Solun uzun süreli mücadele başlığı : Emperyalizme karşı bağımsızlık
Emperyalizme karşı mücadele Türkiye’de solun uzun süreli ideolojik gündemlerinden birini oluşturmuştur. Dolmabahçe’de 6.Filo’ya karşı düzenlenen eylemler ODTÜ’de Cromwell’in arabasının yakılması bu mücadelenin kolayca akla geliveren eylemliliklerindendir. Emperyalizme karşı yürütülen mücadelenin o günkü teorik dayanaklarından en önemlisi “ulusun egemenliği ve bağımsızlığı ilkesi idi. “Bağımsız Türkiye” sloganında da dile getirilen bu ilke Türkiye’nin gerek ekonomik, gerek siyasi gündemine yabancı ülkelerin bu belirleyicilikte müdahale etmemeleri gerektiğini vurguluyordu. Ekonomik olarak emperyalizme giderek bağımlı hale gelen bu ülkenin, siyasi olarak da bağımsızlığını kaybedeceği ve böylece egemenliğini yitireceği öngörüsü sözkonusu idi.
Ancak solda emperyalizm, sömürge ve koloni dönemini çoktan kapatmış olmasına rağmen, emperyalizmin Türk halkını köleleştirecek, burnuna halka takacak, köleleri alıp satacak kadar açık ve vahşi bir saldırı gerçekleştireceği izlenimi mevcuttu. Sanki emperyalizmin orduları Türkiye’yi işgal edecek, Türk halkına zulüm edecek, ülkenin orasını burasını bölerek paylaşacaktı. Bu izlenime bağlı olarak solda “emperyalizm geliyor” dendi mi, ya da “Bağımsız Türkiye” diye bağırıldı mı kitlelerin peşlerine takılacağı beklentisi çok yüksekti.
Emperyalizmin açık ve askeri saldırı dönemi çok önceleri kapanmıştı
1974 yılında Tüm İktisatçılar Birliği’nin (TİB) yayınlarında yer alan bir makalede ortaya konan yaklaşım, “sömüren emperyalistler ve sömürülen az gelişmiş ülkeler” biçiminde bir tek yanlı bağımlılık tezinin üzerinde yükseliyor. Bugünden bakıldığında oldukça eksikli olan bu yaklaşım şöyle bir şema ortaya koyuyor :
“Emperyalist sömürü mekanizması şu şekilde şematize edilebilir. Ticaret Yoluyla Sömürü : Az gelişmiş ülkelerde üretilen mal ve hizmetlerin değerlerinin altında fiyatlar ile satın alınması, az gelişmiş ülkelere değerlerinin üzerinde ve tekel fiyatları ile mal ve hizmet satılması, doğal kaynakların sömürülmesi, yatırım yoluyla sömürü ve borç verme yoluyla sömürü.” 1
Oysa bugün, Sosyalizm Programı’nda, emperyalizmin içinde bulunduğu aşama ve saldırı biçimi söyle tanımlanıyor :
“Uzunca bir süreden beri, ucuz hammadde alımı ve bunların mamül olarak geriye satılması, emperyalist sömürünün temel halkası olmaktan çıkmıştır. … Geçmişte fazlasıyla tartışılan tek yanlı bağımlılık tezleri tümüyle geçersizleşmiştir. Sermayenin uluslararasılaşma sürecinin bugün vardığı noktada, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkeleri de kapsayan tek bir emperyalist-kapitalist zincirden ve bu zincirin halkaları arasındaki karşılıklı ilişkiden söz etmek gerekir.” 2
Emperyalizmin içinde bulunduğu aşama gereği, böyle açık ve askeri bir saldırısı yaşanmadı. Emperyalizm, ekonomik araçlarını kullanarak Türkiye’yi yavaş yavaş kontrol altına aldı ve kaçınılmaz biçimde siyasi olarak belirlemeye başladı. Bu ekonomik süreçte Türkiye’de türeyen işbirlikçiler ceplerini çoğunlukla, yakın bölgelerin, ya da yeni kurulan zayıf devletlerin değil, bizzat bu ülkenin emekçilerin haklarını gaspederek doldurdular. Emperyalizm buna uygun mekanizmalar yarattı. Bu dönemde emperyalizmin zararları emekçilere öncelikle, daha fazla dış borç, daha dışa bağımlı bir ekonomik ve endüstriyel yapı, daha fazla enflasyon-hayat pahalılığı biçiminde ekonomik kayıplar olarak döndü. Bunları kanıtlamaya ve bunlara başkaldırmaya yönelenler olduğu durumda ise, daha fazla insan hakları ihlalleri, daha fazla yargısız infaz, düşünceye ve özgürlüklere getirilen yasaklar olarak döndü. Bu dönemde hala ülkenin kaynaklarının sömürüsü ön planda idi. Emperyalizm, Türkiye’ye basarak ve Türkiye’nin kaynaklarını kullanarak başka ülke ya da bölgelerin kaynaklarını belirleme noktasında değildi .
