Türkiye komünist hareketinin onuru Şoför İdris’e,
Özelleştirmeye, paralı eğitime karşı kavgayı Ümraniye Cezaevi’nde sürdüren öğrenci yoldaşlara,
Ölüm Orucu Şehitleri için yapılan eylem sonrasında Parti bayrağını aylarca Sakarya Cezaevi’nde onurla taşıyan Latif yoldaşa…
1996 yılı partimiz ve Türkiye için yılın ilk yarısı itibarıyla oldukça hareketli günlere sahne oldu. Emek, Barış, Özgürlük Bloku tüm Kürt ve Türk emekçileri nezdinde taçlanarak gündeme oturdu. Arkasından gelen cezaevi direnişleri, öğrenci eylemleri ve sonrasında da 1 Mayıs…
1995 ve ’96’nın ilk yarısında eline geçen fırsatları belli ölçülerde kullanabilen sol, 96’nın ikinci yarısında siyasal alanı hızla terk etmek zorunda kaldı. Hâlbuki bu dönem devrimci hareket de dahil olmak üzere tüm siyasal öznelerin alanını genişletmeye aday gelişmelerin olduğu bir dönemdi. Kriz önemli bir aşamaya gelmişti.
Emekçilerin birliğinde tarihsel adım: Blok
Etkileri ’96 yılının başına kadar uzanan Blok süreci, partimizin yaptığı müdahalelerle sol adına gerçekten büyük bir kazanıma tekabül ediyordu.
Bloğun öyküsü seçimlerden bir ay önce yazılmaya başlanmıştı. 10 Kasım tarihli Sosyalist İktidar’ın kapağında “Emekçi kimliğinde birleş” diye attığımız manşet tam da o günün koşullarında Blok’un ne kadar da gerekli ve zorunlu olduğunun bir öngörüsü ve göstergesiydi. Gazetemizin spotlarında şunlar yer alıyordu: “Yaklaşan 24 Aralık milletvekili genel seçimleri çeşitli nedenlerle ayrı kanallardan akan işçi sınıfı dinamiği ile ulusal hareketi birbirine yakınlaştırmak konusunda işlevli kılınmalıdır. Şu anda böyle bir yakınlaşma için elverişli koşullar vardır. (…) Türkiye işçi sınıfının enflasyon, özelleştirme, sendikasızlaştırma gibi doğrudan muhatap olduğu saldırılar ile, faşizan baskılar, gericileşme, devlet terörü ve daha da önemlisi Kürt halkına karşı işlenen suçların temelinin aynı olduğunu daha somut görebileceği bir döneme girilmektedir”.
1995’in Kasım ayında burjuvazinin hükümet kuramaz bir hale gelmesi Meclis’in erken seçim kararı almasına neden oldu. Bu durum karşı devrimci İP’in seçimlere girmesine olanak verirken, partimiz ve BSP bu olanaktan yoksun kalmış durumdaydı.
Böyle bir nesnellikte HADEP, sosyalistlerle seçim ittifakı yapmaya olumlu baktı ve bunu gündemine aldı. Bu dönem, HADEP’in “tercihimi soldan yana yaptım” dediği bir döneme tekabül ediyordu. Parti, HADEP’in bu yaklaşımlarını, sol bir kimliğe yatkınlığını ve “sosyalistlerle ittifak kurma” projesini birkaç görüşme sonrasında belli bir güvene sahip olarak, Kasım ayının ilk haftasında HADEP Genel Merkezi’ne bir yazılı mesaj sundu. Bu mesaj, Emek Barış Özgürlük Bloku’nun (EBÖB) kurulması sürecinde önemli bir adımı ifade ediyordu. Özgür Kahraman Sosyalist İktidar(31)’daki köşe yazısında bunu şöyle anlatıyordu:
“EBÖB, sosyalist hareket ile Kürt hareketinin ileri bir zeminde buluşabilmesinin, Türk ve Kürt işçi ve emekçileri, aydınları, öğrenci gençliği, aydınlık bir Türkiye mücadelesinde birleştirmelerinin mümkün olduğunu gösterdi.”
EBÖB’ün ortaya çıkışı seçim başlıklı bir gündeme denk düşmüştür. İşte tam da bu nedenden dolayı bloğun seyrini olumlu ya da olumsuz etkileyen hemen her şey seçim başlığı ile ilgilidir. Bu dönemde zamanın kısa olması karar verme süreçlerini hızlandırmış, ayrıntılarla uğraşılmamıştır. Yapılan tüm faaliyetler dışa dönük olarak gerçekleşmiş, mahallelerde, miting alanlarında Kürt emekçileri ve sosyalistler yan yana güçlerini birleştirmişlerdir. Gerçi bu, bloğun ufkunu genişletmesini de sağlamıştır. Ancak HADEP’in Kürt illerinde büyük destek bulması, bu bölgedeki canlılık, büyük illerde yapılan mitinglerin kalabalıklar tarafından tam bir coşku içinde gerçekleştirilmesi seçim başarısına şartlanmayı getirmiş ve bu şartlanma bloğun diğer bileşenlerini de etkilemiştir. Nesnelliğin şartlarını zorlayan HADEP’lilerin beklentileri kısmen de olsa blok çalışmalarının içeriğini zayıf düşürmüş, propaganda çalışmaları, meclise girme gündemine endekslenmiştir.
Yapılan tüm faaliyetler ne yazık ki, 24 Aralık gününün sonunda 25 Aralık’a pek az şey devredecek şekilde sona ermiştir. Blok, Türkiye genelindeki oyların yüzde 4.2’sini almıştır.
Partimiz bu süreçte bloğun devam etmemesini bir başarısızlık olarak değerlendirirken, diğer bileşenler seçim sonuçlarına bakarak bloğun işe yarayıp yaramadığım sorgulamaya kadar işi götürmüşlerdir. Hatta HADEP içindeki bir takım kadrolar, blokta sosyalistlerin yer almasının HADEP’in seçimleri kaybetmesine yol açtığı türünden önermeleri açık açık dile getirmeye başlamışlardır.
Seçimler sonrasında da bu işin peşini bırakmayan yine Parti oldu. 27 Aralık ’95 tarihinde yapılan basın açıklamasında şunlar yer alıyordu:
“Sermaye sınıfı Gümrük Birliği süreci nedeniyle kapsamı genişletilmiş büyük bir saldırıya hazırlanmaktadır.”
“EBÖB adı altında bir araya gelen güçler, özelleştirme, işten çıkarmalar, sendikasızlaştırma ve kirli savaşı tırmandırma gibi bir dizi yönü olan bu saldırıları göğüslemek için en küçük zaman parçası harcamamalıdır.”
“EBÖB’ün aldığı oylar beklenenin altında olmakla birlikte düzen güçlerinin saldırısı karşısında bir seçim başarısıyla kıyaslanamayacak mevzilerin kazanıldığı da açıktır. Bu mevzilerin pekişmesi için EBÖB güçlerinin emekçi sınıfların sermaye sınıfı karşısındaki direnişini pekiştirin bir çalışmaya girmesini zorunlu görmekteyiz.”
Ama tüm bu çabalamalara rağmen blok bileşenlerinden hiçbir yanıt alınamadı. İste bloğu tıkayan bu öznel nedenleri şöyle tarif ediyorduk:
“1) HADEP’in ateşkes sürecinin tek bir yönüne takılarak ‘barış’ başlığı dışındaki gündemlere duyarsız kalması.
2) HADEP içerisinde ‘sola yönelim’den hoşnut olmayan kesimlerin seçim sonuçlarını da fırsat bilerek seslerini yükseltmeleri.
3) HADEP’ in örgütsel yapısının fazlasıyla seçimlere endeksli olması.
4) HADEP’in burjuva basını tarafından özellikle şişirilen ÖDP faktörünü gereğinden fazla önemsemesi.
5) HADEP’in Türk soluna dönük haksız kuşkularına, yine Türk solunun bir kesiminin son dönemdeki çocukça ve apolitik tarzından kaynaklanan haklı kuşkuları eklemesi.
6) HADEP’in Türkiye solunu yeterince tanımaması.
7) Emek Barış Özgürlük Bloku’ndan şiddetle rahatsızlık duyan sermaye sınıfının, Blok’u perdeleyecek kimi girişimlerin önünü açmaya çalışması (bu girişimler hem Kürt hareketi içinde hem de Türk solundadır).
