Sosyalist hareketin farklı bir tarzda yeniden doğduğu, aydın hareketinin niteliksel bir sıçramaya uğradığı 1960’lı yıllara geçmeden önce, geriye dönük bilgiler vermek, yazımın bundan önceki bölümlerinde altını çizdiğim bir tespiti öne çıkarmak ve bu tespit etrafında 27 Mayıs’ı da hazırlayan şartlara değinmek istiyorum.
Gelenek 50. sayıda yayınlanan ikinci bölümde kemalizmin ilerici/gerici karekterinden söz etmiş ve bu iki ana noktanın bir bütünü oluşturan iki parça bir madalyonun iki yüzü olduğunu belirtmiştim.
İlericilik, kapitalizmin hâkim üretim tarzı haline getirilmesi amacıyla atılan ve feodal ilişkileri tasfiyeyi (feodal unsurları eklemleme yoluyla ayak bağı olmaktan çıkarmayı) amaçlayan bir dizi adımın zorunlu bileşeni olmuş; gericilik ise bu dönüşümlerin taşıyıcısı olan burjuva sınıfın toplumsal yaşamdaki cılızlığı ve korunmaya muhtaç bir konumda olması, dolayısı ile kapitalizmin ancak devlet aygıtı ve zoruyla hâkim kılınabilirliği-nin zorunlu sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Bu yüzden kemalizmin tarihsel olarak ilerici olduğu dönem/gericileştiği dönem diye bir ayrım yapmak mümkün değildir. Kemalizm aynı anda hem ilerici hem gericidir. Hem değişimden yanadır hem statükoyu korumaktan yana. 1920’lerin ortasından 1950’li yıllara kadar olan döneme damgasını vuran ana hat bu olmuştur. Bu özelliğinden ötürü kemalizme hem ilericilik adına gönderme yapmak mümkün olmuştur, hem de ondan gerici/statükocu eğilimleri besleyecek malzemeyi abartmak…
1920’lerin ortasından 1950’li yıllara kadar devlet aygıtını elinde tutan ve bu yolla kapitalist üretim tarzını hâkim kılan kemalist kadroların siyasal tercihi depolitizasyon olmuştur. Bu tercih olağanüstü önemlidir. Çünkü burjuvazi tarih sahnesine çıktığı ve burjuvazinin siyasi temsilcileri feodal unsurlarla açıktan bir iktidar mücadelesine giriştiği dönemde, yükselen bu sınıf başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi kitleleri arkasına almaya çabalamış ve başarıya ancak bu yolla ulaşabilmiştir. Burjuva demokrat devrimlerinin harcında emekçilerin teri ve kanı, siyasi/ekonomik kazanımlarında ise yadsınamayacak bir payı olagelmiş, ancak iktidar alındıktan sonra burjuvazi gericileşmeye başlamıştır. Gericileşme dönemine kadar burjuvazinin açık tercihi politizasyondan yana olmuştur. Türkiye’de bu süreç farklı bir seyir izlemiştir. Kemalistler emperyalist işgale karşı mücadele ederken dahi politizasyondan yana tavır takınmamış, “vatan elden gidiyor” söylemiyle yetinmişlerdir. Politizasyon kemalistlerin iradesi dışında, kendiliğinden ortaya çıkmış, kemalistler hem bu politizasyona, hem de bu politizasyonun üzerine binen komünist örgütlenmelere karşı acımasız ve kıyıcı bir tutum takınmışlardır.
Cumhuriyetin ilanıyla birlikte, feodal unsurları tasfiye etmek için dayanacakları sınıfsal zeminden yoksun olarak yola çıktıklarının bilincinde olan kemalist kadrolar, zaman zaman çeşitli denemelere girseler de (Serbest Fırka böyle bir denemedir) baştaki siyasal tercihlerini devam ettirmişler ve de-politizasyonu kalıcı hale getirmek için ısrarlı bir çaba göstermişlerdir.
Yaklaşık otuz yıla damgasını vuran depolitizasyon tercihinin, kemalistler açısından ciddi bir takım sonuçları olmuştur. Sıralıyorum;
-Emekçi sınıflar ve çeşitli toplumsal katmanlar devlet aygıtına yabancılaşmış, giderek düşman gözüyle bakmaya başlamışlardır.
-Demokratik kurumlar diye adlandırılan organizasyonlar, sivil toplum örgütleri hemen hiç varlık gösterememişlerdir.
-Basın-yayın kuruluşları renksiz ve benzer bir görüntü taşımış, apolitik ya da devlet yanlısı statükocu bir yayın çizgisi izlemişlerdir.
-Geçmişten devrolan aydın kesim ile alana yeni giren entelijansiya siyasal olarak “döllenememiş” ve devlet zoruyla kazanılan bu kesimler kısa sürede yitirilmiştir.
-Kemalistler kendi kadro kaynaklarını kendi elleriyle kurutmuşlar ve çoğu kurtuluş savaşı döneminde kazanılmış asker kökenli sınırlı bir kadro ile yola devam etmek mecburiyetinde kalmışlardır.
-Kemalizm bir türlü toplumsal bir kisveye bürünememiştir.
-İdeolojik üretim için “siyasal döllenmeye” muhtaç olan ve bu ihtiyacı kemalistler tarafından karşılanmayan aydın kesim politizasyonu temsil eden TKP’ye yönelmiştir.
-Gerek tevkifatlar gerek likidasyonlar TKP’ye yönelen aydınları “boşa düşürmüş” ve ideolojik atmosfer hızla çoraklaşmıştır.
– Ve en önemlisi, tüm bunların bir sonucu olarak, Türkiye aydınlarının dünya ile olan ilişkileri adeta kesilmiş ve ciddi bir içe kapanma süreci yaşanmıştır.
Dildeki yenileşmenin, tekke ve zaviyelerin kapatılmasının, geleneksel yapıların tasfiyesinin ve diğer değişikliklerin beslediği depolitizasyon bizzat devlet kurumlarını da içerisine almış, her kurumu, bir diğeri ile olan ilişkisini çok sınırlı bir kesim eliyle tesis eden kendi içine dönük yapılar haline getirmiştir. Örneğin ordu kapalı bir kutuya, ayrı bir dünyaya dönüşmüş, Nazım Hikmet’in adının da karıştırıldığı Donanma Davası ile bu yönelim hızlanmış ve silahlı kuvvetler devlet aygıtının en apolitik, başka bir deyimle en “arı” kemalist kolu haline gelmiştir…
1940’larda, savaşın dışında kalan ama savaşa girmiş gibi ciddi sıkıntılar yaşayan Türkiye’de bir birikim süreci yaşanmış, bu birikim İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde kendini bir politizasyon dinamiği olarak açığa vurmuştur.
Sonuçta, yaklaşık otuz yıl süren depolitizasyon dönemi 1946’da, kısmen de olsa sona erer ve devlet aygıtının (artık palazlanmış olan) Türkiye burjuvazisinin yeni yönelimlerine uygun hale getirilmesi için, gerekli değişikliklerin yapılması amacıyla çok partili sisteme geçilir.
Bu dönem, 10 Mayıs 1946’da toplanan CHP Büyük Kurultayı’nda Genel Başkan İsmet İnönü’nün şu sözleri ile somutlanmıştır:
“Sayın üyeler, sizleri Türk halk iradesinin yeni bir aşamasına karar vermeniz için çağırdım: Tek dereceli seçim…”
İsmet İnönü demokrasi havarisi olarak ayakta alkışlanıyor. İnönü ve CHP delegeleri kendilerine fazlaca güveniyorlar.
Ve gelişmeler hızla akıyor;
-Celal Bayar’ın lideri bulunduğu, 7 Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti 21 Temmuz 1946’da yapılması kararlaştırılan seçime hazır olduğunu açıklıyor.
-DP ve diğer muhalefet partileri, 26 Mayıs 1946’da yapılan Belediye Seçimleri’ne katılmıyorlar ve CHP’yi meşru olmayan bir seçimin “zorba aktörü” haline getiriyorlar.
-Seçim tarihi yaklaştıkça baskılar artıyor ve gazeteler DP’lilerin çeşitli şehirlerde maruz kaldıkları saldırıları manşetten veriyorlar.
