Tünelin ucundaki ışık… Sovyet deneyimini, insanlığın sosyalizme doğru uzanan serüvenindeki öncü kolu bu şekilde nitelemek pek yanlış olmaz. Bu deneyim ,bugün tüm parıltısıyla hem önümüzde hem de ardımızda. Bir yönüyle işçi sınıfının bundan sonraki mücadelelerinde yol gösterecek bir sınanmışlık başarı örneği var. Bu başarının sosyalist hareketin şu ana kadarki bu en önemli kazanımının henüz aşılmadığını da hatırlatmak gerekli: Dünya çapındaki bir projenin belli bir yerellikte yaşama geçirilmesi ve yıkımından sonra… Biraz burukluk hüzün biraz öfke şaşkınlık; ama yine de eskisinden daha güvenli.
Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz belgisi iyi bilinir tarihin tekerrür etmediği de… Peki tarihi öğrenmenin, tarihsel olguları yorumlamanın kendisi dışında bir amacı var mı, varsa bunun ardındaki güdü ne olabilir? Sahip olunan sınıfsal konumun meşrulaştırılmasında gerekçelendirilmesinde işlevli olan okuma tarzlarını bir kenara koyarsak tarih; siyasal olanın, toplumsal olanın, iktisadi olanın kısaca yaşanmış olanın sınandığı yer sosyal bilimlerin laboratuarı… Yukarıda söz edilen tarzdaki okumalarla ilgili olarak Felsefenin Sefaleti’ndeki uyarı verilebilir. Söze “gerçek tarihin Proudhon’un iddia ettiği gibi ilkelerin düşüncelerin kategorilerin kendilerini peşpeşe gösterip zaman içinde sıralanışları olduğunu bir an için kabul edelim” önermesiyle başlayan Marx, ilkelerin asırlara değil asırların ilkelere ait olduğu yani, ilkeleri oluşturanın tarih değil, tarihi oluşturanın ilkeler olduğu bu kavrayışa soru sormaktan kendini alamaz. Buna göre örneğin otoritenin asrı 11. bireyciliğinki ise 18. asırdır. Ancak “neden belli bir ilke başka bir asırda değil de 11.’de veya 18. asırda belirmiştir” sorusunu yanıtlamaya kalkışan kimse her bir asırdaki insanların gereksinimlerini, üretici güçlerini, üretim biçimlerini ve sonuçta o insanların tüm bu yaşam koşullarında birbirleriyle kurdukları ilişkileri yakından incelemek durumunda olacaktır 1 .
Tarih bilimsel bir çabayla eldeki somut malzemenin tasnif edildiği, soyutlama ile yeniden üretilip anlam kazandığı bir sistematiğe ulaşacaktır. Marx’ın bilimi, görünenin yüzeydekinin ardındakini araştırmak ve çözümlemek ile tanımladığını biliyoruz. Yaşanmış, dün olmuş tarihe de olgulara bakarken de bu yöntem geçerli. Önce olguların üzerindeki ideolojik sis dağıtılmalı.
Tarihe son dönemin penceresinden baktığımızda, olguları gelişim süreçleri içinde sıralayıp kesin yerlerine koymak için yeterli verilere sahip olduğumuz sanısına kapılırız. Bugün de hiç bitmezcesine uzatılan bir zafer geçidi izliyoruz. Önemli siyasal dönüm noktalarında karşılaşılan bu türden gösteriler boyunca o anki siyasal başarının sahibi sınıfın siyasal temsilcileri değişimi inkar edecek ve belli sorunların kalıcı şekilde çözüme kavuştuğu kavrayışını yaygınlaştırmaya çalışacaktır. Gelişim süreçlerini tamamlamış olmuş bitmiş şeyler göz önüne alındığında, doğru sayılabilecek bu kavrayış bunun dışındaki durumlarda bir yanılsamadır aslında. Tarihin sonu yargısı çarpıcı bir örnek idealizmin bu tipik ürünü ilk kez sunulmuyor.
Değiştirme bilinci, değiştirme anı, değişim, değişimin kavranması aynı sürecin ardışık uğraklarıdır. Soyutlama ile somut arasındaki açı yani bilimin çıkış nedeni varoldukça bu uğraklar arasındaki bütünlüğün sağlanması sorunu da sürecektir.
Başlangıçla sonu yan yana koyup arada geçen süreyi, bu süredeki gelişmeleri, sonun gerçekleşme biçimini bir yana bırakırsak somut olanın doğrudan kavramsallaştırılması demek olan ampirizme davet çıkarılır.
