Bir efsane haline gelmeyi aslında fazlasıyla hak ediyor 15-16 Haziran. Ama keşke biraz daha fazla elle tutulabilecek kadar uzansaydı bugüne. Ve bugüne uzandığı oranda yitirseydi bir şeyler efsanesinden… Hakkında söz söyleyecek çok daha fazla kadro devretseydi bugüne; sınıf mücadelesinin bugünkü gündemine. Keşke, işçi hareketimiz tarihinde bir referans noktası olmanın yanında onlarca, yüzlerce incelemeye konu olsaydı. Emek ürünü, dost işi, ve dürüstçe örülmüş…
Ne ki, elde avuçta bugün kendisini yeni 15-16 Haziran’lar yaratmaya adamış çok az sayıda 15-16 Haziran katılımcısı ve yine oldukça az değerlendirme var. Açıkçası, işçi sınıfının o günkü kalkışmasının içerisinden bugün kadro yaratmanın maddi sınırları bulunuyor. Her şeye rağmen bu sınırlar zorlanacak. Ama, iş 15-16 Haziran’ın enine boyuna tartışılmasına geldiğinde benzer sınırlara sığınmanın hiçbir anlamı yok. O günün içinden süzülüp gelen değerlendirme ve anıların sayısı şaşırtıcı derecede az bile olsa, bu az sayıda çalışmada “öznel” vurgular doğal olanın ötesinde bile olsa, 15-16 Haziran zaman içinde yerli yerine oturtulmalı. Bunun için gerçekten de onlarca, yüzlerce çalışmaya ihtiyaç var. Çünkü bu dönem, yani 12 Mart’a giden süreç dönemin TİP’ini, dönemin DİSK’ini ve dönemin Dev-Genç’ini de kapsayan biçimde henüz yeterince bilinçlere çıkarılamadı.
Üstelik Türkiye solunda hala andığımız dönemin kadrolarının önemli bir ağırlığı olduğu söylenebilir. Ama ilginçtir, bu dönemi solun dışındakiler veya dışına düşenler daha fazla ele alıyor daha fazla didikliyor.
Türkiye’de 15-16 Haziran’ı, dönemin genel mantığı içerisinde, yani 12 Mart’a doğru yönelişin mantığında yerli yerine oturtan Marksistler elbette oldu; az sayıdaki değerli çalışmanın hakkını yememek gerekiyor. Doğrudan 15-16 Haziran hakkındaki çok az çalışmaya da, her şeye rağmen saygı duymak bizim açımızdan bir görev.
Ama ötesine geçmek gerek. Dönemin DİSK yöneticisi olma sıfat ve sorumluluğuyla, ilgili kitabında oldukça öznel bir yaklaşım sergileyen Kemal Sülker’in yazdıklarının ötesine geçmek gerek. Öykü yazıcılığının yetmediğini, 15-16 Haziran 1970 sırasında bu ülkede TİP ve Dev-Genç diye iki önemli siyasi hareket olduğunu; DİSK yöneticilerinin yoğun diplomasisine ve konunun DİSK bağlantısına rağmen kalkışmanın DİSK kontrolünde olmamasına anlamlı yanıtlar verilmesi gerektiğini bilmek gerek.
Çok daha bizden, çok daha tutarlı bir yaklaşım ve niyetle yola çıkılmasına rağmen, Sırrı Öztürk’ün kaleminden 15-16 Haziran’ın İSP denilen “yok parti”nin nüvelerine havale edilmesine ve bu oluşum için basit bir propaganda konusu haline getirilmesine, adresi olmayan ve bu anlamda işlevini yitiren yargılamalara da müdahale etmek zorunlu 1 .
Evet, 15-16 Haziran geleneğimizdir; Türkiye’de işçi sınıfı hareketine, sosyalizm kavgasına gönül-omuz veren herkesin, bayrağıdır.
15-16 Haziran Mehmet Gıdak, Yaşar Yıldırım ve Mustafa Baylan adlı işçilerin ve bir esnafın polis kurşunlarıyla hayatını kaybettiği;
Hemen ardından Türkiye’nin en önemli sanayi bölgesinde, İstanbul-Kocaeli hattında sıkıyönetimin ilan edildiği;
Akabinde çok sayıda DİSK yöneticisi ve işçi önderinin tutuklandığı;
Bazı işçilerin gösteri ve yürüyüş kanuna muhalefetten hüküm giydiği;
Binlerce emekçinin işten atıldığı;
Her tür toplantının, yürüyüşün, afiş ve bildirinin yasaklandığı;
Üstünden daha bir yıl geçmeden memleketimize faşizmin karanlığının çökertildiği bir eylemdir.
Bütün bunlar,
Düzenin tam bam teline bastığından;
İşçi sınıfının yıllardır olgunlaşmaya başlayan mücadeleci kimliğinin görkemli dışavurumu olduğundan;
Türkiye’de devrimci hareketin iç tartışmalarına köklü ve sarsıcı, ama mutlaka ilerletici bir müdahale yaptığından;
Burjuvazinin egemenliğinin hiç de sarsılmaz olmadığını kanıtladığından;
Bazı etmenler çakışınca, işçi sınıfının örgütlerindeki gerilik ve kısıtlara rağmen hedefe kilitlenebileceğini gösterdiğinden;
Bu ülkede proletaryanın sendikal alana ve ekonomik mücadeleye sınırlanmaya mahkum onmadığını ilan ettiğindendir…
(…)
Bütün bunlar Türkiye’de sınıflar mücadelesinin seyrini ciddi ölçülerde etkileyen gelişmeler. Bu gelişmelerden sermaye sınıfının daha fazla ders çıkarması ve gerekeni yapması, 15-16 Haziran’ın geleneğimizde özel bir yer tutmasının önüne elbette geçmiyor. Uluslararası işçi sınıfı hareketinin tarihindeki bütün parlak dönemeçler, bütün anlamlı kalkışmalar, eğer bir proleter devrime yol vermemişlerse, neredeyse bir kural olarak egemen sınıfların iktidarlarını pekiştirmeleri ile neticelenmiştir.
İşçi sınıfı hareketinin sosyalist hareketin açtığı bazı kanalları kullanarak, ama ondan büyük ölçüde bağımsız bir biçimde tarihe çıktığı 15-16 Haziran eylemleri işçi hareketindeki birçok mevzinin yitirilmesi anlamına gelmiş olsa bile, işçi sınıfının tarihsel açıdan birçok anlamlı mevziyi fethetmesine de yol açmıştır. Bu nedenle 15-16 Haziran’a ilişkin olarak söylenebilecekler arasından “sermaye sınıfının işçi hareketinde gerçekleştirdiği tasfiye girişimi” tezini peşinen çıkartmak gerekmektedir. Keza hareketi sendikal önderliğin radikalleşen sınıf tabanına dönük bir komplosu biçiminde tarif etmek de, gerek siyasal, gerek tarihsel, gerekse etik açıdan sakıncalıdır.
15-16 Haziran hareketi, yalnızca kendisini takip eden dönemin temel mantığı ile açıklanamayacak çapta bir kalkışma olduğu gibi, hareketin nesnel dinamikleri ona itki veren öznel faktörlerden çok daha belirgin özellikler taşıdığı için, herhangi bir komplo teorisine de malzeme olamayacaktır.
Sonrasına daha yakından bakmak
15-16 Haziran kalkışmasının sonrasındaki gelişmelere bakıldığında etki-tepki mekanizmasının oldukça acımasız bir biçimde işlediği görülüyor. Kalkışmanın ardında yatan büyük yanıtın 12 Mart olması da bu mekanizmayı fazlasıyla öne çıkartıyor. Generallerin muhtırası ve sonrasındaki terör düzeninin tek başına 15-16 Haziranla açıklanması doğal olarak mümkün değil. Ancak, 1970 Haziranı’nı dönemin genel dinamiklerinin bir parçası ve bu dinamiklere yeni bir nitelik kazandıran özel bir evre olarak ele almak, bu nedenle 12 Mart’ı sermaye sınıfı açısından bir ihtiyaç olarak öne çıkartan gelişmelerin en önemlilerinden birisi olarak saymak, dönemi kavramak açısından mutlak bir zorunluluk.
Bu çalışma 12 Mart’a sadece ve sadece yukarıda değindiğimiz mekanizma açısından yaklaşma durumunda. Merkezde ise, etkileyen faktör olarak 15-16 Haziran var. Ancak işe tepkiden başlayabiliriz.
Sermaye sınıfının, onu 1970’lerin hemen başında sınıf mücadelelerinin seyrini değiştirecek yeni araçlara muhtaç bırakan dinamiklere yönelik değerlendirmesi artık klasikleşmiş durumda: Toplumsal gelişme, iktisadi gelişmenin önüne geçti.
Bu yaklaşım, burjuvazinin dünyası açısından bile ciddi boşluklar içeriyor. Türkiye kapitalizminin 1960’ar boyunca kazandığı yeni çehrenin, bazı açılardan “toplumsal gelişme” denilen süreçle mutlak bağlara sahip olduğunu nedense görmek istemiyorlar.
Her zaman siyasal saikleri öne çıkartan bir çekingenlikle malul Türkiye burjuvazisinin ortaya çıkan istikrarsızlığın faturasını toplumsal uyanışa kesmesine içerleme durumumuz yok. Bu sınıfın temel karakteristiği budur. Nihayetinde egemen sınıfın iktidar sorununu merkeze koyarak siyasal gelişmelerden rahatsız olmasına, korkakça ve çok boyutlu tepkiler açığa çıkarmasına şaşırmamak gerekiyor.
Aslında tepkiler 12 Mart ile gelmiyor. Tepkiler, yazımın başında kısaca değindiğim gibi, anında sıkıyönetim ilan ederek ve en yetkili ağızlardan tehditler savurarak hemen rengini belli ediyor:
“Türk devleti, kanunları hakim kılacak güçtedir. Kanunsuzluğun her çeşidinin bu zaman kadar hakkından geldik, bundan sonra da geleceğiz. Türk kanunlarının tanıdığı haklar istismar edilemez. Bu gibi hareketlerin içine girenlerin tahriklere alet olduğu bir gerçektir. Kanunsuzluğa alet olmanın sonu yoktur” 2 . [DEMİREL, Süleyman]
Aradan 26 yıl kadar geçtikten sonra Süleyman Demirel’in siyaset yapma tarzındaki benzerlik, Türkiye burjuvazisinin onca değişime rağmen, toplumsal olaylarda artık değişmesi mümkün olmayan bir refleks geliştirdiğini ortaya çıkartıyor. Bu refleks yalnızca basil bir sınıf tepkisi ile açıklanamaz. Bu refleks aynı zamanda sınıflar mücadelesine dair yalın bir kavrayışa da işaret eder. Burjuvazi bu ülkede kendi egemenlik haklarına dair sınırları tartışmak bile istemiyor. Kabadayılığı ve sınırlar zorlandığı an tereddütsüz şiddet uygulamalarını neredeyse bir yasa konumuna çıkarıyor. Türkiye solunun aradan geçen onca acı deneye rağmen bu yasaları tanımak istememesi ne kadar vahim. İşin daha da kötüsü, bu istikrarlı tarzın baş aktörlerinden bir tanesi olan Demirel’in tarza dair değişimi gerçekleştireceğine dönük 1980’lerde yaratılan hayallerin aklı başında sanılan aydınlara bile sirayet edebilmesidir.
