Gelenek’in bir önceki 50. sayısının yayınlanışından sonra oldukça uzun bir süre geçti. Türkiye gibi ülkelerde, siyasi dengelerin günden güne değişebildiği, toplumsal dinamiklerin kısa sürede hızlanıp dalgalanabildiği biliniyor. Bu nedenle, Gelenek’in çıkmadığı aylara ilişkin kapsayıcı bir siyasi değerlendirme yapmak demek, aslında başlıbaşına bir kitabı, bu değerlendirmeye ayırmak demek.
Ancak başka yayınlarımız, özellikle haftalık Sosyalist İktidar’ın varlığı işimizi kolaylaştırıyor. Hareketimizin kendi yaklaşım ve açılımlarını dışarıya yansıtma sorunu olmadığını düşünüyoruz. Düşünce ve eylemimiz gün geçtikçe daha geniş kesimler tarafından sahipleniliyor, gün geçtikçe geleneğimizi daha ileri mevzilere taşıyoruz.
Yine de, bazı konulardaki tutumumuzu, yakın gelecekteki siyasi faaliyetlerimize ışık tutacak biçimde sizlerle paylaşmak istiyoruz. Fazla uzatmadan, açık ve dürüstçe…
EMEK BARIŞ ÖZGÜRLÜK BLOKU
24 Aralık seçimlerinde gündeme gelen Emek Barış Özgürlük Bloku, bu konulardan ilki. Gelenek okurları için bıktırıcı hale gelmiş olabilir, ancak, Blok, bugün üzerinde daha fazla durmayı hak eden bir oluşum. Üstelik ortada bir Blok varkenkinden daha cesur ve daha yaratıcı bir biçimde yaklaşmayı gerektiriyor.
O halde, Sosyalist İktidar Partisi’nin “fiilen bittiği”ni açıkladığı sırada Blok neden daha önemli hale geliyor?
Bu sorunun yanıtı oldukça basit: Blok, Türk ve Kürt emekçileri arasında oluşturulan bir köprüdür ve son derece reel bir gereksinime denk düşmüştür. Bu gereksinim varlığını sürdürdüğü sürece (ki sürdürmektedir), gereksinimi karşılayacak araçlar üzerinde durmaya devam edilecektir.
Emek Barış Özgürlük Bloku, Kürt hareketini belli bir siyasal düzlemde temsil etmekte olan HADEP’in “tercihimi soldan yana yaptım” dediği bir döneme denk düşmüştür. Karmaşık bir örgütsel yapıya ve tabana sahip HADEP’in tercihi oldukça önemlidir. Bu tercihi içlerine sindiremeyen kimi unsurlara rağmen, HADEP Blok fiilen varolduğu dönem boyunca sol dışındaki kesimlerle işbirliği arayışı içerisine girmemiştir. Tam tersine seçim pratiği, yaşanan ve zaman zaman hepimizi zorlayan sorunlara rağmen, HADEP’in Blok konusunda oldukça dürüst davrandığının kanıtı olmuştur. Çalışmalarda emekçi kimliğine yeterince vurgu yapılamaması, kimi yerelliklerde islamcı kesimlere fazla bel bağlama gibi sorunlar, daha yapısal özelliklerin ürünüdür ve HADEP’in seçim dönemindeki yaklaşımlarını gölgelememelidir.
O halde sorun nerededir? Emek Barış Özgürlük Bloku neden tıkanmıştır?
Blok’un tıkanmasındaki öznel nedenlere birazdan geleceğiz. Ancak, nesnel olarak Kürt hareketinin toplumsal tabanı ile Türkiye sosyalist hareketinin toplumsal tabanı arasındaki nicel ve nitel farkların, Blok’un karşısına ciddi bir sorun olarak çıktığını peşin peşin belirtmeliyiz. Kürt hareketi, bu hareketin parçalı temsilcisi HADEP, Türkiye sosyalist hareketinin toplumsal tabanını kendi gündemine katkı sunma anlamında yeterli görmemiş ve (seçim sonuçlarının da etkisiyle) Blok’un işe yarayıp yaramadığını sorgulamaya başlamıştır.