Bunun günümüzde nasıl gerçekleştiğine gelince; bilginin metalaşması ile birlikte ortalığı görülmedik bir anı, değerlendirme, yorum, dedikodu bolluğunun kapladığını fark ediyoruz. Eski defterlerin açılması, tüm hesapların dökülmesiyle yaşanan malzeme karnavalı, yoğun bir olgu bombardımanına yol açıyor. Bu malzeme karnavalının coşkusu içinde nedenlerle sonuçlar arasındaki ilişki doğrusalmış gibi kavranmakta. Başından itibaren sahip olunan sonuç kendi iç mantığında yeniden üretiliyor. Diğer olgular ve bütünle etkileşimi, gelişimi unutulan olgular, tekillikleri içinde değerlendirilip hapsedilirken, temel önem atfedilen bir sonuç (kör edici ışık) hep hatırlanacak, belirleyici bir rol verilerek her hesaba katılacaktır. Sonuçta olguların bütün içinde değişimleri ile birlikte kavranmadan statikleştirilirildiği, bu yanılsama egemen sınıfın gücünü pekiştirmek için yaygınlaştırdığı ideolojik bir kavrayış, idealizmdir temelde.
Görüntü bolluğu ile birlikte oluşan bu bakar görmezlik kar körlüğüne benzetilebilir. Bu ideolojik körlük bugün de fazlasıyla yaygın: Burjuvazinin sınıfsal egemenliği belki de hiç bu kadar açık, yaygın, dolaysız ve soyutlamayı gereksizleştirecek ölçüde yaşamın tüm kesitlerinde belirmemişti; hal böyleyken bunun böylesine küstahça yaşanacağı, kabul edilebileceği pek beklenen bir şey değildi… Ta ki sosyalist deneyim yıkılana dek… Tıpkı kör eden ışık gibi, bu olgu tüm akıl yürütmelerde, tüm tekil sorunlarda tekrarlandı yeniden ve yeniden üretildi. Yenilgi döneminin bu arsız muhasebesi, bir anlamda solun büyük bir prestije sahip olduğu dönemde toplumsal yaşamın hemen her alanına vurduğu damgayı kazıyarak silme girişimiydi.
GARP CEPHESİNDE YENİ BİR ŞEY VAR MI?
Ezilenler sömürülenler için güncel olan açlık, işsizlik, yoksulluk ve savaşlar; egemen sınıfın, burjuvazinin cephesinde ise, aslında sosyalizmin tarih olduğu sözlerine aykırı düşen bir saldırganlık. Bu saldırganlığı göz önüne getirmek için Doğu Almanya’nın Batı’ya ilhakı sonrası bir soytarılığa dönüşen Honecker yargılaması ve yine Almanya’daki 1993 Eyalet seçimlerinin ilk turunda Brandenburg’un başkenti Potsdam’da PDS’nin (Eski Doğu Alman KP’siyle siyasal anlamda aynı çizgide olmasa da onların şu anki en belli başlı temsilcisi) birinci olmasının ardından yapılan ikinci tur seçimde Yeşiler de dâhil düzen partilerinin komünistlere karşı yaptığı ittifak, Küba ambargosu, Türkiye’den istemediğiniz kadar çok başka örnek vb. hatırlanabilir.
Soyutlama, pratik malzemenin yüzeysellikten arındırılması, değişimi açıklamak için yeniden üretilmesi olduğundan, olguların günü gününe algılanarak aktarılmasının ötesinde bir çabayı, teorik birikimi gerektirecektir. Diğer bir gerçek ise artık kimsenin dünyaya çıplak gözle bakmadığı. Bakmanın ve görmenin de optik alanda kaydedilen gelişmelerle birlikte boyutlandığını görüyoruz. Medyanın teknik anlamda gittikçe yetkinleşen araçlarla bireyi kuşattığı olgusu yanı başımızda. Burada önemli sorular beliriyor. Kaynağını üretim ilişkilerinde bulan ideolojik yanılsamaların ötesinde bilinçli bir çabayla üretilen bir ideolojik alan mı söz konusu? Biçimsel anlamda önemli gelişmeler olduğu gerçek.