8) BSP’den ÖDP’ye geçiş sürecinin tam boy sağcı bir oluşumla neticelenmesi.” (Gelenek 51, Blok, HADEP ve Sol Üzerine Kısa Değerlendirmeler)
Fiilen biten Blok sürecinin resmen kapatılmasında da nesnelliğin gerekliliğinden dolayı yine Parti vardı. Bileşenlerin sessizliği bizim bu sürece de son noktayı koymamızı gerektirdi. Kürt hareketine, üzerinde barış havariliği ve demokrasicilik oyunlarının oynanacağı bir platform olarak bakan ÖDP, sınıfsal açıdan ayrışmamışlık nedeniyle zaten sorunları olan HADEP’i sola değil sağa çekme rolünü üstlenmiş oldu. (agy sf.10)
Siyasi gündemi tarif edemeyen Blok bileşenleri bu sürece çok kolay veda ettiler. Parti ise bu süreci yine “Durma hakkını bize kim verdi” başlığını atarak sonlandırdı:
“Sosyalist İktidar Partisi yönetimi, şu anda dondurulmuş olan Emek Barış Özgürlük Bloku’na ilişkin olarak ortaya çıkan beklentilerin karşılanmamasının sorumluluğunu üstlenmeyeceğini açıklamıştır. Cezaevlerindeki saldırılar, Metin Göktepe’nin katledilmesi, toplu gözaltılar, ateşkes süreci, özelleştirme, sendikasızlaştırma gibi başlıklarda Blok’un şu veya bu nedenle sessizlik dışında bir şey üretememesi, tam da engellemek istediğimiz ve açıkçası engellemek için her şeyi yaptığımız olumsuz bir durumdur… HADEP, yapısal zenginliği sayesinde Kürt temsiliyeti açısından bir meşruiyete sahiptir. Ancak aynı meşruiyet, ulusal devrimci bir kavganın ürünü olmadığı için, amorf gövdeli ÖDP açısından söz konusu olamaz. Bu nedenle Türkiye’de emek, barış, özgürlük başlıklarını sınıfsal tercihlerde karmaşıklaşmış yapılara dayandırarak çözme perspektifi, Kürt ve Türk devrimcilerinin mücadele ortaklığına açık bir zarar verecektir. Bu gerici yaklaşımın en iddialı olduğu ‘barış’ alanında da TÜSİAD’lı, gerici bir felakete doğru adım adım yaklaşılmaktadır. Barış sorununun bu kadar basit olmadığını ve sınıfsal eksenden bu kadar uzaklaştırıldığında bir ‘barış mücadelesi’ verilemeyeceğini daha önce defalarca yazmıştık. Ancak, yukarıdaki yaklaşımın asıl problemi, özgün bir ulusal kimliğin ortaya çıkmadığı amorfluk arasındaki ayrımın fark edilememiş olmasıdır. Blok, seçim dönemlerinde gündeme gelen, bunun dışında sessizliğe gömülen bir platform olamaz. Yine Blok, ‘ne yapalım, mümkün olduğunca kapsayıcı olmak gerek’ mazeretiyle her niyete yenebilecek bir muz değildir. Yola çıkarken mutabakata varılan, seçim çalışmalarında yeterince ön plana çıkarılamayan ‘Blok Kimliği’nin sulandırılmasının sorumluluğunu da komünistler alamaz. Biz komünist kimliğimizle ve bu kimlik olmaksızın emek, barış, özgürlük kavgasının kadük kalacağının bilincinde olarak, bu kimliği örtmeden ama ortaklık noktalarında yapıcı bir biçimde EBÖB’ün devamı için gereken çabayı gösterdik. Bu konuda karar ve adım atma sırası dostlarımızdadır. Parti bu adınım emek barış özgürlük güçlerinin yararına olacağına inanmaktadır.” (Sİ 38, 16 Şubat 1996). İşte blok süreci bu şekilde sonlandı.
Seçimlerden sonra ortaya çıkan siyasi tablo burjuvazinin sorunlarını çözmek bir yana, daha da artırdı. Her düzeydeki çürüme ve tıkanmanın sistem içinde üretilecek bir alternatifi yoktu. Sermaye sınıfına verdikleri onca güvenceye ve “biz sizi temsil edebiliriz” mesajlarına rağmen Refah Partisi’nin seçimlerden birinci parti olarak çıkmasının ortaya çıkardığı gerginlik hala çözülebilmiş değildi. 24 Aralık seçimleri ertesinde hükümet pazarlıkları; büyük sermaye çevrelerinin Anayol Hükümeti’nin kurulması için uygun mesajları göndermeleri, basın holdinglerinin de ellerindeki tüm olanakları kullanarak Anayol Hükümeti’ne engel olduklarını düşündükleri parti liderlerine yüklenmeleriyle gelişti. Görüşmeler, ordunun ve TÜSİAD’ın da uyarılarıyla büyük bir dikkat ve başarı ile sürdürüldü. Bu ta ki, 12 Mart’ta Anayol hükümeti kurulana kadar sürdü.
Düzen bu süreçte de sınıfa karşı saldırılarına devam etti. Kapitalizm, cezaevlerindeki saldırılar, ardından Evrensel Gazetesi muhabiri Metin Göktepe’nin katledilmesi ve sonrasında gündeme gelen toplumsal tepkiler, Avrasya Feribotunun kaçırılmasındaki kepazelikler ile kendi işleyiş mekanizmalarını bir şekilde teşhir ederken, bir yandan da siyasal işleyişini rayına oturtmaya çalışıyordu. Öğrenci eylemleri ise bu sürecin tuzu biberi oldu.
Parti bayrağı üniversitelerde yükseliyor
12 Eylül darbesinin yarattığı depolitizasyondan en fazla etkilenen kesimlerden biri olan öğrenci hareketi, 90’lı yıllarla birlikte üzerlerindeki ölü toprağını atarak özelleştirme dayatmasına karşı bir çıkışı üniversitelerde örgütlemesi açısından 96’ya damgasını vurdu. Üniversitelerde 80’den sonra sistemli bir şekilde oturtulmaya çalışılan özelleştirme politikası, makul miktarlarda alman harçlar ve katkı paylarıyla başlayıp, sonrasında 96’nın başında harçlara yapılan yüzde 300’lük zam oranı ile üniversitelerde realize olma aşamasına gelmişti.
96’nın başında yapılan bu zamdan sonra özelleştirmeye karşı öğrenci hareketi içinde kimi unsurlar, yalnızca yapılan zammın oranına karşı çıkarken, SİP’li öğrenciler bu saldırının emekçi çocuklarına üniversite kapılarının kapatılması anlamına geldiğinin altını çizerek, “Eşit ve Parasız Eğitim” talebini üniversitelerde yükseltti.
Bu perspektif, karşılığını, başta harçlara karşı çıkan SİP’li öğrencilerin harçlarını ödememesinde buldu. Şöyle söylüyorduk: “Artık bizler, bu noktadan sonra siyasi bir tavır almak zorundayız. Bu tavır bir direnç noktası olacak şekilde davranmak durumundayız. Birçok siyası öznenin, tereddüt geçirerek alamadığı bu politik tavrın SİP’li öğrenciler hanesine yazılacak önemli kararlardan biri olduğunu belirtmek istiyoruz. Paralı eğitime karşı verilecek mücadelenin, özelleştirme saldırısına karşı verilecek mücadeleden geçtiğini bildiğimiz için sadece üniversitelerde değil, toplumun bütün kesimlerinde yankısını bulacak araçlar yaratmak gerektiğini biliyorduk.” (Düşünce ve Eylem, Ekim 1996, Perspektif)
Harçlarını ödememeleri yüzünden üniversitelerinden atılma tehlikesiyle karşı karşıya kalan SİP’li öğrenciler, bir kampanya başlatarak arkadaşlarının okullarından atılmaması için girişimlerde bulundular. Bu girişimlerin ilki ve en etkin aracı olarak, üniversitelerde özelleştirme saldırısının sonuçlarını emekçi halka anlatmak ve emekçilere karşı topyekün yürütülen bu saldırının karşısında durmak için ve birleşme noktası yakalamak amacıyla İstanbul’un merkezi noktalarında imza kampanyaları başlatarak emekçilerle buluştular.
Diğer taraftan üniversiteli devrimci, ilerici öğrenciler alanlarda buluştular; 4 Şubat Taksim, 5 Şubat Kızılay mitingleri yapıldı.
Üniversitelerde ayrı ayrı yürütülen tüm bu çalışmaların sonucunda, bu mücadelenin tüm devrimci ye sosyalist öğrencilerle birlikte verilmesi amacıyla bira raya gelen devrimci yapılar, Üniversite Öğrencileri Platformu (ÜÖP) adıyla bir birliktelik oluşturdular. Bu yapının amacı üniversitelerde yürütülen çalışmaların bir bütünlük oluşturarak daha etkin bir hale getirilip, özelleştirmeye karşı bir eylem birliğinin sağlanmasıydı.
SİP’li Öğrenciler böyle bir yapılanma içinde yer almanın sorumluluğuyla üniversitede çalışmalarını yürütürken, 13 Şubat Salı günü SİP yöneticileri bir basın açıklaması yaparak, eğitimin paralı hale gelmesine, giderek toplumsal bir hak olmaktan çıkarılıp parayla alınıp satılır bir mal olmasına, diplomaların da bir tapu olarak görülmesine karşı çıkarak diplomalarını yakıp, üniversitelerde yürütülen “paran kadar oku” politikasını protesto ediyorlardı.
SİP’li öğrencilerin içinde aktif olarak yer aldıkları ÜÖP ise harçlarını ödemeyen öğrencilerin kayıtları yapılıncaya kadar İstanbul Üniversitesi Merkez Kampüsü’nü terketmeme kararı almıştı. Beyazıt Meydanı’nda bir mitingle başlayan eylem, öğrencilerin yoğun katılımına sahne oldu. Sosyalist İktidar Partili öğrenciler ise bayrakları ve pankartlarıyla eyleme kalabalık bir biçimde katıldılar. Daha sonra üniversite binasına giren öğrenciler, konuşacak bir muhatap bulamadıklarında, üniversitede kalma kararı aldılar. İşgal eylemi boyunca SİP’li öğrencilerin eylemi amacına ulaştırmak noktasında kararlılıkları, aralarında SİP’li bir öğrencinin de bulunduğu temsilcilerin görüşmelerine de yansıdı.
29 Şubat eylemiyle birlikte öğrenci eylemleri, harç zamlarını protesto gibi geri bir çerçeveden çıkartılarak “eşit parasız eğitim” sloganıyla siyasal bir talebe dönüştürüldü.
Bu noktaya gelinmesinde SİP’li öğrencilerin yoğun çalışmaları, amaçlarını sağlıklı bir şekilde ifade etmeleri, disiplinli ve kararlı tavırları ve bu politikanın tüm emekçilere bir saldırı olduğunun altını çizmeleri atlanmaması gereken bir nokta. Bu çerçevede işgal eylemi öyle bir meşruiyet kazanmıştı ki, ilk gün eylem medyada herhangi bir karalamaya maruz kalmazken, ikinci günde bu meşruiyeti gölgelemek için her türlü yalan uyduruldu. “İşgal, kaydı yapılmayan öğrencilerin, kayıtlarının yapılması amacını taşımışsa da genel olarak solun siyasal ve ideolojik etkisini yayma anlamında amaçlandırılmalıdır. Ve buradan bakıldığında başarılı olduğu söylenebilir. İşgal sırasında eylemi bitirme üzerine yoğunlaşan tartışmalar Politeknik direnişini örnek gösteren devrimci demokrasiye, ne yaptığını bilmenin, doğru yerde doğru adımı atmanın örneği oldu. Eylemin siyasi etkisi, burjuvazinin zor ve medya aygıtlarıyla bastırmaya çalışmasını geçersizleştirmiş, emekçi kesimler tarafından 29 Şubat eylemi kabul görmüştür.” (Düşünce ve Eylem, Ekim 1996, Perspektif). Gözaltına alınan öğrencilerden birçoğu hakkında tutuklama kararı verildi. Aralarında 13 SİP’linin de bulunduğu öğrencileri parmaklıkların arkasına koyanlar zihinlerimizin özgür olduğunu biliyorlar ve asıl bundan korkuyorlardı. Aynı günlerde mecliste pankart açma eylemi gerçekleştirilmiş, bu eylem de çok ağır cezalarla bastırılmaya çalışılmıştır.
