorlar.
Siyasi seslenme araçlarının geliştirilmesi yönünde adımlar atılır ve TSEKP hızla örgütlenirken TSP çok fazla varlık gösteremiyor.
TSEKP kadroları günlük bir gazete çıkarma çalışması içindeyken 16 Aralık 1946 tarihinde Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından parti kapatılıyor. Aynı yazgıyı TSP ile bu partilere bağlı sendikalarda paylaşıyor. Ve TSKEP/TSP kadroları cezaevinde “barışıyorlar.”
Daha sonraki yargılamalarda TSP yöneticileri beraat ediyor TSKEP yöneticileri ise çeşitli cezalara çarptırılıyorlar. 1946’daki tutuklamalarda Ankara örgütü açığa çıkarılamıyor ve TKP’nin siyasi ve yönetsel faaliyetini bu kadrolar üstleniyor.
Yakup Demir adıyla tanınan Zeki Baştımar Genel Sekreterlik görevini yürütmeye başlıyor. Zeki Baştımar’ın genel sekreterliğiyle birlikte faaliyet hızlanıyor. Polisin partiye sızdırdığı ajanlara rağmen TKP kadroları özellikle gençlik içerisinde çeşitli örgütsel kazanımlar elde ediyorlar.
Zeki Baştımar’ın sekreterliği partide öteden beri varolan çekişmelere bir yenisinin ve sonuncusunun eklenmesine şahitlik ediyor.
Bu son çekişmenin baş aktörü Mihri Belli’dir…
1949’da İstanbul’a yerleşen Zeki Baştımar parti örgütünü toparlıyor ve Şefik Hüsnü Halil Yalçınkaya Celal Zühtü Benneci Mihri Belli Mehmet Bozışık Reşad Fuat Baraner gibi isimlerden oluşan yeni Merkez Komite tarafından resmen Genel Sekreterlik görevine getiriliyor.
Zeki Baştımar dönemi TKP’nin en yoğun ve en ciddi çalıştığı yayın alanında çeşitli ve renkli bir özellik arzettiği gençlik içerisinde güç topladığı aydınlarla olan ilişkisini yeniden düzenlediği bir dönem oluyor.
Yurtdışı ilişkileri genişliyor ve çeşitli etkinliklere parti delegeleri gönderiliyor.
Paris’te oluşturulan İleri Jön Türkler teşkilatı ile kurulan ilişki ve bu grubun daha sonra partiye katılması TKP’nin yurtdışı bağlantılarını daha da güçlendiriyor.
TKP’nin toparlanması ve aktif çalışma temposu polisi uyarıyor ve çok kısa bir süre sonra “ünlü” tutuklamalar başlıyor.
1951-1952 tutuklamaları o güne kadar yaşanan tevkifatların en genişi ve en kanlısı.
Çeşitli şehirlerden 167 kişi gözaltına alınıyor daha sonra listeye eklenen 17 kişi ile sayı 184’e çıkıyor ve bu insanlar basındaki büyük “anti-komünist” histeri ve zafer çığlıkları eşliğinde Sansaryan Hanı’nın işkence odalarına kapatılıyorlar.
Sorgu iki yıl sürüyor.
Ağır işkenceler… Çıldıranlar… İntihara kalkışanlar… Polisle işbirliği yapanlar…
Tutuklular arasında bulunan ve TKP’nin yurtdışı bağlantılarından sorumlu aynı zamanda da Zeki Baştımar’ın kuryeliğini yapan ve sorgu esnasında görece daha iyi koşullarda yaşayan Sevim Tan (Belli) yine tutuklular arasında bulunan Mihri Belli’ye 56 sayfalık bir mektup yazıyor. Ve tabiiki mektup polisin eline geçiyor.
Mihri Belli ve Sevim Tan açısından bu mektup TKP’deki siyasal yaşamlarının sonu oluyor. Bununla da’ kalmayıp pekçok parti üyesinin mahkum edilmesinde başlıca delil işlevini görüyor ve Zeki Baştımar’ı sorgunun kilit adamı haline getiriyor.
Zeki Baştımar Ankara Garnizon Kumandanlığı 2 Nolu Askeri Mahkemesi’ne verdiği savunmaya şu sözlerle başlıyor:
“Saf ve mutlak bir adalete inanmam. Adaletin sınıfsal bir karakter taşıdığını biliyorum…”
Ve suçlamaları uzun uzun ele alarak çürütmeye TKP’yi siyasal olarak savunmaya çalışıyor; Sevim Tan’ın mektubunda anlattığı ve davada hayli ağırlık taşıyan faaliyetleri reddediyor.