Oysa, HADEP yönetimi sağlıklı bir değerlendirme yapabilseydi, bu nesnel sorunu rahatlıkla aşabilirdi. Türkiye sosyalist hareketinin Blok’a, diyelim ki Blok çok önemli değil, HADEP’in acil arayışlarına katkısı çok büyük olmuştur. Kendi söylem ve araçlarıyla Kürt sorununu belli kesimlere taşıyamayan HADEP, sosyalistlerin dolayımıyla sorunu çok daha geniş kesimlere, hem de pozitif bir biçimde ulaştırmıştır. Şovenist şartlanmaların en yoğun olduğu bölgelerde, hayal bile edilemeyecek şeyler yapılmış, bazı mahalleler Kürtçe’yle tanışmış, “kelebek”li bayraklar cesaretle dalgalandırılmıştır. 12 Eylül sonrasında ilk kez bu kadar yaygın bir örgütlü kesim, nihayetinde HADEP’in öne çıktığı bir oluşumu coşkuyla desteklemiştir. İşin daha da ilginci, HADEP, kendi tabanında daha önce yaratamadığı bir dinamizmi Blok aracılığıyla elde etmiştir. En az bunlar kadar önemli bir kazanım, karşıt cepheyle ilişkilerde ortaya çıkmış, Türkiye’nin egemen sınıflarına, Kürt hareketinin yalnız olmadığı mesajı güçlü bir biçimde verilmiştir.
Belki, bütün bu olumluluklar oya tahvil edilememiştir. Ama, parlamentarist hayaller kurmaktansa, toplumun devingen kesimlerinde bir arayışa hitap etmek daha anlamlı değil midir?
Nedense HADEP seçim sonrasında bu soruya net bir yanıt vermekte güçlük çekmiştir.
Biz, Emek Barış Özgürlük Bloku’nun HADEP’i sola daha fazla yöneltecek, onu cesaretlendirecek bir deney olduğu inancını hala taşıyoruz. Bu partinin deneyin olumsuz yönlerine ve kendisini sağa çeken iç unsurlara teslim olmasından kaygı duyuyoruz.
Tam da burada işin içerisine öznel sorunlar giriyor. Ancak bunlara geçmeden, bir yanlış anlamaya fırsat tanımamak için, Blok sürecinde bizim ne kazandığımızı da sıralamak istiyoruz.
Her şeyden evvel, HADEP’in bütün kazanımları, bizim de doğrudan olumlayacağımız, benimseyeceğimiz doğrultudadır. Onların kazanımları, bizim de kazanımımızdır. Bunun dışında Sosyalist İktidar Partisi, yalnız kendisinin değil, Türkiye solunun tamamının 12 Eylül sonrasında elde edemediği ölçüde geniş bir toplumsal zeminde siyaset yapma şansını kullanmıştır. Bu zeminin bir kısmı batıdaki Kürt nüfustur, ama daha da önemlisi Blok nedeniyle memleketimizin geleceği konusunda umutlanan, canlanan emekçi kitlelerdir. Hitap kitlesindeki bu genişleme küçümsenemez.
Parti’nin daha yoğun bir siyasal üretkenlik içerisine girmesi, bir başka olumluluktur. Blok’un SİP’in ihtiyaç duyduğu siyasal sıçramaya yardımcı olduğu çok açıktır.
Komünistler Blok aracılığıyla Kürt hareketini daha yakından tanıma fırsatı bulmuşlardır. Bu, kuru değil, içlerinde yerel veya merkezi düzeyde çok sayıda kalıcı dostluğun, gelecekteki siyasal işbirliğinin zemini olan bir tanımadır. Kazanç hanesine bu da yazılmalıdır.
Kürt hareketinin soldaki tek muhatabının giderek reformizmle sosyal demokrasi arasında salınmaya başlayan BSP olmasının önüne geçilmesi, devlet destekli İP’in önünün kesilmesi de, bizim açımızdan Blok’un olumlu sonuçları arasında sayılabilir.
Ama, her şeyin ötesinde, Emek Barış Özgürlük Bloku, Kürt ve Türk emekçileri arasında canlı bir köprü kurduğu için yalnız bizim için değil, Türkiye’nin tüm devrim güçleri için anlamlı olmuştur.