-CHP atağa kalkıyor ve DP’yi komünistlerle işbirliği yapmakla suçluyor.
-Henüz örgütlenmesini tamamlayamamış olan DP seçimleri çok ciddiye alıyor ve CHP’nin suçlamalarına “Yeter söz milletindir” sloganıyla karşılık veriyor.
-Çekişme kızıştıkça politizasyon hızlanıyor ve seçmen kitlesi genç DP’ye büyük bir ilgi gösteriyor.
-Celal Bayar seçim gezisi süresince gittiği her yerde otomobiliyle birlikte omuzlara alınıyor…
Ve beklenen gün: Açık oy-gizli sayım (hile karıştırılmaya en açık ve tuhaf bir seçim şekli) esasına göre yapılan ve sonuçları üzerine yapılan tartışmaların, hile ve baskı iddialarının hala devam ettiği 1946 seçimleri şu şekilde sonuçlanıyor:
CHP: 403 milletvekili; 16 ilde seçimlere katılamayan DP: 54 milletvekili; Bağımsız: 4 milletvekili…
Kopartılan fırtına bir kayıkçı döğüşünden öteye geçmiyor aslında. Kapitalizmin yeni yönelimlerine cevap verecek yeni bir hükümetin kurulması ve devlet organizasyonunun kısmi rötüşlere tabi tutulması bir sürece yayılıyor ve CHP ile DP arasındaki devir-teslim töreni bir süre için erteleniyor.
Burjuvazinin kemalist kanadı ile DP kadroları arasında bir mutabakat var. Adnan Menderes bu mutabakatı 6 Aralık 1946’da meclis kürsüsünden olanca çıplaklığıyla gözler önüne seriyor:
“21 Temmuz seçimleri başlı başına bir olay değildir. Memleketin geçirmekte olduğu esaslı değişikliklerin akışı içerisinde bir merhaledir…”
Ve 1946’dan 1950’ye kadar olan dönem bir geçiş dönemi oluyor.
CHP ile DP arasındaki devir-teslim töreninin köşe taşlarının döşendiği bu geçiş dönemine neden olan gelişme bir yanıyla dışsal. Dünyada artık bir sosyalist sistem var ve demokrasi, barış, özgürlük talepleri gittikçe kendisini duyuruyor. Dünyanın yeniden şekillenen siyasal haritası kapitalist-emperyalist sistemi yeni bir aranışa ve yapılanma ihtiyacına sürüklüyor. Türkiye’nin bu gelişmelerin dışında kalması mümkün değil. Üstelik savaşa girilmediği halde ülke savaşın çeşitli yıkımlarını yaşamış ve ciddi bir tepkiyi giderek açığa çıkarmaya başlamıştır…
CHP hızla meşruluğunu ve saygınlığını yitirmekte yönetebilir bir parti olmaktan uzaklaşmaktadır.
1946-1950 dönemine rengini çalan ana gelişme budur. Ve bu tabloda komünistler, aydınlar, sendikacılar, gençler, kısaca emekten yana olan çeşitli kesimler yoktur. Başlangıçta TKP kadrolarına “güler yüz” gösteren Demokrat Parti yöneticileri ile CHP, bu güce karşı omuz omuza mücadeleye yönelmiş, terör ve baskı ile politizasyonun meyvelerini sadece burjuva kesimlerin toplayacağını bir kez daha beyan etmişlerdir.
Dönem soğuk savaş dönemidir.
Demokrat Parti’nin kurulması ile başlayan bu dönem, bizzat DP’nin iktidara gelmesi, politizasyonun başlangıcı olmuştur. Ancak bu politizasyon “parlamento-bürokrasi-basın” üçgeni ile sınırlıdır. Kitleler açısından “genel oy hakkı” haricinde herhangi bir anlam ifade etmemektedir. Ama bütün bunlara rağmen depolitizasyona dayalı yapı çatlamış ve “Pandora’nın Kutusu” açılmıştır.
Basın ve yayın faaliyetleri çeşitlenmiş, siyasal ve sendikal çalışmalar yoğunlaşmış, aydınlar, gençlik ve işçi sınıfının kimi kesimleri hareketlenmişlerdir.
Bu gelişmelere ne CHP ne de DP seyirci kalınamayacağını anlamış, her iki parti de kitlelerdeki bu sınırlı ama gittikçe yükselen politizasyona ayak uydurmak yönünde adımlar atma zorunluluğu ile karşı karşıya kalmışlardır; CHP iktidarda kalabilmek, DP ise hükümet olabilmek için…
Bir noktanın altını çizdikten sonra 1950 seçimlerine geçmek istiyorum.
Bu dönem DP dışarıya, TKP kadrolarına el uzatacak ölçüde alabildiğine demokrat ve hoşgörülü, kitlelerin taleplerine yanıt vermek açısından ise esnek ve yapıcı bir görüntü aksettirmekte, CHP’nin katı ve statükocu kadrolarına oranla halka daha fazla güven vermektedir. Bu güven halesini genişleten iki önemli olay var. Bu dönemde DP kadroları iki belgeyi kaleme alıp kamuoyuna açıklıyor:
1-) Özgürlük Andı
2-) Milli Hüsumet Andı
Özgürlük Andı, DP’nin kendi aleyhine olan mevcut yasaları değiştirtmek için CHP’yi köşeye sıkıştırmak yolunda attığı adımlara zemin hazırlayan ve DP’nin 1. Büyük Kongresi’nde delegelerin alkışlarıyla onaylanan bir bildiri. Özgürlük Andı başlığını taşıyan bu bildirinin sonuç kısmı şöyle:
“Anayasaya aykırı kanunların hızla değiştirilmesi, yerlerine demokratik kanunların konmasını istiyoruz. Bu hususta Demokrat Parti Meclis Grubu tarafından verilecek önerge kabul edilmezse, Meclis Grubu’nu meclisten çekerek sine-i millete dönme kararını vermeye Genel Merkezi yetkili kılıyoruz. Bu takdirde CHP’yi kendi kader ve sorumlulukları ile baş başa ve büyük hâkim milletle karşı karşıya bırakıyoruz.”
DP, açık bir biçimde CHP’yi tehdit ediyor. Bununla da yetinilmiyor ve 20 Haziran 1949 tarihinde toplanan DP’nin 2. Büyük Kongresi’nde Milli Hüsumet Andı onaylanarak CHP kurmaylarının önüne konuluyor.
1950’deki seçimin 1946 seçimlerine benzemesi halinde meydana gelebilecek her türlü olayın sorumlusunun CHP olacağı beyan edilen (ne olur ne olmaz diyerek milleti de sükunete davet etmeyi unutmayan) Hüsumet Andı’nın en can alıcı noktası aşağıdaki satırlar:
“Oylara el atılırsa yurttaşlar da yasal haklarını savunmak durumunda kalacaklardır. Ancak bu savunma yasal yollardan yapılmalıdır. Ne var ki yurttaşları bu durumda bırakan yönetim de milletin hüsumeti ile karşılaşacaktır.”
DP’nin tehditleri işe yarıyor ve CHP bir dizi yeni düzenleme yapmak yoluna gidiyor. Yeni bir seçim yasası yürürlüğe giriyor ve seçimlerin organizasyonunu gerçekleştirmek üzere Yüksek Seçim Kurulu oluşturuluyor. Seçimlerin tek dereceli, gizli oy-açık sayım esası üzerinden gerçekleştirilmesi, radyoların parti propaganda konuşmalarına eşit biçimde yer vermesi karar altına alınıyor. Nisbi seçimi reddeden CHP yaptığı bu düzenlemelerle DP’yi iktidara götürecek yolu kendi elleriyle açmış oluyor.