Kore Savaşı’ndan bahsedilebilir. Türk askeri gitti ve emperyalizmin çıkarları için orada öldü. Türk halkının ekonomik kaynakları ve fiziksel varlığı emperyalizmin farklı bir ülke ya da bölgedeki çıkarı için kullanılmış oldu. Ancak soğuk savaş, ya da iki kutuplu uluslararası konjonktür döneminde emperyalizmin bu politikası çok sınırlı bir biçimde gündeme gelebildi. Emperyalizmin oluşturduğu uluslararası ekonomik ve askeri aygıtların karşılarında birer sosyalist alternatif görmeleri ellerini kollarını bağlıyor ve her istediklerini her an yapabilmelerinin önünde önemli bir engel oluşturuyordu. NATO’nun karşısında bir Doğu Bloğu (eski yaygın deyimi ile Demirperde Ülkeleri) ve Dünya Bankası, IMF gibi kurumların karşısında ise COMECON gibi kurumlar vardı.
Hiyerarşik Emperyalizm
Sosyalist Bloğun çözülüşünden sonra iki kutuplu uluslararası konjonktürün yerini emperyalistler arası çekişme dönemine bırakmasının karakteristiği dünya da paylaşılmayı bekleyen yeni hakimiyet alanlarının ortaya çıkması idi. Emperyalizmin hiyerarşik karekteri bu dönemde alabildiğine açık bir biçimde ortaya çıktı. Emperyalizm yeni hakimiyet alanlarının elde edilebilmesi için yerel unsurlar ile giriştiği mücadelede kendisine bağlı olan coğrafyaların kaynaklarını olabildiği cömertliği ile bu savaşa sundu. Bu alanların getirilerinin ise bir kısmını paylaşmayı kabul etti. Bazı bedeller ödemek konusunda daha açık bir tavır sergiledi. Emperyalist sisteme bağlı ülkelerin işbirlikçileri ise artık kendi ülke halklarının sömürüsünden elde edilen bir değerden, sisteme yeni dahil edilen unsurların emekçi halkının değerlerine el koymaya başladılar. Hiyerarşinin alt basamaklarındaki ülkeler de sistemden kendilerine düşen kemikleri kemirmeye başladılar. Bu kemikler o ülkenin halkının çektiği acıları ve ödediği bedeli karşılayacak mıydı? Kesinlikle hayır. Zaten bu pay o halktan kaçırılanları borç kabul ederek bunun karşılığı yapılan bir ödeme de değildi. İşbirlikçilere soyup soğana çevrilmiş, satın alma gücü yokedilmiş emekçilerin tatsızlaştırdığı iç pazar haricinde alternatiflerin olduğunu göstermek ve “doğru” yolda olduklarına dair güvenlerini tazelemekti.