Oysa sınıflar mücadelesinin birçok merkezi sorununa yaklaşımda ne sermaye sınıfı, ne de onun bir klasiği haline gelen Demirel’in herhangi bir yenilenme arayışı hiç yoktur.
Bu nedenle 15-16 Haziran’ın hemen ertesinde Demirel’in yukarıda yer verdiğimiz tepkisi anlık bir yaklaşım olarak değerlendirilemez. Tamamen tarihseldir, sadece biçim açısından doğaçlamadır.
Şimdi yeniden bu tepkiyi yaratan süreçte 15-16 Haziran’ın rolüne dönelim. Bu kalkışmanın DİSK’in hareket alanını daraltıcı, hatta bütünüyle ortadan kaldırıcı bir yasal düzenlemeye dönük tepkiler neticesinde olgunlaşması, 15-16 Haziran’ın bu kadar dar bir kapsamda değerlendirilmesi hatasına (bu hata kimi zaman bilinçli bir çarpıtmaya dönüşmektedir) düşülmesine neden olmaktadır. En azından sermaye sınıfının tepkilerini incelerken, bu kadar kısıtlı bir çerçeveden bakmanın ciddi sakıncaları vardır:
“Türkiye’nin egemen çevrelerini 12 Mart tercihine yaklaştıran yolda, 16 Haziran belki en önemli dönemeçtir. Açık nedenlerden ötürü: Önce, 16 Haziran, sendika özgürlüğünü kısıtlamanın, işçi sınıfını bir takım yasal saptırmalarla demokratik ortamda sınırlamanın ya da onun gelişimini engellemenin, yanıltmanın çok zor olduğunu gösterir” 3 . [CEM, İsmail]
Türkiye burjuvazisi, 12 Mart’a bu kaygılarla gitmedi. 12 Mart’ın ekonomik gerekçelerini bir kenara koyarsak, Türkiye burjuvazisinin üzerinde en çok durduğu, siyasal açıdan Türkiye’deki toplumsal dinamiklerin mevcut kurumsallaşmayı aşmaya başlamasıdır. Bu anlamda aşılan kurumsallaşma, yalnızca sermayenin kendi yasallığının parçası olanlar değil, DİSK ve hatta TİP gibi bu dinamiklerin açığa çıkmasına önemli katkılar koymuş “sol” yapılardır da. Bu nedenle devlet yalnızca TİP ve DİSK’in önünü kapamak ihtiyacıyla değil, aynı zamanda bizzat toplumsal dinamiklerin kendisini budamak için bir gerici dönem arayışına girdi. Zaten DİSK’in 12 Martla birlikte ehlileştirilmesinde gösterilen başarı da buna işaret etmektedir.
Kısacası 15-16 Haziran derslerinin burjuvaziye öğrettiği gümbür gümbür gelen bir sendikal hareket değildir. Egemen sınıfın pek iyi kavradığı şey, soldaki ve sendikal alandaki bütün yetersizlik ve sığlığa rağmen emekçi sınıfların kendilerini toplumsal açıdan ifade etmede tehlikeli bir iddialılığa sahip olmaya başlamış olmasıdır.
Zaten, gelişmeleri kasıtlı bir biçimde işçi sınıfının masumane sendikal hareketliliğine hapsetmek isteyen İsmail Cem de işin bu kadar basit olmadığını hemen ardından itiraf etmektedir:
“16 Haziran 1970’ten sonra, sermaye sınıfının kesin bir tercih noktasına geldiğini söylemek, bir tahmin olmasa gerekir. (…) 16 Haziran sonrası mevcut öteki koşullarla birlikte değerlendirildiğinde, 12 Mart uzakta değildir artık” 4 . [CEM, İsmail]
Dolayısıyla 15-16 Haziran, egemen sınıfın oluşmaya başlayan yeni yönelimini olgunlaştırmıştır. Yeni yönelim siyasal açıdan memleketin sokağını, üniversitesini fabrikasını ve hatta kışlasını teslim almaktan başka bir anlama gelmemektedir. Öyle ki, 12 Mart öncesinde yaratılan her türden “sol cunta” beklentisine rağmen, en yetkili ağızlardan sürekli olarak “böyle gitmez” lafı duyulmaya başlanmıştır. Burjuva diktatörlüğünde yetkili ağızların “böyle gitmez”i Aziz Nesin’inkinden farklı olduğu için, 12 Mart ve sonrasında olanların çok kişi için şaşırtıcı olması, başlı başına şaşırtıcı ve vahim bir olaydır. Halbuki durum son derece açıktır:
“Gözlemciler, hükümetin İkinci Cumhuriyet’in kurumlarıyla yasa ve düzeni koruyamadığını kaydettiler ve bu kez Pakistan’daki “Yahya Han” modelinde bir başka askeri vesayet döneminin geleceğini öngördüler. Demirel sık sık bu kadar liberal ve gevşek bir anayasayla ülkeyi yönetmenin imkansızlığından şikayet ediyordu” 5 . [AHMAD, Feroz]
Türkiye burjuvazisi, 1960 sonrası dönemde, yeni yapılanmanın getirdiği ilk karmaşadan sonra, gelişmeleri kendi sınıf çıkarlarının mantığına uygun, üretici güçlerin gelişimi temelinde ele aldı. Ancak bu ele alış aynı zamanda, gelişmenin tıkanma noktalarını ve tıkanmayla hangi toplumsal direnç odaklarının harekete geçebileceğini hesap etmeyi de kapsadı. Bu nedenle 15-16 Haziran ölçek ve cüret açısından sermaye sınıfının canını sıkmakla birlikte, onun öngörülerine çok da aykırı bir gelişme olmadı. 1970 yılı, burjuvaziye sınıflar mücadelesinde saflık yakıştırmak için hayli “geç” bir tarihtir.
Bu nedenle 15-16 Haziran’ın değeri, onun durgun sularda patlayan ani bir dalga olmasında değildir. Tam tersine, onu değerli kılan, devrimci hareketi besleyen toplumsal dinamiklerin çarpıcı zenginliği içerisinde işçi sınıfına merkezi bir yer açmasıdır. Kaldı ki, Türkiye işçi sınıfı 70’e gelinceye kadar, sicilini önemli çıkışlarla doldurmuş ve kendisine belli bir alan yaratmış durumdadır.
15-16 Haziran, sanayi proletaryasının belki biraz gecikerek ülkedeki devrimci dinamiklerin hiyerarşisini yeniden düzenlemesidir. Dolayısıyla, dönemin örgütsel açıdan olmasa bile, siyasal kavrayış ve pragramatik çerçeve açısından en ileri grubu Emek’in şu değerlendirmesine cesaret veren bir eylemdir 15-16 Haziran:
“Türkiye’de üretim güçlerinin bugünkü seviyesinde iktidara yönelik bütün hareketler, ya burjuvazinin, ya da işçi sınıfının damgasını taşıyan, taşımak zorunda olan hareketlerdir. Direnişin ortaya koyduğu bu gerçek, burjuva iktidarının tek almaşığının işçi sınıfı iktidarı olduğunu ifade etmektedir” 6 . [EMEK dergisi]
Daha sonra solun değerlendirmelerine yeniden döneceğim. Ancak şimdiden bir konuya değinmek istiyorum. Yukarıdaki yaklaşım, işçi sınıfını ve iktidar perspektifini merkeze koyması açısından oldukça “ileri” bir hattı özetlemekle birlikte, aynı zamanda (sonrasındaki gelişmelerle kanıtlanan) can sıkıcı bir apolitizmi de barındırmaktadır. Çünkü 15-16 Haziran, hemen akabinde olup bitenler açısından “işte işçi sınıfı gerçeği” denerek geçiştirilecek bir dönemeç değildir. Sınıf hareketinin bu çapta bir eylemin altına siyasal hareketlerin bu kadar uzağında girmesi ve eyleme kendi doğal geriliğinin izlerini fazlasıyla taşımakla birlikte, siyasal bir renk vermesi “sol” açısından düşündürücüdür. 15-16 Haziran’a kolayca (ve birçok açıdan haklı nedenlerle) kendiliğinden damgası varan bir kısım sol’un eylem sırasında dillendirilen siyasal talepler ve sloganlardan bir adım ileride olmadığı nedense unutulmaktadır: Kemalizmse kemalizm… Anayasal meşruiyetse anayasal meşruiyet… Hiçbir fark yok… Var mı bunları sağlıklı bir biçimde aşan?
Ve üstelik, işçi sınıfının yüz binlik kitlesi, hiç değilse TİP’ten daha ileride bir pratik hatta oturuyor iki gün boyunca. Bu nedenle TİP kökenli değerlendirmelerde ortaya çıkan “işte biz haklı çıktık, işçi sınıfı önderliğinden artık kuşku duyulamaz” yaklaşımında ciddi bir boşluk görülmektedir.
Aynı boşluk, 15-16 Haziran’ın sonuçlarını değerlendirirken de ortaya çıkmıştır. En sık karşılaşılan değerlendirme, saldırmakta olan sermaye sınıfına işçilerin bir yanıt verdiği, karşı yanıtın ise 12 Mart’la geldiği biçimindedir. Oysa, 12 Mart’ın siyasal iktisadında daha karmaşık bir temel vardır. İşçilerin reel ücretlerinde ortaya çıkan artışın 1969’da zirveye çıkması ve bunu 1971’de bir gerilemenin takip etmesi olgusuyla yetinen değerlendirmeler 7 bu karmaşıklığı göz ardı etmişlerdir.
Sermaye sınıfının, kendisi açısından önemli tehlikeler içeren konjonktüre müdahalesinde, siyaseten ortaya çıkan karşı-devrimci terör, sendikal alana (özellikle DİSK’e) dönük gerçekleştirilen teslim alma operasyonunu ve iktisaden iç pazarda belli bir genişliği gündemde tutma arayışını unutturmamalıdır. Bu konuda Yalçın Küçük’ün tezleri oldukça öğreticidir. Küçük, 12 Mart’tan sonra DİSK’in örgütlü olduğu sektörlerde işçi ücretlerindeki artışın genel ortalamanın üstünde olduğunu vurguladıktan sonra şunları hatırlatıyor:
“15-16 Haziran Olaylarından sonra DİSK yönetimi ile büyük sanayi burjuvazisi arasında bir uyuşma olduğu görülüyor. Uyuşmanın yüz yüze olması gerekli değil. Böyle olur da, olmaz da. Yüz yüze gelmeden karşılıklı olarak stratejileri kabul ederek de uyuşmak mümkün.