Bu arada saldırı politikasının yönünü tayin etmek için 23 Mart’ta Ankara’da rektörlerle Cumhurbaşkanının birlikte katılacakları bir toplantı yapıldı. Aynı tarihte bu satış pazarlığını protesto etmek ve bugüne kadar gerçekleştirilen eylemlerdeki taleplerin sunulması için ÜÖP de, Ankara Kızılay Meydanı’nda bir miting kararı aldı. ÜÖP’de alınan kararların son anda değiştirilmesi ve eylem biçiminin farklılaştırılması üzerine SİP bu eylem için ÜÖP’den çekildiğini açıkladı. “Eylemin teknik ve biçimsel örgütlenişi siyasi içeriğinin önüne geçmiş, hatta biçimin kendisi siyasi bir içerik kazanmıştı. Ortada ne istediğinden, siyasi hedeften, ideolojik mesajdan hatta meşruiyet kaygısından bihaber, biçimsel radikalizm ve bıçkınlıktan öte başka hiçbir şey bulunmayan bir eylem vardı.” (Düşünce ve Eylem, Ekim 1996, Perspektif) O güne kadar kazanılmış meşruiyetin, bir eylemde tüketilmesine karşı çıkan SİP’li öğrenciler, eylemin belirli bir kısmına SİP’li Öğrenciler pankartıyla katıldılar. ÜÖP ise kendiliğinden gelişen DTCF işgali sırasında polis saldırısına uğradı. Birçok öğrenci gözaltına alındı.
Bu eylemlerin sonucunda öğrenciler, emekçilere ve toplumun tüm kesimlerine eşit parasız eğitimin bir hak olduğunu ve bunun ancak siyasi mücadeleyle elde edilebileceğini anlatmışlardır. Öğrenciler, sosyalist kimliklerini geri plana çekmeden eylemlerini sürdürmüş, haklı ve meşru bir çizgi tutturmayı da başarmışlardır. Sermaye medyasının ve düzeni temsil eden diğer kesimlerin ortak tavrı ise “masum” taleplerle yola çıkılmasına rağmen, işin içine “siyaset” katılmasına karşı çıkmak oldu. “Öğrenciler harçlara karşı çıkabilirdi, ama birileri bu tepkiye siyaseti karıştırmaya çalışıyordu.”
Mayıs ayında, ÜÖP bileşenlerinin dördü (SİP’li Öğrenciler, TÖDEF, Ekim Gençliği, Kaldıraç) yaşanan sürecin değerlendirilmesi ve gelecek dönem belli öngörülerle nasıl bir mücadele hattına oturtulmasını tartışmak üzere 25-26 Mayıs tarihinde Üniversiteli Gençlik Kurultayı yapma kararı aldılar. Ancak ortak hazırlanan protokol metninin bazı maddelerinin kimi yapılar tarafından ihlal edilmesi SİP’li Öğrencilerin Kurultay çalışmalarına katılmama kararı almasına yol açtı. İhlal edilen maddeler; “herhangi bir örgütlenme modelinin kurultaya mal edilemeyeceği” ve “yer konusunda alınacak olan karar, siyasi bir anlam taşıyan kurultayın gerçekleştirilmesine dönük olmalıdır” şeklinde ifade edilen maddelerdi.
Bütün bu canlılığa rağmen öğrenci hareketi, yeni öğretim dönemine durgun bir başlangıç yaptı. Yılın ilk yarısında, toplumun bütününe sol adına seslenebilmiş, özelleştirmeye karşı anlamlı bir çıkış yapmış olan öğrenciler 1 Mayıs sonrasında, kazandıkları mevzileri bir ölçüde kaybetmişti. Dönem başında yaşanan durgunluk bu kaybın ürünü oldu. Fakat polisin ve faşistlerin saldırılarına gereken yanıtı veren öğrencilerin yaptıkları 6 Kasım mitingi, geçen dönem yaşanan sürecin hala hafızalarda olduğunu ve yeni döneme de sıfırdan başlanmayacağını göstermiş oldu.
Bugün devlet, üniversite öğrencilerini cezaevlerine atarak sindirmeye çalışmaktadır. Bugün devlet, yaşadıklarını bir daha yaşamamak için önlem alıp, riskleri en aza indirme çabasındadır. Sosyalist İktidar Partili öğrenciler ise üniversitelerde mücadelelerini doğru araçları kullanarak, kullandıkları araçları zenginleştirerek sürdürüyorlar.
Üniversitelerdeki siyasallaşma, toplumu derinden etkilemekte, sınıflar arası ideolojik mücadeleye çok önemli girdiler yapmaktadır. Türkiye işçi sınıfının siyasallaşmış ve devrimci bir öğrenci hareketine yalnızca fiziki açıdan değil, ideolojik açıdan da ihtiyacı olduğu unutulmamalıdır.
Emekçiler sokaklardaydı
Yılın emekçiler açısından en önemli gündemlerinden biri eğitim emekçilerinin, kitlesel mücadeleleri ile sendikalarına sahip çıkmaları, Eğitim-Sen’in kapatma davasının düşmesini sağlamaları oldu. Eğitim emekçileri bunu, sokağa çıkarak, hatta polisin saldırısına rağmen başardılar.
Nisan ayı ise kamu emekçilerinin hareketlendiği bir ay oldu. Kamu emekçileri hareketi, uzunca bir süredir üzerlerinde olan durgunluğu atarak Kızılay eylemleriyle, iş bırakma eylemleriyle yeniden gündeme geldiler. Ancak bu eylemlerin gerektiği kadar etkili olmadığı da görülmüştür. Bunun en büyük nedeni ise hareketin ideolojik mücadele adına hiçbir üretimde bulunmamalarıdır.
Emekçi gündemi açısından önemli bir madde başlığı daha ESK’in (Ekonomik ve Sosyal Konsey) kurulmasıydı. Ağırlığını bürokratlar ve sermaye örgütlüsünün oluşturduğu konseye konfederasyonların da dahil olmasıyla işçi sınıfının çıkarları sermaye sınıfına bir kez daha teslim edildi.
SİP açısından ’96 yılının emekçiler başlığının altında öncelikle İpragaz ve Hyatt Otel direnişleri vardır. İpragaz’da işçilerin, işten atılan 7 arkadaşlarının geri alınması için başlattıkları direniş, 24 işçinin daha atılmasıyla farklı bir boyut kazanmıştı. SİP, özelleştirme nedeniyle işçilerin işten atıldığı bu alanda, emekçilerin mücadelesinde çeşitli biçimlerde yer almıştır. Sağlık taramaları, sınıf mücadelesi tarihinden kesitleri anlatan film gösterileri, imza kampanyaları, ülkenin önemli sanayi merkezlerine dayanışma kartlarının ulaştırılması sadece bazı örneklerdir. Direniş başarı sayılabilecek bir sonuca ulaştı. Patron 14 işçiyi işe geri almayı kabul etti. 96’nın yaz aylarında, HABİTAT gündeminin ortalarına denk düşen bir zamanda, aslında 1,5 senelik bir çalışmanın ürünü olan Hyatt Regency Otel direnişi patlak verdi. Hyatt Otel’e sendika sokmak amacıyla gizli yürütülen sendikalaşma çalışması iki ay içerisinde 150’ye yakın işçinin sendikalı olmasıyla hızla örgütlendi ve patronun, otelin sendika alanındaki durumunu yoklama çalışmasıyla farklı bir aşamaya girdi. Otel yönetiminin, çalışanlardan birini, SİP’li bir emekçiyi, işten atması bunun ilk adımı oldu. Sendikanın olaya müdahale etmesini engellemek, işçileri sendikadan uzak tutmak için otel yönetimi işçilere apar topar yüzde 25 ücret zammı verdi.
Ancak işçilerin eylemleri devam etti. 2 Eylül’de basın açıklaması yapmak üzere otelin önüne gittiklerinde otel güvenlik görevlilerinin engellemesiyle karşılaştılar. Ancak otele girmeyi başardılar. Otelde çalışan diğer işçilerden de destek alan eylemci işçiler, kendilerine destek vermeye gelmiş İstanbul Tabip Odası Yönetim kurulu üyesi Dr. Levent Tunçel, Eğitim-Sen üyesi ve SİP yöneticisi Adnan Marangoz, SİP yöneticisi Ulvi içil ve Kızılbayrak gazetesi muhabiri ile birlikte polisler tarafından gözaltına alındı. Ertesi gün sendika üyesi 4 işçi daha işten atıldı. Bunun üzerine işçiler bir basın açıklaması daha yaparak otele sendika sokma yönündeki kararlarının ve mücadelelerinin çeşitli araç ve yöntemlerle süreceğini açıkladılar. Aynı saatlerde OLEYİS Marmara Bölge Temsilciliği açıklamanın yapılmaması için sendikacılar tarafından kapatılmıştı.