1950 seçimlerinde pahalılık ve yoksulluk temalarını öne çıkaran, demokrasiyi dilinden düşürmeyen, “ekmek ve özgürlük” şiarını hiç durmadan haykıran, tanınmış isimleri listelerin başına koyan ve CHP’yi, Cumhurbaşkanı İnönü’yü diktatörlükle suçlayan DP seçim gündemini tek başına belirliyor. CHP’nin yaptığı sadece karşı çıkmak ve itiraz etmek. Ötesine geçilemiyor. CHP kadrolarının aczi, tarafsız olması gereken Cumhurbaşkanı İnönü’yü harekete geçmeye zorluyor ve İnönü meydanlarda DP’nin suçlamalarına karşı CHP’yi ve devlet aygıtını savunmak mecburiyetinde kalıyor:
“İnsafınıza müracaat ederim. Bir seçim zamanında her gün memleketin en az otuz yerinde toplantılar yapılan bir diktatörlük ülkesi görülmüş müdür?..”
İnönü sıklıkla açıklar veriyor ve DP’nin iddialarını doğrular mahiyette sözler sarf ediyor:
“Her memlekette, onun seviyesine ve ihtiyacına göre nazariye itibariyle anti-demokratik sayılacak kanunlar veya haller mevcut olabilir..”
Kemalizmin gerici yüzünü sergilemeyi de ihmal etmeyen İnönü, CHP’yi temize çıkarmak ve söz konusu anti-demokratik halleri mazur göstermek için, değişik hükümetler tarafından da yıllarca kullanılacak olan motifleri öne sürüyor:
“Bizde nazariye olarak anti-demokratik sayılacak başlıca iki mevzu vardır. Birisi komünistliğin faaliyetine kanunen müsaade edilmemesidir…”
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya konjonktürü değiştiği için, teessüf babında bir tespit yapma zorunluluğu hissediyor:
“Yakın zamanlara kadar bazı hürriyet memleketlerinde de hal böyle idi…”
Ne yazık ki değişti demeye dili varmıyor. Ve ekliyor:
“Antidemokratik sayılabilecek bu yasak bizim bünyemizde devam edecektir…”
İnönü’nün aktif bir CHP’li olarak meydanlara inmesi DP’yi daha saldırgan yapıyor ve sadece CHP değil İnönü’yle de uğraşmaya başlıyorlar. Öyleki sonuçta İnönü şu açıklamayı yapmak zorunda kalıyor:
“Bütün vatandaşların bilmesini isterim ki, CHP seçimde çokluğu kaybederse, İsmet İnönü tabiatıyla ve elbette cumhurbaşkanlığından çekilecektir.”
14 Mayıs gecesi açılan sandıklar İnönü’nün hissiyatını doğruluyor ve DP birinci parti olarak seçimlerden zaferle çıkıyor…
1950 seçimleri öncesine dair uzun alıntılar yapmamın sebebi 27 Mayıs ile ilgili. 1946’dan itibaren demokrasi havarisi olarak boy gösteren DP’nin niçin kanlı bir biçimde siyaset sahnesinden silindiği sorusunun yanıtı burada yatıyor.
Demokrasi, ekmek, özgürlük ve değişim vaadiyle hükümet olan ve burjuvaziyi devletin “tahakkümünden” kurtarmayı şiar edinen DP, hükümet ettiği dönem boyunca kemalistlerin makus talihiyle malûl olmaktan kurtulamamıştır. Burjuvazi güçsüz ve korunmaya muhtaçtır, ama aynı zamanda yeniden biçimlenen kapitalist-emperyalist sisteme entegre olmak için yeniden yapılanma zorunluluğu ile karşı karşıyadır ve bunun için uluslararası tekellere kendisini bağlamak haricinde bir tercihe sahip değildir.
DP hükümeti ile birlikte, zaten sonuç vermeyen “ulusal burjuvazi yaratma” projesinden tamamen vazgeçilmiş, kapitalist-emperyalist sisteme eklemlenme çareleri aranmaya başlanmıştır.
DP’nin “dramı” burada yatıyor. DP’yi hükümete taşıyan kitlelerin değişim talebidir. Oysa burjuvazinin talebi ile kitlelerin talebi arasında ciddi bir karşıtlık vardır ve DP hükümeti burjuvazinin talebini yerine getirmeyi görev bilmiştir. Çünkü burjuvazinin temsilcisidir, emekçilerin değil…
Ve DP hükümeti CHP’den devraldığı baskı aygıtlarını daha da yetkinleştirerek burjuvazinin zayıflığını, korunma ihtiyacını giderme yoluna girmiş, daha da “ceberrut bir devlet” yaratmıştır. Kitlelerin değişim talebi baskı ve zorbalıkla yokedilmeye, bastırılmaya başlanmış, kapitalist- emperyalist sisteme eklemlenme amacıyla bir dizi, Kore savaşı gibi ciddi sonuçları da olan, önemli adım arka arkaya atılarak Türkiye ABD yörüngesine oturtulmuştur.
DP hükümetinin kemalizme yönelttiği saldırı, bugüne kadar (Nazım’ın Putları Yıkıyoruz Kampanyası ile birlikte) görülmüş en ciddi anti-kemalist saldırılardan biridir.
Kimi sosyal demokrat aydınların iddia ettiği gibi DP gericiliği temsil etmemiş, hırçınlığının ve diktatörlük hevesinin kurbanı olmamıştır. Kapitalist-emperyalist sistem yeniden yapılanır ve sınıf mücadelesinde ciddi bir tehdit unsuru olarak sosyalist sistem oluşur, ulusal kurtuluş mücadeleleri alabildiğine hız kazanırken Türkiye’nin CHP tarafından temsil edilen yönelimi devam ettirmesinin ülkeyi yıkıma ve kanlı bir iç çatışmaya sürükleyeceğini, böylesi bir “kapışmada” burjuvazinin güçsüz, savunmasız ve en önemlisi yapayalnız kalarak iktidarını yitirebileceğini gören DP kadroları bir an önce, yeniden şekillenen dünya siyasal haritasında kapitalist-emperyalist kampın bir parçası olarak Türkiye’nin yerini almasını sağlamayı zorunlu saymış ve bu tespitiyle burjuvaziyi ileriye taşımıştır. DP’nin bu ısrarlı mücadelesi düzenin devamı ve geleceğinin garanti altına alınması yolunda atılmış en ciddi adım olarak tarihe geçmiştir.
Bu yüzden, burjuva sınıf ve kapitalizmin bekaası anlamında, ilerici olan DP’dir; CHP ve kemalizm ilk adımlarını attığı kapitalist-emperyalist sisteme eklemlenme yolunda tutuculuğu ve statükoyu temsil etmiş ve bu eklemlenme sürecinin kemalizme zarar verilmeden yapılabileceğini savunmuştur.
Doğru değildir. Eklemlenme sürecinin bizzat kendisi en az ikili bir ilişkiyi ifade etmiş, bu ilişkide güçlü olan kapitalist-emperyalist kampın kurallarının geçerliliğini dayatmıştır. DP eklemlenmenin yoluna devam etmesinin daha farklı bir siyasal-ekonomik yapı ile mümkün olacağını görmüştür. Oysa CHP ve kemalizm, başından beri sürdürülmekte olan modeli küçük rötuşlarla devam ettirme eğilimindedir.
DP’yi kemalizmle ve kemalist devlet kadroları ile zorunlu hesaplaşmaya yönelten ana dürtü bu farklılık olmuş ve DP kapitalizmin bekaası için kemalizme saldırmak mecburiyetinde kalmıştır. Çünkü kemalizm, bir bakıma, iktisadi bir projedir. Kapitalist kalkınma modelinin bizzat kendisidir.
Türkiye’nin devralınan iktisadi yapısı devlet müdahalesine ihtiyaç duymayan, kendiliğinden bir gelişmeyi olanaksız kılmış, bu yüzden devlet aygıtı eli ve zoru ile kapitalizmin egemen hale getirilmesi tercih edilmiştir. Bu yapılırken devlet, kaçınılmaz bir biçimde, ekonomik yapıda hayli ağırlıklı bir yer edinmiş, KiT’ler olarak anılan kuruluşlar gerek kapasite anlamında, gerek stratejik açıdan ekonomik yapının kalbi haline gelmiştir. DP ve DP’nin temsil ettiği çizgiye sadık pekçok düzen partisinin gözünü diktiği ve bir şekilde özel kapitalist işletmelere devretmeye çalıştığı bu kuruluşlar burjuvaziye ucuz sınai ürünler, mamül ve yarı mamül maddeler sağlamış, özel kapitalist işletmeciliğin gelişmesinde ciddi roller üstlenmiştir.