(…)
Bir bölük işçi kazandığını harcasın. Bir bölük işçi, otomobile, buzdolabına ve çamaşır makinesine kavuşsun, Onlar kavuşmazsa ne olacak? Bunlar olsun. Olurken de DİSK kavgacı geçmişinden, sosyalist özünden arındırılsın. Bu, uyuşma demek. Büyük toprak sahipleri ile uyuşma gibi tekelci işletmelerdeki işçileri içine alan işçi konfederasyonu ile de uyuşma demek.
Tarımda fiyatları yüksek tutma; teknik deyimi ile fiyat makasını büyük toprak sahipleri lehine bükme ve bükük tutma, sanayi kesiminde tekelci işletmelerdeki işçilerinkini yüksek tutma; teknik deyimiyle ücret yelpazesini tekelci işletmelerde çalışan işçilerin lehine açma, bunlar yapıldı. Ne için? Pazar sorununa uyuşarak çözüm bulmak için. Ne pahasına, finansman sorununun çözümünü erteleme pahasına” 8 . [KÜÇÜK, Yalçın]
Türkiye burjuvazisi terörü seviyor. Türkiye burjuvazisi kabadayılığı seviyor. Bu sevgi, terörün ezme yanında teslim almaya da yaradığını bilmesinden kaynaklanıyor.
Türkiye burjuvazisi, 15-16 Haziran’a giden yolu açan DİSK’in daha eylem sırasında teslim alınmaya hazır olduğunu görüyor ve bu durumu belli bir süre sonra değerlendiriyor.
Sonuçları itibariyle 15-16 Haziran’ın sermaye sınıfının saldırı politikalarında dayattığı değişimin bir başka öğesi daha vardır. Birazdan değineceğim gibi, eylemci işçilerin en çok dillendirdikleri sloganlardan birisi “ordu-işçi elele”… Elele(!) olan kesimler iki gün boyunca görünüşte birbirlerine çok fazla sertlik uygulamıyorlar. Komutanlar zaman zaman babacan tavırlarla işçilerle diyaloga giriyor ve ortamın daha da gerginleşmesinin önüne geçiyorlar.
Oysa bir şey çok açık. 15-16 Haziran’da yüz binlerin karşısına çıkarılan askerler, her ne kadar çatışmalarda polis kadar şiddete başvurmasalar da, büyük kalabalıklar halinde kent merkezine yığılarak “sınıflar mücadelesinde bundan böyle beni çok sık göreceksiniz” mesajını veriyor. Yenilik, ordu birliklerinin izole işletmelerin ötesinde (60’lar boyunca çeşitli işçi direnişlerini bastırmada askerler kullanılıyor) merkezi yerleşim birimlerinde savaş düzeni alarak mevzilenmesinde. İki gün boyunca çok fazla şiddete başvurmamalarının altında bilinçli bir tercih yatıyor. Üst düzey komutanlar sıkıyönetimi bekliyorlar. Bu bir. İkincisi, polisin devrede olduğu bir anda artçı kuvvetler olarak fazla iş üstlenmemeye çalışıyorlar. Bu davranışın ne kadar ideolojik ve siyasal olduğunu ve neredeyse bir yasa haline geldiğini 1980’de Fatsa’da, 1995’te Gazi’de çok açık bir biçimde gördük.
Sistemli ve daha temiz çalışabilecekleri bir çerçeveyi bekleyen ordu, 12 Mart ile rahatlıyor. Devletin sınıfsal yapısı hakkında onca Marksist analize rağmen hayal kuranları açıkta, savunmasız bırakarak…
Halbuki, 15-16 Haziran dahil olayların gidişatı, Marksist analizlere kulaklarını tıkayanları bile yeterince uyaracak ölçüde açıktır:
“Bu olaylar iki gerçeği açığa vurur: Birincisi ordunun kurum olarak devrimciliği iddialarının miadını doldurduğu; ikincisiyse “bazı” askeri çevrelerin büyük burjuvazinin hizmetine girmesiyle anayasal özgürlüklerin de miadını dolduracağıdır ve bu durumda da pek yakın bir gelecekte sola karşı genel bir baskı harekatı beklenmelidir” 9 . [YERASIMOS, Stefanos]
Sonuçlar… Peki, 15-16 Haziran’ın sonuçları arasında “sol” adına neler sayılabilirdi? Sol işçi sınıfı gerçeğinin dosta düşmana kendisini kabul ettirmesi, kendi içinde sınıf hareketini küçümseyenlerin geriletilmesi dışında bir şeyler elde edebildi mi?
Bu sorunun yanıtını 16 yıl kadar önce şöyle veriyorduk:
“10 yıl önce, 15-16 Haziranı yaşayan öncü işçilerin bir kesimini on yıl içinde yalnızca “anı anlatan” robotlar haline getiren siyasi tekkeler bugün de “işçi sınıfı partisi” tekelciliği yapıyorsa, hepimiz düşünmeliyiz” 10 . [SOSYALİST İKTİDAR]
12 Mart’ı takip eden yıllarda solda 15-16 Haziran geleneğini ve onun “kadro” birikimini kazanç hanesinde gören pek kimseye rastlanmıyor. Hatta TİP, TSİP ve TKP gibi sürekli işçi sınıfı vurgusu yapan hareketlerde bile “anma” yazıları dışında büyük kalkışmanın mirasına sahip olma iddiasının açıkça telaffuz edildiği görülmüyor. Eyleme herhangi bir örgütsel yapının öznelliğinin damgasının vurulmamasını bir kenara koyarsak, işçi kitlelerin büyük bir çıkışının doğal ürünü olması gereken geleceğe kadro devrinin de pek gerçekleşmediği anlaşılıyor. Daha da önemlisi, 15-16 Haziran sonuçları itibariyle öne çıkan işçilerin tasfiyesi sürecini başlatıyor.
Tasfiyenin tek kaynağını devlet teröründe görmek mümkün değil. Tasfiye aynı zamanda önde gelen işçilerin daha sonra “sınıf partisi” iddiasındaki hareketlerin, onların sendikal anlayışlarının sonucu olarak teslimiyetçi bir çizgiye mahkum edilmeleriyle pekişiyor. Böylelikle Türkiye devrimci hareketinin işyeri örgütlenmesindeki dayanakları daha olgunlaşamadan boğulmuş oluyor.
Oysa bu dayanaklar, 15-16 Haziran’ı tek başına kendiliğinden bir patlama olmaktan çıkartan temel faktördür. Türk-İş’te somutlanan gerici sendikal anlayışa ciddi bir alternatif getiren DİSK’in alamet-i farikası işyeri örgütlenmeleridir. Bu örgütlenmeler, DİSK’in genel çerçevesini ve sermaye sınıfının beklentilerini aşarak yüz binleri sokağa dökmüştür. Bugün elimizde işyeri örgütlenmelerine siyasal açıdan ve güncel pratik anlamında önderlik eden bir merkezin veya rüşeym halinde bir çekirdeğin varlığına ilişkin herhangi bir kanıt yok. Bu nedenle, Sırrı Öztürk’ün 15-16 Haziran analizlerinde sürekli canlı tuttuğu “Devrimci ve Marksist Kadrolar”ı 11 tarih bilinciyle donanmış belirgin bir özne olarak görmek yerine, işyerlerindeki örgütlenmelerde öne çıkan, bu anlamda hareketi ileriye çekici unsurlar olarak tanımlamak daha doğru olacaktır. Kocaeli-İstanbul hattına serpiştirilmiş olan bu unsurların büyük bölümünün daha sonra siyasal, ya da sendikal özneler tarafından geriye çekilmesine bugün hayıflanmamak mümkün değil.
Hayıflanacak başka şeyler de var.
Türkiye solunda işçi sınıfı vurgusu yapan, bu vurguyu MDD’cilikle tarihsel hesaplaşmada muzaffer kılan TİP’in 15-16 Haziran’da tribünde kalmasına; programatik açıdan ileri hareketin belki de dönemin en geri örgütlenme pratiğine denk düşmesine hayıflanmamak mümkün değil. TİP yönetiminin 15-16 Haziran’da işçi hareketinin bağrında açığa çıkan devrimci olanakları değerlendirmek gibi bir niyete sahip olmadığını hatırladığımızda, hayıflanmak hafif kalıyor ve duygularımız açıktan kızgınlığa dönüşüyor. Bu anlamda, Oya Baydar’ın “Türkiye işçi sınıfı, 12 Mart darbesini, işçi sınıfı hareketinin sosyalizmle birleşmeye doğru gittiği tarihi anda yemişti” 12 değerlendirmesi bazı açılardan aşırı iyimserlik taşıyor. Solun ana eğilimlerinde böyle bir birleşmeye dönük planlı bir çalışma yok. Birleşmeyi işçi sınıfın öz gücünden beklemeye ise, kimsenin hakkı…
15-16 Haziran işçi hareketi ile devrimci hareketin iki günlük tarihsel yakınlaşması olarak görülmelidir.
Tersini nasıl ileri sürebiliriz! Hangi yüzle! İnsanlar “Osmanlı’dan Günümüze İşçi Hareketinin Evrimi (1876-1994)” 13 diye kitap yazacak, kitap 320 sayfalık bir hacim tutacak, bu “evrim”in belki de en önemli kalkışmasına sadece bir paragraf ayrılacak! Türkiye işçi sınıfı hareketi 15-16 Haziran’ı örgütsel ve siyasal açıdan bir tutamak noktası olarak kullansa, bıraktık bunu becermeyi, bunu denese, bugün bile kimse bu saygısızlığa cüret edemezdi…
Sonuç şudur: 15-16 Haziran’ı adam gibi değerlendirenler, ondan sınıflar mücadelesinin bundan sonraki seyrine ilişkin dersler çıkaranlar daha çok karşı kamptakiler-dir. Egemen sınıf, onun siyasetçileri, onun şiddet kurumlarıdır. Hatta onun sendikal alandaki örgütlenmesi Türk-İş’tir. Nesnel anlamda kesinlikle tutarlı bir dizge izleyen, öznel açıdan ise bir olasılık planlı bir operasyonla DİSK’i ele geçiren CHP’ci ekibin 14 Ocak 1971’de Türk-İş içinde açtığı bayrak, yalnızca DİSK’teki tasfiyelerin ön adımı olmakla kalmamış, bir truva atı olarak Türk-İş’in kendine çeki düzen vermeye başlamasına da neden olmuştur.
Bize de yıllar sonra burukluk kalmıştır:
“DİSK yönetimi, Türk-İş, CHP, “ilerleme” vb. tümü el ele verip, işçi sınıfını tarihin yapıcısı ve sürükleyicisi olmaktan çıkartıp burjuvazinin ev içi kavgalarında dikkate alınacak tali bir malzeme yapmaya çalıştılar” 14 . [SOSYALİST İKTİDAR]
Görkemde abartma yok…
Bu yazı, 15-16 Haziran’ın kendisine tarihsel bir kalkışma sıfatı verdirten boyutları üzerinde durmak niyetini taşımıyor. 1970 yazına yepyeni bir çehre katan bu eylemin kapsamı ve iki günlük gelişimi konusunda nispeten daha çok şey yazıldı. Zaman zaman birbiriyle çelişen aktarımlarla karşılaşılsa bile, 15-16 Haziran eylemliğinin öne çıkan “tarihi” az çok biliniyor.