Türkiye’ye bu bağlamda nereler önerilmedi ki. Genel olarak Ortadoğu’daki rantlar, yeni ortaya çıkan Asya ülkeleri, Kuzey Afrika’daki aç pazarlar ve bizzat Birleşik Devletler Topluluğu ülkeleri. Türkiye buralarda inşaatlar yaptı, dayanıklı tüketim eşyaları ve otomotiv endüstrisi ürünleri sattı, haberleşme sistemleri kurdu vb. Isırabildiğini ısırdı, daha büyük ortaklar devreye girdiğinde ise, petrol boru hatları gibi büyük lokmaları yutamadı.
Hiyerarşik emperyalizm derken tepesinde emperyalist devletlerin bulunduğu ve alta doğru karşılıklı ilişkilerin sözkonusu olduğu bir zincir akla getirilmelidir; ancak aşağıda yer verilen alıntıda iddia edildiği gibi bu zincirin her halkası için emperyalist tanımlaması yapmak çok uygun olmaz.
“Türkiye’nin emperyalist senaryosu, ilk aşamada kuzeyine doğru barışçıl ve güneyine doğru fetihçi olmak durumundadır. … Hiçbir ülkenin yalnızca ekonomik gücüne bakarak ve yalnızca bunu göstererek bir emperyalist ülke sayılması mümkün görünmüyor; bu ülkenin mutlaka bir kez, ülke dışında zorunu göstermesi gerekiyor. … İkinci sınıf bir emperyalist ülke de, eninde sonunda, bir emperyalizmdir; güçlenmesi ve büyümesi halinde üst hegemonyayı dinlememesi büyük bir ihtimal sayılmalıdır. Irak, çok daha sınırlı imkanlarla, Amerika’yı dinlememe şansını denemiş oldu. Bunu daha büyümüş bir ikinci sınıf emperyalist ülkenin tekrarlamasını normal karşılamak gerekiyor.”3 [KÜÇÜK Yalçın]
Bunun yerine söylenebilecek şey, zincirin başına doğru gidildiğinde, ya da piramitin üstüne doğru çıkıldığında emperyalist olma karakterinin arttığıdır.
Emperyalizme karşı daha güçlü ideolojik motifler geliştirmenin gerekliliği
Türkiye’de işbirlikçilerin önüne daha geniş perspektifler açan emperyalizme karşı ideolojik mücadelenin motiflerinin de buna uygun hale getirilmesi gerekiyor. Türkiye’de hakim sınıf, emperyalizmin kendisine sunduğu yeni olanakları, Türkiye’nin, Türk halkının çıkarınaymış gibi göstermekte çok zorlanmıyor. Ülkeden geçecek bir petrol boru hattının, ya da ülkenin topraklarını da içine alan ekonomik birlikteliklerin getireceği zenginlikler konusunda vaatlerde bulunmak, maalesef kitleler nezdinde belli bir inandırıcılık taşıyor. Aynı kitlelere şu ülkenin vesayeti altına giriyoruz, bağımsızlığımız yok oluyor propagandası yaptığımızda “bu ülke ile bu kadar yakın ilişki içine girmesek, cep telefonu, kablolu tv, internet, elektrikli ev aletleri ve özel otomobil gibi yaşam alışkanlıklarını nasıl bu kadar çabuk edinebilirdik” benzeri itirazlar ile karşılaşmamız oldukça mümkündür.