Bu kadar olumluluk sıraladıktan sonra Blok’u tıkayan öznel nedenlere gelebiliriz. Bu nedenleri başlıklar halinde sıralarsak;
– HADEP’in ateşkes sürecinin tek bir yönüne takılarak, “barış” başlığı dışındaki gündemlere duyarsız kalması,
– HADEP içerisinde, “sola yönelim”den hoşnut olmayan kesimlerin seçim sonuçlarını da fırsat bilerek seslerini yükseltmeleri,
– HADEP’in örgütsel yapısının fazlasıyla seçimlere endeksli olması,
– HADEP’in burjuva basını tarafından özellikle şişirilen ÖDP faktörünü gereğinden fazla önemsemesi,
– HADEP’in Türk soluna dönük haksız kuşkularına, yine Türk solunun bir kesiminin son dönemki çocukça ve apolitik tarzından kaynaklanan haklı kuşkuları eklemesi,
– HADEP’in Türkiye solunu yeterince tanımaması,
– Emek Barış Özgürlük Blok’undan şiddetle rahatsızlık duyan sermaye sınıfının, Bloku perdeleyecek kimi girişimlerin önünü açmaya çalışması (bu girişimler hem Kürt hareketi içinde hem de Türk solundadır),
– BSP’den ÖDP’ye geçiş sürecinin tam boy sağcı bir oluşumla neticelenmesi.
Bu başlıklar uzatılabilir. Ancak, bir gerçek hiç değişmez: Yaygın kesimlerde umut yaratan Blok, seçimlerden sonra tam bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Aynı hayal kırıklığı bırakalım işçi sınıfının gündemini, Gazi’yi veya öğrenci eylemlerini, Newroz sırasında tek başına HADEP için de geçerlidir. HADEP, ateşkes sürecinin yarattığı tereddütler nedeniyle ileri adımlardan kaçan, hareketsizliği ilke edinen, değil kendi dışındaki devrimci güçleri, tabanındaki Kürt emekçilerini bile küstüren bir dönem geçirmiştir.
Bu tabloyu düzeltmek, HADEP’in ve genel olarak Kürt hareketinin önünde duran bir görevdir.
Yeri gelmişken, ÖDP’ye de kısaca değinmekte yarar vardır. Bu partinin içerisinde Blok’tan yana bazı kesimlerin olduğu biliniyor. Ancak, bu partiyi attığı adımlar, hâkim eğilim ve alınan kararlarla değerlendireceksek, bu kesimleri fazla öne çıkartma şansımız yok. Bu nedenle Blok’u tam anlamıyla sabote ettiğini söylediğimizde ÖDP’ye haksızlık etmiş olmuyoruz. Kürt hareketine, üzerinde demokrasicilik oynanacak ve barış havariliği yapılacak bir platform olarak bakan bu parti, sınıfsal açıdan ayrışmamışlık nedeniyle zaten sorunları olan HADEP’i sola değil sağa çekmiştir. Bu da yetmemiş, Blok’un likide olmasını sağlamıştır. Bu parti, devrimci ve emekçi bir Kürt-Türk kardeşliğini ören, giderek devrimci bir kalkışmaya zemin hazırlayan bir Blok yerine, sabah akşam barış zincirleriyle oyalanacak basit işbirliklerini tercih etmektedir. Bu nedenle komünistlerin de varolduğu ve ileriye çektiği bir oluşumdan köşe bucak kaçmaktadırlar. Bu kaçkınlığa bazılarının Kürt dinamiğine olan düşmanlığı eklenirse, ÖDP açısından Blok’u bitirmenin son derece rasyonel bir hedef olduğu ortaya çıkar.
ÖDP, HADEP’teki sorunlar nedeniyle bu hedefine şimdilik ulaştı. Ama hiç heveslenmesinler, liberallerin bu kağıttan şatosu, sanıldığından da erken yıkılacağı gibi, Kürt-Türk emekçilerin, devrimci bir platformda biraraya gelmelerini de kimse engelleyemeyecektir.
SOL NASIL SİYASET YAPIYOR?
Değineceğimiz ikinci başlık da sola ilişkin olacak. Ancak, sol içi tartışmalar değil ele alacağımız konu. Sol’un ülke gündemine girme mücadelesi verirkenki tarzına dair söyleyeceğimiz bazı şeyler var.