İşte bu yönelimin adı kemalizm olmuştur. Ve tabiatıyla kemalizm öncelikle üstyapısal değişiklikleri gerçekleştirmiş, yani devlet aygıtını yeniden yapılandırmış (ilericiliği bu noktadadır ve çok kısa sürmüştür) arkasından bu düzenlemelerin verdiği güç ve olanakla altyapıya yönelmiştir. 1950’ye kadar olan döneme damgasını vuran bu gelişme CHP’nin altı okunu devletle özdeşleştirmiş ve bu özdeşleşme bir “devlet kültürü” ile bir “devlet memuru tipolojisi” yaratmıştır.
Kapitalist-emperyalist kampa eklemlenme sürecinin yeni bir tarzla hızlandırılması ile birlikte bu devlet kültürü ve devlet memuru tipolojisi alarma geçmiş ciddi bir gerginliğe doğru yelken açılmıştır.
Oysa eklemlenme sürecini hızlandıran DP hükümetinin devleti baştan aşağı değiştirmek gibi bir derdi yoktur ama, devlet aygıtına ihtiyacı vardır. İlk başlarda problem yaşanmaz. Ancak eklemlenme sürecinde sıçramalar yaşanması ve bu sıçramaları kontrol altında tutmak amacıyla DP hükümetinin devlet aygıtının tümüne el uzatması ile birlikte kıyamet kopar. 1956’lardan başlayarak iktisadi krizin ufukta kendisini göstermesi DP kurmaylarını devlet aygıtına daha sıkı sarılmaya itince açıktan bir kapışma dönemi başlar. Artık mücadele bu devlet kültürü ve tipolojisi ile DP’nin iktisadi/siyasal projesi arasındadır.
Kemalizmin bazı unsurlarının rafa kaldırılması ve kapitalist-emperyalist kampla bütünleşmede yeni bir hamle hedefinin konması ve bunu gerçekleştirmek için devletin tüm aparatlarının kullanılmak istenmesi DP kurmaylarını giderek söz konusu devlet kültürü ve tipolojisi nezdinde “vatana hıyanet” çizgisine sürükler. Burjuvazinin bu “has evlatları” büyük bir sadakatle temsilcisi oldukları sınıfa hizmet etmeye devam ederler ve kemalizme (devlet kültürü ve tipolojisine, çünkü iktisadi anlamda kemalizm çoktan bir köşeye fırlatılıp atılmıştır) amansız bir savaş açarlar.
Bu savaşla birlikte kemalizmin iktisadi bir proje olduğu gerçeği silinmeye başlamış, ancak bu gerçekle anlamlı ve ona mahkum olan kültür ve tipoloji yönü öne çıkmaya başlamıştır. Bu süreç kemalist kültürün gerici yönlerinin üzerinin örtülmesine neden olmuştur.
Ve 27 Mayıs’tan sonra, bazı aydınların sosyalizan değerlerle harmanladığı kemalizm sol bir versiyon olarak siyasal, ideolojik mücadele sahnesinde yeşermiş, 12 Mart’la birlikte kök salmıştır.
AYDINLAR, KRİZ, SİYASÎ MÜCADELE ve SEÇİMLER
1950-1960 dönemi aydın hareketi açısından da önemli bir değişimi gündeme getirmiştir. Gelenek 50.sayıda yayınlanan 2. bölümde sol / sosyalist aydınların geçtiği merhaleleri özetlemiştim. Bu bölümde burjuva aydınlara değinmek istiyorum.
DP hükümeti öncesinde sanat ve kültür alanında hâkim olan ana hat yerellik, daha doğrusu “köylülük” olmuş, dünyaya pencerelerini kapatan aydınlar sığ ve kısır bir toprakta kendilerini yeşertmeye çalışmışlardı. Nazım’ın etkisinin silindiği bu dönemde CHP’nin estetleri Orhan Veli, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat’ı öne çıkararak Garip Şiirini ciddi bir yenilik olarak öne sürüp genç aydın kuşağı “avutmaya” ve apolitizmi sanatsal-kültürel alana taşımaya çalışmışlar, bir hayli de başarı elde etmişlerdi.
DP hükümetinin kapitalist-emperyalist kampla ilişkileri sağlama alma çabası aydınların dünyaya kapanan penceresini aralamış ve bugüne kadar “kaçış şiiri” ve baskı dönemlerinin “bunalım edebiyatı” olarak adlandırılan, bu özellikleri taşımakla birlikte ve bunlardan daha da ziyade, bir tepki ve geç kalmışlığın öfkesi biçiminde yorumlanması gereken İkinci Yeni akımı ortaya çıkmıştır. Ve elbette ki bu pencereden görünen çarpık bilinci besleyecek bir görüntüdür. Çünkü bakıp gören göz burjuva, görünen manzara ise olağanüstü karmaşık ve karanlıktır. Pencerenin bulunduğu yer açısından da durum aynı; ağır bir karanlık ve çorak bir ideolojik iklim…
İkinci Yeni, DP hükümetinin kapitalist-emperyalist kampa öykünüşünün sanatsal alandaki yansıması olarak ortaya çıkmıştır ya da, en azından, böyle bir gelişim süreci izlemiştir ve DP tarafından kemalizme yöneltilen saldırının aydınlara vuran koluna bir hayli hizmette bulunmuş, güçlü bir ideolojik cephanelik işlevi görmüştür. İkinci Yeni ile birlikte kemalizmin aydınlar üzerindeki çok sınırlı prestiji de yerle bir olmuştur. Ancak İkinci Yeni DP hükümeti tarafından desteklenmemiş, Demokrat Parti de ideolojik tahakküm için devlet aygıtını kullanmayı tercih etmiştir.
DP hükümetinin kemalizme yönelttiği ağır siyasi-ideolojik saldırı öyle vahim yaralar açmıştır ki, kemalizm adeta silinmiştir. DP’nin siyasal yaşamı alt üst eden ve kitleler açısından hayatı çekilmez hale getiren “terörü” karşısında CHP ve kemalizm çaresiz kalmış, gidişattan hoşnut olmayan geniş kitleleri seferber etmek noktasında CHP kilitlenmiştir.
Bu ağır koşullara rağmen kitlelerin CHP’ye karşı DP’yi desteklemeye devam etmesinin tek nedeni var: Kemalizmin sicili…
Özellikle İnönü’nün Milli Şeflik döneminde kemalizm saldırganlığının doruğuna tırmanmış ve halk nezdinde diktatörlükle, yıkımla ve sefaletle özdeşleşmişti. DP’nin uyguladığı ekonomik politikaların yoksulluğu körüklemesine, iktisadi kriz derinleştikçe baskı ve terörün dozajının artmasına rağmen kitleler CHP’ye yönelmemiş ve DP’yi desteklemeye devam etmiştir.
Bu dönem aynı zaman da DP’nin çözülmeye başladığı dönemdir. Çözülme hızlandıkça baskı ve terör yoğunlaşmış, sansür tekrar hortlamıştır. Tanınmış isimlerin de içinde bulunduğu bir kısım DP’li partiden ayrılarak Hürriyet Partisi’ni kurmuş, dış borç bulunamaması, eldeki döviz kaynaklarının kuruması ile DP hükümeti iktisadi anlamda da köşeye sıkışmaya başlamıştır.
Eşikte ciddi bir kriz vardır.
DP kurmayları durumun giderek ağırlaştığını fark etmişler ve 1958’de yapılması gereken seçimleri 1 yıl öne çekerek DP hükümetinin ömrünü uzatmayı amaçlamışlardır.
1957 seçimlerine, içlerinde CHP’nin de bulunduğu üç muhalefet partisi güç birliği ile girmeyi zorunlu saymış ve demokrasi havariliğine soyunarak bir bildiriyi kamuoyuna deklare etmişlerdir. Bu bildiri DP’ye meydan okuyan bir içerik taşımış ve seçmenlere demokrasi mesajı vermiştir.