Bir hafta içerisinde 20’yi aşkın işçi sendikalaşma çalışması nedeniyle işten atıldılar. Bunun üzerine işçiler 4’er gün dönüşümlü olarak açlık grevi yapma kararı aldılar. Ve eylemlerine OLEYİS Marmara Bölge Şube’de başladılar. Ancak işçilerin bu girişimi sendika yöneticilerinin sendikaya TEM ekibini çağırması ve işçileri polislere teslim etmesiyle başarısızlığa uğradı. Sendikacılar tarafından polise teslim edilen, gözaltına alınıp dayak yiyen işçiler kararlılıklarından vazgeçmeyip eylemlerini Tes-İş’te sürdürdüler. İşçiler yaptıkları açıklamada “Hyatt işçileri olarak sendikalaşmaya karar verdiğimizde sendikacıların gelip bizi örgütlemesini beklemedik. Bugüne kadar bu şekilde herhangi bir örgütlenme yapıldığı da görülmemiştir. Biz başından itibaren neyi niye seçtiğimizi bilerek hareket ediyoruz. İşkolumuzdaki yetkili iki sendikadan biri olan OLEYİS’i seçme nedenimiz yöneticilerine duyduğumuz hayranlık değil, DİSK’in mücadeleci tarihine duyduğumuz güvendir” diyerek sendikacıların ihanetlerine tepkilerini ortaya koydular.
16 Eylül’de Otel önünde yapılan bir basın açıklamasıyla işçiler, açlık grevine son verdiklerini, mücadelelerine otele sendika girene kadar değişik biçimlerde devam edeceklerini bildirdiler ve öyle de oldu. Hyatt kartları basıldı ve geniş bir dağıtım yapıldı, İzmit, Gebze gibi önemli sanayi merkezlerine, Tuzla Deri işçilerine gidildi, destek çağrısında bulunuldu, Rabak direnişine dayanışma ziyareti yapıldı, KESK mitinglerine, çeşitli radyo programlarına katılındı…
24 Kasım’da yapılan OLEYİS İstanbul Şube Genel Kurulu’nda, sendikalaşma çalışması nedeniyle işten atılan Hyatt işçileri, delegeleri Hyatt’taki sendikalaşma çalışmasına ve atılan işçilere sahip çıkmaya, sendikacıların örgütlenme sürecindeki ihanetine karşı tavır almaya çağırdılar. Mücadelenin bu sıcak evresi şimdilik kapanmış görünüyor. Ancak otel işçilerinin sendikalaşma kararlılığı patrona ve sendika ağalarına karşı kararlılıkla sürdürülüyor.
Bu arada sendika ağalarının ihaneti ve çevirdikleri dalavereler kendisini bu olaylardan birkaç ay sonra Adana’da yapılan Oleyis Doğu Akdeniz Bölge Şube 2. Olağan Genel Kurulu’nda gösterdi. 02.03.1997 tarihinde yapılan Genel Kurul, partinin direkt yönlendirdiği ve belirlediği Kırmızı liste, 14 oy farkla kongreyi kaybetti.
Yaşanan krizin faturası her alanda topyekün bir saldırıya neden olurken, 12Mart’ta kurulan Anayol hükümeti, işçi sınıfına açık savaş anlamına gelen bir programla yola çıktı. Anayol hükümeti güvenoyu aldığı sıralarda Gazi mahallesinde onbinlerce emekçi pankartlarıyla, sloganlarıyla yeni hükümeti selamlıyorlardı. Kontrgerillanın bir yıl öncesinde mahallede yaptığı katliam ve polisin insanları hedef gözeterek ateş açmasının protestosunu dile getirenler daha o günden Anayol hükümetinin programının geçersiz olduğunu tarihe kaydettiler.
Mart ayı burjuvaziye yeni kurulan hükümetle krizi bir süre daha idare etme şansını verdi. “Yalnızca iki ay…” Tansu ve Mesut bir köprüde karşılaşmış iki keçi olmaktan hiç vazgeçmediler ve bu yüzden burjuvazinin has evlatları olma rolünü layıkıyla yerine getiremediler. Ancak hükümet kavgaları devam ederken devrimcilere ve Kürtlere yapılan saldırılar da sürüyordu.
“Anayol hükümetinin, işçi sınıfına açık bir savaş ilanı anlamına gelen programıyla beraber güvenoyu alması artık bu ülkede gidilecek iki yol olduğunu teyid etmektedir.
Birinci yol, sermaye sınıfının izleyeceği yoldur. Bu yolun adı Anayol olarak tescil edilmiştir. Sermaye sınıfının Anayolu, kendisini artık bütünüyle işçi ve emekçi kesimlerin kaderinden ayırmış, işçi sınıfının tüm kazanımlarının düzlendiği bir zemin üzerinde döşenmeye çalışılmaktadır.
İkinci yol, işçi sınıfının yoludur, bu yol Kürt emekçilerinin kanlarıyla sulanan bir coğrafyadan, büyük kentlerde yoksul kitlelerin öfkesinin soluklandığı varoşlardan, sendika ağalarının barikatlarının yıkıldığı, koltuk sendikacılarının koltuklarının sallandığı örgütlü işçilerin arasından, direnişteki fabrikalardan geleceğe uzanmaktadır.” (Sİ.41, 15 Mart 1996.)
Kürtlerin binlerce yıllık geleneği olan Newroz, 1996 yılında egemen sınıfın daha önce Kürt illerinde yaptığı baskı ve zulüm politikaları yetmemiş gibi ideolojik olarak kuşatılmaya çalışıldı. Çiller’in açıklamalarıyla Newroz’un aslında bir Türk bayramı olduğunu ve resmi olarak kutlanabileceğini hepimiz öğrenmiş olduk. Newroz’u Nevruz yapmak isteyenler, bu binlerce yıllık tarihi, uzlaşmanın ve şovenizmin simgesi haline getirmeye çalıştılar. Newroz’un içini boşaltmak istediler ama Kürt emekçileri, Newroz’a sahip çıkarak buna izin vermedi. Sosyalist iktidar Partisi ülkenin onlarca kentinde Newroz kutlamalarında Kürt emekçilerinin yanında yerini aldı.
Taksim’den başka 1 Mayıs yok!
Nisan ayına girilirken, her sene olduğu gibi 1 Mayıs ve 1 Mayıs nerede kutlanmalı tartışmaları başlamıştı. Ve Partimiz Sosyalist İktidarın 29 Mart tarihli 43. sayısında “1 Mayıs’a, İşçilere Taksim Yakışır” başlığını attı. Parti bu saptamayı şöyle yapıyordu: “… SİP’in geçen hafta toplanan Parti Meclisi’nce vurgulandığı gibi, mücadelenin geleceğe devredecek çok şeyi olduğu bir dönemden geçmekteyiz. Kriz sürecinin sarstığı Türkiye’de düzen cephesinin yeni saldırısının püskürtülmesi, dahası emekçilerin ülkenin gündemine daha etkili müdahaleler yapabilmesi, Türkiye sosyalistlerinin daha geniş bir toplumsal taban bulabilmesi bu dönem yapacaklarımızla doğrudan bağlantılıdır.”
“Bu nedenle Şubat ve Mart ayı nasıl aynı saldırıların muhatabı olan öğrenciler tarafından iyi kullanıldıysa, Nisan ve Mayıs ayları da Türkiye işçi sınıfı tarafından benzer biçimde değerlendirilmelidir.”
“1 Mayıs’a bu çerçevede hazırlanılmalıdır.”
“1 Mayıs, herşeyden önce kitlesel kutlanmalıdır. Türkiye işçi sınıfının ve Türkiye solunun bu 1 Mayıs’ta kitleselliğe her zamankinden daha çok ihtiyacı vardır.”
“1 Mayıs, bunun yanı sıra, disiplinli kutlanmalıdır.”
…
“1 Mayıs ileri siyasi hedeflerle kutlanmalıdır.”
…
“1 Mayıs, tek bir yerde kutlanmalıdır. Bugün Türkiye işçi sınıfının gücünü mümkün olduğunca tek bir yere, 1 Mayıs’ların sembolleştiği kavgamızın şehri İstanbul’a yoğunlaştırması gerekmektedir. Geçmişte Türkiye solundaki “Tek 1 Mayıs” şiarı yeniden canlandırılmalıdır…”
“Tek 1 Mayıs, Taksim’de kutlanmalıdır. Taksim Meydanı’nı gericiliğe, faşist gösterilere açan, Türkiye işçi sınıfının meşru hakkını gaspeden zihniyet geriletilmelidir.” (Sosyalist İktidar, sayı 43)
Ve, yıllardır Taksim için başvuru yapıp, gerisini getirmeyenlerin tarzı yerine, bu yıl kararlılık gösterilmesi, sonuna kadar mücadele edilmesi, “Taksim’den başka 1 Mayıs yok” sloganına sahip çıkılması için tüm ilerici siyasal güçlere, işçi ve kamu emekçileri sendikalarına, aydınlara çağrı yapıldı.
Bu çağrının ardından, Sınıf Sendikacılığı Platformu üyesi bir grup işçi, 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması için 29 Mart Cuma günü İstanbul Valiliği’ne başvuruda bulundu. Ancak İstanbul Valiliği başvuruyu reddetti. Gerekçe, meydanın izinli miting alanları kapsamında olmamasıydı. Oysa her boydan ve soydan gericinin gösteri düzenlemesine, şeriat bayrakları sallamalarına izin veriliyordu. Amacın, meydanı emekçilere kapatmak olduğu çok açık ortadaydı. Taksim Meydanı, emekçilerin kanlarıyla ödedikleri bir mücadele sonucunda 1 Mayıs Meydanı adını almıştır. Bu yüzden Taksim en çok emekçilerin hakkıdır.
96’da Taksim’in gündeme getirilmesi, öznel tercihlerle olmamıştır. Bu gündemi, sınıflar mücadelesindeki denge ve ihtiyaçların kendisi dayatmıştır. SİP olarak “1 Mayıs ’96 19 yıl önce bu ülkede işçi sınıfı gerçeği dosta düşmana kabul ettirildiği gibi devrimci bir tarzda kutlanmalıdır. 1 Mayıs ’96, Taksim’de ve meşruluğunu gücünden alan bir tarzda kutlanmalıdır” dedik ve dediğimizi yaptık.
