‘68’in gizli kalmış bir yanı açıklanmamış bir sırrı mı var Konu belki de Türkiye sol hareketinin üzerine en çok laf ettiği başlıklardan birisi olunca akla böyle bir sorunun gelmesi kaçınılmaz. Bugün üzerinden otuz yıldan fazla zaman geçtikten sonra bile kimi temel ayrışmaları ve ideolojik tavır alışlarımızı hâlâ o günkü tartışmalardan çıkan sonuçlardan devraldığımız tarihsel bir dönemden söz ediyoruz. Bunun bir sonucu olarak Türkiye solunun pek çok bölmesi örgütsel varoluşunun bir miladı olarak bu dönemi gösteriyor. Bu dönemin tarihsel önemine dair söylenebileceklerin uzatılabilmesi daha pek çok farklı noktanın belirtilmesi mümkün ve belki de bunlara dair haddinden fazla örnek var.
Bu uzatmalarla orantılı olarak sağlıklı değerlendirmelerin çoğaldığını ya da söylenebileceklerin sınırına geldiğimizi söylemek ise maalesef mümkün değil. Hatta bugüne taşındığı ölçüde üzerine söylenebileceklerin daha da fazlalaştığını ve bu yazının biraz da bu nedenlerle kaleme alındığını da ekleyelim.
Başlarken sol tarih konusuyla ilgili bir eleştiriyi kısa da olsa mutlaka yazmak gerekiyor. Tarihimizi unutmamak onu sahiplenmek tartışmak ve dersler çıkartmak elbette gerekli ama sıkışma dönemlerinde üniversitelerde karşılaştığımız garip bir solculuk türü var ki onu onaylamak mümkün değil. Üniversitelerdeki tartışmalarda “belirli gün ve haftalar devrimciliği” dediğimiz bu tarz topluma seslenebilme kanalları yaratamadığı ölçüde solun neredeyse bütününe yayılmaya başladı.
Bu konuda ihtiyacı olanlara en çok “malzeme” üreten tarihsel kesitin “68” olduğunu ise tartışmaya bile gerek yok. Herhangi bir “68” yazısının içinde üstteki paragraftaki cümlelerin bulunması yadırganabilir. Tersinden düşünürsek yukarıdaki satırlar yazıldıktan sonra “öyleyse nereden çıktı bu ‘68 meselesi” sorusunu sormak durumundayız. Üstelik ‘68 ile ilgili yazılar ya Denizlerin Mahirlerin ölüm yıldönümlerinde yazılır ya da ‘68’in yirminci yirmi beşinci otuzuncu vesaire yıldönümüdür bu gibi yazıların yazılış tarihi…
Sözünü ettiğimiz “belirli gün ve haftalar devrimciliği” en geniş kapsamıyla Türkiye sol hareketinin bugün en önemli sorunlarından birisidir. Bu sorunun daha temel nedenleri mutlaka var ancak onlar bu yazının konusu içinde değil. Diğer taraftan siyasal üretkenliğini belirli bir eşiğin üstünde tutmayı becerenler elbette bu tuzağa düşmekten kurtulmayı da başarabiliyor. Ancak bu tuzağa düşmekten kurtulmak tarihsel değerlerimize sahip çıkmaktan mirasımızı geleceğe taşımaktan geri duracağımız anlamına kesinlikle gelmiyor. Aksine mirasa doğru bir biçimde geliştirici bir içerikle sahip çıkmak bu hastalığın yayılmasının en önemli panzehirlerinden birisidir.
Özelde bu yazıyla ilgili olarak ise şunlar söylenebilir. Birincisi ‘68 hareketi -ayrıca tartışılabilir ama- ağırlıklı olarak bir gençlik hareketi daha doğru bir ifadeyle üniversiteli gençlik hareketi olarak kabul edilir. Sosyalist üniversite öğrencileri kendi tarihlerini hain birer mirasyedi olarak harcama lüksüne sahip değiller ve bu mirası zenginleştirerek geleceğe taşımak görevinin omuzlarımızda olduğunu biliyoruz.