İdeolojik seslenmelerimizin karşılık bulma dereceleri, etkileri konusunda bize bir fikir vermektedir. Sol Türkiye’nin ulusal egemenlik ve bağımsızlığını kaybettiğini her dönem ve yerde tekrar etti durdu. Bu süreçte bu ülkede NATO ve ABD üsleri açıldı. Bunlar uluslararası askeri harekatlarda ancak Meclis kararı ile kullanılabilecek dendi; öyle olmadı. Bizzat komşularımızın toprakları buralardan bombalandı ve komşularımızda yürütülen sözde uluslararası operasyonlara Türk birlikleri verilen bir emir ile koşa koşa gittiler. Kitleler, bağımsızlık bir yana, bu bağlılığı, dünyada çeşitli pazarlıklara girişebilmek, çeşitli işlerin altından kalkabilmek için bir avantaj olarak görmeye alıştırıldılar. Bu bağımlılık, kriz anında kredi ve para, askeri tehdit anında teçhizat ve silah yardımı demekti. Ya uluslararası coğrafi uyuşmazlıklarda ne işe yarardı; bu bağımlılık burada da, güçlü bir lojistik destek ve kulis faaliyeti idi. Masaya oturulduğunda büyük ağabeyin bizi destekliyor oluşu idi. Bütün bunların, bu dünyada bağımsız; ancak yapayalnız oluşumuzdan daha tercih edilebilir bir şey olduğunu kitlelere kabul ettirmek hiç de zor olmadı. Ne uluslararası planda güçlü bir “bağlantısızlar” hareketi vardı ne de dünya emperyalist sisteminin dışına çıkıp da başı göğe ermiş bir ülke. Tam tersine bu sisteme meydan okumaya kalkanların başına bombalar yağıyordu. Önce Irak’ta,sonra Yugoslavya’da, yarın belki dünyanın başka bir yerinde. Üstelik bu ağabey, iç siyasi “sorunlarımızın” çözülmesinde de bize yardımcı oluyor, örneğin Apo’yu bizzat yakalayarak bize teslim ediyordu.
Kitleler : Boğulacak isek büyük denizde boğulalım
O halde başka bir soru gündeme geliyor : “Madem bu sistemin acentası olacağız, neden en iyi ve sadık bir acentası olmayalım?” Türkiye’de hakim sınıflar ve onların ideoloji oluşturma aygıtları ile kitleler bu soruya olumlu yanıt verdiler. Ağabey olarak ABD’ nin seçilmesi, Avrupa’daki çeşitli ülkelerden beklentilerin, örneğin Almanya gibi, sona ermesi ve Avrupa Birliği için, ağabeyin tanımladığı misyonlar bağlamında bir görev çerçevesinin kabul edilmesi böylece tescil edilmiş oldu. Türkiye Avrupa Birliği sürecini bir tehdit unsuru olarak kullanarak, ağabeyi ABD’ den daha fazla ödün koparmak politikasını bir yana bırakarak, Avrupa Birliği içinde İngiltere’nin üslendiği ABD’nin koçbaşı olma misyonunun arkasında durma ve ona destek olma politikasına doğru hızla ilerliyor. Önümüzdeki günlerde AB’ nin içinde ABD’ nin çıkarlarını gerçekleyen bir Türkiye ile karşı karşıya kalma olasılığımız çok güçleniyor.
Anti-kapitalist olmadan anti-emperyalist olunmaz
Emperyalizm bir bütündür. Emperyalizm, kültürden sanata, beslenme biçimlerinden modaya, tüketim kalıplarından düşünce alışkanlıklarına, ekonomik yapılanmadan siyasi yapılanmaya kadar çeşitli tercihler dayatır. Bu alanlarda emperyalizm, kapitalizm, artı mali sermayenin üstünlüğü, tekeller ve çeşitli uluslararası duruşları toparlayan bir bütündür. Bu yüzden anti-emperyalist olmak için kesinlikle anti-kapitalist olmak gerekmektedir. Ülkemizden emperyalistleri kovmak, ama ülkemizde kapitalizmin devam etmesine göz yummayı savunmak tamamen yanlış bir politik hattır. Bu yüzden sadece “Bağımsız Türkiye” savunusu yeterli değildir. Emperyalizme karşı mücadelenin ideolojik yönelimi anti-kapitalizmden kalkan ve anti-emperyalizme yönelen bir doğrultu izlemelidir. Kitlelere neden kapitalizme karşı durmaları gerektiğini öğretmek, onların neden anti-emperyalist olmaları gerektiğini anlatmanın ilk adımıdır.