Öncelikle, Türkiye soluna bakarken geçmişte çok sık kullandığımız bir ayrıma işaret etmek istiyoruz: Devrimciler ve reformistler…
Bu ayrım, hükmünü halen sürdürüyor ve her zaman sürdürecek. Devrimci mücadele sürerken, sol adına kendini ortaya koyanların bir bölümü bu mücadelenin ilerlemesine, bir diğer bölüm ise nesnel olarak geriye çekilmesine hizmet edecektir. Ancak bu çerçevedeki bir tasnif, oldukça güç bir iştir. Bazı siyasi oluşumlar çelişkili bir konumlanış içerisinde olabilirler ve genellikle, değerlendirme kriterlerindeki oynamalara göre hemen hepsi böyle bir çelişki taşırlar. Yine bazı oluşumlar kendi içlerine dönük bir çelişki yaşarlar ve homojen olmayan bir görüntü verirler. Kimi siyasi oluşumlar ise, dönemsel olarak devrimci-reformist ayrışmasında taraf değiştirebilirler. Nihayetinde, bu tasnifleri yapan siyasi oluşumun öznel tercihlerindeki değişikliklerin rolünü de kimse inkar etmemelidir.
Kısacası, devrimci-reformist ayrışması kalıcı ve kesinlikler içeren bir duruma hiç gelmez.
Peki, bugün hareketimiz nasıl bir tasnif yapmayı tercih ediyor? Bu tasnifi bütünüyle öznel yaklaşımların boyunduruğu altına sokmayacak kıstaslar ne? Türkiye solunun nesnelliği bu tercihlerde bize ne kadar yol gösterebiliyor?
Bu sorulara yanıt verebilmek için, sola dair kriterlerimizi tek tek incelemek ve solun değişik kesimlerinin bu kriterlere ilişkin konumlanışını saptamak gerekiyor.
İlk ve en önemli kriter, sermaye sınıfına karşı programatik karşıtlık ve bağımsızlıktır. Ve ne yazık ki, Türkiye solunun neredeyse bütününün sınıfta çaktığı bir konudur bu…
İP, ÖDP ve yeni kurulan EP uzlaşmacı, işbirlikçi, aşamacı yönleriyle reformizmde ortaklaşmaktadır. Bu partilerin programlarındaki farklılıklar, daha çok tarz ve sunumla ilgilidir; bir tanesi köylücülükle, öteki liberalizm, diğeri popülizm-uvriyerizm karması bir kitle kuyrukçuluğuyla süslemişlerdir reformist programlarını.
Diğer tarafa baktığımızda, bugün devrimci demokrasinin ana gövdesini oluşturan iki-üç siyasi oluşumun programatik açıdan hala 80, hatta 70 öncesi halkçı gelenekten kurtulamadıkları gözükmektedir. Söylemin “devrimci” yanını ihmal etmemiz olanaksız olsa bile, bu yapıların, yeni yüzyıla girerken devrimci programlara sahip olduklarını söylemek güçtür. Tek tesellimiz, devrimci demokrasinin “program” sorununu tamamen geri plana atmış olmasıdır. Fazla önemsenmeyen şeyin geriye çekici etkisi de elbette sınırlı olmaktadır.
Programla bağlantılı bir başka kriter, siyasal üretimde sermaye sınıfına karşı bağımsızlıktır. Burada da bir dizi çelişki vardır. Örneğin özelleştirme karşıtı konumlanışta hiç tereddüt etmeyen İP, sermaye örgütlerine yaklaşımda en uç örnekleri sergileyebilmektedir. Laisizm, bağımsızlıkçılık ve demokrasi başlıklarında Perinçek ekibi, sermaye sınıfı ile kucak kucağa davranmaktadır. ÖDP ise, bağrındaki karmaşıklığı bir kenara koyar ve baskın eğilimi değerlendirirsek, sermaye sınıfından ne ideolojik ne de örgütsel olarak kopabilir; öyle bir amacı da yoktur. Hareketimiz, bu sıfatı sevmemekle birlikte, ÖDP’nin, kendisini sermaye sınıfına bağlayan güçlü bir küçük burjuva zemine sahip olduğu düşüncesindedir. Bu kriter açısından andığımız kümede en “sol”da duran EP’tir. Ancak bu partinin asıl sınavı bundan sonra başlayacak ve özellikle işçi sınıfı hareketi içerisinde tuttukları sağcı yer nedeniyle siyaset üretiminde de zorlanacaklardır.