İç düzenekte bir yenilik kabuk değiştirme,, yanılsamalar alanına temsil alanına yapılan bir müdahale söz konusu. Burjuvazinin ilk dönemlerinin ideolojik sınıfları: Filozoflar iktisatçılar sahnedeki yerlerini “robot” meslekdaşlarına bırakıyor…
Yeni neslin seçimi Cola, United Colors of Benetton gibi tüketim nesneleri ya da idolleştirilen şarkıcı, sinema oyuncusu, futbolcu gibi ölü emek timsalleri kült haline getirilip edebileştirilen tanrı ve tanrıcıklar. Ve gerek üretim ticaret haberleşme gibi toplumsal ilişkilerde gerek ideoloji dolaşımında teknolojik açıdan en gelişkin araçlarla müdahale eden iletişim sektörü kapsamı ve etkinliği ile dikkate alınmalı.
Körfez savaşının yarattığı çevre felaketinin düzmece kurbanı karabatak kuşunu, aynı savaşta kaale alınmadan gıda ambargosu sonucu açlığa ve dolayısıyla ölüme mahkûm edilen Iraklı çocukları; bir de Çavuşesku devrilirken medyanın yaşattığı sahte Temeşvar katliamında ölen binleri göz önüne getirin.
Ancak değişim yine de o denli köklü değil. Şu sorunun yanıtı pek zor olmasa gerek: Bu çağdaş gelişmeler cennetin din adamlarınca parsellendiği, “cadı”ların frengi salgınının sorumlusu olarak yakıldığı Ortaçağ Avrupası’na göre köklü bir ilerlemeyi temsil ediyor mu? Yanıtı ile birlikte bunun nedenini de bulmak gerekli. İnsanın insanlaşması sosyalizmle birlikte gelecektir.
SOVYET DENEYİ SONRASINDA…
Hiçbir teorik sistemde olmadığı kadar pratikle iç içe olan, olgularla test edilen, hesaplaşıp yenilenen, marksizme en somut pratik ürününün -şimdilik-yenilmesinden sonra baktığımızda ne görüyoruz
Ekim Devrimi’nin öngününde kapitalizmin çıkar kavgası için dünyayı savaşa sürüklediği bu dönemde tercihlerini devrimci bir kalkışma ve iktidar yerine uluslarının (burjuvalarının) çıkarları lehine yapanlar, II. Enternasyonal geleneğinin önemli bir kesimiydi. Bu tutumun sahiplenicileri koşar adım cepheye, vuruşmaya gittiler ve marksist kökenleri bir tarafa Sosyal Demokrat adı ile bilindiler. Bugün de aynı beceriyle burjuvalarına olan bağlılıklarını sergilemeye çalışan, sömürünün daha iyisini, namuslusunu yapabilecek olanlar var.
Bugün önümüzde duran, teorik, ideolojik uzanımları ile birlikte, siyasal plandaki iki zıt gelişim: Birincisi hızlı çekim bir şekilde “marksizm-leninizmin işinin bitirilmesi”. İkincisi ise marksizm-leninizmin iddialarının neredeyse yorum gerektirmeyecek bir şekilde doğrulanması.
Burjuvazi, marksizm-leninizmi öldürmeye devam ediyor. Ölmüş olanı bir daha öldürmek, Che’nin cesedine sıkılan kurşunlar gibi bitmeyen bir hıncı, korkuyu ve güvensizliği ifade ediyor, olsa olsa. Burjuvazinin hesabına bu kaygı pek yersiz de sayılmaz. Sevinmekte de, korkmakta da haklılar. Şimdi dünya proletaryasının önünde Manifesto’da sözü geçenin ötesinde canlı bir örnek ilkelerin, değerlerin, kavramların somutlanmış ürünleri, teorinin bu somutlukta yeniden üretilmişliği var.
İşin diğer yanı ise teorik çıkarımların yorumların yukarıda da ele alındığı üzere, zihinsel ek bir çabayı gerektirmeyecek denli açık şekilde yaşanması…
Halkın 40’ının açlık sınırında yaşadığı, dolar için her şeyin satıldığı, Parlamento’nun topa tutulduğu demokrat Rusya’yı mı sayalım, Polonya’da yaşam düzeyinin hızla düşüşünü, Walesa soytarısının Batı’ya “bizi aldattınız” deyişini mi, ülkeleri dışında karın tokluğuna çalışan “hür” Romen işçilerini mi,! yoksa Havel’in karşısında iki büklüm durduğu liderin ülkesi ABD’nin demokratik dünyada pek ses getirmeyen “arka bahçe” Haiti’ye müdahalesini mi!.. Çavuşesku’ların “servet”inden ses çıkmadı ama gazetelerin “siyasi” tercihlerine göre yayımlanan kendi siyasilerinin vergi kaçırma, rüşvet, yolsuzluk tefrikalan ortalığı sardı. Pisliklere boğulmak, alışmak üzere sistemli bir olgu bombardımanına tabi tutulduk. Her yerin karlarla kaplı olduğu ortamda beyazlığın, ışığın getirdiği körlük gibi.