“Muhalefet seçimlerde iktidara geldiği takdirde mahkeme istiklali ve hâkim teminatı, sendika hürriyeti ve mesleki teşekküller kurma hakkı, bütün idari tasarruflar üzerinde kazai murakabe, vatandaşlar arasında kanaatlerine göre fark göstermeyen tarafsız idareyi gerçekleştirecektir.”
DP hükümeti 1957 seçimlerinden evvel hile-i şeriyeye başvuruyor ve meclisteki çoğunluğuna dayanarak seçimlerde güç birliğini engelleyen bir yasa çıkarıyor ve seçim dönemi boyunca yürüttüğü propaganda faaliyetinin merkezine kalkınma motifini yerleştiriyor. DP’nin sloganı, burjuvazinin yönelimini açıkça ifade ediyor: “Nurlu ufuklara doğru!..”
1957 seçimleri yüz binlerin alanları doldurduğu politik tansiyonun sürekli yükseldiği ve çeşitli olayların patlak verdiği bir seçim olmuştur.
1957 seçimlerinde muhalefet oyların % 50’sini almasına rağmen seçim yasasındaki değişiklik nedeniyle azınlıkta kalmış ve DP iktidarını sürdürmeyi başarmıştır.
1957’den başlayarak DP ile CHP kadroları arasındaki mücadele zaman zaman çığrından çıkmış, kemalist devlet kültürü ile mücadele halinde olan ve yeni bir ideolojik zemine ayağını basamayan DP geleneksel ideolojiye, İslama, dinsel gericiliğe doğru gösterdiği sapmayı derinleştirerek kemalist devlet kadroları nezdinde laiklik düşmanı, Mustafa Kemal’in bıraktığı mirası yağmalayan bir çete haline gelmiştir.
CHP’nin aczi ve kemalizme yönelen saldırının şiddeti, baskı, sansür, terör en çok orduyu rahatsız etmiş, kapalı bir kutu durumundaki ve siyasetin dışında tutulmaya çalışılan silahlı kuvvetler için için kaynamaya başlamıştır. İhtilal hazırlıklarına girişen ordu mensuplarının ciddi hiçbir iktisadi, siyasal projesi olmamış, ana eksen Adnan Menderes’e ve DP’ye duyulan kin ve öç alma duygusu olmuştur.
27 Mayıs’ı gerçekleştiren kadroları hareketlendiren şey ideolojiktir. Ordu, kemalist devlet kültürünün en önemli taşıyıcısı, 27 Mayıs’çılar ise bu kültürün yarattığı tipolojinin en saf örnekleri konumundadırlar.
Bu kültüre ve tipolojiye göre DP, memleketin selameti açısından devrilmesi zorunlu anti-kemalist bir parti, DP kurmayları da asılması gereken vatan hainleridir.
27 MAYIS İHTİLALİ
27 Mayıs kemalist devlet kadrolarının intikam hareketi olarak şekillenmiştir. NATO’ya, CENTO’ ya bağlılık andı içilmiş, kapitalizmin ve burjuva sınıfın kılına dokunulmamıştır. Buna rağmen 27 Mayıs ihtilalı ilerici bir eylem olarak nitelenmiş, hatta 27 Mayıs için “siyasi devrim” tanımı yapılmıştır.
Eğer bir eylemi gerçekleştiren güçlerin amacı, siyasi, ideolojik kimliği göz ardı edilir, yapılan eylem onu doğuran ve şekillendiren amaç ve kimlikten ayrı bir şeymiş gibi ele alınırsa; üstelik bu “parçalama” fiili, eylemin “istenmeyen sonuçlarını” eylemin “doğal ve arzulanır sonuçlan” olarak değerlendiren bir başka görüşle de birleştirilirse varılacak sonuç budur.
Oysa bu sonuç yanlıştır.
27 Mayıs’a ilericilik payesini verenler özetle şu iddiaları öne sürmektedirler:
a)27 Mayıs Osmanlı’dan beri süregelen batılılaşma özlem ve eyleminin, anayasal mücadelenin en yetkin meyvesini yetiştirmiş, liberal yaklaşımı siyasal yaşamda kalıcı hale getirmeye çabalamıştır.
b)Ülkenin içe kapanma sürecini ve bu sürecin yarattığı kabuğu parçalayarak toplumun ufkunu genişletmiştir.
c)1946’dan sonra yükselen politizasyonu en tepe noktasına sıçratmıştır.
d)Emekçi yığınlarının örgütlenmesinin ve aktif siyasal mücadele içinde yer almasının zeminini hazırlamış, yasal düzenlemelerle garanti altına almıştır.
e)Özgürleşme ve aydınlanma sürecinde önemli bir basamak olmuştur, vb…
27 Mayıs’ın ilerici yönü bunlarla sınırlıdır. Ve, dikkat edilsin, bütün bunlar 27 Mayıs’ın bilinçli bir biçimde gerçekleştirdiği eylemler değil, uyguladığı ideolojik şiddetin açtığı gediklerdir. Bu gedikler çeşitli toplumsal kesimler tarafından değerlendirilmiş ve yukarıda sayılan hususlar bir sonuç olarak ortaya çıkmıştır.
27 Mayıs ihtilali, burjuvazinin iktidarını korumayı hedeflemiş, kapitalizmin bekaası için iktidara el koymuştur. Ancak burjuvazinin çıkarını gözeten bu eylem bizzat burjuvaziye karşı öylesine büyük bir ideolojik darbe vurmuştur ki, temsilcisi olduğu sınıfı adeta siyasal yaşamdan sürmüştür. Adnan Menderes’in asılması burjuvaziyi “terörize” etmeye yetmiş ve bu sınıfı ayakta tutan devlet aygıtını burjuvazi açısından işlemez hale getirmiştir.
27 Mayıs, ilerici bir eylem değildir. Burjuva sınıfın DP tarafından temsil edilen kapitalist-emperyalist kampa eklemlenme yönelimini kesintiye uğratmış, iktisadi açıdan gerçekçi olmayan ilk bağlanma dönemine geri dönmeyi denemiştir.
Bu deneme başarısız olmuştur.
27 Mayıs’ın önemi farklı bir noktadadır. 27 Mayıs’ı gerçekleştiren kemalist kadrolar temeli Mustafa Kemal tarafından atılan ve bazı kırılmalarla DP hükümetinin de devam ettirdiği devlet eli ve zoruyla kapitalistleşme sürecini dinamitlemiş, geniş emekçi yığınlarının bastırılmasını sağlayan zora dayalı yapıyı parçalamıştır. Bundan dolayıdır ki, istemeden, böyle bir amaca asla sahip olmadığı halde, emekçilerin önünü açmıştır.
Bu sonuç 27 Mayıs’ı ilerici olarak nitelendirmeye yetmez. 27 Mayıs’ın amacı emekçilerin önünü açmak değil, burjuvaziyi ve kapitalizmi kurtarmaktır.
Çok önemli bir husus daha var. 27 Mayıs’ı gerçekleştiren kadroların iktisadi, siyasi, ideolojik herhangi bir donanımı yok. Çapsız ve dar görüşlüler. Tek amaçları “vatanı satan” Adnan Menderes’i ve DP’yi cezalandırmak.
Cezalandırıyorlar…
İsmet İnönü’nün 1946’dan itibaren meydana gelen her gelişmeyi anladığını, desteklediğini ve Adnan Menderes’i ciddiyetle takdir ettiğini düşünüyorum. Çünkü 27 Mayıs’tan sonra Adnan Menderes’in temsil ettiği kapitalist-emperyalist kampa daha farklı bir tarzda eklemlenme hedefini, biraz utangaç bir biçimde olsa da kendisi savunuyor ve CHP’yi böylesi bir çizgiye çekmek, kemalist kültür ve tipolojiyi burjuvazinin bu yeni yönelimine uyarlamak için büyük gayret gösteriyor. Burjuva siyasetinin bu “zeki ve zorba aktörü” Adnan Menderes’e yapılması gereken işi yapan, ama birazcık ifrata kaçan bir görev adamı olarak bakıyor.
Defalarca uyardığı, en son “artık sizi ben bile kurtaramam” demek zorunda kaldığı Adnan Menderes’i asmaya kalkanlara büyük bir baskı yapıyor.
