Humeyni’nin danışmanları kendilerini “İslamın Troçkistleri” olarak tanımlarken “devrim ihracı” ve “ümmet” olgularını öne çıkarmak esas kaygılarıydı..
RP, Kürt illerinde HADEP’in ardından ikinci bir siyasi güç haline gelirken, Kürt sorununun çözümünde “islamiyetin birleştiriciliği”ni işliyorlardı..
1981 yılında yayınlanan ve İslam Konseyi imzasını taşıyan “İslami Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi”nde; “evrensel düzenin ancak evrensel bir inanca da-yanılarak yaratılabileceği ve insanların kardeşliği idealinin gerçekliğini İslam’da arayıp bulacağı” yer alıyordu..
Taraflılaştırarak kapsamak ya da bir başka deyişle bölerek birleştirmek siyasetin temelidir. Daha doğrusu siyasette başarının en anlamlı ölçütlerinden birisidir.
Dinci gericilik, ulusal ve evrensel düzeyde politika üretirken; önce karşıtlarını tanımlıyor, önceliklerini belirliyor, onlara karşı duruşunu belirli eksenler üzerine yerleştiriyor ve bu eksenlerde yoğunlaşarak kendisine bir alan yaratmaya çalışıyor.
“Doğu-Batı” kavramsallaştırması bu çerçevede dinci gericiliğin politika ve ideolojisine içkin hale gelmiş bir ögedir. Bu eksen üzerinden katedilen mesafe dinci gericilik açısından bir “başarı” olarak telakki edilmelidir. Dinci gericilik, bu kavramsallaştırma ekseni üzerinden “iyi” politika yapmakta ve kendisine anlamlı bir ideolojik alan bulabilmektedir. Doğu ile Batı arasında hem karşıtlık hem de bir ilişki biçimi tanımlarken, dinci gericilik; anti-emperyalist, vatansever, kültür koruyucusu, insanlığı kurtarıcı vb. bir dizi politik ve ideolojik değeri bünyesinde toplamaya çalışmaktadır.
Diğer taraftan; “İnsanların Allah karşısında eşitliği” ilkesini öne süren dinci gericilik, bu konumlanışına her türden bölünmenin panzehirinin de kendisinde olduğu tezini ekleyerek siyasetini bütünlüyor ve ideolojik mevzilerini güçlendirmeye çalışıyor.
Dinci gericilik kendisine ideolojik bir alan aralamaya çalışırken ve bununla ilişkili politikalarını belirlerken; “İslam tehlikede” tezini kalkış noktası olarak kullanmış bu tehlikenin bertaraf edilmesi doğrultusunda bir dizi duruş ve saldırı motifi tanımlamıştır.
Batı’ya karşı; korunma güdüsünün harekete geçirilmesi, ulusal birliklerin inşası ve emperyalizme karşı savaşım, sözü edilen duruşların Doğu-Batı ekseni üzerine yerleştirilerek tarif edildiği başlıklar halindedir.
Dinci gericilik “Batı”yı Türkiye’ye, Türkler’e ve müslümanlara zarar veren boyutlarıyla “tukaka” ilan ederken burjuva siyaseti içinde adeta tek başına at oynatmaktadır. Üstelik bu konumlanışındaki her türden ikircikliği ile birlikte…
Batı; liberaller için bir “hülya”, sosyal demokratlar için “demokrasi”, faşistler içinse “komünizme karşı müttefik”tir.
Sol cenahta ise tablo benzerlik göstermektedir. Reformistler “sivil toplumun inşası ve güçlendirilmesi”nde, Batı’nın Türkiye’ye baskılarını dayanak olarak kullanmayı tercih etmektedir.
Devrimci demokrasi, siyasetindeki anti-emperyalist temaları güçlü bir anti-emperyalist birikimin olmadığı topraklarda gündeme getirirken karikatürize olmaktan kurtulamamaktadır.
Düzen içi ve dışı siyasetin verili toplamı içinde, dinci gericilik; birbiriyle çelişen bir dizi şeyi aynı anda yapmaya çalışıyor. Batı ve emperyalizm karşıtlığını ideolojisiyle uyumlu noktalarını öne çıkararak elle tutulur hale getiriyor. Bunun yanında “daha büyük düşmanlara” karşı Batı ile işbirliğini ihmal etmiyor. Nihayetinde bir alternatif model ile kendisini Batı’ya kabul ettirmeyi gündemine almış durumda.
Sınıf mücadelesinin içinde Doğu-Batı ekseninin politik ayrıştırıcılığı birçok anlamda tartışılabilir. Yazıda daha çok siyasal islamın bu eksende ısrarlı bir biçimde devinmeyi tercih edişinin nesnelliği incelenecek ve bu ısrarın altını boşaltacak sosyalist politikalar için bir zemin oluşturulmaya çalışılacak.
Batı’yı nasıl algılıyor ve kavratıyorlar?
Dinci gericiliğin Batı’yı algılaması ve bununla ilişkili olarak arzu ettiği ölçü ve biçimlerde kavratmaya çalışmasının incelenmesi iyi bir kalkış noktası olacaktır.
Dinci gericilik, Batı’yı algılar ve kavratmaya çalışırken göze çarpan ilk olgu, yaklaşım biçiminin esnekliği ile ilgili. Farklı tarihsel kesitlerde Batı’nın tanımlanması farklılaşırken işbirliğinden tehdide, düşmanlıktan rekabete kadar geniş bir yelpazede dolaşılabiliniyor. Bu esneklik aynı zamanda İslam ve Batı arasındaki ilişki biçiminin kendinden menkul değerleri olmadığı ve farklı dinamiklerce sürekli belirlendiği anlamına geliyor.
Sözgelimi; kimi zaman komünizm “tehlikesi” karşısında “Yeşil Kuşak” adı altında emperyalizmin projelerinin bir parçası olurken, ulusal kurtuluş savaşlarında, islamiyet sömürgecilere karşı açılan bayrak olabiliyor.
Bir ikinci olgu ise, Batı karşısında bir duruş tarif ederken Batı’nın kendisinden çok Batıcılığı mahkum etmeleri.
Her iki olguda da bir ideoloji olarak islamiyetin esnek yapısı ve bir siyaset olarak etkinlik yaratmak üzere taraflar oluşturma zorunluluğu rol oynamaktadır. Güç ilişkileri bu bağlamda siyasallaşan islamın oturduğu, oturmak zorunda olduğu esas zemini ifade etmektedir.
“Politik alan güç ilişkilerinin hayati olduğu bir alandır. Selamet politikalarını önermeye yönelen dinler bu ilişkilerle ilgilenmek zorunda kalıp, bütünüyle politika dışı bir tavrı önemsemeseler bile, belirli amaçlarla biçimlenen rasyonel bir hareket tarzını izlemek durumundadırlar” 1 .[ÇİĞDEM Ahmet]
Güç ilişkileri kendisini yeniden üretirken, karşıtlık üzerinden mücadele ve kendisini kabul ettirme temel parametreleri oluşturur. Dinci gericilik için Batı, hem en işlevsel düşman hem de kendisini dayatarak kabul ettireceği rasyonelitedir.
Batı, islamiyetin at oynattığı alanlar içinde bir yönüyle “yaratılmış” bir mit görüntüsü taşımaktadır. Gericiliğin Batı karşıtlığını dilediği ölçüde gündeme getirmesi ve yine bir başka kurtuluş motifi olarak olarak Batıcı eğilimlerin varlığı ile örülü bir nesnelliğe karşı kimi ulusal tepkilerde kendisini ortaya koymaktan kaçınmayacaktır.
Sınıfsal bir bakış açısına sahip olmasa da, Batı’nın siyasette dost ya da düşman olarak nitelendirmesine karşı çıkanlar da vardır. Niyazi Berkes’e göre “Batıcılık hiçbir yerde gerçekleşmemiş, sadece gericiliğe yarayan bir bireyci aydın ütopyasıdır”.
“Soyut ve mutlak olarak Batı denen şey uydurmadır ve Batılılığın ve Batılılaşmanın bugün bir anlamı kalmıştır; Batıcılık geri kalmış toplumların aydınlarının, kendi toplumlarının kalkınamaması gerçeğinin karşısında, ilerlemiş toplumları görmekten gelen aşağılık duygusunu hafifletmek için yapıştırdıkları bir hayal, bir toplumsal sakatlığın aydınlar arasında nükseden bir görüntüsüdür. Toplumculuk açısından Batıcılık; İslamcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük kadar usülü, yönü, akıbeti bilinmeyen anlamsız bir sözcüktür.” 2 [BERKES Niyazi]
Biraz soluklanarak ve yukardan bakıldığında ise, esas olarak sınıflar mücadelesinin kendi zeminlerinde yeniden üretilmiş biçimleri karşımıza çıkıyor. Ancak bu doğrunun kendisinden çok, doğrunun barındırdığı nesnellik çok daha önemli görünüyor.
Sözü edilen önemin belirginleşmesi için her pozisyonda bir anlamda ortak noktayı oluşturan bir kalkış argümanından hareket etmek sanırım yerinde bir tercih olacaktır. O da “İslam tehlikede” yaklaşımıdır.
“İslam tehlikede” tezi, sadece dinsel bir kaygıyı içermiyor aynı zamanda geride kalmış olmanın da gerekçesi olarak sunuluyor. Dinci gericilik açısından, Batı karşısında Doğu’nun bazı açılardan geride kalmışlığı kabul edilmekte ve bunun sorumlusu olarak Batı suçlanmaktadır. Böyle bir eksene yerleştikten sonra da, her türden toplumsal sürece ilişkin saptama, önerme ve hedef bu eksende yeniden üretilmektedir.
Dinci gericilik Batı karşısındaki durumunu betimlerken, iki ayrı veriden hareket etmektedir. İlki Batının sorumlu tutulduğu toplumsal\\dünyevi kirlenme. Kirlenmeye karşı direniş çağrısı aynı zamanda evrensel bir (dünyayı ve insanlığı kurtarma) misyonunu da beraberinde getirmektedir. İkinci veri ise Doğu’nun ve genellikle onunla özdeşleştirilen İslam’ın geride bıraktırılmışlığı ile ilgili. Burada dinci gericilik bir taraftan Batıyı bu anlamda suçlarken, diğer taraftan ileri(ci)\\geri(ci) tartışmasını da yeniden açmayı hedeflemektedir. Bu çerçevede Doğu’nun “özündeki ileri(ci)li”ğine ilişkin öğeler öne çıkarılmaya çalışılmaktadır.