En kötü temizlik tozunu pazarlamak bile belli bir mahareti gerektirdiğine göre, burjuvazinin sahip olduğu rahatlığın onu ne kadar büyük bir yeteneksizliğe mahkûm edebileceğini varın düşünün. Çiller, Yılmaz, İnönü, Karayalçın, Çetin gibi silik silik oldukları için de özenle defalarca parlatılıp sunulan her şey bir tarafa kitlelere hitap etmeyi bile beceremeyen (çünkü en azından düzmecesiz, sahici miting görmediler) “yeni” siyasiler bunun en güzel göstergeleri. Burjuva siyasal kadrolarının artık birer klasik olan dönekler dışında yıllardır aynı kalması, sanayicilerin doğrudan siyasal müdahalelerde bulunması, örneğin Boyner gibi hevesli bir zenginin keman dersi yerine politika dersi alıp siyasete soyunması da bu sürecin farklı belirişleri.
Sınıfsal egemenlik iyi donanımlı kadrolara ideolojik düzeyde yeniden üretime muhtaç mıdır, sorusunu bir kenara bırakıp Alman İdeolojisi’ndeki saptamayı hatırlayalım: “Gerçekten kendisinden önce egemen olan sınıfın yerini alan her yeni sınıf kendi amaçlarına ulaşmak için de, olsa kendi çıkarını toplumun bütün üyelerinin ortak çıkarı olarak göstermek zorundadır, ya da şeyleri fikir planında açıklamak istersek: bu sınıf kendi düşüncelerine evrensellik biçimi vermek ve onları tek mantıklı evrensel olarak geçerli düşünceler olarak göstermek zorundadır” 2 .
Fiiliyatta olan egemenliğe ilişkin kabul görmüş burjuva siyasal referansların kullanılmaz hale gelişi, egemenliğin genele ilişkin olan yönünün arka plana atılması. Örnek olarak yasama yürütme yargı işbölümünün anlamsızlaşması burjuva parlamentarizminin işlevsizleşmesi verilebilir. Elbette ki bunların ardında dünya düzeyinde yaşanmakta olan krizin belirleyiciliği de var.
SONUÇ YERİNE: “YENİ” DÜNYA VE SOL
Sözü edilen gelişmeler kavramsal düzeyde solu da fazlasıyla etkiledi. “Yeni” olan genelde yol açıcı, çözümleyici olmaktan çok burjuvazinin ideolojik sloganlarıyla kirlenmişti.
Bugüne kadar yaşananları kısaca hatırlarsak: diyalektik materyalizm yerine bütünlükten yoksun, olgulararası ilişkilerin tanımlanamayacağısistemsizliklertüretildi, “gerçeklikten yaşamdan öğrenme” adına bilinenler unutuldu. Buna uyarak türetilen statik yaşamayan bir toplum modeli oldu. Akıntının ardında ise bir dönemin “konsensus” “sivil toplum” “gerçek demokrasi” gibi orijinaliteleri kaldı. Sonunda tüm bunlar sahipsiz bir şekilde bir kenara bırakıldı ne izini süren ne de bunları pratikle sınayan oldu.
Sosyalist siyasetin önemli mevziler kaybettiği sınıf hareketinin sosyalist siyaset ile ilişkilerinin oldukça zayıf olduğu son yıllarda gericiliğe karşı ayakta duranlar da vardı. Moda olan cehalet görgüsüzlük ve bencilliğin karşısında özverinin direnmenin umudun timsali oldular. Sıkça dile getirilen “Ya sosyalizm ya barbarlık” sloganı bu saygıdeğer tavrı çok iyi anlatıyor.
Ancak yenilgi dönemlerinde hak verilebilecek, saygı duyulabilecek bu tutum süreklilik kazanmaya başladığında, ortada bir sorun vardır. Her şeyden önce sosyalizm moral olanın ötesindedir. Bu değerler gerçek anlamına mücadelenin ürünü olarak, sınıfsal kavga içinde kavuşacaktır ve kavuşmaktadır.
Bu kavganın özneleri de giderek daha belirgin hale gelmektedir.