Yine de, üzerinde durulması gereken bazı verileri burada kısaca özetlemek istiyorum.
15-16 Haziran eyleminin en fazla dikkati çeken yönlerinden birisi, onun coğrafik yaygınlığıdır. Eylemin kalbi Kartal-Kocaeli hattı olarak belirlense bile, Avrupa yakasında da karşı tarafı aratmayacak çap ve etkinlikte çıkışlar gerçekleşmiştir.
Eylemi güçlü kılan bir başka faktör ise katılımcı işçilerin işyeri bazında gösterdiği çeşitliliktir. Kalkışmaya renk vermede özel rol üstlenen Otosan, Arçelik gibi fabrikalar elbette olmuştur. Ancak, işçilerin yürüyüşünü önemli kılan, her iki yakada da belli hatlarda kritik önem taşıyan neredeyse bütün işletmelerden emekçilerin sokağa dökülmesidir. AEG-Eti, Aksan, Arçelik, Arı bisküvi, Arıtaş, Auer, Aygaz, Çelik Endüstri, Derby, DMO, Doğu Galvaniz, Eas, ECA, Elektro-Metal, Emayetaş, Gıslavet, Grundig, Hower, İşsan, Kavel, Magirüs, Otosan, Philips, Profilo, Rabak, Roche, Silvan, Simko, Singer, Sungurlar, Şakir Zümre, Tikbaş, Türk Demir Döküm, Türkeli, Türk Kablo, Uzel Traktör, Vinylex… eyleme katılan işçilerin çalıştıkları 170 civarı işyerlerinden öne çıkan bazıları.
Bu işyerlerinin genel olarak metal işkolunda yoğunlaştığı görülmekle birlikte, petro-kimya (ilaç dahil) ve gıda sanayine bağlı bazı işletmelerdeki işçilerin de eyleme destek verdiği ortaya çıkıyor.
Eylemin bir diğer önemli yönü, kitle açısından her iki konfederasyona üye işçilerin de belli bir ağırlık taşımaları. Yürüyüşü başlatan ve ona hız kazandıran işçiler çoğunlukla DİSK’in örgütlü olduğu işyerlerinden geliyorlar. Ancak başka bir gerçek daha var. Eylem bir kez başladıktan sonra Türk-İş üyesi işçilerden de büyük bir destek geliyor. Hatta öyle ki, bu geri sendikanın tabanından gelen katılım, kısa sürede eşdeğer bir katkıya dönüşüyor. İşyerleri bazında yapılan bir incelemede eyleme katılan işletmelerin neredeyse üçte ikisinde Türk-İş’in örgütlü olduğu, ölen üç işçiden yine ikisinin, yaralı 30 işçiden 22’sinin aynı konfederasyona bağlı bulunduğu ortaya çıkıyor 15 .
Rakamların iç tutarlılığı şaşırtıcı. Bu şaşırtıcı tutarlılığın ne anlama geldiğine birazdan değinmek istiyorum.
İşçi sınıfının 15-16 Haziran’da göstermiş olduğu kararlılığın doğal sonuçlarından birisi, ortaya çıkan “şiddet”tir. Bütün bir cumhuriyet dönemi boyunca işçilerin, emekçilerin her tür eylemliliği şu veya bu biçimde “fiziki zor” ile bastırılmak istenmiş, bunun görülmediği durumlar çok açık ki, birer istisna olmuştur. Bu saldırılara, Türkiye işçi sınıfı tarihinde etkili karşı koyuşlarla daha önce de karşılaşılmıştır. Ancak, işçilerin fiziki zora karşı insiyatifi neredeyse bütünüyle ele almaları ve bu zoru tersine çevirmeleri, üstelik bunu binlerce emekçinin toplandığı gruplar halinde yapmaları ilk kez tanık olunan bir şeydir.
Üstelik işçiler yalnızca, kendilerine yönelen şiddete karşı değil, eylemlerinin etkisini azaltıcı her tür davranışa karşı duyarlılık geliştirmişlerdir.
Örneğin, 15 Haziran günü, yani henüz şiddetli çatışmaların gerçekleşmediği sırada ilk “kavga”, eylem kırıcı işçilere karşı Haymak fabrikasında, Soğanlıköy’de veriliyor. İşçiler, eylemlerinin haklılığından o kadar eminler ki, sınıf içindeki “geri” unsurlara hiç tahammül etmiyorlar.
Sınıfın bu kararlı tutumunun egemen sınıf tarafından hayata geçirilmek istenen “engeller” karşısındaki dışavurumu ise son derece açık: 15-16 Haziran’cı işçiler, kendilerini durdurmak için oluşturulan barikatlarla pazarlığı denemiyorlar bile. İki gün boyunca kurulan neredeyse bütün barikatlar bir biçimde aşılıyor. Nitekim, eylemin en ciddi ve ölümle sonuçlanan çatışmalarından birisi, polisin Kurbağlıdere’de oluşturduğu barikatın aşılması sırasında yaşanıyor.
Aynı kararlılık, yürüyüş düzeninde de ortaya çıkıyor. Bazı istisnalar dışında, işçi kitleleri eyleme geçtikleri noktada trafik akışını tamamen durdurarak hareket ediyorlar. Bu, kimi zaman demiryollarını da kapsıyor. Kısacası, işçiler eylemin en büyük etkiyi yaratması için ellerinden geleni yapıyorlar ve yasak savmacı hiçbir geriliğe izin vermiyorlar.
Eylem sırasında işçiler “adam kaptırmamak” konusunda da hassas davranıyorlar. Aslında iki gün boyunca insiyatifi o kadar ellerine geçiriyorlar ki, zaten yaygın anlamda bir gözaltı girişimi için herhangi bir zemin bırakmıyorlar. Ama örneğin, Topkapı’da yürüyüşe geçecekken alınarak Eyüp Karakolu’na götürülen işçiler, arkadaşları tarafından serbest bıraktırılıyorlar 16 . İşçiler, kendi yasallığını bile tanımayan, arsız Türkiye burjuvazisine, iki günlük de olsa, fiili bir ders veriyor.
İki günlük kalkışmanın hatırlanması gereken bir diğer özelliği, işçi kuleleriyle polis arasında ortaya çıkan çatışmaların ordu-işçi karşı karşıya gelişlerinde yaşanmamasıdır. Yazımın ilk bölümünde belirttiğim gibi, bunun en başta sermaye sınıfı ve silahlı kuvvetlerin bilinçli bir tercihi olduğunu düşünmek gerekiyor. Ancak, işçi hareketinin ve bu hareketle dolaylı-doğrudan etkileşim halindeki devrimci hareketin ideolojik yönelimleri de dikkate alınmalıdır. Eylemler sırasında, işçilerin askeri araçlara geçiş üstünlüğü tanıdıkları, ortaya çıkan gerginlikleri sürekli olarak yumuşatmaya çalıştıkları, polisin ve askerin aynı anda müdahale ettiği durumlarda “ordu lehine” sloganlar attıkları yazılıyor.
Burada eylemin, daha doğrusu eylem sırasında işçi kitlelerinin ideolojik tercihleri veya şekillenmeleri önem kazanıyor. Daha önce de vurguladığım gibi, yüz binlerce işçinin açığa çıkardığı ortalama ideolojik renk, Türkiye sol hareketinin ortalama renginden hiç de geri değildir. MDD’ciliğin tamamen yanlış kurulan stratejisi, sosyalist devrimciliğin ise sosyalistlik ile devrimcilik arasında yarattığı anlaşılmaz gerilim, ortaya tamamen anayasacı bir ideolojik atmosfer çıkartmıştır ve işçi kitleleri de bu atmosfer içerisinde hareket etmişlerdir.
Kemal Sülker’in aktardığı sloganlar, devrimci hareketin belirlediği sosyalizan ideolojik oluşumdan ne geri, ne de ileridir: Bağımsız Türkiye, Amerikan Üslerine Hayır, Sendika Özgürlüğümüzü İktidara Çiğnetmeyiz, Emperyalizme Ölüm, İşçiyiz-Güçlüyüz ,Kahrolsun Faşizm, Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi, Ordu-İşçi Elele, Anayasa İçin Elele, Demirel İstifa… 17
Burada önemsenmesi gereken, 15-16 Haziran -ki tekrar olacak, kimi açılardan ihtiyatlı biçimde kendiliğinden olarak nitelenebilir- sırasında işçi sınıfının siyasal ve ideolojik hattı ile, kendiliğindenlikle ilişkisinde bilinç unsurunu temsil eden (etmesi gereken) devrimci grupların 60 sonrasında kurduğu hat arasında fazla ayrım olmamasıdır.
Üstelik, işçi kitleleri, bazı açılardan (örneğin siyasete vurgu ve radikalizm) devrimci hareketin o ana kadar ulaştığı sınırları bayağı zorlamışlardır.
Son olarak, iki gün boyunca işçi kitlelerin bayrak edindiği “anti-Amerikancılık”tan söz etmek gerekir. Bu eylemde, fazla ağırlığı olmayan TİP’in ve Dev-Genç’in dolaylı yoldan emekçilere çaldığı en olumlu renktir. İşçiler, üstelik yalnızca slogan düzeyinde değil, yeri geldiğinde Amerikalıların TUSLOG binasını taşlayarak, anti-emperyalist yönelimlerini hep gündemde tutmuşlardır.
Peki bütün bunlar özetle ne anlama gelmektedir?
Coğrafik yaygınlığın taşıdığı önem konusunda, daha önce yapılmış bir değerlendirmeyi buraya aktarmakla yetinmek istiyorum:
“Haziran’ın o üçüncü salısında, tuttular değişik kollardan Kadıköy’e ve Karaköy’e ulaşmaya çalıştılar. Eyüp’te, Sağmalcılar’da, Levent’te (o zamanlar Levent şimdiki gibi “plaza cenneti” değildi) veya Gebze, Kartal, Maltepe’de kalmayı akıllarından bile geçirmediler. Şöyle bir vilayete ve gazeteler dünyasına uğramadan edemediler. Güçlerini sınamak, karşısındakilere bu gücü göstermek için burjuva düzeninin şahdamarını yoklamayı kararlaştırdılar. Sirkeci ve Eminönü binlerce işçinin “İşçiyiz-Haklıyız” sloganıyla tanıştı. Panikleyen düzen, Karaköy’ü Haliç köprülerini açarak korudu işçi sınıfının uzun yürüyüşünden. Onlar da Fatih’e doğru devam ettiler geride patronlara dalkavukluk ederek para kazanan Babıâli yazarlarının korku dolu bakışlarını bırakarak…” 18 [OKUYAN, Kemal]
Büyük kentlerde emekçi kitleler, her tür gündemde, fiziki varlıklarını ideolojik ve siyasal mücadelenin yoğunlaştığı mekânlara taşımak durumundadırlar. Eylemlerin tamamlayıcı ve sıçratıcı unsuru budur. İşçiler Avrupa yakasında Cağaloğlu, Anadolu’da ise Kadıköy’e ulaşarak 15-16 Haziran’ın ülkedeki dengeleri altüst etmesini sağlamışlardır. İstanbul’u yıllar sonra sıcaklaştıran Gazi olaylarında eksik kalan yön budur.