Batıyla ilişkilendirerek; çevre kirliliği, yabancılaşma, ailenin çöküşü, cinsel sömürü, uyuşturucu ve ırkçılık gibi toplumsal kirlenmeye ilişkin olguları ısrarla işleyen dinci gericilik; Necip Fazıl Kısakürek’in dizelerinde formüle edilenleri giderek daha fazla önemsemektedir;
“Zaman korkunç daire \\ İlk ve son nokta nerede?
Bazen geriden gelen \\ Yüzbin devir ilerde..”
O halde, ilerici-gerici çatışması bu tartışmada anlamlı bir başlık niteliğini taşı-yor. Siyasal islamın Batı’yı siyaset ve ideolojisinde sarıldığı bir argüman haline getiren bu tartışma zeminine değinelim.
Kim ileri? Kim geri?
İlericilik ve gericilik tartışması Aydınlanma düşüncesinin ortaya çıkışının ürünü-dür. Aydınlanma’nın kullandığı akıl, tabiat ve özgürlük gibi temalar din ile iliş-kilendirilen durumların karşısına çıkartılarak işlenmişti. İlerleme ve geri(de)ye bırakılanlar yine bu temalarla tanımlanmaya çalışılmıştı.
Aydınlanma’nın esas hedefinin bir tür seküler bir evren ve toplum projesine varmak olduğu kabulünden yola çıkarsak, bu projenin kurulu bir dine, o dinin özel bir yorumuna karşı bir proje olduğunu görürüz. Hıristiyan dini ile ilişkili Aydınlanma düşüncesinin İslamiyet için karşılığını arama çabası Türkiye’de büyük oranda ilerici\\gerici tartışmalarının da kaynağını oluşturmuştur. Dinci gericiliğin yükselişinin ürünü olarak da daha fazla gündem işgal etmeye başlamıştır.
Dinci gericilik, toplumsal etki alanını genişletirken, karşılarında şekillenen “cephe”nin gerici suçlamalarına ilişkin pozisyonunu da güçlendirmeye çalışıyor. Sözgelimi onlar için; “Bir altın çağdan yola çıkılır ve oraya geri dönmek gerileme değil ilerlemedir”. Bu yaklaşımı taşıyanlar genel olarak islami bir şair olan Mah-mut İkbal’in şu argümanlarını kullanırlar;
“Hayat sadece ve sadece değişimden ibaret değildir. O süreklilik ve koruma unsurlarını da içerir”3 .[İKBAL Mahmut]
Kimilerine göre “radikal hareketlerin yükselişi” olarak tanımlanan ve “eskiye sarılma”nın merkeze yerleştirildiği bir siyasi zemin ortadadır. Bunun en önemli nedeni kuşkusuz, kapitalizmin insanoğluna sunamadığı “gelecek”tir. İnsanlar belirsizlikler ve her geçen gün daha kötüye gidenler üzerinden farklı arayışları zorlamaya başlamış, ya da bu arayışlara daha alıcı hale gelmiştir.
Sistemin olumsuz sonuçlarına tepkiyi ifade eden “eskiye sarılma” bunu dillendirenlerin siyasal gücü ile orantılı etki alanı yaratır. Dinci gericiliğin marjinal bir pozisyonda dile getirdikleri doğal olarak ham bir tepkiyi ifade ederken, marjinalliğin kırıldığı pozisyonlar geleneğe ilişkin değerleri taşıma misyon ve sorumluluğunu da içeren bir düzeye yükselir.
Böylelikle “sürekli değişenlere karşı koru(n)ma” anlam kazanır. O halde koru(n)manın değişimin karşısına yerleştirilmesiyle ortaya çıkması olası gericilik suçmalamalarına karşı durulmalıdır. Bunun en iyi yolu, doğal olarak gericiliğin yeniden tanımlanmaya muhtaç olduğu tezini gündeme getirmektir.
“Yakın islam tarihinde görülen köklere dönme hareketleri, irtica hareketleri değil, gücünü köklerden almak suretiyle, tarihin dolayısıyla gelenek ve göreneklerin geriletici etkilerinden kurtulmayı hedefleyen ilerlemeci hare-ketlerdir” 4 .[AYDIN Mehmet]
Sosyalist ülkeler topluluğunun yenildiği ve kapitalist-emperyalist sistemin insanlığa bir gelecek sunamadığı koşulların ortaya çıkardığı bir zeminde, kökünü geçmişin seçilmiş kesitlerine indirerek kendilerini tarihsel bir sorumlulukla yükleyenler için artık sınır olmayacaktır.
Sistemin siyasi\\toplumsal yapısının tanımlanmasına ilişkin bugüne dek şu ya da bu şekilde kurulmuş olanlar, artık ters yüz edilerek yeniden kurulma durumundadır. Siyasal islamcılar için bu durum hem bir olanak hem de bir zorunluluk olarak görülmektedir.
“Türkiye’de gericilik söylemi metafizik olarak tarihe bir yön atfeden ilerlemeci (lineer) tarih tezine dayanır. 19.yy’dan kalma bu inancın Batı’da hayli yara aldığı bilinen bir gerçektir. Giderek insanlık tarihinin birikimsel fakat yönsüz bir süreç olduğu görüşü daha ağırlık kazanmaktadır” 5 .[GÜREL İlhami]
Aydınlanma, ilerleme, çağdaşlık gibi başlıklarda taşınan değerlerin modernizmle örtüştürülmesi ve günümüzün post-modernizm arayışlarıyla birlikte ele alınması, beraberinde modernizme ilişkin değerlerin eskidiği ya da aşıldığı imajını sunmak için gerekçe haline dönüştürülmektedir.
Post-modernistlerle islamcıların buluşması yeni bir süreçtir ve bu bağlamda ele alınması gereken bir durumdur. Birazdan açmak üzere şimdilik şu alıntıyla yetinelim;
“Einstein’in genel izafiyet, görecelik nazariyesinin en önemli öğretilerinden birisi, zaman ve mekanın mutlak olarak kabul edilişine karşı, izafi ve göreli olduğu tezidir. Batının adeta terkettiği fakat islam ülkelerinde ve bizde canlı bir şekilde tedavülde olan gericilik-ilericilik, gelenekselcilik-modernizm, klasizm-çağdaşlık gibi benzeri eş ve zıt anlamlı sözcüklerin içini boşalttı, en azından bunların göreli olduğunu gündeme getirdi”6 .[BAYRAKTAR Mehmet]
Ortaya konulanların biraz daha ötesi çok somut tartışma başlıkları demek olu-yor. Bu çerçevede yakın bir zaman önce ciddi bir tartışma başlığı yaratmış olan ve islamcılarla ikinci cumhuriyetçilerin buluşmasını sağlayan Ali Bulaç’ın ünlü “Medine Vesikası” tartışmalarını anımsamak gerekiyor.
Kimi islamcılar tarafından İslamiyetin Medine Vesikası’ndaki “çok hukukluluk” Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal ve toplumsal krizin çözüm anahtarı olarak sunulmuştu. Bu sunum kimi islami çevrelerce tek dayanak noktasının Kura’n olması gerektiği tezi üzerinden rededilse de, İkinci Cumhuriyetçiler bu tartışmayı oldukça anlamlı bulmuştur.
İkinci Cumhuriyetçiler’in kronikleşen sorunlara (Kürt sorunu başta olmak üzere) farklı ve yeni bir düzlemde müdahale biçiminin, islamın çok hukukluluğu tartışmaları ile bazı ortaklıklar yakalamış olması anlamlı olmuştur. Aynı zamanda birinci tehdit olarak gündeme getirilen dinci gericiliğin düzen içine çekilmesi projelerinde iyi bir argüman olarak kullanılabileceğini düşünmüşlerdir.
Yine de; MGK müdahalelerinde, türban tartışmalarında ve devletin küçültülmesinde vb. İkinci Cumhuriyetçiler’in ortaya koyduğu argümanların destekleyiciliğinde bu tablo daha da vahimleşmekte ve kavramlar iğdiş edilirken, dinci gericiliğin “taraflılaştırarak seyircileştirme” ve kapsama yönelimi iyiden iyiye beslenmektedir. Sivilleşmenin ve demokratikleşmenin bu tartışmaları anlamsızlaştıracağına dair yanılsamalı bir güven, İkinci Cumhuriyetçiler’i daha da cüretkar kılmaktadır. İşte Cengiz Çandar;
“Türkiye’de sivil toplum arıyorsanız müslüman dokusunun o dokunun tarihte ürettiği kurumların dışında üretemezsiniz. Toplumdaki genel demokratikleşme İslam’ı da demokratikleştirecektir”7 .[ÇANDAR Cengiz]
Garpçılığa karşı islamcılık
Buraya kadar ilerici/gerici tartışmalarının güncelliği, siyasal islamın kendisine bu çerçevede bulduğu yeni olanaklar bağlamında ortaya konulmaya çalışıldı. İlgili güncelliğin yeni boyutları büyük ölçüde siyasal islamın toplumsal ağırlığını artırması ile ilişkili olarak şekillendi. Ancak şekillenenlerin yerli yerine oturtulması için, yine aynı tartışma başlığının tarihsel arka planında biriktirdiklerinin de en az güncel boyutlar kadar önemli olduğunu düşünüyorum.
Siyasal islamın Batı’yı tarif edişinde dört farklı tarihsel kesit ortaya konulabilir. Her bir kesitte farklı dinamikler rol oynamış ve bu farklılık birbiriyle açıkça çelişen farklı konumlanışlar üretmiştir. Bu kesitler sırasıyla; feodalizmden kapitalizme geçiş süreci, iki sistem arası rekabet koşulları, ulusal kurtuluş mücadeleleri ve sosyalist sistemin yenilgi ortamından palazlanan dinsel yönelimlerin yükselişi.
Feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinin çözülenler başlığında en önemli unsurunun dinin toplumsal etki alanı olması ve sonucunda dinsel alanın toplumsal etki kapasitesinin daralması; Batı kavramsallaştırması üzerinden dinci gericiliğin, din adına yitirilenler için Batı’yı sorumlu kılması ile sonuçlanmıştır.
İki sistem arası rekabet koşullarında ise, daha büyük düşmana (komünizme) karşı Batı ile dinci gericiliğin açık işbirliğini görüyoruz.