İşe yaramıyor.
Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakam Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam ediliyorlar.
Milli Birlik Komitesi’nin seçimi çok anlamlı:
1)Kapitalist-emperyalist kampla ilişkilerin yeni mantığının mimarı ve kitleler gözünde simgesi olan kişi: Başbakan;
2)Devletçilik olarak adlandırılan iktisadi projeyi rafa kaldırıp dışa açılma söylemi altında ülke ekonomisinin gelişimini dış kredilerin insafına bırakan kişi: Maliye Bakanı;
3) Bu yönelimin politik alandaki taşıyıcısı, uluslararası politikada ülkeyi tamamen ABD güdümlü bir çizgiye oturtan kişi: Dışişleri Bakanı…
27 Mayıs’ı gerçekleştiren subaylar, bu üç simgeyle burjuvazinin siyasal temsilcilerine, dolayısıyla da burjuvazinin kendisine ciddi bir mesaj veriyorlar. Mesaj alınıyor; üstelik büyük bir korku ve yılgınlık havası içinde…
1946’dan bu yana gelişen süreci yakından takip eden ve anlayan İsmet İnönü’nün yılgınlık ve korku havasını dağıtacak bir karşı mesaj vermek için fırsat kolladığını ve bu fırsatı Talat Aydemir ile yakaladığını düşünüyorum.
İnönü’nün Adnan Menderes’e gösterdiği “merhameti” demokratlığına yoranlar, kemalist kültür ve tipolojinin en saf örneği olan ve bu kültür ile tipolojiyi ifrata vardırmaya kalkışan Talat Aydemir’in asılmasına sessiz kalmasını, dahası el altından asılması yönünde MBK’ ye baskı yapmasını neyle açılayacaklar? Demokratlıkla mı?..
Açıklaması bu karşı mesaj noktasında yatmaktadır. Talat Aydemir Adnan Menderes’e karşılık kurban verilmiş ve bu kurbanla çizmenin aşılmaması gerektiği mesajı orduya iletilmiştir.
Ancak 27 Mayıs’ın açtığı çatlak Talat Aydemir’in cesediyle kapatılamamış, MBK’ nin aklı başına getirilememiştir…
27 MAYIS ve YASAL DÜZENLEMELER
Kemalist kültür ve tipolojinin taşıyıcıları DP’ye duydukları kinle yollarına devam ediyorlar ve ikinci bir Adnan Menderes/DP vakası yaşamamak için yeni bir anayasa hazırlatıyor ve çeşitli yasalar çıkartıyorlar. Meclis’in yanına senatoyu, bağımsız kurumları hükümet ortağı olarak oturtuyorlar.
Yapılan tüm düzenlemelerde, çapsız ve dar görüşlü 27 Mayıs’çılar Mustafa Kemal ve ardıllarınca, DP kadrolarınca unutulmayan çok önemli bir gerçeğin üstünden atlıyorlar: Burjuvazinin güçsüz ve korunmaya muhtaç oluşu…
Yapılan düzenlemeler ve anayasa burjuvaziyi ciddi bir biçimde rahatsız ediyor. Çünkü çok bol geliyor. Eti budu olmayan burjuvazi yapılan düzenlemelerin yarattığı boşluğu dolduramayacağını, boşluğun başka bir sınıf tarafından kullanılacağını anlıyor.
O güne kadar devletin zor aygıtlarını siyasal temsilcileri eliyle kullanan ve bu zor aygıtlarına ek girdi yapma ihtiyacı duymayan burjuvazi, siyasi temsilcilerini alaşağı eden “darbeciler” yüzünden aydınları ve emekçileri bu boşluktan uzak tutmasını sağlayacak biricik olanaktan, yani siyasal zor kullanımından mahrum kalıyor.
Ortada ne kontrgerilla var, ne de örgütlü bir sivil faşist çete…
27 Mayıs şaşkın bir boksörün sağ vurmak isterken sol yumruğunu kendi menajerinin suratına indirmesini andırıyor. Ve burjuvazi sersemliyor.
Tabiatıyla böylesi bir eylem işçi sınıfı ve emekçiler açısından yeni bir ufuk açmıştır. 27 Mayıs’ın burjuvaziye farkında olmadan indirdiği sert darbe siyasal, iktisadi, ideolojik alanları alt üst etmiş ve ister istemez özgürlük rüzgarlarının esmesine neden olmuştur. Öyle bir havadır ki bu, Hikmet Kıvılcımlı gibi yıllanmış bir komünisti Milli Birlik Komitesi ve onun başı olan Cemal Gürsel’e övgü dolu mektuplar yazmaya itelemiştir. Öyle bir havadır ki bu, Mihri Belli’ye “MBK bir toprak reformu yapsın” diye yazılar yazdırmıştır.
Oysa 27 Mayıs’çılar hazırlattıkları anayasaya koydukları hak ve özgürlükleri, örgütlenme, siyasal yaşama katılma olanaklarını diğer yasalar aracılığıyla alabildiğine kısıtlamışlar, emekçilerin önünü kesmek için ciddi bir çaba göstermişlerdir. Ama bu “yasakları” koruyup gözetecek yapıyı parçalamaktan da geri durmamışlardır.
Kemalist devlet kültürü ve tipolojisini temsil eden 27 Mayıs’çılar kendi tipolojilerini ve kültürlerini burjuvazinin nesnelliğine ve yeni yönelimine uyarlamak yerine, nesnelliği kendi kültür ve tipolojilerine uydurmaya çalışmışlardır.
1961 Anayasası, emekçilerin “hararetle” kullanmaya kalkıştıkları ve bu yönde ciddi bir başarı elde ettikleri ilk anayasadır. Burjuvazi açısından ise zorunlu olarak fazla ihlal edilmesi gereken bir belge…
AYDINLANMA ve TİP
27 Mayıs’ın hemen ertesinde yeni bir sol kuşak alana girer. Aydınlar, gençler, kadınlar, işçi önderleri, öğrenciler, çeşitli toplumsal kesimlerden insanlar adeta akın akın sol bir siyasal mecraya akarlar. Bu dönem oldukça ilginçtir. Çünkü sola yelken açan bu büyük kitle ciddi bir boşluğa ayak basar ve her şeyi el yordamı ile bulmaya çabalamak zorunda kalır.
Ortada eski kuşak komünistler vardır ama, devrimci bir özne, herhangi bir örgüt yoktur. TKP’nin, sahneden çekilmiş, daha doğrusu yurtdışı örgütlerinin toplamına dönüşmüş ve yurt içinde çok küçük bir gruba tekabül etmiş olması, yeni yönelime önderlik yapabilme olanaklarını sıfırlamış, ne yurtdışındaki, ne de yurt içindeki kadrolar böylesi bir girişimde bulunmamışlardır. Sola doğru akan kitlelerin de TKP ile herhangi bir ilişki kurmak niyeti olmamış, tersine, partinin varlığından habersiz bir tutum takınmışlardır.
Ve bu yeni kadro adaylarını yönlendirmek hususunda meydan Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli gibi eski TKP’lilere kalmıştır.
TKP yurtdışı bürosu ile söz konusu eski TKP’liler arasında, kanlı bıçaklı bir düşmanlık olmasına rağmen, 27 Mayıs’ı değerlendirme noktasında bir ortaklaşma söz konusu. Her iki kesim de 27 Mayıs’ı uluslararası konjonktüre göre değerlendirip yargılıyor ve ilginçtir, 27 Mayıs’ı gerçekleştiren darbeci subayları daha da ileriye gitmeleri yolunda teşvik ediyorlar. TKP yurtdışı bürosu bu konuda daha ihtiyatlı; Belli ve Kıvılcımlı ise daha fütursuz ve ümitli.
Sola yelken açan yeni kuşakları yönlendirmek hususunda daha şanslı olan Belli ve Kıvılcımlı darbeci subaylarla uğraşmaktan, mektuplar ve yazılar yazmaktan adeta bitap düşüyor ve söz konusu şansı kullanmakta hayli geç kalıyorlar.
Ve araya giren diğer aydınlar, sendikacılar bu olanağı eskilerin elinden alıyorlar.
Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluşu araya giren bu kadrolarca, üç ayrı koldan süren girişimler sonucu gerçekleşiyor. Bu üç kolun ortak bir özelliği var. Bu kadrolar, eski TKP’liler gibi 27 Mayıs’a romantik bir yaklaşım göstermiyorlar. Eskiler MBK’den “solculuk” bekler, devrimcilik umarken, bu kadrolar daha realist ve ihtiyatlı bir yaklaşım içindeler. 27 Mayıs’çıların kurtarıcı olmadıklarını ama ciddi bir siyasi, iktisadi, ideolojik projeye de sahip bulunmadıklarını, salınım halinde gidip geldiklerini fark ederek gerçekleştiren yeni yasal düzenlemelerin sol ve emek güçlerinin önünü açması yönünde girişimlerde bulunuyorlar.
Daha fazlasını beklemiyorlar.
Üç koldan ilerleyen bu girişimin ilk aktörü Mehmet Ali Aybar.
27 Mayıs’tan 5 ay sonra Cemal Gürsel’e bir mektup yazan Aybar, bazı Milli Birlik Komitesi üyelerinin toprak reformu, ekonominin planlanması, eğitim seferberliği gibi konularda sarf ettiği sözleri överek (sadece övgü vardır, herhangi bir beklenti ve umut yoktur) sol kanadı olan bir demokrasinin kurulması gerektiğini belirtir ve işçi sınıfı partilerinin kurulmasını, grev hakkının yasalar tarafından garanti altına alınmasını ister. Bununla da kalmaz ve Gürsel’den Kurucu Meclis ve ona bağlı komisyonlara solcu aydınların çağrılmasını talep eder.
Aybar MBK’den devrimcilik ummuyor. Sol siyasetin önünün açılması için etkide bulunmaya çalışıyor.
Bu yönelimin bir diğer aktörü Nihat Sargın.
Sargın’ın başkanı bulunduğu “Temel Hakları Yaşatma Derneği’nin” amacı Aybar’ın girişimleri ile bir ölçüde çakışıyor. Sargın sol güçlerin faaliyet yürüteceği bir ortamın oluşması için çaba gösteriyor ve Türk Ceza Kanunu’ndaki anti-demokratik maddelerin kaldırılmasını hedefliyor.
Üçüncü aktöre geçmeden önce bu iki eğilimin dışına taşan ve 60’lı yılların ortasından başlayarak sürece damgasını vuran bir başka girişimden söz etmek istiyorum: YÖN hareketi.
YÖN, esasında, yukarıda saydığım iki eğilimi de içinde barındıran ama onların ötesine geçen bir şekillenmeyi ifade ediyor. Entelijansiyanın ideolojik eğilimlerini yansıtan, çarpıştıran, geliştiren ve gelecekteki ayrılıkların ilk sinyallerini veren YÖN, aydınların ezici çoğunluğunu radikal sol politikaya taşımayı başarıyor ve tüm solu etkisi altına alıyor.
YÖN, küçük burjuva radikalizminin, tepeden inmeciliğin, cuntacılığın, elitizmin, sınıf olgusuna uzaklığın, kemalizme bulaşıklığın ve reformizmin anasıdır. Ama aynı zamanda, o güne kadar biriktirilmiş sol değerlerin ve teorik açılımların bir hayli ötesine geçen; eski sol entelijansiya ve emekçi sınıfların çok ilerisinde, adeta onlardan kopuk, bir siyasal, teorik, ideolojik donanımı, ciddi bir geleneği ifade etmiştir. Başka bir deyimle, YÖN ülkenin sosyo-ekonomik gelişimi, sınıfların konumlanışı, bilinç ve mücadele kültürü ile mevcut siyasal gelenek karşısında (ve onlara oranla) fazlaca “çağdaş” ve “ileri” bir çizgi olagelmiştir.
Örnekler sıralamak mümkün. İşçi sınıfı hakkında, sosyal demokrasi hakkında, kadın sorunu ve Kürt sorunu hakkında kapsamlı ilk yazı ve tartışmalar YÖN sayfaları aracılığıyla günışığına çıkmış, aynı zamanda YÖN iktidardaki sosyalist, komünist ve işçi partilerinin deneylerini, “üçüncü dünya ülkelerindeki” gelişmeleri detaylı bir biçimde sol kamuoyunun bilgisine sunmuştur.
YÖN içinde kendisini sosyal demokrasi ile özdeşleştiren reformcular, kemalistler, küçük burjuva radikalizminin temsilcileri, muğlak ve bulanık bir sosyalizm projesinin savunucuları bir araya gelmişler ve ilginç bir “demokrasi” atmosferini soluyarak hep birlikte 60’ların sonuna damgalarını vurmuşlardır.
YÖN üzerine söylenebilecekler oldukça geniş. Burada noktalıyor ve TİP’İ oluşturan üçüncü kola, sendikacılara geçiyorum.
İşçi sınıfı ve emekçilerin daha özgür bir siyasal ortamda kendisini var etmesi amacıyla mücadele veren Aybar ile Sargın’ın ihtiyatlı ve realist tavrı 12 sendikacının girişimiyle ete kemiğe bürünür ve 1981 yılının başında kurulan TİP bizzat bu girişimlerin öznesi olmaya doğru hızla evrilir.
Türkiye İşçi Partisi’ni kuran sendikacılar hakkında ajanlık, milletvekili olma hırsı türünde pek çok olumsuz iddia ortaya atılmış, yazılmış ve söylenmiştir. Bu iddiaların doğruluk payı nedir bilinmez ama, söz konusu sendikacıların Türkiye solunun standartlarının çok üzerinde bir siyasi istikrar gösterdikleri tartışılmaz bir gerçektir.
TİP’in kuruluşunda yer alan 4 sendika başkanı daha sonra DİSK’in kurulmasında aktif görev almış, oradan da geleneksel sol yapılara, özellikle TKP’ye doğru akmaya devam ederek işçi ve sosyalist hareketin 20 yılına damgalarını vurmuşlardır.
Yabana atılmaması gereken bir performans…
Sendikacılar tarafından sessiz sedasız kurulan TİP, “acelesi olan” YÖN’cüler ile 27 Mayıs’çılara mektup yazmakla meşgul eskilerin dikkatini çekmez.
Eskiler ve YÖN’cüler TİP’e dudak bükerler.
Oysa TİP, hareketlenen ve politize olmak yolunda hızla ilerleyen işçi sınıfının ihtiyaç ve taleplerine yanıt üretmek derdindeki duyarlı işçi önderleri tarafından oluşturulmuştur. TİP tesadüfi yahut kişisel hırsların tatmin edilmesi sürecinin bir ürünü olarak doğmamış, tersine, işçi sınıfının hareketlenmesinin bir sonucu ve onun önünü açan bir aracı olarak şekillenmiştir.
Muğlak ve eklektik olsa da, kuramsal bir çerçeveye sahip olan ama, bu kuramsal çerçeveyi hayata geçirip somutlayacak güçleri tarif etmekte yetersiz kalan, gözünü darbeci subaylardan ayırmayan YÖN’cüler ile eski TKP’liler TİP’in taşıdığı anlamı ve önemi kavrayamamışlardır.
Bunu kavrayanlar ilk iki gruptaki aydınlar olmuştur. En başta da Mehmet Ali Aybar.
Bir noktaya daha değinmek istiyorum. Çok önemli bir nokta… TİP’i kuran sendikacılar o güne kadar aktif siyasi mücadelede yer almayan, siyasal olarak belirlenmemiş insanlardan oluşuyor. Temiz ve bakirler. Herhangi bir siyasal saikten hareketle TİP’i kurmuyorlar; oldukça yalın ve çarpıcı bir gerekçeleri var: Temsilcisi ve mensubu oldukları sınıfın siyasal mücadelede yerini alma arzusuna tercüman olmak.