15-16 Haziran’da harekete geçen işçilerin çok sayıda işletmeden geliyor olmaları ise, eylemin çapı, yani yüz binler hesaba katıldığında hiç şaşırtıcı değildir. Bu kadar sayıda emekçinin, doğal olarak yüzlerce işyerine dağılmış olması beklenir. Ancak yine de, 15-16 Haziran’a dair yapılan değerlendirmeler, eyleme katılan işçilerin çok sayıda değişik fabrikada çalışmalarına vurgu yapmışlardır.
Bu vurgunun nedeni basittir. 15-16 Haziran, 1970’lerin ikinci yarısından sonra sendikal yapıların alıştırmaya başladığı, 90’larda ise neredeyse kural haline gelen toplama mitinglere benzememektedir. İşçi sınıfı eylemliliğinin en önemli dayanağı ve örgütlenme noktası olan işyerleri, eğer eylemlerin de kalkış noktası olmazsa, işçi sınıfını toplumun diğer katmanlarından ayıran en önemli farklılık silikleştirilmiş olacaktır. 15-16 Haziran 1970’de, devletin tecrübesizliğinin de yardımıyla, işçiler eylemlerini işyerlerinde örgütlemiş, işyerlerinde başlatmış ve dolayısıyla DİSK’in o döneme kadarki en büyük sevaplarından birisi olan işyeri örgütlenmelerinin yarattığı olanakları iyi kullanmışlardır işyerinde örgütlenen eylemin katılımı yüksek olur. İşyerinde örgütlenen eylem disiplinli olur. İşyerinde örgütlenen eylem kararlı olur. İşyerinde örgütlenen eylemde provokasyon yaratmak güç olur.
İşyerlerinde örgütlenen eylem, 15-16 Haziran gibi olur…
Eylemin patlamasına neden olan gelişmeler biliniyor ki, DİSK ile ilgili. Ancak eylemin patladığı Türkiye’nin gerçekleri yalnızca DİSK üyesi işçileri bağlamıyor. Bu anlamda 15-16 Haziran’da çok sayıda Türk-İş üyesi işçi ve hatta işyerinin eyleme katılmalarını yadırgamak olanaksız. Üstelik, sonraki bölümlerde yeniden değineceğim gibi, DİSK’in işçi sınıfına yeni bir kimlik sunmasıdır söz konusu olan. Daha öncesinde her ne kadar kendisini birçok eylemde temel bir sınıf olarak hissetse bile, Türk-İş’in sendikal anlayışı nedeniyle “meslek erbabı” psikolojisini çok da aşamamıştır Türkiye işçi sınıfı. DİSK’in sendikal çalışmayı üretim mekanlarına taşımasıyla birlikte işçi kitlelerinde kendini bulma süreci hızlanmıştır. Öyle ki, 15-16 Haziran’da sokağa dökülen işçiler, cumhuriyet tarihinin kendi haklılık ve meşruiyetine en fazla inanan topluluklarından birisi haline gelmişlerdir. Türk-İş üyesi işçilerin DİSK’in en azından “simgesel” düzeyde öne çıktığı bir eyleme katılmalarının altında öncelikle bu “kimlik” bulma süreci vardır. DİSK’e üye işçilerin ücret ve çalışma koşullarında gerçekleşen iyileşmelerin öneminin bu süreçten daha fazla olduğu düşünülmemelidir. Çünkü 15-16 Haziran’da göğsünü ateşe siper eden on binlerde ekonomik çıkarların ötesine geçen bir şeyler vardı.
Örgütleyen kim?
Şu ana kadar söylenenler, 15-16 Haziran’ı yaratan faktörler konusunda bazı ipuçları veriyor. Ancak, yine de eylemin öznel biçimlendiriciliği konusunda ciddi belirsizlikler var. Bu belirsizliklerin, tarihçinin sorunu olmaktan çok dönemin siyasal öznelerinin sorunu olduğunu hemen herkes bir biçimde kabul ediyor. 15-16 Haziran eylemi, genel itibariyle DİSK tarafından örgütlenmemiştir. Yani, sendikal hareketin çekip çeviriciliğinden söz edemeyiz. Eylemin TİP bağlantısı ise, şaşırtıcı derecede zayıftır. 1970 yılında, MDD’cilikle yani işçi sınıfı devrimciliğinin önündeki engellerden birisi ile hesaplaşan ve hala belli bir toplumsal ağırlığı olan bu partinin yüz binlerin eyleminde devre dışı kalması, sonrasında da bu eylemin tarihsel mirasına garip bir biçimde gereken önemi vermemesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir olgudur. Kendi adıma çıkardığım bazı sonuçları sonraki bölümlerde aktarmağa çalışacağım.
DİSK ve TİP dışında geriye Dev-Genç kalıyor. Eyleme katılan, Ankara’da ayrı bir eylemin yapılması için çaba sarf eden devrimci öğrencilerin hakkını teslim etmek başka, eylemde bunların ileriye çekici bir işlevi olduğunu söylemek başka şeydir. İkincisi, olmaz; havada kalır.
Peki, kimlerdir, bu son derece etkili çıkışa yön ve biçim verenler?
Bir kere eldeki cevaplardan ilkini yinelemekte yarar vardır. Hem de 15-16 Haziran’ın yönlendiricisi olarak DİSK’in gösterilemeyeceğini ileri süren bir DİSK yöneticisinin ağzından: “Ama işçileri, ne DİSK, ne de TİP bu eyleme yöneltmişti” 19 . Ve aynı kişiden bu kez polislerin kaynak gösterildiği bir başka ek: “Dev-Genç’in tahriki var, diyorlar beyefendi, ama Dev-Genç’ten kimseyi görmedik. Sıradan işçiler, hiçbir öncüleri, komut verenleri yok, yürüyorlar sadece…” 20
Sülker’in, üstüne rapor veren bir polise yakıştırdığı sözlerin edebi açıdan gerçekçi olmamasını bir kenara koyarsak, ortada bırakın tanımlanmış bir emir-komuta zincirini, esaslı bir koordinasyon bile olmadığını kabullenmemiz gerekiyor.
Peki sorumuzu sormaya devam edelim: Kim? Kimler?…
Bu sorunun kısmi bir yanıtı var ve eylemin gelişimine bakarak bu kısmi yanıtı kuvvetlendirmek mümkün hale geliyor. 16 Haziran Salı günü, bir önceki geceyi evlerinde geçiren on binlerce işçiden iki bin kadarı Gebze Atatürk anıtı önünde toplanıyor. İstiklal Marşı’nın ardından yürüyüşe başlayan işçiler, önünden geçtikleri fabrikalardaki işçilerle kalabalıklaşıyorlar.
15 Haziran’da da, yani direnişin ilk gününde de benzer bir tarz yaşanıyor. Bu nedenle 15-16 Haziran’ın sendikal liderlik ve siyasal yapılarda bulunamayan “kahramanları”nı işyerlerinde aramak, 14 ve 15 Haziran gecesi İstanbul’un birçok işçi evinde sevilen-sayılan-öne çıkan işçilerin fabrikalarındaki sınıf yoldaşlarıyla yapmış oldukları sohbet ve hazırlıkları önemsemek gerekiyor.
DİSK ile birlikte ortaya çıkan sendikacılık tarzının doğal sonuçlarından bir tanesi, işyerlerindeki örgütlülüğün önünün açılması oluyor. Bu örgütlülüğün 1970 Haziranı’ndaki durumu şudur: DİSK’in kapsayamayacağı kadar siyasal ve kendine güvenen bir taban örgütlenmesi…
Buradan komünistlerin geleneksel fabrika hücreleri çıkar(dı). Ama dönemin sol siyasi yapılarının böyle niyetleri hiç olmadı ki! Sınıf partisiyim diye iddialar taşıyan TİP’in sınıfı işyerlerinde örgütlemek gibi bir çabası neredeyse hiç yoktu. İşçi sınıfı, genel bir “emekçi toplum” söyleminde güme gitmişti bir kere. Yani Aybar’ın ektiğini, Boran ve arkadaşları söküp atamamışlardı.
15-16 Haziran bu anlamda DİSK’i aşan, TİP’e teğet geçen bir harekettir. Dolayısıyla bu eylem içerisinde var olan TİP’li işçiler de, birer partili olarak değil, birer Arçelik, birer, Grundig işçisi olarak bu onurlu eylemde yerlerini almışlardır.
Bu durumda eyleme renk veren en önemli öznel faktör, işçi hareketine, işyerlerine serpiştirilmiş ileri işçilerdir. Sırrı Öztürk bunları şöyle tarif etmektedir:
“15-16 HAZİRAN HAREKETİ’ni tabanda örgütleyen, işçileri eyleme hazırlayarak çeken, eylemdeki yönlendirmeyi gerçekleştiren ve sıkıyönetim mahkemelerinde bu eylemi savunanlar, işçi içinde kitle çalışması yapan Devrimci ve Marksist Kadro’lardı” 21 . [ÖZTÜRK, Sırrı]
Öztürk’ün yazdıkları, sanki kendilerine “Devrimci ve Marksist Kadrolar” sıfatı yakıştıran ve tek merkezden yönetilen bir sınıf içi kadro birikimi varmış sanısını uyandırmaktadır. Bu tür bir uç yorumu ve zorlamayı bir kenara koyarsak, daha sonra işten atılan, tutuklanan ve bir bölümü hüküm giyen binlerce işçinin arasındaki militan ve az-çok siyasallaşmış unsurlardır 15-16 Haziran’ı efsane yapan…
DİSK faktörü
1967’de kurulan Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun 15-16 Haziran olaylarında öznel rolü geride kalmakta, nesnel ağırlığı oldukça öne çıkmaktadır. Kalkışmayı yöneten bir “üs”sün olmadığını daha önce vurgulamıştım. Ancak bu durum DİSK’in gerek 1970 yazım sıcaklaştıran kitlesel gösteriler için nesnel zemini olgunlaştırıcı, gerekse farkında olmadan da olsa, ilk itkiyi sağlayıcı rolünü unutturmamalı.
15-16 Haziran, o ana kadar kişiliğini yeterince ortaya koyamama sancıları çeken işçi sınıfının, kendisine güven ve ufuk kazandıran DİSK’e olan borcunu fazlasıyla ödediği bir eylemdir (bundan sonraki tarihimizde ise DİSK’in işçi sınıfına “borçlu” olduğu açıktır).