İkinci önemli husus her önüne gelenin kendi kafasına göre bir ‘68 çerçevesi çizmesinin önüne geçme gerekliliği. Ayrıntısı şu: Sadece o yıllarda öğrenci olmak ya da has bel kader o dönemki kimi gençlik örgütlerinden birinde bulunmak hatta mücadeleci bir kimlikle tanınmış olmak; bunların hiçbiri tek başına hiç kimseye ‘68’in resmi temsilcisi sıfatıyla siyaset arenasında boy gösterme hakkı vermez. Bugün bulundukları her alanda ‘68’in mirasını pratik olarak taşıyan ve geliştiren komünistlerin yaşları daha genç olsa da yaşamın içinde hiçbir karşılığı olmayan bir takım “siyasi” çıkışlarla ahkam kesen sözüm ona ‘68’lilerden daha fazla söz hakkı vardır.
Üçüncüsü yıldönümlerine denk gelen değerlendirmelerde ne kadar sakınılırsa sakınılsın duygusal olarak bir “güzelleme” boyutu ortaya çıkıyor en azından eleştirilmesi gereken noktalara dair bir oto sansür eğilimi beliriyor.
Söz konusu olan ‘68 olduğunda ne bir güzellemeye ihtiyaç olduğunu düşünüyorum ne de eleştirileri geri çekmeye.
Fazlalıkları atmak
Şair Sunay Akın bir sohbetinde şimdi adını anımsamadığım bir heykeltıraşla ilgili kısa ama ilginç bir anekdot aktarmıştı. Alanında çok güzel ürünler veren heykeltıraşımıza bu kadar güzel eserleri yapmaktaki sırrının ne olduğu sıkça sorulur. Ünlü heykeltıraş her seferinde bir takım uzun cevaplar vermek yerine oldukça basit ama bir o kadar da güzel bir cevap hazırlar: “Benim yapıtlarım zaten elime aldığım taşın içinde var ben sadece fazlalıklarını atıyorum.”
‘68 ile ilgili yapılacak bir değerlendirmede atılacak ilk adım için bunun çok güzel bir yöntem olduğunu düşünüyorum; özel olarak güzellemeler yazmaya kimi yerleri abartmaya gerek yok fazlalıklarını atmak yeter. Bu yazı fazlalıkları atma uğraşına bir giriş olma niyetiyle kaleme alınıyor.
Fazlalıkları atmaya başlamadan önce kısa bir bilgi vermek gerekiyor. Aşağıda biraz daha ayrıntılı tartışmaya çalışacağız ancak söz konusu olan Türkiye olduğunda yalınlaştırılmış anlamıyla bir ‘68’den söz etmenin siyasi terminoloji açısından çok doğru olmadığını düşünüyorum. Evet 1968 yılı önemli bir kırılma noktası ancak özellikle bizim tarihimiz açısından sadece buraya sıkıştırılmış bir tartışma kesinlikle kendi içinde kısırlıklar taşımaya mahkum bir tartışmadır.
Çünkü; yalın anlamıyla ‘68 daha fazla Avrupa merkezli hareket için kullanılan bir kavram. Söz konusu Türkiye olduğunda hem siyasi hem örgütsel olarak kökleri 1961 yılına kadar inen ve bence 6 Mayıs 1972’de Denizlerin idamına kadar giden süreci bütünlüklü olarak ele almak gerekiyor. Bu kesit içerisinde sadece öğrenci gençlikle sınırlı olmayan toplumun değişik kesimlerini kapsayan yeniden bir siyasal konum tanımlama süreci yaşanmıştır. Bu “uzun” tarihsel kesiti ve geniş toplumsal kesimlerin dinamizmini sadece “68” kavramı ile tanımlamak eksiktir.
Ancak ‘68 yılının bir kırılma noktası olarak kabul edilmesi gerektiğini düşündüğümden ve bu dönemi bütünlüklü olarak tanımlama ihtiyacını da karşılayacağına inandığımdan dolayı “68’li yıllar” tanımlamasının uygun olduğunu düşünüyorum. Bu yazı içerisinde fazlalıkları atarken sıkça kullanılan “68” bunu ifade etmektedir.