Devrimci demokrasi ise, sermaye sınıfına karşı bağımsızlığını daha çok örgütsel düzlemde sağlamayı önemsediği için, siyasal alanda çok ciddi sorunlarla karşı karşıyadır. Sosyal demokrasiden medet umma, zaman zaman sermaye sınıfına seslenme, özelleştirmeye karşı tutarsız tavır alma, anti-faşist mücadelede ve öğrenci hareketinde hedef ve sloganlar bağlamında düzenin sınırlarını sadece radikal biçimlerle zorlamak gibi sıkıntılar değişik dozlarda olsa da, bütün devrimci demokrat oluşumları etki altına almaktadır. Bu nedenle devrimci demokrasi birçok açıdan reformizme bulaşık durumdadır.
Devrimcilik-reformizm ayrışmasında başvurulacak bir diğer kıstas, örgütsel bağımsızlıktır. Bugün, reformist kampta yer alan partiler (kısmen EP’i ayırırsak) örgütsel açıdan sermaye sınıfının ufkunu aşamayacak kadar bağımlı durumdadırlar. Bu partilerin varlıkları ve siyasal kimlikleri, düzeninin vizesine muhtaçtır. Ek olarak, karşı devrimci İP’nin düzenle “özel” bağları olduğu gözden kaçmamalıdır.
İlk bakışta bu alanda avantajlı görünen devrimci demokratların da “örgütsel bağımsızlık” konusunda ciddi sıkıntıları vardır. En azından bu sıkıntıyı aşabilen oluşum sayısı son derece sınırlıdır. Her ne kadar ana gövdeyi oluşturan DHKC, MLKP gibi hareketler bağımsız konumlanışlarında az çok süreklilik sağlayabilmiş olsalar bile, genel olarak bakıldığında, siyasal bağımsızlık ve toplumsal meşruiyet açısından tahkim edilmiş kaleleri olmayan oluşumları illegalitenin de kurtaramadığı ortaya çıkmıştır. İllegalitenin, düzene karşı örgütsel bağımsızlık açısından tek başına yeterli bir kazanım oluşturmadığı ortaya çıkmıştır.
Siyasal pratik, devrimcilik-reformizm ayrışmasında bir başka turnusol kağıdıdır. Bu açıdan devrimci demokrat kamp, birazdan değineceğimiz eleştirilerimize rağmen, reformistlere göre oldukça “sol”da durmaktadır. Türkiye’de reformizm, giderek düzene veya onun ideolojik geleneklerine yaltaklanan, riske girmeden düzeni sorgulamak isteyen kaypaklığa hitap eden bir tarza endekslenmektedir. Hoplayan-zıplayan, garip demeçler veren ve her etkinliğine pastel renkler çalan ÖDP, reformizmin bu alandaki tartışmasız öncü gücüdür.
Bunun karşısında, her tür sorundan bağımsız olarak, kendini ateşe atan, düzen güçleriyle karşı karşıya gelen bir devrimci tarz vardır. Devrimci demokrasi, bu karşı karşıya gelişlerin bir bölümünü anlamlı kılabilmekte, ama ne yazık ki, son dönemde siyasetsiz pratisyenliğe daha fazla mahkum olmaktadır. Devrimci demokrasi, bugün kendisini devrimci yapacak olan özelliklerin tayininde büyük hatalar yapmaya ve işin kolayına kaçmaya başlamıştır. Siyasal bağlantılarından kopmuş bir pratik (buna radikalizm demek de olanaksızdır, çünkü bilim bize “şiddet veya zoru ille de radikalizm etiketiyle estetize edeceksiniz” dememektedir) devrimci demokrasiyi siyasetten uzaklaştırmaya başladığı için, onu aslında devrimci bir çizgiden de uzaklaştırmaktadır.