Programatik yönelimleri çok sığ, siyasal ufukları alabildiğine dar, güçleri ise çok sınırlı. Ancak bu girişimi değerli kılan bir husus var: CHP’nin terörünü, ondan daha da korkunç olan DP’nin karanlığını yaşamış ve “sınıf dışı” partilerden umudunu kesmiş, çıkış yolunu emekçilerin kuracağı bir partide arayan sendikacılar, sınıfın bağımsız bir çizgi izlemesi hususunda ciddi ve kararlı bir tavır sergiliyorlar. Bu kararlılık ve ciddiyet TİP’i sağ, kemalist ve burjuva akımlara kapatırken, sola ve sosyalizme alabildiğine açıyor.
Aybar’ların Sargın’ların temsil ettiği, TKP’ye çok az bulaşmış, diri ama sınıftan kopuk aydın kesim ile sınıfın “saflığını” ifade eden ve henüz siyasal yönelimini netleştirmemiş Türkiye İşçi Partisi’nin buluşması Türkiye sosyalist hareketi ve aydınlanması açısından niteliksel bir dönüşümü, bir köşe-taşını, bir başka miladı işaret ediyor.
TKP’nin gerçekleştiremediğini TİP gerçekleştiriyor.
Sınıfla buluşan, ülke tarihinin en “özgür” siyasal ortamında devinen aydın hareketi komünist bir kimliğe evrilmek, işçi hareketi ise devrimci bir özneye kavuşmak yönünde niteliksel bir sıçrama ve dönüşüme uğruyor.
Bu çakışma TİP’in çığ gibi büyümesini, sosyalizmin toplum nezdinde ciddi bir meşruiyete ulaşmasını ve sol politizasyonun köylere kadar girmesini beraberinde getiriyor.
TİP’in kuruluşu kadar önemli bir diğer nokta da DİSK’in mücadele alanına girmesidir. 13 Şubat 1967’de kurulan DİSK sınıf bilincinin gelişmesinde önemli bir dönüm noktasını teşkil etmiş, Türkiye işçi sınıfının, bugüne kadar görülen en mücadeleci ve en “kızıl” konferedasyonu olan DİSK, sosyalist hareketin toplumsal bir güç olarak siyasal sahnede hak ettiği yeri almasında çok önemli bir işlev görmüştür.
Maden-İş, Lastik-İş, Basın-İş, Gıda-İş ve Türk Maden-İş olmak üzere toplam 5 sendika tarafından kurulan DİSK sadece işçi sınıfının niteliksel bir dönüşüme uğramasına, ileriye doğru sıçramasına hizmet etmemiş, TİP’in gelişmesine de ciddi bir katkı koymuştur. Zaten DİSK’i kuran 5 sendikanın ilk dördünün başkanı olan Kemal Türkler, Rıza Kuas, İbrahim Güzelce, Kemal Nebioğlu aynı zamanda TİP’in de kuruluşunda yer almış ve partide önemli görevler üstlenmişlerdir.
DİSK ile TİP arasında siyasi, ideolojik bir uyum olagelmiş, ancak süreç içerisinde bu ortaklaşma ve birliktelik çatlamaya uğramıştır.
TİP’in parlementerizm batağına yuvarlanmaya ve buna paralel olarak çözülmeye başlaması ile DİSK ve TİP arasındaki bağlar kopmuştur. Öyle ki, “devrime kimin öncülük edeceği, devrimin sınıfsal karakterinin ne olacağı” gibi önemli tartışmaları bir darbede TİP lehine sonuçlandıran 15-16 Haziran kalkışmasından TİP yöneticilerinin doğru dürüst haberi dahi olmamıştır.
TİP ile DİSK arasındaki bu “kopma” ve “yabancılaşma” Türkiye sosyalist hareketi açısından tarihsel önemdeki bir fırsatın kaçırılması anlamına gelmiş, sınıfın iki önemli örgütsel gücü ayrı mecralarda yollarına devam etmişlerdir.
Bu kopma, örgüt ile sınıf ilişkisi hususunda kafa yoranlar için, komünistler için vahim bir sonuç değildir. Tersine sınıfın devrimci öznesini sağlıklı bir zemine çeker. Sorun kopmanın kendisinde aranmamalı. Asıl sorun TİP’in böylesi bir zemine yönelme ve kendisini leninist tarzda yeniden kurma gücünü yitirmiş olmasında yatıyor.
Geri bir siyasal noktada kuruluşunu gerçekleştiren, süreç içerisinde sosyalist bir kimliğe ulaşan TİP, kendisini sınıfın leninist öncüsü haline getirecek son merhaleyi aşmayı başaramamıştır. TİP’i yıkan ve parçalanmasına neden olan tüm gelişmelerin temelinde bu gerçek yatmaktadır.
Çünkü dönem, sınıfların konumlanışın-dan nesnel şartlara kadar, istisnasız ve bir bütün halinde, devrimci bir sınıf partisini çağırmaktadır.
Bu çağrıya yanıt vermeyen sadece TİP değil; öğrenci gençlikten YÖN çevresine, MDD’nin çeşitli versiyonlarını temsil edenlerden Maoculara kadar, 1960’lı yılların sonlarında faaliyet gösteren tüm sol yapılar bu çağrıya sırtlarını dönmüş, dönmekle yetinmeyip ordudan medet ummaya kadar işi götürmüşlerdir.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen Türkiye İşçi Partisi, özetle, sosyalizmin işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınları nezdinde kabul ve onay görmesini, Doğu Mitingleri ile Kürt halkın mücadelesinde sosyalizan bir basamağın şekillenmesini ve sol değerlerin bir daha çıkmamacasına ülke gündemine yerleştirmiştir. Sosyalist hareketinin istisnasız tüm bölmeleri TİP’in 1960’lı yıllarda yarattığı bu zemin üzerinde yükselmişler, bu meşruiyeti kullanmışlardır. Bu gerçek, kimi tasarruflarla, Kürt hareketi için de aynen geçerli olmuştur.
TİP’in eklektik ve muğlak programı, farklı eğilimleri içinde barındırıyor olması, siyasal devrim hedefinden tamamen uzaklaşıp parlementerizm batağına gömülmesi, Menşevik örgütlenme modeli bu gerçeği değiştirmiyor.
TİP, vahim bir yanlışlık sonucu, 27 Mayıs’ın ebelik ettiği, rengi giderek kızıllaşan işçi sınıfının öz çocuğudur. Yukarıda sayılan hastalıklarına rağmen sosyalist hareketimizin miladı olmuş, Kürt sorunundan, Türkiye devrimini gerçekleştirecek ana güce, komünist aydının oluşumuna, enternasyonalizme varıncaya kadar sosyalist hareketin üzerinde yükseleceği siyasi, ideolojik, örgütsel zeminin yaratıcısı olmuştur. Ve en önemlisi, bu ülkenin devrimcilerine sosyalist devrim perspektifini, bu toprakların gördüğü en ileri programatik belgenin ilk versiyonunu armağan etmeyi başarmıştır.
İşçi sınıfımızın bu güçlü çocuğu ne yazık ki bünyesindeki hastalıkları aşmayı başaramamış ve koşmaya başlayamadan felç geçirip uzuvlarını bir arada tutabilme yeteneğini yitirmiştir. Devrim ve Sosyalizm mücadelesi TİP ile çok şey kazanmış, TİP’in yok olması ile çok şey kaybetmiştir.
Ve o günden 1990’lı yıllara kadar olan dönemde aydınlar ile sosyalist hareket arasındaki ilişki TİP’in temelini attığı zemin üzerinde yükselmiş, bu zemin 12 Eylül’de aldığı ağır yaraya rağmen varlığını korumayı başarmış ama Garbaçov ile başlayıp Yeltsin ile doruğa çıkan, Türkiye’yi de derinden etkileyen çözülme sürecinde parçalanarak un ufak olmuştur.
(…)
1970’li yıllara geçmeden önce, 27 Mayıs ile açılan dönemin ideolojik, kültürel, sanatsal atmosferine değinmemek ciddi bir eksiklik olur. Çünkü bu dönem, sosyalist hareketin kadro tipolojisi anlamında en “zengin” ve “parlak” yıllarını ifade etmiş, 70’li yıllarda ise büyük bir düşüş ve gerileme yaşanmıştır.
Gelecek bölümde bu yükseliş ve düşüşün nedenlerini sorgulayacak, 70’li yıllara bir de bu çerçeveden göz atacağız.