Daha önce de belirttiğim gibi, değişik kaynaklar, farklı oranlar vermekle birlikte, 15-16 Haziran eylemcileri arasında DİSK üyelerinin Türk-İş üyesi işçilere göre özel bir ağırlık taşımadıklarında, hatta tersi bir ağırlığın varolabileceğinde birleşiyorlar. Ancak, eylemin ortaya çıkışını sağlayan “öncü”ler DİSK’in tabanında siyasallaşama sürecine girmiş kadrolar arasından çıkıyor. Bu nedenle, Türk-İş üyesi işçilerin katılımını temel olarak, DİSK’in üç yıl içerisinde Türkiye işçi sınıfına sağladığı güvenle açıklamak mantıklı oluyor.
Bu durumda DİSK’in 1967-70 arasında Türkiye işçi sınıfına kattıklarına kısaca bir bakmak gerekiyor.
Türk-İş’in bağrından DİSK’i çıkartan Basın-İş, Lastik-İş, Türkiye Maden-İş, Gıda İş ve onlara katılan bağımsız Türk Maden-İş sendikaların Türkiye kapitalizminin “yükselen” sektörlerine, dolayısıyla siyasal ve ekonomik ağırlığı olan üretim alanlarına hitap ettikleri görülüyor. Bu, DİSK açısından iyi bir başlangıç oluyor. Devrimci sendikacılık daha vasıflı, daha konsantre bir işçi sınıfına yaslanarak yola koyulmuş oluyor. Bu anlamda DİSK’in en az ekonomik mücadele alanı kadar, ideolojik alanda da işçi sınıfına neden bu kadar çok şey kattığına şaşırmamak gerekiyor. Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun kuruluş sürecindeki basın açıklamaları, sendika toplantılarında yapılan konuşmalar yeni konfederasyonun işçi sınıfını hımbıl, düzen-içi bir söylemden çıkaracağını, dolayısıyla ideolojik açıdan sınıfa bir gençlik aşısının yapılacağını müjdeliyor. Gerici Türk-İş yönetimi tarafından onur kuruluna verilen DİSK’i kurma iradesindeki sendikaların yöneticileri, 1967 yılında Türkiye İşçi Partisi’nin o ana kadar genel bir toplumsal seslenişle duyarlılaştırdığı işçi kitlelerine heyecan ve umut yayıyorlar. Dönemin Türk-İş başkanı Seyfi Demirsoy’un “onlar diskotek bile kuramaz” düsturu, sınıfın DİSK’e hızla sahip çıkışı karşısında bir zavallılığa dönüşüyor.
Burjuvazinin ve onların işçi sınıfı örgütlerindeki uzantılarının fark edemedikleri şey, DİSK’i DİSK yapan asıl dinamiğin sınıf içerisindeki yeni alanları sendikal mücadeleye taşımak olduğudur. Kamu sektöründe, devlet olanaklarıyla, hatta devletin bir parçası olarak faaliyet gösteren Türk-İş, kapitalizmin genel mantığı içerisinde “büyüyen” özel sektöre uzanan yeni konfederasyonu fazla hafife alıyor.
Türk-İş örgütlü olduğu işyerlerine çok güveniyor. Oysa DİSK, Türk- İş’ten işyeri çalmıyor, çalamıyor, tamamen yeni bir kanal açıyor sınıf içerisinde…
Bu durumda DİSK’in işçi sınıfına yeni bir hava katmasının en önemli nedeni ortaya çıkmış oluyor. Türkiye işçi sınıfı sendikal alanda daha hacimli hale geliyor. Özel sektörde yaşanan canlanma, kamu sektöründe kıpırdanma yaratıyor. Ama, sınıf hareketinin en azından sendikal alandaki ekseni, emek-sermaye çelişkisinin daha kolay ayırtına varılabileceği özel sektöre kaymış oluyor. İşçilerin “işçi” kimliğinin gücünü buram buram hissettikleri bir dönemdir bu. Bu durum zamanla ekonomizme çanak tutmuş olsa da, yaşanan canlanma ile sermaye sınıfının ihtiyaçları bir dönem örtüşse de DİSK tarafından işçi sınıfına aşılanan taze kan küçümsenmeyecek bir diriliş yaratıyor.
DİSK’in kuruluşunu takip eden 68 yılında, kamu kesimindeki grevlerin sayısının, neredeyse özeldekilerin dörtte biri kadar olduğunu söylemek yaşanan değişimi (nesnel ve öznel kaynaklarıyla birlikte) yeterince göstermiş oluyor.
Ancak, DİSK’in işçi hareketinde yarattığı canlanma ele alınırken bir konuda dikkatli olunmalıdır. O da Türkiye İşçi Partisi’nin varlığıdır. TİP’in DİSK’in kuruluşu ve güçlenmesindeki rolü, yalnızca TİP’li sendikacılara indirgenemez. Doğrudur, konfederasyonun üst yönetiminde TİP ağırlığı hemen göze çarpmaktadır. İki Genel Başkan Yardımcısı Rıza Kuas ve Kemal Nebioğlu aynı zamanda TİP milletvekilidir. Her iki örgütün kuruluşuna da imza ve katkı koyan sendikacılar vardır. Ancak, bütün bunlara rağmen TİP’in DİSK üzerindeki örgütsel etkisi, bu partiye ait ilkesel problemler nedeniyle hiç de fazla değildir.
TİP asıl ön açıcılığını siyasal-toplumsal alanda yapmıştır. Ancak yine bir tuhaflık söz konusudur. Parti için Türkiye işçi sınıfı, ancak toplumun emekçi kesimleri, hatta yoksul kesimleri içerisindeki bir bölüm olarak anlam taşımıştır. İşçi sınıfına genel bir toplumsal çerçevede hitap etmek, aslında siyasal iktidar mücadelesinin zorunluluklarından bir tanesidir. Ancak bu zorunluluk, toplumsal çerçeveye berrak bir sınıf perspektifi sunmak ve işçi sınıfını üretim sürecinde örgütlemek koşullarıyla desteklenmelidir. TİP bunları yapamamış, yapmamıştır. Bu nedenle TİP’in işçi sınıfında eksikli bir siyasallaşma yarattığını görüyoruz. Ve ardından eksikliği DİSK kapatıyor; kapatır gibi yapıyor. Siyasal Örgütlenmenin yapması gerekeni, bir sendikanın, üstelik daha ileri bir ideolojik çerçeveye sahip olmaksızın, yapmaya kalkması, ilk başlarda görkemli, ama kısa süre sonra hastalıklı ürünler yaratıyor. Zaten partinin içinde değil yanında, ona kapanmayan bir mesafeyle yürümeye alışan DİSK yönetimi, belli bir süre sonra “meslek” hastalıklarına yenik düşüyor.
İşte 15-16 Haziran, bu dönüşümün de çıplak bir biçimde ortaya çıktığı, bu dönüşümün hızlandırıldığı bir kalkışma olmuştur. 15-16 Haziran’da DİSK’in açtığı yolda barikatları aşan on binler, DİSK’i de büyük ölçüde geride bırakmışlardı; geride kalan geriye doğru dönüşecekti…
Bundan olumluluk çıkmadı doğal olarak. Parti geride, sendika geride… Alternatif “önder”likler de ortaya çıkmadığında işçi sınıfından her gün 15-16 Haziran ruhunu yeniden üretmesini beklemek pek gerçekçi olmasa gerek.
Halbuki kuruluşunda TİP söyleminden (geri, ya da ileri) çok şeyi devralan, örneğin sosyal adalet, kalkınma gibi kavramlara vurgu yapan DİSK, eğer TİP DİSK’i kendi haline bırakmasaydı ve DİSK’in yarattığı olumlu dalgayı kendisini de yenilemek için kullanabilseydi, çok farklı sonuçlara ulaşılmasına yarayan bir sendikal örgüt olurdu. Oysa sendikal hareketin TİP’teki yansıması, “aydınlar-sendikacılar” ayrımından başka bir şeye yaramadı. Sendikacılarla aydınlar ayrı dünyaların insanı olarak kalmaya devam ettiler, bu iki “dünya” diğer kesimler (taşralılar, köy kökenliler) üzerinde hegemonya kurma yarışma girdiler ve bu arada öğrenci dinamizmini ellerinden kaçırdılar.
Artık yeniden 15-16 Haziran’a dönmek gerekiyor. DİSK’in sermaye sınıfını korkutan yönü neydi de, 275 nolu yasada değişiklik yapmak gerekti?…
Sorunun yanıtında DİSK’in işçi sınıfının pazarlık gücünü arttırdığı, dahası işçi haklarını toplu sözleşmelerde, ücretleri aşan bir biçimde çok daha başarıyla savunduğu gerçeği elbette var. Ancak, Türkiye kapitalizminin o dönem belli sektörlerde yüksek ücrete ihtiyaç duyduğunu da, unutmamak gerekiyor. Bu durumda, yanıtın bu yönünü düzeltmek durumundayız. Burjuvazi, işçi ücretlerinin belirlenmesindeki insiyatifi sendikalara kaptırmak istemiyor. Canlı bir işçi sınıfım arkasına alan DİSK’in hiç de iyi bir örnek olmadığını çabuk kavrıyor. En iyi hakkın hak edilmemiş hak olduğu ilkesinden hareketle, DİSK’in üzerine gidiyor.
Ancak bu, yanıtın sadece bir yönü. Bence, 15-16 Haziran’a giderken, sermaye sınıfını DİSK’i yok etme planları yapmaya iten asıl şey, işçi sınıfının ülkede kazanmaya başladığı kimliktir. 60’tan sonra sosyalist düşüncenin yaygınlaşmaya başlamasını sineye çeken burjuvazi, işçilerin fabrikalarda örgütlenmeye başlamasıyla birlikte harekete geçme ihtiyacı hissediyor.
Bu nedenle 60-71 arasını incelerken bir siyasi ve ideolojik eklemlenme biçimi olarak TİP’i merkeze koymak, ama DİSK’in farkında olmadan açtığı kanalları da hiç küçümsememek gerekiyor.
Demirel hükümetinin gündeme getirdiği yasa değişikliğinin cüreti ve doğrudanlığı da (yani açıktan DİSK’i hedef alması), yukarıdaki yaklaşımı destekliyor.
Sermaye cephesinden gelen saldırı, çok cüretli. Bunun karşısında DİSK yönetiminin ilk tepkileri de öyle. TİP’in yarattığı bir bölümü reel, bir bölümü hayali “ileri” mevziler, DİSK’in savunmayı oldukça “üst düzey”de örmesine neden oluyor. Şubat 1970’de Genel Sekreter Kemal Sülker yaptığı açıklamada “işçi sınıfının kutsal hakkının kılına bile dokunulamaz” 22 diyerek, sermayenin patavatsızlığına prim vermeyeceklerini vurguluyor.