Savunmanın bütününü almanın olanağı ve anlamı yok. İlginç ve konumuzla ilintili kimi pasajları aktarıyorum:
“İnandığı dava uğrundaki mücadelesinde talihsizliğe uğramış bir dava adamının şerefini hiçbir işkence hiçbir ceza alçaltamaz…”
“Başvekil Adnan Menderes lehinde yaptığı propaganda konuşmalarında Halk Partisi iktidarı zamanındaki tabutluklardan işkence odalarından sözederek siyasi hasımlarını millete jurnal ettiği günlerde eski Sansaryan Haninin (İstanbul Emniyet Müdürlüğü) üst katı bir salhane halini almış bulunuyordu…”
“Bu işkence sahnelerini tasvire kalkışmayacağım. Burada o feci hayatı hayalen olsun tekrar yaşamaya tahammül edemeyecek olanlar ve belki de yüzü kızaracak olanlar bulunur…”
“Yalnız şunu söyleyeceğim ki uğradığım ve aylarca devam eden maddi ve bedeni işkenceler ancak işkence konusu olmak kaabiliyetini bedenen tamamiyle kaybettikten sonra doktorun müdahelesi ile sona erdi ve doktor işkencelerin ağır sonuçlarını ve izlerini dokuz aylık bir tedaviden sonra ancak giderebildi…”
“Manevi işkencelerden bahsetmeyeceğim. Çıldıranların intihara teşebbüs edenlerin sayısı malumunuzdur. On bir ay gazete okumaktan kaleme kâğıda dokunmaktan mahrum edilmiş siyasi bir tutuklu ve iki sene çığlıklar feryadlar iniltiler ortasında her an işkence odasına çağrılmayı bekleyen bir insan tasavvur ediniz…”
“Savcı suçu inkâr ettiğimi söylüyor. Doğru değil. Yeryüzünde yüzmilyonlarca insanın kutsal bildiği ve peşinde koştuğu bir idealin adamı olmak bir suçsa ben bu suçu kabul ediyorum…”
Zeki Baştımar’ın zaman zaman falsolar veren ve Mihri Belli’nin karşı bir suçlama hamlesine yönelmesine davanın aynı zamanda sanıklar arasında bir söz düellosuna dönüşmesine zemin hazırlayan savunmasından bu pasajları aktarmak gereksinimi duydum. Birkaç nedenle. Sıralıyorum:
– Bu dava TKP’nin sonu olmuştur
– Bu dava sonucu TKP kadroları arasında bir daha giderilemeyen bir çatlama karşılıklı suçlamalar ve nefret ortaya çıkmıştır
– TKP’yi oluşturan kadrolar Türkiye’de ciddi bir siyasal varlık gösterememiş ancak harcını Ekim Devrimi’nden aldıkları bir inançla her dönemde mücadele etmeye çalışmışlardır. Bu davadaki hazin ama dirençli tablo bunun kanıtı olmuştur
– Bu davanın sanıkları birkaç istisna hariç bir daha siyasal mücadelede görülmemişlerdir. Kimi ihanet etmiş kimi köşesine çekilmiş; Şefik Hüsnü 1959’da Manisa’da “Emniyeti Umumiye nezareti” altındayken kaldırıldığı devlet hastanesinde ölmüş Zeki Baştımar Sovyetler Birliği’ne kaçmak mecburiyetinde kalmış ve yurtdışında ölmüştür.
– Bu davadan sonra tek çıkış yaşanmış Hikmet Kıvılcımlı’nın önderliğindeki TKP kadroları 1954 yılında Vatan Partisi’ni kurmuşlardır. Vatan Partisi’nin kuruluşu TKP ile Hikmet Kıvılcımlı arasındaki zaten zayıf olan köprülerin tamamen atılmasına neden olmuş Vatan Partisi’nin kapatılması ile TKP kadroları üç ayrı ve rakip koldan geleceğe devrolmuştur. Birinci kol Hikmet Kıvılcımlı’dır ikinci kol Mihri Belli üçüncü ve sonuncu kol ise 1974’te sahneye giren Zeki Baştımar’ın mirasçısı ve “rakibi” İsmail Bilen… Bu gelişmelerle birlikte TKP tarihe karışmıştır. 1960 ve 1970’lerden sonraki çıkışlar başka dinamikler üzerinde şekillenmiş ve eski TKP’den çekiştirilen bir “miras” dışında herhangi bir esinti taşımamıştır.