Ulusal kurtuluş savaşları nesnelliğinde ise islamiyetin belirgin bir etki alanının olduğu topraklarda, islamiyetin ulusal kurtuluş savaşlarında farklı toplumsal kesimleri biraraya getiren ve tutan bir tutkal işlevi görmesi doğal olarak anti-sömürgeci, anti-emperyalist bir kimliği de beraberinde getirmiştir.
İki sistem arası rekabet koşullarının ortadan kalkması ve kapitalizmin “rakipsiz” olmasına karşın insanoğluna bir gelecek sunamadığı koşullarda, yükselişe geçen dinci gericilik, insanoğluna bir gelecek tarif ederken, Batı onlar için artık bir rakip olacaktır.
Türkiye’de aynı gelişim trendini kendine özgü boyutları ile birlikte saptamak mümkün. İlerici\\gerici tartışmalarının farklı içeriklerde gündem işgal ettiği sözü edilen dört tarihsel kesiti bulmak mümkün. Bunlar da sırasıyla, Osmanlı’nın çözülüşü, yeni bir ülkenin kuruluşu, Türkiye’nin kapitalist-emperyalist sisteme entegrasyonu ve siyasal islamın yükselişi.
Herbir kesitte, bu tartışmalar hem islami cephe hem de karşıtları açısından farklı ağırlık noktalarına sahip olmuştur. Sözgelimi, Osmanlı’nın çözülüş süre-cinde bu tartışma asıl olarak “geride kalmaya çözüm üretme” uğraşına girenlere karşı islami cephenin vermiş olduğu tepki ile ilgilidir. Yeni bir sayfa açılıp ve bir sistem yerleştirilmeye çalışılırken ise islami cephe tartışmanın bir tarafı olmaktan çok dışına çıkarılmaya çalışılmıştır. Nihayet günümüzde islami cephe kendisine sözü edilen tartışmada daha elverişli bir alan bulmuştur.
1870 Tanzimat’ın ilanı, 1908 hareketi ve ardından gelişenler, Batıcılık akımının koşullarını yaratmıştı. Osmanlı’nın gerilemesine çare bulma arayışları, çözümü Batı’nın ulaştığı düzeyin yakalanmasında görmüştü. Bu arayış aynı zamanda, çare üretemeyen yapının belirleyici unsurlarını da müsebbip yapmıştır. Müsebbiplerin başında da dinin engelleyiciliği ya da yavaşlatıcılığı gelmiştir.
Bu yaklaşıma karşı islamcılar iddiasız yanıtlar üretebilmişlerdi. Özellikle, Batı’dan alınacaklar ve alınamayacaklar ayrımına gitmişler, böylelikle geriye çekilip kimi mevzileri tutmayı tercih etmek durumunda kalmışlardı. Alınacaklar söz konusu olduğunda öncelikle Batı’nın ve Doğu’nun kendine özgü değerleri ayrıştırmasına gidilmiştir. Diğer taraftan alınacakların düzeyi ve sınırı da çizilmeye çalışılmıştır.
Böylesi bir ayrıma gitmeyen ve Batı’yı topyekün reddeden unsurlar ise içe kapanmak durumunda kalmış, tarikat türü yapılar içerisinde sadece varlığını koruma mücadelesi vermişti.
İslamiyet yalnızca Batı’nın tekniğine muhtaçtır vurgusu aynı zamanda geriye çekilinen mevzinin yerine ilişkin de veri sunmaktadır. Ardından sıralanır; Batı ahlak bakımından düşkündür, maneviyatı yıkım halindedir, ve Batı zalimdir. Taklitten kaçınılması ve ulusal\\dinsel değerlerle uyumun gözetilmesi, tutulmaya çalışılan mevzinin argümanları olacaktır.
Bu mevziyi kendisine yakıştıramayan islami cephenin kimi unsurları marjinal noktalara itelenirken, mevziyi tutmaya çalışanlar islamın siyasallaşmasının taşıyıcıları olmuş ve nihayetinde ulaştıkları çözüm; İslami Rönesans ve bununla iliş-kili olarak Asabiyet-i Milliye (Mili enerji)nin uyandırılması olmuştur 8 .
Osmanlı’nın dağılış süreci aynı zamanda şeriatçılarla emperyalistlerin açık iş-birliğine de sahne olmuştur. İngiliz ve Alman emperyalizmi arasında kıyasıya bir Bağdat Demiryolu mücadelesi vardı. Abdülhamit’in Almanya’da yazıldığı iddia edilen Panislamizm programı karşısında, İngilizler muhalefeti desteklemekteydi. Yine dönemin Alman imparatoru Guillaume II Berlin Halifesi “Hacı Guillaume II” olarak anılmaktaydı.
Doğan Avcıoğlu’na göre 31 Mart olayının baş kahramanı Derviş Vahdeti günümüzün “Amerikan şeriatçılığı”na benzer bir biçimde koyu bir “İngiliz şeriatçısı”dır. Kamil Paşa’yı yeniden iktidara getirmek üzere, İngiltere ve muhalefet tarafından düzenlenen 31 Mart ayaklanması beklenenin tersi bir sonuç vermiş ve Alman nüfuzu artmıştır. Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girişiyle sonuçlanan 31 Mart olayı, Batı çevrelerinde; bir Alman zaferi ve bir İngiliz yenilgisi olarak yorumlanmıştır 9 .
İngiliz şeriatçılığı, Alman şeriatçılığı ve günümüz için Amerikan şeriatçılığı vurguları abartılı değildir. Yine Doğan Avcıoğlu’na göre; yakın tarihimizde şeriat isteğiyle ortaya çıkan bütün hareketlerin gerisinde, emperyalizmin çirkin yüzü sırıtmaktadır. Avcıoğlu’nun söyledikleri indirgemeci bir mantığın ürünü gibi görünüyorsa da, özellikle bahsi geçen dönemde oldukça güçlü şeriatçı-emperyalist ilişkilerin varlığı ortadadır. Bu ilişki kimi zaman öylesine abartılmıştır ki, Alman elçisi İstanbul’a atandığında onu karşılayanlar elçinin içinde bulunduğu arabanın bağlı olduğu faytonun atlarını çıkarmışlar ve araba insanlar tarafından çekilerek saraya getirilmiştir.
Yine Avcıoğlu’na göre bu durum bir tarihsel kesite özgü değildir ve adeta babadan oğula geçmektedir;
“Mekke Şerifi Emir Hüseyin, gavurlukla suçladığı Türk devletine karşı 1916 yılında şeriat adına ayaklanmıştır. İngiliz belgelerine göre; Mekke Şerifi Hüseyin İngiliz emperyalizminin kiralık adamıdır. İngiliz Hükümeti, şeriatın emperyalizmin hizmetinde kullanılması için Emir Hüseyin’e 1915-1920 yılları arasında, her ay 200 bin altın sterlin ödenmiştir. Bu ücretli şeriatçı ve oğlu Faysal, siyonistlerin Filistin’de yerleşmesinde de önemli bir rol oynamıştır. Tel Aviv’deki Weizmann Enstitüsü arşivlerine göre Şerif Hüseyin ve oğlu Faysal, siyonistlerle temas ederek, Yahudilerin Filistin üzerinde hakları olduğunu kabul etmişlerdir” 10 . [AVCIOĞLU Doğan]
İkinci kesitte ise islami cephe; kapitalizm adına başarılamayan, eksik bırakılan, yanlış sonuçlar doğuran ve çözülemeyenlerin karşısına yine Batı karşıtlığı ile çıkmıştır. Ancak bu kez argümanların güçlendirilme şansı pek yoktur. İki sistem arası rekabet ile örülen bir nesnellikte, islamcılar bu rekabetin bir safında yer tutmak durumunda kalmışlardır. Bunun sonucu olarak kah ABD emperyalizminin “yeşil kuşak” projesinin bir parçası olmuş, kah düzen siyasetinin bütün merkezi yapılarının içine nüfuz ederek yol almışlardır. Bu dönemde islami hareket Batı’yı komünizme ve SSCB’ye göre daha az tehlikeli bulduğu için Batı ile işbirliğine girmekten imtina etmemiştir.
İslami cephe, düzenin kendi kabuğuna çekildiği dönemlerde, Batı’dan uzaklaşma nesnelliğini islami değerlerle buluşturmayı denemiş, daha çok da -özellikle DP’de somutlanan – düzen siyasetin popülist yöneliminden palazlanmayı tercih etmiştir. Bu tabloda Batı karşıtlığı daha temkinli bir düzeyde sürdürülmüş, Batı karşıtlığından çok kendisini Batı’ya kabul ettirmeyi merkeze koymuştur. Bu yönelim aynı zamanda emperyalizmin politikalarıyla da uyumlu olmuştur. Doğan Avcıoğlu’nun bu çerçeveye ilişkin yaklaşımı ilgi çekicidir:
“Birçoklarımızın sanısı zıddına, tek hücreli Batıcılık tarihimizde, hatta günümüzde en çok gericilik zamanlarına rastlar. Devrimciliğe en aşırı şekilde düşman olan Abdülhamit devri, Batıcılığın en aşırılaştığı zamandır. Batılılar Atatürk dönemini Batıcılık düşmanlığı, Menderes dönemini ise Batıcılık sevgisi dönemi olarak anlarlar” 11 .[AVCIOĞLU Doğan]
Dinci gericilik, düzenin bütününde gericileşmenin ürünü olarak ortaya çıkan koşulları ise hareket alanını kendi adına doğrudan siyaset yapma biçimiyle (MNP-MSP) genişletmiştir. Diğer taraftan aynı süreçte iki sistem arası rekabet koşullarından geçilmektedir. Bu kez ağırlık iki sistemin iyi taraflarının öne çıkarıldığı, kötü taraflarının dışlandığı ve bu nedenle ikisi arasında bir noktaya yerleştirilmeye çalışılmıştır. Kapitalizmin idealizmi ve sosyalizmin insani değerleri arasında bir sentez formüle edilmeye çalışılmıştır. Ancak başarılı oldukları söylenemez.