Öbür taraf, gerçekten bayağı patavatsızdır hani… Dönemin çalışma bakanı Turgut Toker (aynı yıl yerini Seyfi Öztürk’e bırakacaktır), “yeni değişiklik tasarısı ile DİSK’in çanına ot tıkanacaktır. DİSK varken Genel Grev hakkını tanımamız mümkün değildir” diye buyuruyor ve ardından noktayı koyuyor: İdeolojilerin aleti olan sendikalar temizlenecek 23 .
Beyefendinin 15-16 Haziran günü, bembeyaz kesilen yüzünü görmek herhalde ilginç olurdu.
DİSK, yasa değişikliğine karşı duruşunu 60-70 arasının geleneksel mantığı içerisinde anayasal zeminde kuruyor. Oluşturulan Anayasa Direniş Komiteleri eliyle, burjuvazinin kendi hukukunu ayaklar altına alışma karşı (bu zaten 12 Mart darbesinden sonra Anayasa Mahkemesi’nin TİP -kapatılan!- tarafından açılan davayı kabul ederek yasayı iptal etmesiyle de kanıtlanıyor), örgütlenmeye başlıyor.
Bu noktada bir hatırlatma yapmak gerekiyor. DİSK’in çanına ot tıkamak için başlatılan açık saldırıda, daha sonra DİSK’i ele geçiren ekibin davranışları, Türkiye işçi sınıfı hareketi tarihi açısından oldukça önemli ipuçları oluşturuyor:
“DİSK’i tasfiyeyi amaçlayan, sendikalar kanunundaki değişiklik tasarıları, TBMM’de, 4 Şubat 1970’te kurulan geçici komisyona havale ediliyor. Meclis komisyonunda CHP’li Abdullah Baştürk de bulunuyor. Ve geçici komisyonun karara bağlayarak Meclise sunduğu tasarı, esas olarak Abdullah Baştürk ve arkadaşlarının önerdiği Türk-İş’in de benimsediği tasarı oluyor. Mecliste, CHP grubu adına konuşan, sendikacı milletvekili Burhaneltin Asutay ‘Adaleti, müsavatı, hürriyeti ve birliği sağlayacak bu kanuna CHP olarak müspet oy vereceklerini’ açıklıyor. TİP’ten umudunu kesmiş ve uzaklaşmaya başlamış DİSK yönetimi, örgüt olarak da yok edilme tehdidine karşı, 15-16 Haziran çıkışına sürükleniyor. Böyle olunca da 15-16 Haziran olayları esas olarak sendikal endişelerle yapılan, yaptırılan, sendikacıların konumlarını korumaya yönelik bir hareket olarak görülüyor” 24 . [ERDEM, Hüseyin]
15-16 Haziran’ın sendikal endişelerle yapılan-yaptırılan bir eylem olarak değerlendirilmesinde bazı riskler olmakla birlikte, DİSK yönetiminin CHP tarafından saldırıya, TİP tarafından yalnızlığa mahkûm edildiği büyük ölçüde doğru.
DİSK yönetimi, gerek ideolojik bunalıklık, gerekse bu sıkışmışlık nedeniyle diplomatik faaliyetlere ağırlık veriyor. Dönemin siyasal tablosunu da buna uygun görüyor ki, Milli Güvenlik Kurulu’ndan başlayarak Başbakan, Cumhurbaşkanı ile görüşmenin yollarını arıyor. Bu protokoler mücadelede, 27 Mayıs sonrası özgün atmosferin ürünü olan ve giderek rolleri hafifleyen Milli Birlik Grubu üyeleri Ahmet Yıldız, Suphi Karaman gibi isimler dışında destek bulamıyorlar. “İşçi babası” Ecevit, her zamanki ikiyüzlü tutumunu sürdürüyor ve sendikacıları oyalıyor.
Arkasında kendisine güvenen bir işçi kitlesi, karşısında kararlı bir sermaye sınıfı; DİSK yönetimi giderek işçi sınıfının dinamizmini temsil etmek yerine, onunla düzenin temsilcileri arasında aracılık rolüne doğru kaymaya başlıyor. Bu anlamda 15-16 Haziran eyleminin DİSK’in kontrolünden çıkması, 15 Haziran’dan tince başlıyor. 9 Haziran günü bütün zamanların başbakanı Süleyman Demirel’e yollanan mektupta Genel Başkan Kemal Türkler şöyle yazıyor:
“Ve bu sebeple de esasen adı geçen Kanunların mevcut şeklinde dahi dolaylı şekilde adı geçen ilkeler ve hakların kısıtlanmış olmasından dolayı gün geçmeden yer yer (FİİLİ DURUM, İŞGAL, OTURMA, DİRENME) ismi ile patlamakta olan olaylar artacak ve kanun değişikliği huzur getirme, yerine işçileri anarşik bir ortama itme zorunluğunda bırakmış olacaktır” 25 . [TÜRKLER, Kemal]
Kuşatılan DİSK yönetimi, kavgayı mümkün olduğunca DİSK dışına taşırmaya çalışıyor. Kendisinin merkezde olduğu bir karşı karşıya gelişi tercih etmiyor. Taktik açıdan çoğu kez anlamlı sonuçlar verecek bu davranış, 15-16 Haziran patlamasını sahipsiz bırakıyor. Örneğin 10 Haziran’da yayınlanan DİSK bildirisinde “özgür sendikacılığa vurulmak istenen pranganın Anayasa’ya bağlı güçlerin balyozlarıyla parçalanacağı” belirtiliyor. DİSK, kendisini özne olmaktan çıkararak yerini Anayasa’ya bağlı güçleri koyuyor.
Sonuçta, ok yaydan fırlıyor. 17 Haziran’da Taksim’de miting yapmayı planlayan DİSK, 15 Haziran’da eyleme geçen işçi kitlelerin gerisinde kalıyor. Sülker, bu konuda DİSK yönetiminin hiçbir bilgisinin olmadığını ısrarla vurguluyor 26 .
Siyasi açıdan kontrolün elden çıktığı çok açık olmakla birlikte, DİSK yönetiminin kendisine bu ölçüde büyük bir “saflık yakıştırması, bazı açılardan samimi bulunamaz. DİSK’in 15-16 Haziran’dan hemen önce yapmış olduğu işyeri temsilcileri toplantısında ortaya çıkan coşku, Genel Başkan’ ları en etkili sendika Maden-İş’ten gelen DİSK’in durumu algılayamamış olmasını neredeyse olanaksız kılıyor. 15 Haziran günü sendikanın yayınlarında “kavgaya hazırlan” yazıları çıktığı da hesaba katıldığında, “habersizlik”ten çok, “çaresizlik”ten söz etmenin daha doğru olduğu ortaya çıkıyor. Sıkıyönetim mahkemelerinde de dile getirilen “bilgimiz yoktu”, ancak “yapabileceğimiz bir şey yoktu” şeklinde anlaşıldığında tarihsel gelişimle tutarlı hale geliyor.
Büyük işçi kalkışması sürerken, DİSK yönetimini iyice yalnızlığa iten davranışı devlet gösteriyor. DİSK ile eylemci işçilerin arasındaki boşluğu iyi fark eden hükümet ve ordu komutanları, doğrudan sendika yöneticilerini azarlayarak bu boşluğun iyice açılmasına neden oluyorlar. Kemal Türklerin ünlü basın açıklaması da bu koşullarda ortaya çıkıyor:
“İşçi kardeşlerim! İşçi sınıfının bilinçli temsilcileri! Sizlere sesleniyorum. Beni iyi dinleyiniz. Anayasal hakkınız için direndiniz. Direniyorsunuz. Anayasamız, her türlü toplantı ve yürüyüşlerin silahsız ve saldırısız olacağını emreder. Bizler Anayasa’ya sımsıkı bağlı işçiler olduğumuzdan, hiçbir hareketimiz Anayasa’ya aykırı olamaz. Ne var ki, bizim aramıza çeşitli maksatlar güden kişiler, çeşitli kılıklara bürünerek girebilirler. Hatta, kötüsü, gözbebeğimiz şerefli Türk ordusunun bir mensubuna kötü maksatla taş atabilir, tahrikler yapabilirler. DİSK Genel Başkanı olarak sizi uyarıyorum.” 27 [TÜRKLER, Kemal].
Bu radyo konuşması için çok şey söylendi. Tekrarlamaya gerek yok, ama bir hatırlatma yapmak koşuluyla: Bu konuşma, DİSK yönetimi açısından özel bir geri adım değildir. DİSK yönetimi 14 Haziran’da hangi noktada duruyorsa, 16 Haziran’da da aynı noktadadır. Sadece hareket serbestliğini tamamen kaybetmiş durumdadır.
Peki maksatlı kişiler kim ola ki? Tıpkı Kemal Türkler gibi, azarlanmak ve geri adım attırılmak üzere komutanlar tarafından çağrılan Deniz Gezmiş, 1970 Türkiyesi’nde, onurlu maksatlar güden çizgilerden birisinin lideriydi. Onurlu maksatlarından vazgeçmedi. Peki, 16 Haziran günü düzen, “çizmeyi aştınız” diye celallenirken yine maksatlı olması gereken TİP neredeydi?
Şurası çok açık ki, yalnızlaşan DİSK yönetiminin de yalnızlaştırdığı işçi kitlelerine sahip çıkmada bu parti çok zayıf ve isteksiz davrandı…
TİP nerede durdu?
Birinci Türkiye İşçi Partisi’nin ülkenin sosyalist mücadele tarihindeki yeri, bu yazının kapsamı dışında kalıyor. Ancak, 15-16 Haziran’da bu partinin etkisiz kalması, kendi program ve iddialarının gereklerinden uzak durması, üzerinde düşünülmesi gereken bir konu. Birkaç ana başlıkla…
İlhan Akalın, ele aldığımız dönemi de kapsayan bir biçimde, “1960’lı yıllarda, sınıf mücadelesinin keskinleştiği doğrudur. Bu mücadelenin siyasal örgüt boyutunda TİP, sendikal örgüt boyutunda ise DİSK bulunmaktadır” 28 diye yazarken, elbette bu örgütlerin tarihsel anlamlarına vurgu yapıyor. Taşıdıkları yaman çelişkilerle malul olsalar da, Türkiye işçi sınıfının en canlı dönemlerinden birisinde bu iki örgütün öne çıktığına kimsenin itiraz etme durumu yok. Üstelik iki örgüt, yalnızca ortak kuruculara sahip olma açısından değil, benzer ideolojik kalıplara oturma açısından da aynı zincirin halkaları olarak ele alınmak durumunda.
Kısacası, DİSK’i TİP olmaksızın anlamak oldukça güç.
Daha önce de vurguladığım gibi, DİSK ile TİP arasında, işçi sınıfını örgütleme açısından oldukça bariz bir farklılık var. Yani, ideolojik kalıplardaki örtüşme, örgütlenme sürecinde ortadan kalkmakta ve DİSK TİP’in yapmadığı bir işe soyunmaktadır.