Anti-kapitalist olmayan anti-emperyalist olamaz; ancak kitlelere sadece anti-kapitalist ideolojik söylemler üretmek de yeterli değildir. Türkiye kapitalizminin, emperyalist sistem ile nasıl içiçe geçtiğini ortaya koyan ve bizzat emperyalizmi de hedef tahtasına yerleştiren ideolojik söylemler daha güçlü ve kapsamlı olacaklardır. Geçmişte ve bugün solun bir bölümünün yaptıkları hata sadece ikinci bölüme giren ideolojik söylemler üretmeleridir. Doğru olan ise ideolojik söylemlerin anti-kapitalizmden kalkan; ancak anti-emperyalist motiflere de muhakkak vuran bir rota ve öncelik sıralaması izlemesidir.
Örneğin, Sosyalist İktidar Partisi tarafından 1997 sonunda yayınlanan “Kamucu Bildirge” öncelik sıralamasında ilk sırayı verdiği anti-kapitalist mücadelenin birçok başlığına değinmektedir : Özelleştirme değil kamulaştırma, piyasa anarşisi değil, merkezi planlama vb. Ancak bildirge bunlarla savaşıldığı takdirde emperyalizmin bu ülke topraklarında elinin zayıflayacağını bildiği halde, ideolojik söylemi ve argümanları bu noktada bırakmayarak bizzat emperyalizmin kurumlarına karşı ilan ettiği savaş ile anti-kapitalist mücadeyi, anti-emperyalist mücadeleye bağlamaktadır. Bildirgenin, emperyalizme bağımlılığa son verilecek, maddesinde şunlar yazılıdır :
“Emperyalist ülkeler ile yapılmış ülkemiz emekçilerini büyük bir borç yükü altına sokan, ülkeyi bağımlı hale getiren bütün siyasi, ekonomik ve askeri anlaşmalar geçersizdir ve tek taraflı olarak feshedilecektir. IMF, Dünya Bankası, OECD, NATO üyeliklerinden çıkılacak, Gümrük Birliği anlaşması feshedilecektir.”4 [Sosyalist İktidar Partisi]
Kitleler neden emperyalizme karşı durmalıdır?
Kitlelere bir an önce içinde bulundukları ekonomik modelin, emperyalizm tarafından geri bıraktırılmış ülkelere dünya çapında dayatılan bir model olduğu anlatılmalıdır. İhracata yönelik sanayileşme adı altında emperyalizm ile tam entegrasyondan başka bir şey olmayan bu ekonomik modelin karakteristik özellikleri, özelleştirme ve faiz-rant ekonomisidir. Bu yüzden “emperyalist ekonomik modellere hayır !” demeliyiz.
Kitlelere bir an önce içinde bulundukları siyasi modelin, emperyalizm tarafından kontrol edilen bir baskı-zor rejimi olduğu; siyasi partiler, seçim, temsiliyet, parlamento vb. teatral görüntüler altında, bu modelin sağından ve solundan askeri darbeler ile desteklendiği, darbelerin örtülü ve açık biçimlere sahip olduğu anlatılmalıdır. Bu yüzden “darbe destekli, emperyalist baskı-zor siyasetine hayır !” demeliyiz.
Kitlelere içinde bulundukları uluslararası sistemin emperyalizmin kendisi olduğu, emperyalizmin çıkarları uğruna dünyanın herhangi bölgesinde bir gün ölmeye zorlanacağı hatırlatılmalıdır. Emperyalizm Türkiye’yi sadece bir kara kuvveti olarak görmemekte; Yugoslavya örneğinde açık biçimde ortaya çıktığı gibi hava, deniz ve kara kuvveti olarak planlarına dahil etmektedir. Kitlelere, bu planlara karşı durmaya çalıştığında, dünkü sadık acentanın yola getirilmesi için başına bombalar yağmasından kurtulamayacağı hatırlatılmalıdır. Bu yüzden “ülkemize emperyalizm tarafından biçilen misyonlara hayır!” demeliyiz.