“İslamcı ekonomi, üçüncü yol ve kapitalist ya da komünist gelişmeye alternatif başka yollarla kendilerini kandırırlarken, Nasırizm, Peronizm, Hindistan’daki Kongre Partisi’nin örneklediği, üçüncü dünya halkçılığının daha zayıf bir biçimini sunuyorlar” 12 .[HALLIDAY Fred]
Bu kez islami cephe kendisine kalkış noktalarıyla uyumlu bir alan aralayamamıştır. İki sistem arası rekabet bir üst belirleyen olarak, kimi siyasal zeminlerde islami cepheyi emperyalizme karşıtlık üzerinden kapitalist-emperyalist sistemin yumuşak karnı haline getirirken, farklı zeminlerde emperyalist sistemin sosyalist sisteme karşı en önemli seti işlevi görmüştür.
İki sistem arası rekabetin yerini emperyalistler arası rekabet koşullarına terkettiği süreçte ise özellikle; terörizm, fanatiklik, uluslararası tehditler vs. Batı ile islami cephe arasındaki ilişki biçimini belirleyen temel unsur olmuştur. Artık süreç sadece islami cephenin Batı’yı nasıl algıladığı ve tanımladığı ile ilişkili değil aynı zamanda Batı’nın islami cepheyi değerlendiriş biçimiyle de ilişkili olarak işleyecektir.
Ancak Fred Halliday’e göre bu da bir başka yanılsama kaynağı haline dönüşmektedir ve bir “Çatışma Mit’i” yaratılmaya çalışılmaktadır.
“Bu sorunlar (terörizm, fanatiklik vs..) çoğunlukla devletlerin gücü, göçmen grupların statüsü ve onlara yönelik davranışlar, gelişmekte olan bir dizi toplumdaki güçler dengesi ile ilgili din dışı konulara ilişkindir” 13 .[HALLIDAY Fred]
Halliday, komşularının egemenlik haklarına tecavüz eden devlet yöneticilerinin dış dünyadan gelen eleştirileri çürütmek için anti- emperyalist ve kültürel göreceli basmakalıp söylemlere başvuracaklarını tahmin etmenin hiç de güç olmadığını eklemektedir. Halliday kendince, bu çatışmanın mitleştirildiği kaygısını güderken iki önemli boyuta da işaret etmiş oluyor; Batı’nın karşısına çıkarılan Doğu’nun “kültürel” ve “anti- emperyalist” karşı duruş söylemi…
“BATI’ya karşı DOĞU”da kültürel söylem
Kültürünün “zenginliği ve derinliği”, dinci gericiliğin Batı karşısında Doğu’nun pozisyonunun güçlendirilmesinde en sık başvurduğu argümandır. Doğu’nun taşıdığı kültürel birikime en büyük katkıyı koyanın ise islamiyet olduğunun altı çizilir.
Kültürel karşı koyuş için gerekçelendirilen en önemli parametre kuşkusuz Batı ile ilişkilendirilen tüketimci ve yozlaştırıcı kültürdür.
İran bu başlıkta ilginç bir örnektir. Şah üzerinde simgeleşen Batılılaşma’ya karşıtlıkta somutlananlar ilgi çekicidir. Bir örnek; Tudeh (Komünist) Partisinin eski bir üyesi, şimdi yobaz olan Celal Ahmed’den. Celal Ahmed, Batıcılığı Batızadelik olarak değerlendiriyor;
“Batızadeliğin, kolera gibi olduğunu söylüyorum.. En azından tarlalarındaki testere sineğinden daha kötüdür. Buğdaya nasıl zarar verdiklerini hiç gördünüz mü? İçerden. Yerinde ve sağlıklı bir kabuk var, fakat ağaçtaki ağustos böceği gibi sadece bir kabuktur. Giysilerimizle ve evlerimizle, yiyeceğimizle ve edebiyatımızla, yayınlarımızla ve en tehlikelisi eğitimimizle, kendinden yabancılaşan bir ulus gibiyiz. Batılı eğitimi başarıyoruz, Batılı düşünmeyi başarıyoruz ve her sorunu çözmek için Batılı prosedürleri izliyoruz” 14 . [AHMED Celal]
Canlı yaşanan pratiklerde, Batı karşısında radikalizm, halkçılık, yurtseverlik, Üçüncü Dünyacılık vb. bir dizi konumlanış aynı anda hayata geçirilebilmekteydi. Şah üzerinde simgelenen her türden Batıcı ve Batıcılıkla ilişkili yozlaşma, bu argümanların aynı anda ve istendiği gibi kullanılmasına olanak tanıyordu. Dinci gericilik için artık dur durak kalmayacak ve ne yaparlarsa hanelerine yazılacaktı.
Laik sol ise, bu nesnelliğin güçlü dinamiklerine karşı kendisini güçsüz ve iddiasız hissettiği oranda da kendi adına simgelenenlere karşı işbirliğini çözüm olarak üretmişti. Ancak her geçen gün laik sol kendisine alan bulamayacak hale gelecekti. İran devrimi ile ilgili ayrıntılı incelemeleri olan Val Moghdam -sol adına çıkardığı sonuçlar sorunlu olsa da- İran’daki laik solun bu sıkışmışlığını şu cümlelerle çok iyi anlatıyor;
“İran’da, kültür ve din konusunda yazanlar -Celal Ahmed ve Ali Şeriati-kültürsüzleşmeye ve Batılılaşmaya karşı direnişi dile getirdiler; sosyalist bir açıdan değil radikal, halkçı, İslamcı ve Üçüncü Dünyacı bir açıdan Avrupa ile ABD eleştirisini geliştirdiler… Laik solun sosyal psikolojisi, kültürel biçimler ve din gibi konuları ihmal etmesi, dincilerin kültür dünyasına egemen olmasına ve bunların, anti-emperyalist söylemi Batı’ya, marksizme, Hıristiyanlığa ve laikliğe yönelik suçlamalarla doldurmasına olanak tanıdı. Laik sol, sonunda kendi çöküşüne yol açacak bir tür halkçı yurtseverlikle, Şah’a karşı muhalefeti parçalamamak ya da bölücü durumuna düşmemek için ayrılıkları büyütmedi”15 .[MOGHADAM Val]
Buna karşılık, din adamları marksistlere sadece yukarıdan baktılar ve 1970’lerin ortalarında hapishanelerde komünist tutuklularla birlikte yemek yemeyi reddettiler.
Kültürel karşı koyuşta, siyasal islamın iki temel dayanağını gözlemek mümkün. Öğrenci gençlik ve kadınlar. Bu iki kesim dinci gericilik açısından aynı derecede öneme sahip iki şeyi sırtlandılar; Siyasal islamın örgütlenerek toplumsallaşmasının yükü ve ideolojik\\politik hesaplaşmanın gündelik taşıyıcılığı.
Örgütlenmenin ağırlıklı unsurları olmalarının yanı sıra, öğrenci gençlik ve kadınlar; özgün giyim-kuşam-tavır ile siyasal islamın günlük olarak caddede, sokakta okulda vs. temsil edilmesini sağladılar. Bu temsiliyet aynı zamanda siyasal islamın toplumsallaşması ve güçlenmesi sürecini de günlük olarak gözlenebilir hale getirdi.
Gençlik her zaman için siyasetin gündelik taşıyıcısı olmuştur. Gündelik yaşamları geçmişlerine, bugünlerine ve geleceklerine dair ciddi ipuçları sunan gençlik, kültürlere bakış kültürlere sahip çıkış, ya da reddedişin yine en güçlü unsurları ve taşıyıcılarıdır.
“Belli bir grubun üyeleri arasındaki etnik kimlik duygusunun, benzer bir ekonomik sınıf pozisyonuna sahip olan diğerlerine karşı üretebileceği düşmanlık duygusu, sosyo-kültürel öğelerin bir grubun davranışlarını nasıl etkileyebileceği ile ilgili ampirik bir örnek olarak görülebilir. Giyim stilleri, müzik zevkleri, boş zamanlarını değerlendirme uğraşları, gıda ve içecek tüketimi gibi konularda etnik özellikler tüketim kalıplarını da etkileyebilir, çünkü tüketim kalıpları gruplar arasındaki farklılıkları vurgulamak veya sürdürmek amacıyla, etnik gruplar arasındaki sınırları çizmek, gruptakilerden bazılarını üye olarak belirleyip, diğerlerini dışlamak için kullanabilirler… Gençlik grupları da, belirli tüketim kalıplarını arkadaş grubu üyeleri ile bu grubun dışında kalanlar arasındaki sınırı belirlemek için kullanabilmektedirler” 16 . [BOCOCK Robert]
Siyasal islamın etkin bir toplumsal muhalefet unsuru haline gelmesinde öğrenci dinamizminin önemsenmesi gereken bir payı vardır. Batı, ya da emperyalist kültürünün taşıyıcısı ve karşıtı olmanın en çarpıcı biçimlerde somutladığı toplumsal kesimdir öğrenci gençlik.
Dünyadaki değişik örnekleri incelendiğinde, dinci gericilik, yükselirken ağırlıklı olarak öğrenci gençliğe, özellikle de üniversite gençliğine yaslanmıştır. Siyasal islamın ideolojik argümanlarını günlük yaşamlarında hızla somutlayabilen öğrenci gençliğe ilişkin bu dinamizmi, Türkiye’de son birkaç yılda iyice belirginleşen “Müslüman Gençlik” pratiğinde de gözlemlemek mümkün.
Öğrenci gençliği, Milli Gençlik Vakfı türünden vakıflar ve tarikatlar içinde örgütleyebilen siyasal islam, bu alandaki örgütlenme pratiğini de büyük ölçüde Batı karşıtlığı ve manevi çöküş temaları üzerinden gerçekleştirmiştir.
Türkiye için güncel olanda, islamiyetin genel ideolojik çerçevesine ilişkin boyutlar her geçen gün daha fazla belirginleşiyor. Öğrenci gençlik içerisinde yoğunlaşmada ister ulusal motifler, isterse kapitalizme içkin manevi yozlaşma öne çıkarılsın, bu temaların herbiri Batı ile ilişkilendirilerek ete kemiğe büründürüldü.