Türkiye İşçi Partisi’nin parlamentarizmi, doğal olarak yalnızca sosyalizme geçiş sürecine ilişkin stratejik bir Menşevik anlayıştan ibaret değildi. TİP’teki hastalık, aynı zamanda sosyalist mücadelenin dikey örgütlenme ihtiyaçlarına da sırt çevirmeye yol açıyordu. İşçi sınıfı, toplumun yoksul kesimlerinin bir parçası olarak değer kazanıyor ve partinin sınıfı işyerlerindeki zorlu mücadelelere hazırladığı pek görülmüyordu.
DİSK, bu açığı önemli ölçüde, ama elbette zarar da vererek kapattı. İşçi sınıfının üretim sürecinde siyasal değil sendikal bilince yöneltilmesi bugün hala solun temel hatalarından birisi olmaya devam ediyor. Ancak o dönem, bunun sorumlusu DİSK, değildi. DİSK ilk yıllarında ne eksik, ne fazla işçi sınıfı hareketine katabileceği şeylerin tamamını kattı. Eksiklik daha çok TİP’ten kaynaklandı.
Sonuçta 15-16 Haziran’a gelindiğinde Türkiye İşçi Partisi’nin sınıf hareketi üzerindeki etkisi iyice azalmıştı. İç sorunlar partiyi yorgun düşürmüş, MDD sapmasının tasfiyesi partinin dinamizmini yitirmesi nedeniyle fazla işe yaramamıştı:
“1970 yazı sadece büyük 15-16 Haziran işçi direnişiyle değil, öğrenci, köylü, memur eylemleri, yürüyüşleri, protestolarıyla kitlelerin gerçekten de o döneme kadar görülmemiş bir hızla hareketlendiği bir dönemdir. Ve yine 1970 yazı TİP’in en güçsüz olduğu, iç sorunlarını çözümleyemediği, yönetici kadronun (Aren-Boran ekibi) teşkilata hakim olamadığı, İstanbul dahil olmak üzere en önemli il ve ilçelerin MDD’ci muhalefetin eline geçtiği, MDD’ci muhalefetin ve gençlik örgütlerinin militanlarının, örgüt tanımazlık havası, örgütten umutsuzluk içinde ve provokasyonlara da kapılarak TİP’e karşı devrimci terör uyguladıkları, TİP’lilere karşı duydukları öfke ve kini TİP binalarına, yöneticilere ve TİP’lilere saldırılara kadar vardırdıkları gerçek bir kargaşa dönemidir” 29 . [İlke dergisi]
Türkiye İşçi Partisi’nin yalnız bir sapmadan değil, son derece canlı bir döneme giren Türkiye toplumuna uygun bir dinamizmden de arındığı ortaya çıkıyor. İşçi sınıfı sendikalara, öğrenci hareketi MDD geleneği ile boğuşan az sayıda yetenekli sosyalist gence emanet edilmiş, TİP kendisini “siyaset” yapmaya adamıştır. Olacak iş değildir. TİP sosyalist siyaseti burjuva demokrat bir çerçevenin içerisinde kurutarak hem kendisine, hem de DİSK’e kötülük etmiştir. Bu nedenle, genel olarak işçi hareketi açısından ve konumuz 15-16 Haziran olaylarında TİP’in devre dışı kalmasından tek başına DİSK yöneticilerini suçlamak son derece saçmadır.
TİP’in 15-16 Haziran’daki durumunu bir “sorumlu” ağızdan hatırlatmak istiyorum: “TİP bu olaylara hiç karışmamış, sadece onları yakından izlemiş ve işçileri destekleyen bildiriler yayınlamakla yetinmiştir” 30 . Neden? Önce Aren’in yanıtı: “Bunun nedeni, daha önce de görmüş olduğumuz gibi, DİSK yöneticilerinin, aynı zamanda Parti yöneticisi de olmalarına rağmen Partiyi kendi sendikal etkinlik alanlarının dışında tutmalarıdır. Öyle ki, DİSK’in böyle bir eyleme girişeceğinden TİP yöneticilerinin önceden haberleri bile olmamıştır…” 31 .
Sadun Aren’in 15-16 Haziran’ı DİSK yönetiminin giriştiği bir eylem olarak görmesi o kadar önemli değil. Önemli olan bir TİP yöneticisi olarak partinin sınıf hareketinin dışında kalmasının sorumluluğunu partili sendikacılara yıkmasıdır. İşçi sınıfını temsil iddiasındaki bir parti, yönetimdeki sendikacılar eliyle değil, bir bütün olarak sınıf politikası üretir; üretmek zorundadır. Görüldüğü kadarıyla Türkiye İşçi Partisi bayilik sistemi ile çalışmaya başlamış, devrimci örgütlerdeki zorunlu işbölümü ile ilgisi olmayan yetki devrine gitmiştir. DİSK yöneticisi partililerin başlarına buyruk davranmaları, parti içi bir sorundur; öyle halledilmek durumundadır. Ama, partinin sınıf hareketi ile ilişkisini ihaleye çıkarması siyasal bir sorundur; bunu halledemeyen parti, fiziki olarak kolay hallediliverir.
Türkiye İşçi Partisi, kuruluşundaki arızaları gidermek yerine, bunları kanıksamayı tercih ederek tarihsel bir hata yapmıştır. Kuruluşundan on yıl sonra, yanıbaşında, hatta elinde DİSK gibi bir sendika, onca siyaset dersi ve MDD’cilikle hesaplaşma olan bu partinin Ekim 1970 sonundaki 4. Kongresi’nde yapılan şu konuşma yürekler acısıdır:
“DİSK ile Parti arasında, sendika ile parti arasında soğukluk vardır. İlişkiler güçlendirilmelidir. Ben bir yandan kelleyi koltuğa alarak, memlekette esas sosyalist mücadeleyi sürdürecek işçi sınıfı üzerinde çalışırken, bunlar sosyalist mücadele sayılmayacaksa… Belki ileride sendikacılar parti içinde baş belası olur zihniyetiyle parti il, ilçe kademelerine kadar sendikacılar aleyhine rivayet çıkarılırsa, bu soğukluk buz haline gelir ve partiye yarar sağlamaz…” 32 [TÜRKLER, Kemal]
Konuşmanın sahibi, DİSK’in Genel Başkanı’dır. Yoruma hiç gerek yok. Türkiye İşçi Partisi, işçi sınıfı hareketinde açtığını sandığı bayiinin artık TİP’i değil, kendi markasını lanse ettiğini geç fark etmiştir. Bu durumun faturasının tek başına sendikacılara çıkartılması anlamsızdır.
Yazık…
15-16 Haziran’da dışarıda kalan parti, 15-16 Haziran sonrasında ciddi baskılarla karşılaşmış, 12 Mart’ta ise açık bir biçimde tasfiye edilmiştir. Oysa, TİP olayların mantığını pek de güzel kavramıştır. 12 Mart’tan üç ay kadar önce, 8 Ocak’ta Behice Boran’ın yapmış olduğu basın açıklamasındaki değerlendirmeler, TİP’in dönemin en tutarlı Marksist analizlerinin adresi olduğu açık bir biçimde göstermektedir. Ne yazık ki, bu güçlü silah kullanılmamıştır.
Bu durumda, başa ve başlığa dönmekten başka çaremiz yok. İki gün, iki sınıf… 15-16 Haziran’a övgü… 15-16 Haziran’daki Türkiye işçi sınıfına övgü…
Dipnotlar ve Kaynak
- Bu arada Sırrı Öztürk’ün, 15-16 Haziran için çıkardığı yeni kitabında Sosyalist İktidar Partisi’nin “1 Mayıs 1996-Taksim Yeniden” eylemi için kullandığı “magazinleşme” terimini imzasını koyduğu son üç kitabındaki üslup nedeniyle kendisine iade etme ihtiyacı hissediyorum. Çünkü; birincisi yıllarını bu mücadeleye vermiş birisine saygısızlık etmeyeçekindiğimden, ikincisi sosyalist mücadele geleneklerimize uymadığından kimseyi emekliliğe çağırmak istemiyorum (ÖZTÜRK, Sırrı; Gelenekten Geleceğe 15-16 Haziran, Sorun yayınları, 1996.)
- SÜLKER, Kemal; Türkiye’yi Sarsan 2 Uzun Gün, Verso yayınları, 1987, sayfa 95.
- CEM, İsmail; Tarih Açısından 12 Mart II. cilt, Cem yayınları, 1977, sayfa 92.
- age., sayfa 93.
- AHMAD, Feroz; Modern Türkiye’nin Oluşumu, Sarmal yayınevi, 1995, çeviren:Yavuz Alogan, sayfa 204.
- Emek dergisinden aktaran İlke, sayı 11, 1974, sayfa 12.
- BAYDAR, Oya; 1 Mayıs 1975’te Türkiye İşçi Sınıfı, İlke dergisi, sayı 17, Mayıs 1975, sayfa 65.
- KÜÇÜK, Yalçın; Türkiye üzerine Tezler I. cilt, Tekin yayınları, 1985 (4. baskı, sayfa 503-504.
- YERASIMOS, Stefanos; Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye III. cilt, Gözlemyayınları, 1977, sayfa 1712.
- Sosyalist İktidar; On Yıl Sonra: Gurur ve Burukluk, Sosyalist İktidar dergisi, sayı 9, 1980, sayfa 14.
- ÖZTÜRK, Sırrı; age., sayfa 43.
- BAYDAR, Oya; agy., sayfa 65.
- IŞIK, Yüksel; Osmanlı’dan Günümüze İşçi Hareketinin Evrimi (1876-1994), Ötekiyayınları, 1995.
- Sosyalist İktidar; agy., sayfa 14.
- CEM İsmail; age., sayfa 92.
- SÜLKER, Kemal; age., sayfa 90.
- age., sayfa 96-97.
- GÜLER, A.-OKUYAN, K.-SALMANER, M.; Demokrasiye Aykırı Yazılar, Gelenekyayınevi, 1996, sayfa 204.
- SÜLKER, Kemal; age., sayfa 85.
- age., sayfa 87.
- ÖZTÜRK, Sırrı; age., sayfa 8.
- SÜLKER, Kemal; age., sayfa 22.
- age., sayfa 29.
- ERDEM Hüseyin; Sosyalist Hareketimiz ve Sendikalar, Sosyalist İktidar dergisi, Sayı 3, Aralık 1979, sayfa 60.
- SÜLKER, Kemal; age., sayfa 40.
- age., sayfa 82.
- age., sayfa 125.
- AKALIN, İlhan; DİSK Kısa Tarih 1960-1980, Öteki yayınları, 1995, sayfa 59.
- İlke; TİP Eleştirisi-TİP’in On Yılı, İlke dergisi, sayı 10, Ekim 1974, sayfa 114.
- AREN, Sadun; TİP Olayı 1961-1971, Cem yayınları, 1993, sayfa 113.
- age., sayfa 113.
- DİNLER, Ahmet Hamdi; TİP Tarihinden Kesitler, Gelenek yayınevi, sayfa 247.