Ama öncesindeki yoğun çalışmayı da atlamamak gerekiyor. 13 Nisan’dan itibaren onbinlerce afiş asıldı, bir o kadar bildiri dağıtıldı, Sosyalist İktidar’da 1 ay boyunca 1 Mayıs-Taksim gündemden düşmedi. Çeşitli kitle örgütleri, sendikalar gezildi, çağrılar yapıldı. Ama dört konfederasyon 1 Mayıs’ın ağırlıklı olarak İstanbul Kadıköy’de kutlanması konusunda anlaşmıştı. Her yıl, “adet yerini bulsun” diye yaptıkları “Taksim başvurusu”nu 96’da denememişlerdi bile. İşçi sınıfı için Taksim gündeminin ne kadar yakıcı bir gündem haline geldiğini hissediyorlardı çünkü.
Ve 1 Mayıs günü saat tam 14.00’de Beyoğlu ilçe binasının önünde alkışlarla bir araya gelen 2000 civarında SİP militanı, marşlar ve sloganlar eşliğinde ve çark çekiçli kızıl bayraklarıyla Taksim meydanına doğru yürümeye başladılar Tüm sokak aralarını tutmuş olan düzenin kolluk güçleri bu eylem karşısında kasklarını bile giymeye fırsat bulamadılar. Taksim’e çıkmaya kararlı militanların önünü ancak meydana gelindiğinde kesebilen ve dağıtmak için saldıran polisin, bu kararlılık karşısında geri çekilmekten başka yapacak bir şeyleri kalmamıştı. Parti korteji, basın açıklaması ve kutlamanın yapılacağı Kazancı yokuşunun başına geldi ve önce ‘77 1 Mayıs’ında burada can verenler adına kırmızı karanfil bırakıldı ve devrim şehitleri adına 1 dakikalık saygı duruşunda bulunuldu. Tam 19 yıl sonra 1 Mayıs, SİP’in öncülüğünde Taksim’le kucaklaştı.
1 Mayıs’ta Kadıköy’de gördüğümüz ise, bir tarafıyla, sendikaların ihaneti, polisin katliam girişimi, diğer tarafıyla ise devrimci güçlerin dağınık, zaman zaman kontrolsüz ama kitlesel ve etkili direnişiydi. Olmayan şey ise; işçi sınıfının, birlik mücadele ve dayanışma günüydü.
Sonrasındaki günlerde ise, işçi sınıfının verdiği ölülere sahip çıkmak yerine, “provokatör aşırı sol güçler” edebiyatını burjuvaziyle paylaşan sendika ağaları, işçi sınıfının temsilcisi olmadıklarını bir kez daha göstermiş oldular.
1 Mayıs’tan sonra 2 hafta içinde örtülü ödenek ve ardından da güvenoyu sorunu patladı. Hükümet krizi bir kez daha gündemdeydi. Devrimci tutsaklara yönelik aylardır hazırlıkları yapılan saldırılara start verildi. Eskişehir tabutluğu yeniden açıldı. Ve tüm bunlar olurken hükümet krize dayanamadı ve düştü. Zaten zorla kurulan ANAP-DYP koalisyonu en fazla iki ay dayanabildi. Tabii, burjuvazi hemen yeni formüller üretmeye başladı. Sakıp Sabancı “bu iş pekala RP ile de olur” mesajlarını vererek ortamı yumuşatmaya ve sistemin aslında tıkanmadığını göstermeye çalıştı. Ama sistem tıkanmıştı ve Türkiye burjuvazisi bu tıkanıklıktan kurtulmak için her gün yeni projeler üretmeye çalışıyordu. Peki Anayol hükümeti neden düşmüştü? Ekonomi tam bir arapsaçına dönmüş durumdaydı. İç ve dış borçlar zaten ellerindeki tüm kaynağı alıp götürür durumdaydı. Özelleştirmeler ağır gidiyordu, birçok hedefledikleri yeri daha özelleştirememiş durumdaydılar. Tam bir saldırganlık üzerinden kurdukları siyasi çözüm pratiği doğal olarak siyasi iktidarı da yıpratıyordu. Hükümet ikinci ayında ancak yüzde 30’luk bir destek bulabildi. “Bitti, yok ettik, bir avuçlar” denilen Türkiye solu, var olduğunu Gazi’deki çıkıştan 1 yıl sonra 1 Mayıs ile sermaye iktidarına göstermişti.
Sarsıntıya neden olan diğer bir neden, bu iki partinin bürokrasi ve emniyetteki kadrolarının çekişmesiydi. Türkiye’nin ekonomik durumu güçlü bir hükümete izin vermiyordu. Güçsüz bir hükümet ise istikrarsızlığı arttırıcı bir faktör olarak karşılarına dikiliveriyordu. Derken kurtarıcı olarak baktıkları Habitat günleri gelip çattı.
Habitat: Saldırı ve gözaltılar
Mart’ın sonlarına doğru boyalı basınımız ve televizyon kanalları vasıtasıyla ortalıkta bir “Habitat” kelimesi dolanmaya başladı. Ülkemize bir yerlerden bir şey geliyordu ama ne geliyordu?
Sokaktaki emekçiler için “Habitatağa”, kaldırımları döşeyen işçiler için ekmek kapısı oluverdi Habitat. Ama gerçekte sınıfa saldırının sadece bir parçasıydı. Sermayenin temsilcileri ortalığı 6 milyar dünyalı İstanbul’u “düzeltmeye” geliyor diye ayağa kaldırdılar. Neydi Habitat; şehirleri daha sağlıklı, güvenli, insan yaşamını sürdürebilir alanlar haline getirecekti. Neydi; insanlara kentlilik bilinci kazandıracaktı, tüm bunlar için bilimsel “öneriler” sunacaktı. Yani çok iyi bir organizasyonla ülkemiz ve bizim gibi zayıf halka ülkeler bu toplantılar sonrasında güllük gülistanlık olacaktı.
Habitat yaklaştıkça burjuvazi gerildi, gerildikçe saldırganlaştı. Habitat için yalıtılmış bir alan hazırlandı. Bu kadar insana hitap edecek toplantıyı kimden korumak istedikleri ise gayet açıktı. Tabii ki tüm bu palavraların bir düzmeceden ibaret olduğunu teşhir edecek olan bizlerden.
Habitat vadisi denilen ve yabancıların gelip mekân edinecekleri yere en yakın merkez olan Taksim Meydanı ilk elden temizlenmesi gereken bir yerdi onlar için. Önce İstiklal Caddesi’nin sokak çocukları uzak yerlere götürüldü, dövüldü, hırpalandı, seyyar satıcıların arabalarına el konuldu, gözaltılar başladı. Özellikle Kürtler ve solcu görünümlü herkes toplandı. Tehdit edildi. Sosyalist basının gazeteleri toplatıldı. Tüm bunlar emperyalistlerden para koparmak için yapılan bir makyajdan ibaretti aslında.
“İstanbul Valiliği Habitat gerekçesiyle Taksim ve civarında terör estirmeye başlamıştır. Habitat nedeniyle bazı sosyalist yayınların, örneğin Sosyalist İktidar gazetesinin satışının engellenmesine izin vermeyiz. Valilik hangi yasa ve hangi güçle böyle bir kararı alıp uygulamaya kalkıyor bilmiyoruz ama, Sosyalist İktidar Partisi olarak, Habitat süresince ‘ülkemizin milli menfaatleri’ adına yürütülecek her türden resmi terörün karşısına dikileceğimizin bilinmesini istiyoruz. Çok meraklılarsa gerçekten gidip ülkede beş kuruşluk itibar bırakmayanlardan hesap sorsunlar.” (Sİ 51, 24 Mayıs 1996)
Daha gelmeden olay haline gelen Habitat’la hedeflenen neydi? Bu toplantıların ilki 1976 yılında Kanada’nın Vancouver kentinde düzenlendi. Habitat toplantıları İkinci Paylaşım Savaşı’ndan sonra kapitalist ülkelerin politik, ekonomik ve siyasal durumlarına göre, kendi ülkelerinin çıkarları ile diğer ülkeler arasında bir bağlantı olduğunu görüp “ortak önlemler” aramaya başlamalarıyla hemen hemen aynı tarihlere denk düştü. İlki devletler düzeyinde yapıldı ama tam bir başarısızlıkla sonuçlandığı için Türkiye’de yapılacak olana “sivil toplum” kuruluşları da dahil edildi. Bununla hedeflenen ise “halkın” gözünde görece aydın, ilerici düşünülen kuruluşların bu toplantıya sahip çıkmaları ve daha geniş bir kesimden destek bulmaları. Sonuçta çoğu bu zihniyetteki, yani görece düzeltmelerin yapılabileceğine inanan kesim ve kuruluşlar, Habitat sürecine alet oldular.
“Uluslararası sermayenin organı haline gelen BM tarafından düzenlenen Habitat öncelikle Türkiye’de yapılmakla, dünyanın emekçi halklarına hiçbir şey vaat etmediğini göstermiştir. Habitat II birkaç kilometre ötede insanların metruk evlerin altında kalıp öldüğü, binlerce köy ve mezrayla ormanlık alanların devlet güçleri tarafından yakıldığının resmi ağızlar tarafından kabul edildiği, insanların su dolu çukurlarda, sel altında kalarak öldüğü, kendi insanlarına sömürge valilerinin tavrıyla yaklaşanların yönetici olduğu bir ülkede toplanıyor. Bir şaka değilse eğer bu, ülkemizin ve dünyanın emekçi halklarıyla alay etmektir.” (Sİ 52, 31 Mayıs 1996)
Başlamadan önce medya tarafından bu kadar propagandası yapılan Habitat, gerçekleştiği süreçte hiç de bu propagandanın karşılığını bulamadı. Bırakın organizasyonların bozukluğunu, medya bile bir süre sonra kendi kendisine ters düşmek zorunda kaldı. Beklenilenin çok altında bir katılımla gerçekleştirilen Habitat’a sivil toplum kuruluşlarının çoğu, Habitat’ın kendisini ve Türkiye gibi bir ülkede yapılmasını protesto ettiklerinden dolayı katılmadılar, emperyalist ülkeler ise zaten alınacak kararların kendi çizdikleri rotanın dışında şeyler olmayacağını bildikleri için katılma zahmetinde bile bulunmadılar.