Öğrenci gençliğe ilişkin vurgulananlar için çarpıcı bir örnek siyasal islamın Malezya pratiğinden ve bir öğrencinin ağzından;
“Öğrenciler, toplumdaki ikiyüzlülükten tiksiniyordu. Liderler bizi düş kırıklığına uğrattı… Liderler rüşveti mahkum ediyor, fakat kendileri zenginleşiyordu. Malay ulusçuluğundan söz ettiler, fakat kendileri Malay kitlesinden yabancılaştı. Batı’yla kafayı bozdular. Malay-olmayan duygulara gereğinden fazla özen gösterdiler. Dilde ve eğitimde ulusal politikaları uygulamada son derece yavaş davrandılar. Bizler, Malaylar’ın kötü durumu, eğitimleri, kırsal kalkınma ve kırsal sağlık konularında sabırsız ve kızgındık. Üniversitenin kocaman kütüphanesi vardı, fakat kırsal alanda hiç klinik yoktu. Laboratuvarları, kütüphaneleri ve nitelikli öğretmenleri olmayan okulları vardı. Hükümete çok kızgındık, ondan tiksiniyorduk ve eleştiriyorduk. Hiçbir ahlaki temel ve hiçbir manevi rehberlik yok gibiydi. Bu boşluğu doldurmak ve çözüm bulmak için İslama yöneldik” 17 .[ESPESITO John]
Türkiye’de öğrenci gençlik islami kimlikle daha sık gündem oluşturmaya başladı. Bu durum aynı zamanda Türkiye tarihinde islami gençliğin bağımsız bir kimlik edinimi sürecini de somutlamış oldu.
1960’larda anti-komünizm, maneviyatçılık, muhafazakarlık gibi değerler etrafında sağ cephe ile ittifak yapan ve Komünizmle Mücadele Derneği, Miliyetçi Kültür Birlikleri, Türkçüler Birliği gibi örgütlerde örgütlenen islamcı gençliğin gündeminde; yeni cami ve mescidlerin açılması, islam akademileri, kız imam hatipleri veya islam kolejleri kurulması, tessettür gibi sorunlar yer almaktaydı.
1970’ler yaklaşırken, “Önce Müslüman mısın Türk müsün?” tartışması, milliyetçilerle islamcı gençliğin ideolojik açıdan ayrışmasını sağlayan süreci başlattı. Bu ayrılık 1970 yılında MNP’nin kurulmasıyla sonuçlandı ve bu ayrışma hızlandı. 1960’lı yıllarda Milli Türk Talebi Birliği içinde yer alan islamcı gençlik, 70’li yıllarla birlikte hem MTTB’yi ele geçirmişler hem de Akıncılar Derneği gibi örgütlenmeler kurmuşlardı.
12 Eylül ile birlikte “Türk İslam Sentezi” formülasyonu içerisinde palazlanma imkanı bulan islamcılar düzenin bütününde gericileşmesi koşullarını toplumsallaşarak kendi hanelerine yazdılar.
Üniversitelere özel bir ilgileri olduğu çok açık. Bu ilgiyi en iyi biçimde bir islamcı dergiden alıntıda görüyoruz. Aşağıda ifade edilenlerin 1979 yılında “Müslümanlar Üniversiteye” başlığı ile islamcı bir dergide çıkmış olmasının anlamlı olduğunu düşünüyorum.
“Türkiye’de müslümanın davasının üniversiteden geçmesi şarttır. Diğer bir deyişle islam davası üniversiteden geçmelidir. Mecburiyeti ifade ederken üniversitelerin İslam akademileri veya İslam’la mücehhez olmadığını, hatta İslam’a düşman olduğunu çok iyi biliyoruz. Ancak bildiğimiz bir diğer husus da bu ülkeyi yönetenlerin üniversiteden geçmiş olmalarıdır” 18 . [DUMAN Doğan]
Batı karşıtlığını politik alan açma argümanı olarak kullanırken siyasal islamcılar, kadının örtünmesi meselesini sıkça işlemişlerdir. Örtünmenin gerekliliğini fizyolojik, ahlaki vs. bir dizi başlıkta işleyen islamcılar bu olguyu kültürel boyuta da taşımaya çalışmışlardır.
“Batılı giyim biçimi ile islami giyim biçimi iki ayrı kültür, iki ayrı inanç ve iki ayrı anlayış çerçevesinde ancak açıklanabilir. İki kültür ve giyim biçiminin arasındaki uzaklık gökle yer arasındaki uzaklıktan daha fazladır” 19 .[MERİÇ Ümit]
Dinci gericilik, bir taraftan Batı’nın “laikleşerek ruhsuzlaşması”nı eleştirirken, karşısına alternatif olarak çıkardığı Doğu’nun halen taşıyabildiği özgünlüklerine çubuğu büker. Toplum yaşamının bütünlüğü ve özellikle iş hayatı ile bütünlüğü söz konusu olduğunda İslamiyet dışındaki inanç sistemlerinin de, Batıya direnmelerini önemser. Batının, dini kişisel yaşamla sınırlandırmasının bedellerini ahlaki ve toplumsal çöküşle ödediğine inanır.
Doğu’nun geri kalmasının açıklamasını ise, kimi değerlere kıskançlıkla sahip çıkmasına karşın ekonomik anlamda atılım yapabilecek bir sistem bütünlüğü kuramamışlığı ile yapar. Tam da burada İslam’ın hem değerlerin korunması hem de kalkınma için toplumsal bütünlüğün kurulmasına yönelik kapsamlı bir modeli olduğuna işaret eder. İslami modelin uygarlığın krizine karşı koyan en iyi model olduğunu savunurlar. Bununla ilişkili olarak Batı karşısındaki Asya kültürünü islami bir Asya kültürü haline dönüştürmeye çalışıyorlar.
Batının “Kültür emperyalizmi” olarak tanımlanan tehlikesine karşı formüle edilenler ise neredeyse Batı ile özdeşleştirilen olguların tamamen ortadan kaldırılması anlamını taşıyordu. Nitekim İran Devrimi sonrasında, toplumun islamlaştırılması adı altında, islami yaşantı biçimi olarak tarif edilenler; Batı’nın dayattığı ve Batıcılığın taşıdığı, toplumun ahlaki hastalıkları olarak teşhis koyulan ve sonuçta günah olarak telakki edilenlerin karşısına erdemin çıkartılmasını içerdi.
“‘Erdemin Yaygınlaştırılması ve Günahın Önlenmesi Bürosu’ bu yönde atılan adımların kurumsal karşılığı oldu.
Büro, toplumun ahlaki hastalıklarını ele alacaktı. Kamuya açık müzik ve dans yasaklandı, gece kulüpleri ve barlar kapatıldı. Alkol, kumar, uyuşturucu, fahişelik, homoseksüellik ve pornografi yasaklandı” 20 .[ESPESITO John L.]
Ancak ortaya çıkan “Kalaşnikov ve eroin kültürü” oldu.
Bu nedenle; “Ulusçuluk akımı ulus anlayışını sadece dil, kültür ya da soy bağı gibi unsurlara dayalı olarak belirlemez. Ulusçuluk akımının temsilcisi olan aydınlar ve siyaset adamları için “fayda” unsuru da çok sık başvurulan bir unsurdur. Somut hallerde beklenen “fayda”ya göre, ulus anlayışında oynamalara gidilebilir” 21 . Batı karşıtlıklarını günlük pratiğe dönüştürürken, toplumsal muhalefet olmanın beraberinde getirdiği olanakları da iyi kullanmışlardır. Mısır’daki Müslüman Kardeşler örgütünün pratiğini bu bakış açısıyla inceleyen bazı batılı yazarlar, makro tarif, makro hedef ama mikro ölçekli başarı pratikleriyle islamcıların etkin bir muhalif unsur haline gelebildiklerini ileri sürmektedir.
“İslamcıların hükümeti suçlamalarında özgül, fakat kendi programları bakımından genel olmaları olgusu, kendi lehlerine işleme eğilimindedir. İstihdam ve konuttan, rüşvet ve bozuk gelir dağılımına kadar hükümetin başarısızlıklarını, görünüşte başa çıkılmaz, sorunlara kendi çözümlerini sunmadan eleştirebiliyorlar. İslami retoriği ve simgeleri kullanıyor, islami bir çözüm ve şeriatın uygulanması çağrısında bulunuyorlar; fakat özgül po-litikalar bakımından bunun ne anlama geleceğini kesin bir şekilde açıklamıyorlar. Dahası çoğunlukla makro düzeyde genel tarifler ve vaatler sunmalarına karşın, inanırlılıklarının ve başarılarının kaynağı mikro düzey-dedir. Eğitsel ve toplumsal programları, sıradan insana, islami bir düzenin somut, elle tutulur anlamını ve etkisini gösterir. Buna karşı hükümet ise, çoğunlukla söz veren fakat, makro ve mikro düzeyde sözünü yerine getiremeyen bir görüntü sunmaktadır.”22 [ESPESITO John L.]
Dinci gericilik bu türden bir yöntemle yol alırken ağırlık noktası ilkinde olmak üzere; hem batının islamiyet açısından nasıl bir tehlike, nasıl bir tehdit olduğunu işledi hem de kendi adına bir alternatif üretmeye çalıştı. Bu alternatifler ise geneli eleştirirken, özele çözüm çıkarabildi.
Yabancı ile otantik arasındaki çatışma alanlarında dolaşılırsa akla hemen post-modernizm gelir. Kapitalizmin yıkıcı, tüketimci kültürünün karşısına çıkarılan bir Doğu kültürü söz konusu olduğunda, bu yaklaşım biçiminin bir diğer destekçisi için de alan aralanmış olur; Post-modernistler. Yerinde ve yerel olan güzeldir onlar için…
“Bu bakımdan uzlaşmanın ideolojik temeli olan ‘çok kültürcülük’, bütün demokratik çağrışımlarına rağmen postmodernlerin elinde demokratik bir ideoloji değil, medeniyetler çatışmasının gerekçesidir. Yerinde ve yerel olan yerinde ve yerel kalmalıdır ki, Batı(lı), bir ‘turist’ olarak kalabilsin” 23 . [MISIRLI M. Bayram]
Belki de bir sonuç olarak telakki edilirse, dinci gericilik Batı karşıtlığını somut bir alternatifle taçlandırmaya kalktığında yerelleşti, bölgeselleşti.
Dinci gericiliğin “anti-emperyalizm”i
Anti-kapitalist olunmadan anti-emperyalizmin hakkının verilemeyeceği açıktır. Kapitalizmin bir sistem olarak çöküşünü tanımlayıp alternatif olarak dine sarılmayı gündeme getiren dinci gericiliğin kapitalizm karşıtlığının bir safsata olduğu da sanırım fazlaca tartışılmaz. Bu genel doğruları koltuğumuzun altına koyduktan sonra dinci gericilik ve anti-emperyalizmi yanyana getirip karşımıza çıkanlara şöyle bir bakalım.