Bu konu, daha ayrıntılı bir biçimde ele alınmak durumunda. Dünyanın hiçbir yerinde ve hiçbir zaman, “sol” bu kadar anlamsız bir pratik rekabete girmemişti. Bugün devrimci demokrasinin ana oluşumlarından başlayarak, geleneksel sol ile devrimci demokrasi arasında salınan küçük bazı gruplara varıncaya kadar herkes “en keskin” nasıl olurum arayışına girmiştir. Bu arayışlar içerisinde solun toplumsal rolünü zedeleyen olağanüstü büyük hatalar yapıldığı gibi, son 10 yıldır Marksizmle kurulmaya başlanan bağlar da neredeyse tamamen koparılmıştır. Sermaye sınıfı ile “devlet” arasındaki ilişkinin ucu tamamen kaçırılmış, sınıflar mücadelesindeki dengelere dair en basit bir analiz yapılamaz hale gelmiş, herkes birbirini reformizmle suçlamaya alışmış, yayınlarda “milyonlar ayaklandı artık geçici devrim hükümeti kuruyoruz” gibi zırvalara yer verilmekten kaçınılmamaya başlanmıştır. Bu gidiş, devrimci bir gidiş değildir. Bu gidiş, devrimci demokrasinin bu ülke toprağında her zaman bulacağı nesnel zemini reddetme, o toprağı istememe ve onun yerine RAF, B.Mainof gibi gelişmiş ülkelerde devresel olarak var olmuş (çok da anlamlı olmayan) örgütlere benzeme arzusunu simgelemektedir.
Biz bu tarzı şimdiye kadar satır aralarında, geçerken ve devrimciler arasındaki üsluba elden geldiğince dikkat ederek eleştirdik. Bu yaklaşımımızı fazla değiştirmek istemiyoruz. Devrimci demokratlar, bizim devrimci dostlarımızdır. Mümkün ve gerekli olan her durumda onlarla birlikte tavır geliştirme, onlarla yürüme arayışı içinde olacağız. Bunu da bazı karalamaları görmezlikten gelerek yapacağız.
Ama, pişkin olmadığımız için, bazen yanıt verme ihtiyacı da duyacağız.
Bu anlamda, özellikle son aylarda devrimci demokrat yayınlarda hareketimize karşı yöneltilen suçlamalara genel bir yanıt verme ihtiyacı hissediyoruz. Partimizi diğer siyasi oluşumların beğenmesi gibi bir derdimiz yok. Birbirimizde eleştirilecek şey bulamasaydık, aynı yerde olurduk. Sorunumuz bu değildir. Sorunumuz, siyasi hareketlerin birbirlerine karşı eleştirilerinde “masal yazıcılığı”na başlamalarıdır. Daha önce birkaç kez, ortak etkinliklerde başımıza gelmişti. Devrimciler, ortak iş yaptıklarında birbirlerini yayınlarda değil, önce o işin platformunda dinler ve eleştirirler. Bu bir adap sorunudur ve Türkiye solunda şimdiye kadar önemsenmemiştir. Onun yerine “şöyle yaptılar”, “şunu söylediler”, “şunu dediler” dedikoduları öne çıkmaya başlamıştır. “Bizi binalarına almadılar”, “bizi yalnız bıraktılar”, “bizi terk ettiler”…
Ayıptır…
Dediğimiz gibi, bizi beğenmek zorunda değilsiniz; kimse kimseyi bütün yönleriyle beğenmek zorunda değil. Ancak, eleştirilerde ne kadar “olgun” ve “gerçekçi” olunursa ciddiye alınma oranı da o kadar yüksek olur. Bizim genel yaklaşımlarımız biliniyor; en fazla da sözümüzde durma alışkanlığımız. Ortak etkinliklerde veya ortaklaşılan etkinliklerde alınan karar veya peşinen vurguladığımız tutum dışında hiç bir şey yapmayız. İşçi hareketinde de, öğrenci eylemliliklerinde de…
Bu yönümüz biliniyor. Kendi kafalarına göre iş yapıp, sonra “bizi terk ettiler” diyenler, SİP’i hala bir demokratik kitle örgütü sananlar, eğer bizim dostluğumuza gereksinim duyuyorlarsa, yazacaklarını biraz daha düşünerek yazsınlar. Yok, “çamura bulayalım” kararı varsa; hareketimiz bundan hiç etkilenmez. Onca kağıda, onca harcamaya yazık…
Sosyalist İktidar Partisi devrimciliğini, komünistliğini program-siyaset-örgüt bütünlüğünden ve bu bütünlüğü her somut mücadele başlığında yeniden üretmesinden alıyor. Bizim notumuz, bu çerçevede verilecek; başkalarına benzeyip benzemediğimize göre değil…
Bu nedenle özellikle son öğrenci eylemliliklerinde SİP’e yöneltilen suçlama ve karalamaları şiddetle protesto ediyoruz. Bu eylemliliklerin sola çekilmesinde, “özerk demokratik üniversite” veya “harç zamlarını protesto” gibi geri, hatta yanlış bir çerçeveden çıkılarak “eşit parasız eğitim sloganı”na doğru geçilmesinde; eylemliliklerin toplumsal meşruiyet elde edişinde ve nihayet disiplinli ve kararlı tutum alınabilmesinde SİP’li öğrencilerin büyük rolü olmuştur. Biz, ancak bu roldeki aksamalara dair eksikliklerimizi, hatalarımızı tartışırız; “niye göz göre göre yanlış işler yapmadınız” sorusuna yanıt vermeyiz. “DTCF’de niye yoktuk” sorusunu, “DTCF’de ne yaptınız” sorusuna doğru dürüst bir karşılık verilebildiğinde yanıtlarız.