Kitlelere, emperyalizmin uluslararası sistemi içinde kendilerine dönebilecek en küçük bir dış rantın, diğer ulusların emekçilerinin alınteri ve hakkı üzerinden kaçırılacağı ve kendilerinin rahatının dünyanın yoksul halklarının sırtından devşirileceği anlatılmalıdır. Bu yüzden “emperyalizmin önümüze attığı artıklara-sus paylarına hayır!” demeliyiz.
Kitlelere, emperyalizmin yeniden paylaşım döneminde dünya gündeminin yeni savaşlardan başka bir şey olmayacağı, bu savaşlarda emperyalizmin tarafında bulunmanın sadece askeri özverilerden ibaret olmadığı, bizzat ülkenin ekonomik ve doğal kaynaklarının bu mücadelede hoyratça harcanabileceği unutturulmamalıdır. Bu yüzden “emperyalizmin uluslararası gündemine, savaşlarına, saldırganlığına ve yeniden paylaşımına hayır !” demeliyiz.
Kitlelere, emperyalizmin bu memleketi bir nükleer silah deposuna çevirdiğini, kullanma haklarını kendi ellerinde tuttukları yüzlerce nükleer bombayı stokladıkları anlatılmalıdır. Bu memleketin emperyalizmin istemediği güçler tarafından ele geçirilmesi sözkonusu olursa, ülkeyi baştan başa yakıp yıkacak kara mayınlarının, gizli bir biçimde topraklarımıza gömülü oldukları kitlelere anlatılmalıdır. Bu yüzden “nükleer bomba tehtiti altında ve kara mayınları üzerinde yaşamak istemiyoruz !” demeliyiz.
Bütün ulusal ve kültürel zenginliklere emperyalizmin kültürü tarafından yürütülen saldırının yaratacağı tekleşmenin olası sonuçları, kitleler nezdinde bilince çıkarılmalıdır. Bu yüzden “emperyalizmin dayattığı yoz ve tekleşmiş kültüre hayır !” demeliyiz.
Restorasyon politikalarının emperyalizmin talepleri ile gösterdiği uyum
Türkiye’de başlangıcını “Susurluk Kazası” olarak alabileceğimiz restorasyon politikaları, emperyalizmin Türkiye’ye dayattığı uluslararası misyon ile son derece uyumludur. Ortadoğu, Orta Asya, Balkanlar ve Kuzey Afrika’da at koşturacak; Avrupa Birliği’nde yardımcı koçbaşı olacak ve sözü geçmesi gereken bir Türkiye için daha az siyasi kriz, daha oturmuş bir devlet yapısı ve tamamen IMF ve Dünya Bankasına teslim olmuş olmasına ve hiper enflasyon vb. yapısal özelliklerine rağmen kontrol dışına çıkmayan bir ekonomik tablo olmazsa olmazdır.
Restorasyon kadroları daha az problemli bir ideolojik yapının oluşması için ittifaklarını gözden geçirmektedirler. Buna gerici ideoloji ile hesaplaşarak başlamıştır. Süreci bekletenler ya da yavaşlatanları geri itmiş, operasyonu, uzun süre Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın bile dil uzatmaya çekindikleri Fethullah Gülen’e kadar ilerletmişlerdir. Önümüzdeki dönemde milliyetçi ideolojinin programa uyumunu deneme tahtasına koyan restorasyoncular gerekirse bu konuda da bir töpüleme operasyonuna girişeceklerdir. MHP’nin Gülen’e tam destek vermesi, ya da MHP’li sağlık bakanının Babuna olayındaki ırkçı yaklaşımları bir nitel birikimi başlatmışlardır.