Yerel yönetimler, sendikalar, parlamenterler, özel sektör temsilcileri ve hükümet delegelerinin katıldığı toplantıda, günlerdir saatlerce anlatılan problemlerin nihai çözümü olarak ayrı ama birbirleriyle bağlantılı iki metin ortaya çıktı. “Küresel Eylem Planı ve İstanbul Deklarasyonu”. Tüm bu metinlerin içinde yer alan maddeleri aslında biz ilk defa duymuyorduk. Özelleştirmeler, tüm dünyaya barışın gelmesi, çevrenin korunması, zengin ülkelerin fakir ülkelere para yardımı yapması… Tüm bunlar, burjuvazinin her gün yeniden yeniden pişirip sofraya koyduğu şeylerdi. Emekçiler bu sorunların kaynağının kapitalizm olduğunu her geçen gün daha fazla fark ediyorlardı. Çevreyi kirletenleri, savaşı kendi çıkarları için çıkaranları, işçileri iliklerine kadar sömüren özelleştirme politikalarını yapanlar işte tüm bunlara çözüm arıyormuş gibi gözüken yani tüm bu çelişkileri besleyenler sermayenin ta kendisiydi. Sivil Toplum Kuruluşları ise bu süreçte tam bir etkisiz eleman rolünü üstlendiler. BM, STK’ların aktif katılımını kabul etse bile son noktada alman kararların hepsi emperyalist ülkelerin çıkarları doğrultusunda oldu. Kendileri bu toplantıya tavsiyeler üretmekten başka hiç bir işe yaramadılar. Dışarıda ise STK’ların alternatif olarak örgütledikleri çalışmaların, polis baskınları sonucu nefes almasına bile izin verilmedi. Günlerce yapılan toplantılar boşa kürek sallamaktan başka hiç bir işe yaramadı.
Parti’nin, Habitat’ın emekçilerin gündemine sokulması, esas olarak bu konferansın, ülkemizin işçi ve emekçilerini kandırmaktan başka bir anlama gelmediği üzerine yaptığı vurgulara karşılık (bu vurgular Türkiye’deki alternatif Habitat’ı organize eden örgütlerin toplantılarında yapılıyordu) hiç bir kuruluş konunun özünü kavrayamıyor ve yüzlerini bu ülkenin emekçilerine dönmek yerine dışarıdan gelecek olan STK’lara dönüyorlardı.
Habitat daha birçok kişinin ne olduğunu anlamasına bile fırsat tanımadan sona erdi. Ama burjuvazi açısından tam bir başarısızlıkla süren Habitat’ın gündemini değiştiren ise yine ülkesinde sosyalizmin bayrağını inatla dikmekte olan Küba’nın lideri Fidel Castro’nun gelmesi oldu. Fidel Parti tarafından kalacağı otelin önünde kızıl bayraklarla ve kendi partisinin sancağı ile karşılandı. Fidel, Habitat zırvasının üzerinde rüzgârlar estirdi. Yapılan yorumların köşe yazılarının başlıklarına kadar taşan eksenini “Castro Habitat’ı ezdi gitti” oluşturdu. Commandante Fidel, Habitat Genel Kurulu’nda yaptığı 13 dakikalık konuşmasıyla emperyalistlere ezilenlerin öfkesini üzerilerinde hissettirdi. “Artık sömürülmeyelim, soyulmayalım, aşağılanmayalım. Her zaman toplanacağız, mücadelemizi sürdüreceğiz. Çünkü sonunda dünyalıyız ve dünya efendileri kabul etmiyor” diye haykırdı Fidel. Sınıfsal eşitsizlikler devam ettiği sürece, konferansta konuşulan çözümlerin gerçekleşmesinin hayal olduğunu da anlatan Fidel, emekçi sınıfların talepleri için kaynak olmadığını söyleyen emperyalist devletlerin yalanlarını da teşhir etmekten geri kalmadı. Konuşması bittikten sonra dakikalarca ayakta alkışlanan Fidel, ne Türkiye’ye ne de BM’e teşekkür sunma zahmetine girmedi. Kendisine ayrılan tüm zamanı Amerika’nın kuşatması altında olan Küba ve emekçiler için kullandı ve yerine oturdu.
Habitat’la birlikte yoğunlaşan saldırılardan 8 Haziran’da yapılmak istenen KESK eylemi de nasibini aldı. Eylem, polisin sıkıyönetim tarzı yüzünden gerçekleştirilemedi. Polis sözde dünyaya rezil olmamak adına, yüzlerce insanı dövdü, yerlerde sürükledi. SİP Genel Başkanı Aydemir Güler ve 100’e yakın SİP’li de burada gözaltına alındı. İstanbul Emniyet Müdürü Kemal Yazıcıoğlu’na göre ise “insanlar kendilerini dövdürterek ve gözaltına aldırtarak ele güne bizi rezil ettiler”. Evet Habitat’ın tam kendilerine göre uyacağını düşünenlere Habitat dar geldi.
Haziran’ın son haftaları İstanbul sokakları, polisin her gün bazı göstericileri tartaklamasına, binlerce kişiyi gözaltına almasına sahne oldu. Bunların aralarında siyasi partiler, sendikacılar ve yaşlı kadınlar da vardı. “Sermaye devleti temellerini 12 Eylül’de attığı iç savaş örgütlenmesini test etmektedir. İstanbul’da yaşanmakta olan bir tür provadır. İç savaş örgütlenmesi, adalet ve içişleri bakanlığından valilik ve polis şeflerine uzanan kirli ilişkilerinin birbirine bağladığı bir hiyerarşi içinde harekete geçmiş, sınıf mücadelesinin hassas arenasını sokağı ve kentleri zapt etmek üzere vaziyet almıştır.” (Sİ 21 Haziran, Murat Salmaner).
Göstericilerin talepleri ise birer işkencehaneye çevrilmek istenen cezaevlerine ve gözaltına alınıp kaybedilenlere karşı olmalarıydı. Bu soygun ve baskı düzeninin değişmesi için mücadele edenlerin karşısına polis dayağı çıkartıldı. Türkiye’de fiilen bir sıkıyönetim rejimine geçilmek istendi. 21 Haziran tarihli Sosyalist İktidar’ın manşeti “Polis Partisi İktidarda” oldu. “Türkiye’de polis teşkilatı daha önceki ikinci rollerden çıkartılarak siyasetin merkezine çekilmiş ve daimi bir hükümet ortağı yapılmıştır. Türkiye’nin en büyük kentinin sokakları, mahalleleri bu hükümet ortağı tarafından istilaya uğramış, her hafta binlerce insan gözaltına alınmaya, şenlikler, geceler, toplantılar birbiri ardına yasaklanmaya başlamıştır.”
İşte tam da bu tarihlerde 11 Haziran günü İstanbul polisinin operasyonuyla Adana’nın Pozantı ilçesi civarında silahlı çatışma sonrası yakalanan “Söylemez Kardeşler” isimli mafya örgütü devletin ve polisin nasıl örgütlendiğini ancak bu kadar açık bir şekilde anlatabilirdi. Söylemezlerin ordu ve polisle bağlantıları ve bu kurumların nerelere kadar uzandığı tarihi Susurluk kazasından birkaç ay öncesinde yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamış oldu. O dönem Söylemezler’in uyuşturucu ve silah kaçakçılığı pazarında kapıştıkları ve öldürmek istedikleri DYP Urfa milletvekili Sedat Bucak ise daha o zamandan mafyanın, polisin üst düzey yetkilileri tarafından korunduğu söylenen bir şahıs olarak öne çıkmış oldu. Sermaye devletinin bir suç şebekesi olarak örgütlendiği gözler önündeydi artık.
23 Haziran’da ise sıra HADEP’e gelmişti. HADEP Kongresi’nde Türk bayrağının indirilmesi olayından sonra başlatılan saldırı dalgasında Genel Başkan Murat Bozlak da dahil olmak üzere parti meclisi üyeleri ve bazı parti yöneticileri salon çıkışında gözaltına alındılar. Genel Merkez, Ankara İl Merkezi ve ilçelerinin tamamı polis tarafından basıldı, birçok kişi gözaltına alındı. Medyada arka arkaya binlerce kez ele alınan bayrak indirme seansı ile başlatılan kampanyaya tüm devlet erkânı da dahil olup HADEP’İ ihanetle suçlarken, faşist saldırıların da zemini hazırlanmış oldu. Kongre’den sonra gözaltına alınan 49 HADEP’liden 39’u tutuklandı. Planın en önemli hedefi, son aylarda bütün devrimcilere olduğu gibi, HADEP içindeki devrimci damara da saldırmaktı. Ayrıca HADEP’İN yürüttüğü kavganın geri bir mevziiye endekslenmesi, bu partiye dönük kapatma gündeme gelirse, yeni bir oluşumun bu geri mevziiye sabitlenmesi amaçlanmaktaydı. Operasyonun dolaylı amacı ise, kamuoyunu oyalamak, şoven duyguları cilalamak ve yeni saldırılar için “vatan elden gidiyor, fedakârlığın lafı mı olur” edebiyatına olanak yaratmaktı. 25 Eylül’de Ankara DGM’de dava başladı. 28’i tutuklu 41 sanık yargılandı. Nisan 1997’de HADEP yöneticilerinin tahliye edilmesi ise Haziran ’96 kampanyasının yalan ve demagojiye dayandığının itiraf edilmesi olacaktı.
“İnanılacak gibi değildir. Bu kadar paçoz bir düzenin yetkili ve etkili kişileri, 1 Mayıs’ta kırılan camlarla, katledilen canların geçen hafta sonu düşen bayrakla, yakılan onca köyün üzerini örtmüş, kolay yoldan üste çıkmıştır.” (Sİ 28 Haziran, Kemal Okuyan)
Sermaye sınıfı Anayol hükümetinin düşmesinin hemen ardından “Refahsız hükümet olmaz” demeye başladı. Verilen mesaj belliydi. 28 Haziran’da güven oylaması yapıldı ve Temmuz ayı Refahyol hükümetine kapıları böylece açmış oldu. Refahyol hükümeti kurulduktan sonra SİP’in yayınladığı bildiri “Karanlığa Geçit Yok!” başlığını taşıyordu.