1) Pazarlanan ‘68
Kötüler içinden en kötüsünü ya da kötünün iyisini seçmek gibi bir zorunluluğu genelleştirmemek gerekir. Ancak bir başlangıç noktası olarak fazlalıklardan birisinin seçilmesi zorunluluğu var. “Pazarlanan ‘68” ile başlamak en doğrusu gibi gözüküyor. Öncelikle yazının bundan sonraki kısımlarında ele almayı düşündüğüm ‘68 versiyonlarıyla kıyaslandığında en yaygın olarak görünen ‘68 pazarlanan ‘68. Savunucularının yaygınlığının yanına ellerindeki hitap olanaklarının genişliği eklendiğinde en fazla etkili olan yorumlar bu başlıkta toplanabilir.
Peki pazarlanan ‘68 ile neyi anlatmaya çalışıyoruz. Öncelikle pazarlanan ‘68 gibi bir miktar zorlama bir adlandırmanın tercih edilmesinin “terbiye” sınırlarımızla alakalı olduğunu yoksa daha uygun düşebilecek başka pek çok adlandırma yapılabileceğini söyleyerek başlayalım.
Örnekleyerek ilerlemek anlatım açısından kolay olacak. Üniversite öğrencisi olan ve siyasal mücadele yürüten pek çok genç arkadaşımın canını en fazla sıkan tartışmalardan birisinin herhangi bir üniversite hocasının ya da yöneticisinin “Ben de ‘68 kuşağından geliyorum biz neler gördük ama siz de biraz aşırıya kaçmıyor musunuz” ya da buna benzer cümlelerle başlattığı tartışmalar olduğunu biliyorum. Bu tartışmaların can sıkıcı olması söyleyecek bir sözümüzün olmamasıyla ilgili değil elbette. Zaten örneklenen cümleleri ya da benzerlerini kullananların çok büyük bir bölümünün bizim anladığımız anlamıyla ‘68 ile bir ilgisi olmadığını da biliyoruz. Bir şekilde bağ kurabilmiş olanlar ise hepsi “çok özel” gerekçeler ortaya atan ama sonuçta bir şekilde düzene bağlanabilmeyi bir nimet olarak kabul eden insanlar. Ancak her şeyin bir bedeli olduğu gibi düzene teslimiyete doğru yol alışın da bir bedeli var. Düzen tarafından ödüllendirilmelerine karşılık olarak sunduklarıyla bunun bedelini fazlasıyla ödedikleri ise yeterince açık. Bize dönük aşırılık uyarılarını ise ödemeye çalıştıkları borcun küçük birer parçası olarak görüyoruz. Bunun dışında bir anlam yüklenmesi mümkün değil.
Bu kesim tarafından ortaya atılan en önemli iddialardan birisi ‘68’in üniversite öğrencilerinin “masum talepleri” ile başladığı ancak sonrasında siyasi rant elde etmek amacıyla bir takım güçler tarafından kullanıldığı iddiası. Biraz daha ileri gidenler ülkeyi bölmek ve kaosa sürüklemek için bunları kullanan “dış güçler” olduğundan bahsediyorlar.
Önce bugüne yansımalarından başlayalım daha doğrusu buradan verilmek istenen siyasal mesajdan. En kısa biçimde söylersek üniversite öğrencilerine “Üniversitenizde veya ülkenizde bir takım sorunlar olabilir siz de bu sorunlara karşı tepki duyabilirsiniz ama sakın hareket etmeyin çünkü karanlık güç odakları tarafından kullanılabilirisiniz” uyarısı yapılıyor. Böyle özetlendiğinde bunun acemice oynanan bir oyun olduğunu görmek çok kolay. Ancak bu basitliğe rağmen benzeri art niyetli manipülasyonların etkilerini göz ardı etmemek gerekir. Sol içinde bile buna inananlar olmakta üniversitelerdeki kimi siyasi örgütler de çalışmalarının merkezine “öğrencilerin kendi gündemleri” dışında başka başlık koymaya çekinmektedir.