Mevcut hükümet döneminde merkez sağdaki ayrılık problemini çözüp, Demirel’in Cumhurbaşkanlığında bir dönem daha geçirmeye çalışmak, bu sürede de başkanlık sisteminin zemini hazırlamak restorasyoncuların politikaları içinde görülmektedir.
Açıkçası restorasyon politikaları ile Türkiye daha aktif bir emperyalist misyona hazırlanmaktadır.
Emperyalizm ile mücadelenin zaman ve zemini
Emperyalizm ile mücadelenin zemininden yukarıda yeterince bahsetmiş olduk. Sayılan zeminlerden hareket edilerek geliştirilen ideolojik motifler her koldan kitlelerin günlük yaşamına sokulmalıdır; ancak emperyalizm ile mücadelede yakın bir başarı veya yakın bir sonuç isteniyorsa bugün içinde bulunduğumuz uluslararası konjonktürden daha aydınlık bir konjonktüre ihtiyacımız olduğu açıktır. Emperyalizmin bir dünya sistemi inşa etmede neredeyse altın yıllarını yaşadığına tanıklık ediyoruz. Ancak bu durum bize hiç mi avantaj sağlamamaktadır? Bir alternatif yokluğunda iyice pervasızlaşan ve gerçek yüzü iyice açığa çıkan emperyalizmin kitlelerden saklanabilmesi artık daha zordur. Sosyalist Bloğun varlığında operasyonlarını maskelemek ve açıklayabilmek için daha çok çaba sarfeden emperyalizm, artık NATO ve Birleşmiş Milletler kararlarını hiçe sayarak kendi yazdığı hukuka bile uyarmış gibi görünme ihtiyacı duymuyor. Birleşmiş Milletler’in işleyiş ilkeleri dikkate alındığında BM Güvenlik Konseyi’nden karar çıkmadığı takdirde NATO’nun Yugoslavya’ya saldırısının başlaması mümkün değil iken, bu saldırı gerçekleştirilmiştir. Uluslar arası kamuoyu, bazı devletler ve birçok sosyalist-komünist parti bu hayasızlığa dikkat çekmişlerdir. Gücün yarattığı zorun aleyhimize çalıştığı bu dönemde emperyalizmin pervasızlıkları da lehimize çalışmakta ve propaganda çalışmalarımızı kolaylaştırmaktadır.
Pervasızlıklara bir başka, örnek sosyal devlet alanında yaşanmaktadır. İş yasaları açısından en gelişmiş ülkelerden biri sayılan Almanya’da bile soğuk savaşın bitişi ile emekçi kesimlere verilen hukuksal haklar bir bir geri alınmaya başlanmıştı. Ancak emperyalizmin hiyerarşisinin daha alt basamaklarında olan Türkiye gibi ülkelerde bir takım hukuksal haklardan bahsetmek yerine bir sosyal güvenlik sisteminin, emperyalizmin tercihleri nedeni ile çökme noktasına gelmesi ile karşı karşıyayız. Bugün sosyal sigortalar sisteminde emekçilerin aleyhine gerçekleştirilen bütün değişiklikler “emperyalizmin emri ile” ve “IMF gibi emperyalizmin operasyonel kurumlarının dayatmacılığı ile” hayata geçirilmektedir. Emeklilik yaşının arttırılması Türkiye’deki bütün emekçilerin gündemini ne kadar belirliyorsa, kapitalizme ve emperyalizme karşı savaş da o kadar belirliyor denebilir. Sayın Başbakan, IMF’den kesin talimatlar almıştır ve bazı parametreler ile oynamasının mümkün olmadığının açık sinyallerini vermiştir. Bir yandan emeklilik yaşı konusundaki tasarı değiştirilemez derken diğer yandan “bu ülkede işçileri benim kadar düşünen bir politikacı yoktur” diyebilmektedir.