Sermaye sınıfı ağır giden KİT’lerin özelleştirilmesi sürecini Refah sayesinde hızlandırmayı planladı. Refah, özelleştirme sürecinin ihtiyaç duyacağı demagojiye yeni ve etkili kanallar açmaya adaydı. “Dinin toplumsal örgütlenmesi, dini ideolojiyi merkeze yerleştiren bir siyasi partiye burjuva ideolojisinin liberal versiyonlarının krize girdiği bir sırada diğerlerine göre avantajlı kılmıştır. Diğer düzen partilerinin kırlardaki yerleşik oy depoları olarak değerlendirdiği cemaatler, 80 sonrasında kentlere taşınmış 90’lı yıllarla beraber, köşe dönmece liberalizmin tükendiği noktada yoksullaşan orta sınıflara sığınma kapısı oluşturmuştur. Refah Partisi kısa sürede bu kapının açıldığı tek seçenek haline gelmiştir.”(Sİ, 12 Temmuz, Murat Salmaner).
Refahyol hükümetinin, kendisine yönelik tepkileri yumuşatabilmek için attığı göstermelik adımlardan birsi de cezaevleri oldu. Yeni Adalet Bakanı Kazan, Ağar genelgelerini iptal ettiğini açıklarken tutsakların asıl taleplerine konu olan sorunlara ilişkin hiç bir düzenleme yapılmamıştı. Bunun üzerine ölüm orucundaki tutsaklar eylemlerinin ikinci ayında kararlı tutumlarını sürdürmeye karar verdiler. Cezaevlerindeki durum aylardır yürütülen planlı saldırıların birer ürünüydü aslında.
Cezaevleri: Tutsaklar onurumuzdur!
96 yılı tutsaklar açısından yoğun saldırılara, sindirme politikalarına, toplu katliamlara sahne oldu. Perde 4 Ocak’ta Ümraniye Cezaevinde askerler tarafından demir çubuklarla düzenlenen saldırıyla ve 3 tutsağın katledilmesi, onlarcasının da ağır yaralanmasıyla açıldı. Bitmedi, yaralı tutsaklar hastaneye kaldırılırken de saldırılar sürdü. Cezaevindeki saldırılar yetmedi, dışarıda ölen tutsakların cenazesine haber yapmak amacıyla gelen Evrensel Gazetesi muhabiri Metin Göktepe o gün cenazeye katılan binlerce kişiyle birlikte gözaltına alındı ve gözaltında polisler tarafından acımasızca dövülerek katledildi.
12 Mart’ta kurulan 53.hükümet Anayol, Adalet Bakanlığı’na, Emniyet Genel Müdürlüğü yaptığı dönemde gözaltında ve cezaevlerinde 140 kişinin öldüğü, gözaltında toplam 273 kişinin kaybolduğu, yargısız infazların toplamının 372, faili meçhul cinayetlerin sayısının ise 975 kişi olduğu, aynı dönemde 2065 kişinin de işkence görmesi nedeniyle kayıtlara geçtiği faşist Mehmet Ağar’ı getirerek yeni saldırıların haberini veriyordu. Ağar göreve gelir gelmez faşist kadrosunu oluşturmaya başladı. Cezaevleri için “biraz can yanacak, ama bu işi halledeceğim, hiçbir şeyden korkum yok, ama önce bu işi yapacak cesur adamları getirmek gerekiyor” diyen Ağar, ilk olarak Yusuf Kenan Doğan’ı görevden aldı ve geçmiş yıllarda “cezaevlerinde yatanları niye besliyoruz. Bunların hepsini temizlemeliyiz, hepsi 3 kilo siyanürün başında” diyen Cemal Şahin Gürsel Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğüne atandı. Eskişehir Cezaevinde iki tutsağın ölümüyle sonuçlanan 89’daki olaylar sırasında Eskişehir’de Cumhuriyet Başsavcısı olarak görev yapan Uğur İbrahimhakkıoğlu ise Adalet Bakanlığı müsteşarlığına atandı.
Ve saldırılar ard arda gelmeye başladı. Çeşitli cezaevlerinde hemen her gün yeni bir saldırı oluyor, tutsaklar üzerinde her türlü baskı oluşturuluyordu. Ağar’ın en önemli icraatı Eskişehir tabutluğunu yeniden açmak oldu. Böylece devletin “yalnızlaştır-teslim al-yok et” politikası hayata geçirilmeye başlanıyordu. Tutsakların en doğal hakları dayanışma, paylaşma, kendini geliştirme faaliyetleri ellerinden almıyor içerideki direniş ruhu kırılmaya çalışılıyordu.
25 Nisan’da Diyarbakır Cezaevi’nde başlatılan açlık greviyle çok uzun sürecek ve ağır bedeller ödenecek bir sürece girilmiş oldu. Ağar’ın genelgelerinin geri çekilmesi, Eskişehir tabutluğunun kapatılması ve cezaevi koşullarının düzeltilmesi talepleriyle başlatılan açlık grevlerine dışarıda da tutsak aileleri destek veriyordu.
20 Mayıs’ta Cezaevleri Merkezi Koordinasyonu’nun kararıyla Türkiye’nin değişik illerindeki 33 cezaevinde süresiz açlık grevi başlatıldı.
Sermaye devleti uzun zamandır planladığı ve zeminini hazırladığı saldırıyı Diyarbakır E Tipi Cezaevi’nde 28 Mayıs Çarşamba günü gerçekleştirdi. 25 Nisan’da başlatılan açlık grevinin 34. gününde devrimci tutsaklara saldıran sermayenin kolluk güçleri 19 tutsağın yaralanmasına neden oldu. Saldırı, asker, gardiyan, özel tim tarafından cop, kalas ve demir çubuklarla gerçekleştirilmişti. Burada yaralanan tutsaklardan 19’u Antep Özel Tip Cezaevi’ne gönderildi. Tutsaklar burada süresiz-dönüşümsüz açlık grevini ölüm orucuna çevirdiler. İçeride ve dışarıda yapılan açlık grevlerinin ciddi bir toplumsal tepkinin birikimine yol açması bu saldırının zamanlamasında gözetilen en önemli faktördür.
Bu arada İstanbul’da Habitat günlerinin başlamasıyla saldırılar daha da yoğunlaştı. Sermaye devleti, burada bir handikap içine girdi. Bir yandan haklı talepleri uğruna ölümü göze alan tutsakların kararlılığını gölgelemek, unutturmak, direnişi bir çatışma ortamıyla söndürmek istiyorlardı. Ama bir yandan da Habitat günlerinde uluslararası kamuoyunun dikkatini Türkiye’nin gündemine çekmekten kaçmıyorlardı. Diğer bir planları ise hükümet krizi ile cezaevi gündeminin çakışıp birbirlerini örtmesiydi. Ancak planları tam tutmadı. Eteklerinden akan pislikleri kapatmak için çılgınca ortalığa saldırıyor, hemen her gün insanlar gözaltına alınıyor, anneler coplanıyor yerlerde sürükleniyor, tutsaklar ise günden güne eriyordu. Bütün bunlar, Habitat nedeniyle Türkiye’ye gelen yabancı konukların gözleri önünde oluyordu. Ölüm orucundaki tutsaklarda giderek el ve ayaklarda uyuşma, çift görme, beyinsel fonksiyonlarını yitirme, kalp ağrısı, nefes darlığı gibi rahatsızlıklar çıkmaya başladı. Ağar ise, “insan hakları ihlallerinin cezaevi yöneticileri tarafından değil, tutuklu ve hükümlüler tarafından yapıldığı”nı öne sürüyor, ailelere “çocuklarınızı gittikleri yanlış yoldan döndürün” diye işbirliği çağrısında bulunuyordu.
27 Haziran’da Ağar, eskilerinden farklı olmayan yeni genelgesini açıkladı. Genelge yeni şeyler getirmiyordu, Eskişehir cezaevi kapatılmıyordu. 28 Haziran’da ise hükümet değişikliğiyle birlikte Ağar’ın görevi sona erdi ve yeni bakan Şevket Kazan oldu. Yeni hükümetle birlikte cezaevlerindeki olayları protesto eylemlerine, cumartesi eylemlerine saldırılar, demokratik kitle örgütleri üzerindeki baskılar yoğunlaştı. 20 Mayıs’ta Koordinasyonun kararıyla 45.gününe gelen süresiz açlık grevi eylemi 3 Temmuz’dan itibaren ölüm orucuna çevrildi.
Kazan gelir gelmez devrimci tutsakların kararlılıkla yükselen eylemlerine ve kamuoyunun tepkisine set çekmek için çareyi, Ağar’ın genelgelerini iptal etmekte buldu. Ancak 9 Temmuz’da Kazan’ın açıkladığı yeni genelge, Ağar’ın gündeme getirdiği saldırıları aynen koruyor, hatta ağırlaştırıyordu. Yeni genelge “politik bir hile” olarak değerlendirildi ve ölüm orucuna devam kararı alındı. Devrimci tutsakların bu aldatmacaya prim vermemesi ve kararlı tutumlarını sürdürmeleri üzerine saldırıya geçildi.
Sermaye devleti yarattığı katliamı gizlemek için medyaya da sansür uyguluyordu. Bir kısım kitle örgütü ise ölüm orucundaki tutsakların, eylemlerine ara vermelerini istediler. DKÖ’lerin bu çağrısına başta ailelerden tepki geldi. “Çocuklarımızla alay etmeyin” uyarısında bulunan aileler, tutsaklardan eylemlerine son vermelerini istemenin, yaratılan değerlere ve ödenen bedellere saygısızlık olduğunu belirterek “bu Adalet Bakanlığı ile işbirliği yapmaktır” denildi.