Cuma namazlarından çıkan islamcı grupların sıkça Amerikan bayraklarını yaktıklarını televizyonlardan izliyor görüyoruz. İran İslam Cumhuriyeti Ortadoğu’da adeta ABD karşıtlığının simgesi halinde… Erbakan aşağı yukarı her konuşmasında Batı’ya ve “Batıl zihniyet”lere sataşıyor… Bosna’da olup bitenlere karşı aktif tepki\\dayanışma örnekleri yine anti-emperyalist bir söylemle dinci gericilerden geliyor…
Oysa tarihsel gelişimi içinde dinci gericilik ile emperyalistler arasındaki ilişkide işbirliğinden palazlan(dırıl)maya, ittifaklardan birliklere bir içiçelik yer alıyor. Halen Afganistan’daki radikal dinciler ABD tarafından besleniyor halen Suudi Arabistan ABD’nin ileri karakolu…
Politika ve güç ilişkileri bağlamında ele alındığında böylesi bir paradoksun tuhaflığı büyük ölçüde azalıyor. Bir de sınıf mücadelesi ve iki sistem arası rekabet gözlüklerinden bakıldığında ortada bir tuhaflık kalmıyor.
İrdelenmesi gereken ilki; yani politika ve güç ilişkileri bağlamında dinci gericiliğin kapladığı alanla ilişkili olanlar. Çünkü bu tablodan dinci gericiliğin devlet ve Batı düşmanlığından ittifaklar türetenler de var. Demokrasinin eksiksiz işlemesi için dinci gericilere kapıları ardına kadar açanlar da… Daha da kötüsü tüm bu olup biteni oturup seyredenler de var..
Anti-emperyalist mücadeleden burjuvazi içinden işbirlikçi olmayanları ayıklayarak ittifaklar çıkartmayı anlayanlar, dinci gericiliğin türban meselesindeki “mazlum edebiyatı”nı devlet ya da MGK karşıtlığı olarak yorumlayanlar ve bunlar üzerinden hâlâ kendilerini solcu olarak addedenler var..
Ortadaki tablonun “tuhaflığı”na yeniden dönersek, tablonun önemli unsurlarını kendi özgünlüklerinde masaya yatırma zorunluluğu doğuyor. Bu çerçevede karşımıza çıkan ilk unsur, dinin, özelde de islamiyetin millet ve milliyetçiliğe bakışı. Bu önemlidir çünkü evrensel olana karşı iki temel direnç vardır; din ve millet. Her ikisi içiçedir ve bu içiçeliğin günümüzdeki karşılığı gerici-faşist ikizidir.
Ulusal birlik açısından din birliği bir unsur olarak sıkça telaffuz edilmektedir. Ancak ulus ve dini yanyana getirme ya da kaynaştırma çabaları islamiyet açısından sıkıntılı olmaktadır. Bu sıkıntının en önemli nedeni ise İslam dininin “ümmetçi” yanıdır.
İslamcılara göre Müslümanlar arasında ayrı ve farklı vatan anlayışı diye birşey yoktur. Dar-ül İslam vardır, yani bütün müslümanların beraberce yaşadıkları “İslamın Evi” vardır. Müslüman olmayanlar ise bunun dışında yani Dar-ül Harb (Savaş Evi)’de yaşayanlardır. İslamcı görüşe göre Dar-ül İslam, her ne kadar çeşitli bölgelerden ve toplumlardan meydana gelmiş olmakla birlikte, aslında aynı evde yaşayan tek bir vücud’tur. Bir ailenin çeşitli fertleri gibi, Dar-ül İslam’da da çeşitli özelliklere sahip toplumlar ve bölgeler tek bir ulus, yani müslümanlar birliğini oluşturur. Bu birlik için sınırları belli bir toprak parçası yani vatan, yurt diye bir şey önemli hatta mümkün değildir. Önemli değildir çünkü Dar-ül İslam’da yaşayanlar için vatan yok iman vardır. Bunun böyle olduğunu Muhammed “vatan sevgisi iman’dır” demek suretiyle belirtmiştir. Mümkün değildir çünkü Dar-ül İslam devamlı şekilde Dar-ül Harb’e karşı savaş halindedir ve bu nedenle sınırlarını genişletmek ve yeryüzü haline getirmek görevindedir 24 . Bu tartışmayı kavramsal karışıklığının zorlaştırıcılığı pahasına sol adına yorumlamak önemli ve anlamlı görünüyor. Bu nedenle ulus, millet, cemaat, ulus-devlet vs. kavramlar olarak önem kazanıyor.
Ulus-devletin dini cemaatlerin değil imparatorlukların anti-tezi olduğuna dair Türkiye Günlüğü dergisi yazarlarının görüşünü reddeden Ozan Erözden, ulus-devlet başlığını taşıyan kitabında şunlara yer veriyor;
“Ulus-devlet, bir siyasi birimi ifade etmesi itibariyle, toplumsal nitelikte olan dini cemaatle karşılaştırılabilir içerikte bir kavram değildir. Dini cemaatle karşılaştırılabilecek olan yine toplumsal içerikli bir kavram olan ulustur. Ulus ise, bir ulusal devlet sınırları içinde kalan türdeş insan topluluğunu ifade etmekte ve bu niteliğiyle de ulus-devletin toplumsal temelini oluşturmaktadır. Bu niteliğiyle ulus, sınırlı ölçekte tanımlanan ve ‘yurttaş’ ile birlikte ‘yabancı’yı da belirleyen tikelci bir kavramdır. Tarihsel gelişim süreci içinde de, evrenselci nitelikte olan dini cemaat kavramına antitez olarak ortaya çıkmıştır” 25 . [ERÖZDEN Ozan]
İslamcılar arasında millete, devlete ve dine biçilen payenin ağırlıkları, teorik zeminde Kuran’ın yorumlanması çerçevesinde yürürken, pratik süreçlerde güncel politikaların belirlenmesinde faydacı bir zihniyet söz konusudur.
Mehmet Akif, müslümanlığın müminleri arasında kavmiyetler ve cinsiyetler üstü bir ittihad vücuda getirdiğini ileri sürerek tüm farklılıkları aynı milliyet içinde eriten yegane unsur olarak müslümanlığa işaret etmiştir.
Dinin, milliyetçilik mecrası içinde ideolojileştiği; daha doğrusu dini duyuş ve düşünüşün, diğerleri gibi bir dünya görüşü ve bir ideoloji olarak konumlanmasına öncelikle milliyetçiliğin tavassur ettiği söylenebilir. Hobsbawn’ın saptadığı gibi, din, ön-milliyetçilik, veya milliyetçiliğin öncülü olarak “kullanılmak” açısından paradoksal bir çimentodur. Hem milletin inşasında yapıştırıcı bir bağdır, hem de milliyetçiliğin modernleşme misyonuna ket vurma tehdidini diri tutar. Fakat milliyetçi ideolojinin ve milli devletin kuruluş safhasında, hele milliyetçilik ile dinin rakip ideolojiler olarak bulundukları bir tarihsel durumda, bu paradoks yıpratıcı olmuştur 26 .
Dinci gericilik; Peygamber’in “kavmiyet güdenler bizden değildir” buyruğuna sarılarak, milliyetin ve ulusların öne çıkarılmasını dine düşmanlık olarak tarif ederek, bunun sorumluluğunu da Batı ve emperyalizm olarak belirlemişlerdir. Onlara göre Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı da bu hatanın ürünüdür. Tarık Zafer Tunaya, islamcılık akımlarını incelerken, din ve millet unsurları arasında bir sentez üretmeye çalışan islamcılar nezdinde şu tabloyu resmetmektedir;
“Balkan yenilgisinden itibaren, islamcılar iki cephe karşısında kalmışlardır. İslamiyeti yeni bir mağlubiyete uğratan Hristiyan Avrupa (BATI) ve bu yenilgi karşısında beliren milliyetçilik… Bir bakıma, Hristiyanlığın dışarıdan tahrik ettiği parçalanmayı, milliyetçilerin iç siyasette körükledikleri iddia edilebilirse de, bütün felaketlerin sebebi, görüldüğü gibi, kavmiyet ve milliyet ceryanı mensuplarına yüklenmektedir. Türkçülük (milliyetçilik) is-lamcılara yıkıcı ve devlet hayatını tehlikeye sokan bir cereyan olarak görünmüştür” 27 .[TUNAYA Tarık Zafer]
Ümmet “geniş toplum” anlamını taşır. Ümmet anlayışında etnik ve tarihi bir kökten gelme prensibine dayanan, coğrafyanın, örf ve adetlerin farklılıklarını örten, geniş bir toplum yer alır. Bu toplum milletler üstü bir çerçevede ve konfederasyon tipi bir yapılanma oluşturur. İttihad-ı İslam, Arap Birliği bu türden bir yapılanmaya tekabül etmektedir.
Dinci gericilik, din ve milliyetçilik geriliminden doğan sıkışıklığını siyasal pragmatizm üzerinden aşmaya çalışıyor. Siyasal pragmatizm emperyalistlere karşı duruşta da kendisini gösteriyor. Dinci gericiliğin yekpare anti-emperyalist pozisyonu yoktur. Bu, siyasal islamın hem ideolojik esnekliğinden hem de politik pragmatizminden kaynaklanmaktadır. Milliyetçilik açısından da bu gerilim son kertede çok sorunlu değildir. Tanıl Bora, Hobsbawn’ın dinin, ön-milliyetçilik veya milliyetçiliğin öncülü olarak kullanılması açısından paradoksal çimento işlevi gördüğü saptamasına katıldığını açıklarken bir ek yapmaktadır;
“Bu paradoks milliyetçiliğin hümanist, sivil, hürriyetçi yüzü ile şovenist, ırkçı, baskıcı yüzü arasındaki gerilimin beslediği ikili karakteriyle ve bu karakterden neşet eden oportünizmiyle gayet uyumludur” 28 .[BORA Tanıl]
Gerici-faşist ikilisinin içiçeliği anlamında ifade edilenlerin mutlaka bir değeri vardır. Ancak aralarındaki uyumun sınıf mücadelesinin karşı taraftaki unsurlarının hareket alanı ile ilişkili olarak bütünleştirilmesi çerçevesinde algılanması çok daha yerinde bir saptama olacaktır.