Avrupa ve Türkiye
Emperyalist zincirin ilk halkası olarak ya da hiyerarşik emperyalizm piramidinin en tepesinde Amerika’yı bulacağımız çok açık. Bu durum İkinci Savaş’tan bu yana böyle. Ancak Amerika kendi egemenliğini aşağı doğru yaymak için kendisine en yakın etkinlikteki emperyalistleri farklı bir isim altında örgütlemek zorundaydı. Bu örgütlenmenin adı G8 (Gelişmiş 8 ülke) ya da bazen anıldığı biçimi ile G7 artı Rusya Federasyonu. G7’nin iç yapısına baktığımızda karşımıza birinci seçkin grup çıkar. Bunlar : ABD, Japonya, Almanya, Fransa ve İngiltere’dir. İkinci grup ise Kanada ve İtalya’dan oluşmaktadır. (Buna şu an bir de Rusya Federasyonu eklenmiştir.) Bu örgütlenme içinde Washington’un konumuna muhalefet eden ilk ülke Fransa’dır. Fransa AB (Avrupa Birliği) ni bu konuda seferber etmeye çalışmaktadır. BAB (Batı Avrupa Birliği) yolu ile NATO’ya ve Amerika’nın Avrupa’daki asker varlığına, Euro aracılığı ile dolara ve Fransızcayı ve kendi dilindeki kültür ürünlerini koruyarak Amerika’nın yaygınlaşan kültür etkinliğine Avrupalı alternatifler yaratılması için mücadele veriyor. Bu konuda Almanya’yı da yanına çekerek diğer AB ortaklarını da peşinden sürüklemeye çalışıyor.
Ancak ABD’nin bu muhalefete karşı önemli bir kozu var : İngiltere. 1991 Maastricht Anlaşması ile ortak bir savunma şemsiyesine karar veren ve BAB’ ı oluşturan Avrupa, tekil olaylarda, mutabakata varmış olmalarına rağmen NATO’nun etkinliğini ve hızını kıramadığını gördü. Üstelik NATO’nun genişleme planını da engelleyemedi.
ABD’nin planında, AB içinde kendi egemenliğine muhalefet eden ülkelere karşı bir koz daha var : Türkiye. Sorunlarını kısmen çözmüş bir Türkiye’ye AB içinde önemli görevler düşüyor. Birliğe tam alınmadan, sadece gümrük birliği aşamasında, Türkiye’nin ciddi ekonomik kayıplarını dikkate aldığımızda elbette bu değirmenin suyunun geldiği yeri aramamız gerekiyor. Değirmenin suyu ABD’den gelmektedir.
Türkiye’nin hazırlandığı bu pozisyon, gerçekten bu memleketteki bütün emekten yana güçlere zor günler yaşatacaktır. ABD, bu memleketi gelecekte emperyalizmin en zayıf halkalarından biri olmaktan çıkarmaya kararlıdır. Türkiye’deki sosyalistler, emperyalizm ile mücadelede bu hedefin ortaya koyduğu zorlukları ve tehlikeleri gözardı etmeden, bazı fırsatların uzun bir süre daha karşımıza çıkmayacak fırsatlar oluşuna özen göstererek davranmayı önlerine koymalıdırlar.
Dipnotlar ve Kaynak
- Emperyalizm ve Türkiye, Seçme Yazılar, Emperyalist Sömürü Mekanizması, Patika Yayıncılık, Birinci baskı, Ağustos 1989, Pano Grafik, s.15 (Makale ilk olarak Aralık 1974 tarihli TİB Bülteni’nin 6.sayısından yeralmıştır.)
- Sosyalizm Programı, Gelenek-Dünya Yayıncılık, Üçüncü baskı, Şubat 1999, Kayhan Matbaası, s.9
- Küçük Yalçın; Sol Marksizm, Akış Yayıncılık, Birinci Baskı, Ağustos 1998, s.111
- Kamucu Bildirge, Sosyalist İktidar Partisi, Ağustos 1997, Ilıcak Matbaası, s.12