Zeki Baştımar’ın savunmasından kimi pasajları aktarma ihtiyacını sadece bunlar için duymadım. Amaçlarımdan biri de TKP ve TİP’le birlikte TSİP’i yokeden geleneksel solun tasfiyesinde inkârı mümkün olmayan hizmetlerde bulunmuş ve bugün aynı burjuvaziden demokrasi bekleyen “Büyük Birlik’çilerin” daha doğrusu likidatörlerin kulaklarını çınlatmaktı.
Umarım çınlamıştır…
l960’lardaki büyük çıkışa geçmeden önce son söz olarak şunları yazmak mümkün:
Kemalistlerle TKP kadrolarının derdi aynı olmuştur. İki kesim de temsil ettikleri sınıfın toplumdaki cılızlığından “yakınmış” ve onların siyasal temsilcisi olmak vasfında ısrarlı bir çaba sürdürmeye uğraşmışlardır. Komünistler bunu başaramamış siyasal iktidarı ellerinde tutan kemalistler siyasal iktidarın kendilerine sunduğu muazzam olanaklarla bu işin üstesinden gelmek doğrultusunda hayli mesafe katetmişlerdir.
TKP bugüne pek de olumlu olmayan bir miras bırakmıştır. Ancak bu mirasın bir yanı ideolojiktir ve hiçbir zaman sınıfla kucaklaşmayı başaramayan kodroların mücadele etme arzusunu ayakta tutmuş beslemiş ve bugüne devrolmuştur.
Bunda TKP’yi sürükleyen kadroların büyük çoğunluğunun Sovyetler Birliği’nde eğitim görmesi ve sosyalizmin kazanımlarına ilk elden şahitlik etmeleri büyük bir rol oynamıştır.
Bu mirasa eleştirel bir gözle sahip çıkılmalıdır. Çünkü temelinde Ekim Devrimi’nin kazanımları sınıfsız topluma olan inanç yatmaktadır.
Açıyorum. Çok kısa olarak. Çünkü bu konuya bir dahaki bölümün ana temasını oluşturacak olan 1960-1970 döneminde etraflıca değineceğim…
Ekim Devrimi’ne kadar sosyalist kültürün omurgasını Fransız İhtilali’nin Paris Komünü’nün ve Avrupada’ki sınıf mücadelelerinin ortaya çıkardığı motifler oluşturmuş bu motifler biraz da muğlâk ve içi doldurulmaya muhtaç bir özellik arzetmiştir. Özgürlük gibi Eşitlik gibi Demokrasi gibi ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve halkların kardeşliği gibi…
Ekim Devrimi ile birlikte bu değerler ete kemiğe bürünmüş ve içleri bolşeviklerin önderliğinde sosyalizmin kuruluş sürecini elle tutulur hale getiren sınıfsız toplum ülküsünü çok uzaklardaki bir “bilinmez” olmaktan çıkaran sovyet emekçileri tarafından doldurulmuştur.
Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kuruluşu sosyalist kültürün yeniden oluştuğu ve somutlandığı bir deney olmuş ve insanlığın uzun yürüyüşünde en önemli birikimi sağlamıştır.
Bugün Sovyetler Birliği yok. Ve sosyalist kültür sağlı sollu bir saldırı sistemli bir çarpıtma ile tekrar “muğlâk ve bulanık” bir hale getirilmeye Bolşeviklerin yüklediği içeriğinden boşaltılmaya çalışılıyor.
Bu yüzden bayrağımıza yazdığımız “Eşitlik-Özgürlük” eleştiriliyor. Bu yüzden geleneksel sol bu kadar kolay tasfiye edildi ediliyor…
Bu yüzden “sovyetik” diye tanımlanan geleneksel sol çizgiler reel sosyalizmin aldığı ağır yaralara rağmen Ekim Devrimi’nin yolundan ayrılmamaya çaba gösterecek kudreti kendilerinde buluyorlar; bu yüzden Anti-Sovyetizmi bayrak edinenler çok kısa bir süre sonra Anti-Komünizme Stalin karşıtlığını maharet belleyenler ise örgüt düşmanlığına yuvarlanıyorlar.
TKP tarihi bunun kanıtıdır ve TKP kadrolarını ayakta tutan bu maya olmuştur. Geleneksel solun tarihinden çıkarılacak en önemli ders budur…
1960’lar ve sonrası bu dersin önemini bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermiş 1980’ler özellikle de 1990’lar bu dersi öğrenmeyenlere pahalıya patlamıştır…
Gelecek yazımın konusu bu dönemler olacaktır.