Düzenin bütününün gericileşmesi koşullarında bu ikilinin oluşturduğu düzen içi birliktelik had safhaya çıkmaktadır. Düzen bütününde ya işçi sınıfı ile ilişkili değerlerin toplumsal ağırlığını artırdığı koşullarda, ya da düzen içi siyaset tıkandığında gericileşir. Her iki biçimde de dinsel ve ulusal temalar özdeşleşir ve kendilerine ortak bir kanal yaratırlar.
Dinci gericiliğin din ve millet arasındaki teorik gerilimi, siyasal pragmatizmi üzerinden aşmaya çalıştığına işaret etmiştik. Batı karşıtlığı üzerinden ürettiği po-litikalarda istediği ölçülerde din ve millet unsurlarını kullanmaları bunun en tipik göstergesidir. Milliyetçilerin pozisyonunda da aynı “keyfilik” göze çarpmaktadır.
“İslami rejim projelerinin -İran’da olduğu gibi- ‘son kertede’ milli devlet egemenliğini vaz’edişi fundamentalizmdeki milliyetçiliğin göstergeleridir. Velhasıl 60’ların dini dışlayan milliyetçilik tecrübesinin iflasından sonra Arap dünyasında hakim model milliyetçiliği aşmış değil milliyetçilikle formatlanmış bir islamcılıktır”29 . [BORA Tanıl]
Dinci gericilik, anti-emperyalist politikalarını, “İslam tehlikede” tezi altında Batı karşıtlığında simgeleştirdikleri üzerinden global ölçeğe yaygınlaştırma arayışı içinde. Bunların başında Filistin ve Bosna geliyor.
Her ikisinde de “islam tehlikede” tezi abartılı olarak işlenmiş ve zihinlerde bu yönüyle kalması amaçlanmıştır. Oysa her ikisinde de dinsel çatışmalar tali bir role sahip olmuştur. Emperyalistler arası rekabet ve bu rekabete karşı verilen yerel/etnik tepkiler birinci derecede rol oynayan olgulardır.
Dinci gericilik her iki simge üzerinden; “müslümanlar katlediliyor”, “Batı saldırıyor”, “Batı seyrediyor” ile politika yaparken, bu politikadan vazgeçmeden “Arafat satıyor”, “İzzetbegoviç ikircikli” suçlamalarını da yöneltebiliyor. Filistin meselesi söylenenlerin adeta temsili örneğini oluşturuyor.
Birinci Dünya Savaşı’na gelindiğinde Filistin’de azınlık olan ciddi bir Yahudi topluluğu vardı. Savaş bu göçmen yerleşiminin gerçekleştiği koşulları çarpıcı biçimde değiştirdi. İngiltere’de bu yerleşime daha sıcak bakan ve 1917 Balfour Bildirgesi ile bunu bir politika olarak ilan eden bir yönetim işbaşına geldi. Balfour Bildirgesi Yahudilere Filistin’de “ulusal bir ev” vaat ediyor ve Avrupa’da nazizimden kurtulma şansı olan Yahudileri daha güvenli sayılabilecek Ortadoğu’ya itecek olan siyasal ve toplumsal koşulları oluşturuyordu. İki dünya savaşı arasında Yahudi göçleri devam etti. İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna gelindiğinde ise artık orada bulunan Yahudi topluluğu kendi bağımsız devletini isteyecek ve kuracak kadar güçlenmişti. İngiltere, iki millet, Filistinli ve Yahudiler, söz konusu olduğunda tarafsız olduğunu açıkladı. Ancak yeni göçmenlere Filistin kapılarını açan, kendi kapılarını kapatan İngiltere’nin ta kendisiydi. Savaşın sonlarına doğru İngiltere o dönemde artık kesin bir şekilde siyonizm yanlısı olan Amerikan baskısına karşı öylesine savunmasız kalmıştı ki, İsrail devletinin kurulmasına yönelik giderek artan baskı karşısında geri çekilmek zorunda kaldı. Bunun sonucunda 1948 yılında Ortadoğu’da üçüncü bir Arap olmayan devlet daha ortaya çıktı.
1945 yılında kurdukları Arap Birliği ile emperyalizmin bölgedeki hesaplarına karşı -İslam dininden güç alarak- bayrak açtıklarını ilan edenler, Filistin sorunu söz konusu olduğunda tam bir ayrılık sergilediler.
Filistinliler’le dayanışma konusu genelde lafta kalıyordu. Arap devletleri uygulamada Filistin konusunu ülke içinde meşruiyet sağlamak amacı ile kullanıyorlar, İsrail’le doğrudan çatışmaya girmekten sakınıyorlardı. Filistin direniş hareketini kendi amaçları uğruna yönlendirmeyi bile deniyorlardı. Filistin hareketinin doruk noktası 1967’den 1970’lerin ortalarına dek genellikle bu durumu gizledi. Ancak 1948’den 1967’ye kadar Filistinliler’e Arap dünyasında bağımsız bir siyasi varlık hakkı tanınmamıştı ve genelde fazla dikkate alınmamışlardı. 1970’lerin ortalarından itibaren ortaya çıkan 1977’deki Sedat’ın İsrail’e yönelik bağımsız girişimi, Arap dünyasının kamplara bölünmesi, 1983’te Suriye ile Lübnan’ın FKÖ’nün başındaki Arafat yönetimine doğrudan saldırısı gibi bazı gelişmeler Filistin’e yönelik tüm Arapları birleştiren bağlılık efsanesinin foyasını ortaya çıkardı 30 .
Arap milliyetçiliğinin emperyalizmin oyunlarının açıktan bir parçası haline gelmesi, Filistin sorununun sahibinin radikal dinci gericiler olmasının koşullarını hızlandırmış oldu.
“Radikal-popülist islami söylem, solun kimi kavramlarını (sömürü, emperyalizm, dünya kapitalizmi) alan üçüncü dünyacı kategorileri (bağımlılık, halk) ve popülist terimleri (emekçi kitleler) kullanan, belli dinsel kavramlara yeni ve radikal anlamlar yükleyen bir söylemdi. Devrimci islami düşüncelerden bazıları doğrudan Frantz Fanon, Aime Cesarei, Cezayir Devrimi ve Üçüncü Dünya’nın anti-emperyalist mücadelelerinden etkilenmiş, Fransa’da eğitim görmüş bir sosyolog olan Ali Şeriati’den ödünç alınmış olabilir”31 . [MOGHADAM Val]
“İslam tehlikede” tezinin yine dinci gericiler tarafından kendilerini besleyen tarzda kullanıldığı Bosna’da olup bitenler de Filistin’den farklı değildir. Dinler arası çatışma olarak sunulanlar müslümanların ortadan kaldırılacağını içeren teorilerle örülmüş ve Batı’nın seyirci kalması eleştirilmiştir.
Bosna’daki müslümanlarla dayanışma mitingleri yapan, yardım kampanyaları düzenleyen (hoş bu paraların Mercümek’in kasasına gittiği açığa çıktıysa da) ve tüm bunları yaparken İranlı yobazlarla rekabet etmek durumunda kalan dinci gericilik hoş süprizlerle de karşılaşmıştır. Dayanıştıkları Bosnalı müslüman askeri birliklerin, eğitilmek için geldikleri Türk askeri tesislerinde, Ramazan ayında -oruç tutmayı bırakın- içki içtiklerini gördüklerinde gözlerine inanamamışlardır.
Onlar için asıl süpriz Bosnalı liderlerin çözüm adına girdikleri arayışlarda yaşanmıştır. Rusya’ya dayanan, Sırbistan ve Almanya’ya dayanan Hırvatistan karşısında tek çareyi sırtını ABD’ye dayamakta bulan Bosna’lı politik önderler aslında Bosna meselesinin gerçek yüzünün belirginleşmesine katkıda bulunmuşlardır.
Dinci gericilik, Bosna meselesini kendisi açısından her türden zorlayıcı boyutlarına karşın simgeler üzerinden politika yapmak adına kullanmaya devam edi-yor. Bosna üzerine kapsamlı bir çalışmayı önümüzdeki sayılara havale ederek “Müslüman Milliyetçiliği”n bir çözüm olmadığını ileri süren troçkist bir yazarın Bosna’daki çatışmalara ilişkin değerlendirmelerine kulak verelim.
Bosna’daki dramı inceleyen Catherine Samary, Aliya İzzetbegoviç’in müslüman partisi olan SDA’nın biri dinsel, diğeri laik iki temel mantığın taşıyıcısı olmasını sorgularken dinsel bileşene ilişkin şu saptamaları yapıyor;
“Dinsel bileşen bir Boşnak devletinden çok bir müslüman devletine bağlı. Ama Bosna çoğunlukla islamcı olmaktan çok uzak. A.İzzebegoviç’in kantonlaştırma veya Bosna’nın parçalanması projeleri karşısındaki yalpalamaları kuşkusuz bu akım için iki mümkün yolun varlığını ifade ediyor; ya Bosna’dan kopartılacak ve daha kolaylıkla islamlaştırılabilecek bir ‘müslüman devlet’. Ya da olduğu gibi kalacak olan bir Boşnak devleti içinde müslümanların çıkarlarının savunulması: krizin başlangıcından itibaren ikinci varyant öne çıktı, çünkü bu karışım mekanından bir ‘müslüman devlet’ çıkartmak dramatik bir çıkmazdı” 32 . [SAMARY Catherine]
Dinci gericiliğin politika alanında homojen bir yaklaşıma sahip olduğu düşünülmemeli. İslam’ı anlama farklılığı politika alanına da taşınmıştır. Emperyalizmin farklı amaçlarla dinci gericiliğin kimi unsurları ile geliştirdiği ilişki biçimi de düşünüldüğünde, Batı karşısında dinci gericiliğin konumlanışında farklı cepheler ortaya çıkmıştır.
“İslami terör” bu koşulların ürünü olarak gündemde her geçen gün daha fazla yer işgal etmeye başladı. Radikal islamcılar olarak adlandırılan siyasi hareketler, Batı karşısında bir tür teslimiyetçi çizgi izleyen dincilere ateş püskürürken, Batı karşıtlığında anti-emperyalist bir kimliğin gündelik yeniden üreticisi haline gelmişlerdir.