Kazan’ın “eylemler bireysel protestolara dönüştü, cezaevinde açlık yüzünden herhangi bir ölüm olayının olacağına inanmıyorum. Bize karşı gövde gösterisi yapıyorlar” dediği alçak demecinin ardından ölüm orucunun 63.gününde 21 Temmuzdan itibaren devrimci tutsaklar, sermaye devletinin teslim alma politikasına taviz vermedikleri için birer birer ölmeye başladılar. Bu sefer de Kazan’ın “Bayrampaşa’ya hakim değiliz. Oradaki liderler kendi içlerinden seçtikleri tutuklu ve hükümlülere ölüm orucu tutturmaya başladılar. Onların bizden beklediği, bu ölüm orucu tutanları bizim bir operasyon düzenleyerek ele geçirmemiz ve böylece içeride büyük olayların çıkmasını sağlamaktır” açıklamasıyla karşılaştık.
Daha sonraki günlerde sık sık operasyon olasılığı gündeme geldi. Bütün bu olanlar sırasında Kazan’ın sarf ettiği en aşağılık söz ise “içeride yemek yeniyor” demesiydi. Operasyon tehditlerinin doruğa çıkarıldığı sıralarda 27 Temmuz gecesi 23.15’e dek süren bir grup aydının aracı olduğu görüşmeler sonucunda ölüm orucu ve açlık grevleri sona erdirildi. Son tutsağın da hastaneye kaldırılırken yolda can vermesiyle ölü sayısı 12’yi buldu.
Böylece, devrimci tutsakların siyasi kimliklerini korumak, tutsaklık koşullarında insanca yaşamak için kendi iradeleriyle bedenlerini ortaya koydukları ölüm orucu eylemi 69. günde 12 devrimci tutsağın ölümü pahasına kazanıldı.
Bütün bu süreçte, partinin çeşitli il ve ilçelerinde gerek parti üyeleri, gerekse tutsak yakınları tarafından açlık grevleri, mitingler, basın açıklamaları yapıldı. Zonguldak, Kayseri, Konya, Mersin, İstanbul’da Kâğıthane, Ümraniye, Sarıgazi, Gebze bunlardan birkaçı… Tabii, engellemelerle karşılaşılarak. 15 Haziran’da Cumartesi Anaları’nı ziyaret sırasında, aralarında parti yöneticilerinin de bulunduğu pek çok partili gözaltına alındı. 21 Temmuz’da Şişli Abide-i Hürriyet’te yapılması kararlaştırılan, Tertip Komitesi’nde Genel Başkan Aydemir Güler’in de bulunduğu Temel Hak ve Özgürlükler Mitingi’ne izin verilmedi. Bunun üzerine aynı gün İHD İstanbul Şube önünde Parti tarafından bir basın açıklaması yapılarak karar protesto edildi. Daha sonra Tertip komitesi miting alanına giderek orada da bir basın açıklaması yaptılar. 28 Temmuz’da ise Cumartesi Anaları’nı ziyaret eden tutsak yakınlarının yanında SİP de vardı. Partimiz o gün “Kahrolsun faşizm” pankartıyla ve sloganlarıyla yürüdü, Galatasaray’a…
Cezaevlerine yönelik bu saldırı elbette duvarların içiyle sınırlı hedeflere sahip değildi. 1995 seçimlerinin arifesinde başlayan ve 1 Mayıs’ta gerek Taksim kararlılığında gerekse Kadıköy kitleselliğinde zirveye varan sol yükselişin önünü almaya karar veren egemen sınıf, bu saldırıyı solu genel olarak kitlelerden tecrit etmek ve sokaklarda, alanlarda güçsüzleştirmek üzere planlamıştı. Tutsakların direniş günlerinde devrimci hareketin tüm bölmeleriyle bu saldırıyı göğüslemekte yetersiz kaldığı söylenmelidir.
Tarihi Kaza!
İçinde, 8 Ekim 1978 yılında 7 TİP’liyi katleden faşist çetenin üyesi ve katledilen pek çok devrimcinin katili Abdullah Çatlı, DYP Şanlıurfa milletvekili, aşiret reisi Sedat Bucak, eski İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı, Polis Okulu Müdürü Hüseyin Kocadağ’ın ve onlarla birlikte ruhsatsız silahların, sahte kimliklerin bulunduğu bir arabanın Kasım ayının ilk haftasında Susurluk’ta yaptığı kaza Türkiye gündeminin tam ortasına oturdu. Ve ’97 yılının içinde bulunduğumuz aylarına kadar gündemden düşmedi, Türkiye’de başka bir şey tartışılmaz oldu. Devlet kendi içinde bir temizlik operasyonuna girişiyordu. Medyanın da büyük desteğiyle Türkiye’de bir “Temiz eller” operasyonu başlatılmıştı. SİP’in o dönem yaptığı saptama şuydu: Sermaye sınıfı böyle istiyordu. Çözülen siyasi ve ideolojik yapının, düzenin temellerini tehdit etmeye başladığını fark ettiklerinde, sisteme çekidüzen verme ihtiyacı duymuşlardı. Yapılan operasyon, düzenin emekçi sınıflar karşısındaki gücünü artırmaya yönelikti. Özelleştirme hamlesi, inandırıcılığı artırılarak hızlandırılacak, teslim olmayan devrimci gruplara karşı daha meşru ama aynı zamanda daha şiddetli müdahaleler yapılacaktı.
24 Mart ’96 günü İstanbul’da toplanan SİP Parti Meclisi’nin yaptığı temel saptamalardan biri bu süreçte doğrulanıyordu. “Düzen güçleri, gardını liberal demokratik bir söylemle alacak, bunun ardındaki güçlü diğer yumruğunu gereken her durumda kullanacaktır. Güçlü yumruğunu saran kadife, eskimiş ve kaba sabalığı gizlenemez hale gelmiştir…
Uzun bir süre boyunca sivil faşist örgütlenme ile ayrımlarını azaltan resmi şiddet odağı, düzenin en fazla yıpranan kurumu haline gelmiştir.
Devletin gizli örgütlenmesinin gücü ve meşruiyeti artırılmıştır. İlerici toplumsal dinamiklerin ciddi ölçüde meşruluk edinmesinin karşılığı olarak karşı-devrim güçleri de harekete geçmektedir. Sivil faşist güçler, İslamcı gericiler, polis ve devletin illegal örgütlenmesi arasından sonuncu öğe giderek öne çıkartılacaktır. “(Sosyalist İktidar, s.43)
Bütün bu temizlik sırasında devletin illegal ve legal örgütlenmesinde, aşırı göze batan, nimetlerden fazlaca pay alan gerici-faşist kadroların kurban edilmesi gerekiyordu. Hatta operasyonun inandırıcı olması için yüksek mevkilerden de kurban verilmesi iyi olurdu… (Bkz. Ağar örneği). Sözümona devlet örgütlenmesi aklanmaya çalışılmaktadır.
Şimdiye kadarki tüm pisliklerini, gırtlağına kadar pisliğe batmış bir grubun üzerine yıkarak işin içinden sıyrılmaya çalışıyorlardı.
Sosyalistlerin yıllardır parmak bastığı devlet-mafya-faşist örgütlenme ilişkisinin artık gizlenemeyecek boyutlara varması ve teşhir olmasının olumsuz sonuçları acemice bir operasyonla ortadan kaldırılmaya çalışılıyordu.
24 Kasım Pazar günü Beyoğlu İstiklal Caddesi’nde Parti, yine bayrak ve sloganlarıyla kitlesel bir basın açıklaması yaparak, tüm cinayet ve kirli işlerin gerçek sorumlusunun sermaye düzeni olduğunu vurguladı.
Konuyla ilgili olarak yüz binlerce bildiri dağıtıldı, “Aşiretsiz, Mafyasız, Patronsuz Bir Düzen İçin… Sosyalizme” afişi bütün Türkiye’de yaygın olarak kullanıldı.
Parti Büyüyor…
Bütün bunların dışında parti ’96 yılında mücadele alanlarına yenilerini kattı. Bunlardan biri 5 Ekim’de açılışı yapılan Nazım Kültürevi’ydi Solun ideolojik alanda kat etmesi gereken önemli bir mesafenin varlığı, Parti’nin, ideolojik mücadele alanında önüne koyduğu kimi görevler doğrultusunda mücadele araçlarını oluşturmasını koşullandırdı. Sosyalist hareketin toplumsallaşma kanallarını yaratmasının koşullarını oluşturmak ve kadroların ideolojik açıdan donanımlı hale getirilmesi, bu faaliyet çerçevesinin en önemli ayağını oluşturuyor. Bu anlamda Kültürevi’nde beş aylık faaliyet döneminde, aydınlar, sendikacılar, genç sanatçılarla pek çok seminer, panel ve söyleşi düzenlendi, sergiler açıldı, tiyatro oyunları, müzik dinletileri gerçekleştirildi. Kültürevi çatısı altında yürütülen tiyatro ve müzik başlıklarındaki atölye çalışmalarının meyvelerini önümüzdeki dönem toplayacağız.
15 Ocak’ta Bursa, 10 Şubat’ta Kadıköy, 9 Mart’ta Menemen, 30 Haziran’da Kocaeli ve Samsun, 14 Temmuz’da Mamak örgüt binalarını açtık.
Geleneksel şenliklerimizi 96’da yine sürdürdük. 11 Şubat’ta ve 8 Eylül’deki Eşitlik ve Özgürlük şenliklerinde binlerce yürek coşku içinde partiyi selamladı.
96’da cezaevine giren yalnızca SİP’li öğrenciler olmadı. Latif Kılıç yoldaşımız, Adalet Yıldırım’ın cenazesinin polis tarafından kaçırılmasının Sarıgazi’de protesto edildiği eylemin ardından gözaltına alındı ve yasadışı örgüt üyesi olduğu iddia edilerek, tutuklanıp cezaevine konuldu. Yoldaşımız ’97 yılının Mart ayında tekrar aramıza katıldı.