SİP, bu ülkenin emekçilerini, işçilerini sosyalist devrime taşımak amacıyla hareket eden komünistlerin partisidir; adını çocukça ve düşüncesizce eylemlere yazdırma gibi bir derdi yoktur; kimsenin olmamalı…
Kimseye bize benzeyin demiyoruz; bu ülkenin devrimci demokratlara şiddetle ihtiyacı var. Ama, daha siyasi, daha tutarlı ve daha sistemli bir kimlikle…
(…)
Devrimcilik-reformizm ayrışmasına ilişkin son söyleyeceklerimiz, işçi sınıfı içerisindeki çalışmalara dairdir. İçlerinde sınıf içerisinde önemli bir etkisi olmayan ve belki de bu nedenle “sol” konumlanışı tercih edenler bir yana, devrimci demokrasinin reformizmle en fazla ortaklaştığı nokta işçi hareketine, özel olarak da sendikal harekete yaklaşımdır.
ÖDP, İP ve EP’in işçi hareketindeki çalışma tarzları evlere şenliktir. Bu partiler, sendikal bürokrasiye arka çıkmak bir yana, sendikal bürokrasinin önemli bir bölümünü içlerinde taşımaktadırlar. KESK dâhil, sendikal hareketin bugünkü tıkanıklığında üç çizginin de büyük bir emeği geçmiştir ve bu suçlamaya söyleyebilecek tek kelimeleri yoktur. Reformizmin Türkiye işçi hareketindeki müttefikleri Bayram Meral, Rıdvan Budak, Şemsi Denizer gibi adamlardır.
Ne yazık ki devrimci demokrasinin, söylemdeki radikalliği, iş sendikal gündeme geldiğinde tamamen değişmektedir. Bugün, Rıdvan Budak’ın arkasındaki güçlerden bir tanesi, “devrimcilik”te rakip tanımayan bir örgüttür ve bu bir istisna değildir. İşçi sınıfını kavgaya çağıranlar, aynı sınıf için gerekli olan bir kavgaya “sendikaları ağalardan arındırma kavgası”na ellerini sürmemekte, mücadelelerini kapalı kapılar ardında yapmayı tercih etmektedirler. Delege avcılığı, kulis faaliyetleri ve sendikalarda profesyonel kadro kapma kaygıları nedeniyle devrimcilik, devrimci demokrasinin sendikalar durağından bir türlü geçmemektedir.
Görüldüğü gibi, Türkiye solunun genel yapısı son derece karmaşık ve aslında son derece sancılı. Bu yapı, yakın gelecekte ciddi altüst oluşlara gebedir ve solun şansının arttığı, ama bir kısım solun inatla bu şansı teptiği bir dönemde, ilginç tabloların ortaya çıkması beklenmelidir.
Sosyalist İktidar Partisi, bu tabloda kendi yerini güvenle ve güven vererek pekiştirmektedir. Türkiye solu, genel olarak sol adına güven vermeli ve kendine güvenini artırmalıdır.
Bu süreçte herkese büyük görevler düşecektir.
Ama ilk önce; herkes oturup düşünmeli ve “Taksim’den başka 1 Mayıs yok” şiarına sahip çıkmalıdır. 1 Mayıs 1996, solun Türkiye’nin siyasal yapısındaki yerini değiştirebileceği gibi, solun iç dengelerinde de önemli oynamalara neden olacaktır.
Bu nedenle bu yıl daha güçlü bir sesle,
YAŞASIN 1 MAYIS.
YAŞASIN PROLETARYA ENTERNASYONALİZMİ.