Terör, ya da terörist grup tanımlamaları zorlu tanımlamalardır. Tanım ve yaklaşımlardaki karışıklığın olguların yerli yerine oturmasının önündeki en büyük engel olarak gören Halliday, bu türden saldırıları yorumlarken başka boyutlarına da işaret ediyor;
“ Terörizm tartışmasındaki belki de en büyük karışıklık bu olayların genellikle bölge dışındakileri, örneğin Avrupa’lıları, bölgeyi ziyaret edenleri, gazetecileri, turistleri ya da diplomatları hedef aldığı düşüncesi olmuştur. Bu tür insanlara yönelik saldırılar olmuştur, ama en çok terör eylemi, devletler tarafından olsun, resmi olmayan gruplar tarafından olsun Ortadoğu’-da bölgenin kendi halklarına karşı gerçekleştirilmiştir. Ayrıca devlet terörü-ne en çok kurban veren, hemen her zaman o devletin kendi vatandaşlarıdır. Aynı şekilde topluluklar arası çatışmalarda hayatlarını kaybedenlerin sayısı (Lübnan bu konuda en iyi örnektir) militan grupların dış operasyonlarında öldürdüklerini fazlasıyla aşmıştır”33 . [HALLIDAY Fred]
“İslami terör” denen şeyin emperyalizmin beslemelerinin “yaramazlık”ları olduğu yakın bir zamanda ABD’nin Afganistan’ı bombalaması ile bir kez daha kanıtlanmış oldu. ABD yaramazlık yapan beslemelerinin kulağını çekmiş oldu.
Batı karşıtlığı Batı’nın saldırılarına karşı korunma güdüsünü içerirken aynı zamanda, her türden “komplo teorileri” ve bununla ilişkili “özgürlüğe kavuşma fantazileri”ni besliyor. Günümüzde Batı karşıtlığının etkin bir eylemlilik ürettiği iki farklı islami pozisyondan söz edilebiliyor. İlki radikal gruplar, ikincisi Libya, İran ve Irak gibi islami devletler.
“Mikro-ulusçuluktan daha değişik içeriği olan bölgeselcilik akımının, ulus-devlet kurgusuna alternatif oluşturabilme potansiyeli daha fazladır. Mikro-ulusçuluk akımından, ayrılıkçılık taleplerinin azlığı ölçütüyle ayrılabilecek olan bölgeselcilik akımı, ulus-devlet yapılarının içinde daha küçük ölçekte kültürel ya da ekonomik bütünlük içinde bulunduğunu savladığı “bölge”ler için farklı ölçülerde özerklik elde etme hedefine yönelmiş bir siyasi akım olarak tanımlanabilir. Ancak söz konusu siyasi hareketi, doğrudan ulus-devlet kurgusuna karşıt bir siyasi hareket olarak değil de, sadece ulus-devletin somut düzlemde gözlenen türlerinden birisi olan üniter (tekil) devlet modeline karşıt bir akım olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır” 34 . [ERÖZDEN Ozan]
ABD’nin, terörizme destek veren ülkeler listesinde üst sıralarda yer alan bu devletler; İran örneğinde ABD müttefiki Şah rejimini deviren güç olarak, Irak örneğinde Arap milliyetçiliğinin önderi olmaya soyunan sapkınlık olarak ve Libya örneğinde dünya islam birliğinin liderliğine oynama fütursuzu olarak tanımlanıyor. İran’ın islami devrim süreci dışarda tutulursa, Irak için Saddam, Libya için Kaddafi, anti-ABD’ci kimliğin taşıyıcısı önderler olarak kendi tarihlerini yazdılar, yazmaya devam ediyorlar.
Sonuçlar ve sorumluluklar
“Batı” dinci gericilik açısından; politik bir malzeme olarak “her niyete yenilebilir muz”dur. Batı’yı arzu ettiği biçimde tanımlayıp onunla ilişkili “kötülük”ler saptayabilir. Batı; kapitalizmi, anti-emperyalizmi, çürümüşlüğü, zalimliği vb. her-şeyi temsil eder. Bu özellik dinci gericilik açısından geniş bir hareket alanı anlamını taşır.
Dinci gericilik açısından “Batı” farklı tarihsel kesitlerde farklı anlamlarla yüklenmiştir. Bu durum dinci gericilik açısından çelişkilerinin değil pragmatizminin sonucudur.
Dinci gericilik, bir tehlike saptar ve bu tehlikenin bertaraf edilmesi üzerinden politikasını örer. Etkili politika, karşıtlarını ve rakiplerini iyi saptayıp onları mücadele içinde işlevsel bir biçimde sıralamaktan geçer. Bu nedenle kendisini bir alternatif olarak sunma çabalarında bütünsellik kaygısı gütmez. Ancak kendisi adına araladığı alanların içini doldurma şansı olmaması, etki alanlarının süreksizliği ya da kesintililiği anlamına gelmez.
Onlar için Batı’ya karşı güzel olan İslam değil yereldir. İslam; karşıtının karşısına masum ama erdemli olanı çıkarır. Yerel güzellemesi bu yaklaşımın ürünüdür. İslam bu yerelliğin ete kemiğe büründürüldüğü düşünce sistematiğidir. Buradan hareketle İslam doğunun batıya karşı tek umudu olarak sunulur. İslam büyük umutlar yaratır.
Sosyalist hareket kapsayıcı politikaları ile bu alanı ona dar edebilir. Dinin tüm uyuşturucu etkisine rağmen, dinci gericiliğin sürekli palazlandırılma çabalarına rağmen bu mümkündür.
Sol adına kimse dinci gericiliğin verili nesnelliğinin kimi parçalarını seçerek uyum yaratma çabası göstermesin. Bu çabanın akıbetinin ne olacağının ötesinde, bu çabayla birlikte ortaya çıkanın ne kadar dramatik bir tablo çıkardığını görmek, hissetmek gerekiyor. Alın size bir örnek:
“Modern\\postmodern tüketimin sebep olabileceği çevresel sorunları görebilen eğitimli insanlar için, dünya dinlerinin doğayı korumakla ilgili yaklaşımlarını desteklemek, dini öğretileri görmezden gelip, onlara saldırmaktan daha akıllıca olacaktır… Diğer taraftan, daha eğitimli kişiler, dini kuruluşlarla ilişkiye geçerlerse, dünya dinlerinin hem tüketiciliğin yıkıcı etkilerini eleştiren, hem de politikanın yanı sıra dinde de otoriterliğe karşı çıkan etkili değişim araçları olma şansı artacaktır. Dini öğretiler dünya üze-rinde birçok insana tüketim malları ve deneyimleri için duydukları arzuları sınırlamakla ilgili birçok kalıcı sebep ve motivasyon kalıbı verebilmişlerdir. Dünya dinleri ahlaksal değerler, doğaya daha özenli bir yaklaşım ve kapitalist tüketim kalıplarının eleştirisi açısından önemli bir kaynak oluştururlar, ancak etnik grupların bu dinlerin sınırları için giriştikleri yarışı bırakmaları gerekmektedir”35 . [BOCOCK Robert]
Sol, dinci gericilerle bırakın ortak zeminler yaratma çabası içine girmeyi, kapladıkları alanı daraltan müdahaleleriyle onların en çok tepkisini çeken unsurlar haline gelmek durumunda.
Sol, dinci gericiliğe karşı mücadelenin asli unsuru olmak zorundadır..
Dipnotlar ve Kaynak
- ÇİĞDEM Ahmet; Bir İmkan Olarak Modernite, İletisim Yayınları, 1997, sy: 142
- BERKES Niyazi; Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler II, Cumhuriyet Dizisi, sy:222
- Mahmut İkbal’den aktaran, MERT Nuray; Doğu-Batı Dergisi, Sayı 3 içinde
- AYDIN Mehmet; 9 Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, agy içinde
- GÜREL İlhami; Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, agy içinde
- BAYRAKTAR Mehmet; Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, agy içinde
- ÇANDAR Cengiz; 2. Cumhuriyet Tartışmaları
- TUNAYA Tarık Zafer; İslamcılık Cereyanı-I, Cumhuriyet Yayınları
- AVCIOĞLU Doğan; 31 Mart’ta Yabancı Parmağı, Cumhuriyet dizisi, sy: 56
- age, sy: 9
- age, sy:198
- HALLIDAY Fred; İslam ve Çatışma Miti, Sarmal Yayınları, sy: 134
- age, sy: 144
- AHMED Celal; İslamiyet ve Demokrasi içinde, sy: 85
- MOGHADAM Val; Din, Anti-emperyalizm ve Sol, Belge Yayınları, 1992, sy: 108
- BOCOCK Robert; Tüketim, Dost Yayınları, 1997, sy:82
- ESPESITO John L. – VOLL John O.; İslamiyet ve Demokrasi, Sarmal Yayınları-1998, sy:190
- İslami Hareket Dergisi-1979 aktaran Doğan Duman, Demokrasi Sürecinde Türkiye’de İslamcılık, 9 Eylül Yayınları-1997, sy: 264
- MERİÇ Ümit; Sosyolojik Açıdan Kılık-Kıyafet ve İslamda Örtünme, 1987
- ESPESITO John L. – VOLL John O.; İslamiyet ve Demokrasi, Sarmal Yayınları-1998, sy: 97
- ERÖZDEN Ozan; Ulus-Devlet, Dost Yayınevi 1997, sy: 97
- ESPESITO John L. – VOLL John O.; İslamiyet ve Demokrasi Sarmal Yayınları-1998, sy: 274
- MISIRLI M. Bayram – BALTA Ecehan; Modernizm, Postmodernizm ve Sol, Öteki yayınları-1998, sy: 77
- ERÖZDEN Ozan; Ulus-Devlet, Dost Yayınevi 1997, sy: 113
- ARSEL İlhan; Arap Milliyetçiliği ve Türkler, 1992, sy: 279
- TUNAYA Tarık Zafer; İslamcılık Cereyanı-I, Cumhuriyet kitap dizisi
- BORA Tanıl; Türk Sağının Üç Hali, Birikim Yayınları 1998, sy: 100
- age, sy: 100
- age, sy: 112
- HALLIDAY Fred; İslam ve Çatışma Miti, Sarmal Yayınevi, 1998, sy: 41
- SAMARY Catherine; Bosna’da Etnik Savaş, Yazın Yayıncılık, 1995, sy: 92
- HALLIDAY Fred; İslam ve Çatışma Miti, Sarmal Yayınevi, 1998, sy:48
- MOGHADAM Val; Din, Anti-emperyalizm ve Sol, Belge Yayınları, 1992, sy: 125
- ERÖZDEN Ozan; Ulus-Devlet, Dost Yayınevi, 1997, sy: 97
- BOCOCK Robert; Tüketim, Dost Yayınları, 1997, sy: 122