Peki ‘68’de gerçekten “masum taleplerin” bir payı olmadı mı Evet kastedilen üniversitelerin yapısı yönetimi ve eğitimin içeriği ise -en azından başlangıç aşamasında- bunların bir payı olmadığını söyleyemeyiz.
Ancak bunun ötesinde görülmesi gereken pek çok nokta var. Örneğin bu hareketin oluşumuna öncülük eden insanların çok büyük bir çoğunluğunun ülkedeki siyasal gelişmelerin ve düşünsel tartışmaların sonucunda -bütünlüklü olarak temellendirmekte kimi eksikleri taşısalar da- sosyalizm safını seçmiş olduklarının altını kalınca çizmeliyiz. Bu tercihten sonra “siyasal bir içeriği olmayan sorunlar” ya da “masum talepler” demek doğru olmaz. O güne kadar siyasi gözlüklerle değerlendirilememiş olan sorunları siyasi nedenleriyle beraber ortaya çıkartarak bunların genel siyasi atmosfer içerisinde tartışılmasını sağladıklarını söylemek ise elbette mümkün. Dolayısıyla ortada “masum” talepler olabilir ancak bunların düzenle ilişkili olduğu göz ardı edilmemelidir.
Pazarlamacı ‘68 cenahının siyasal olarak söylediği pek çok şey aşağı yukarı aynı niyeti taşıdığı için siyasi söylemlerini daha fazla ayrıntılandırmanın anlamı yok. Ancak bu kesimin ‘68’i basit öğrenci talepleri vurgusuyla bugüne taşımasının gerekçelerinin bir miktar daha açılmasında fayda var. Kendi adıma bir şekilde bu hareketin içerisinde yer almış hiç kimsenin bu hareketlerin bir takım bilinmez güçler tarafından siyasallaştırıldığını samimi olarak düşünebileceğine inanmıyorum.
Ancak bu tarz değerlendirmelerin bir takım siyasi güçlerin işine yaradığı düşünüldüğünde bugün benzeri argümanları kullananların söylediklerinin gerçekten “bir takım karanlık güçlere” ve “dış mihraklara” hizmet ettiğinden kuşku duyulmamalıdır. En fazla önemsenmesi gereken de budur.
Yıllardır burjuva siyasetinin iğrençlikleri gözler önüne serildikçe siyasetten politika kavramından nefret eder hale gelmiş geniş toplumsal kesimler için işin içinde politika varsa her şey kötüdür demek kolaylaşmıştır. Bunu önemsemeliyiz; çünkü bu şekilde sosyalist siyaset de el çabukluğuyla aynı potanın içinde eritilmek isteniyor. Bu durumu biçare kalmış olmalarıyla açıklamak gerekir zira bunun dışında yapılabilecek tek şey öne sürülen taleplerin haksızlığını ispatlamak olacaktır ki bu her geçen gün daha da zorlaşmaktadır. En kolayı en fazla inandırıcılığı olanı “Politik olan her şey kötüdür” önermesini sunduktan sonra “Politikaya bulaşmayın” demektir.
Diğer yandan sık sık tartışılan bir başlıkla ilgili olarak “Aslında anlatıldığı kadar da önemli bir olay değildi” denmesi de önemsenmelidir. Bunun dolaylı olarak sosyalist siyaseti önemsizleştirmek ve ‘68’i sosyalist siyasetin dışında konumlandırmak gibi bir amacı taşıdığını eklememiz gerekiyor.
Bu masum talepler edebiyatını en fazla dillendirenlerin ‘68’in dönekleri olduğu düşünüldüğünde atlanmaması gereken bir boyut da bu kesimin günah çıkartma dertleridir. Bize dönük bir küfür içermeden yapabilseler hiç bize ait olmayan bir şey yapıp “Bize dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” bile diyebiliriz ama günah çıkartma faaliyeti sosyalizme ve sosyalizmin değerlerine dönük bir küfür içermediği sürece bir anlam ifade etmiyor. Dolayısıyla çenelerini kapatmak gibi bir görev de bize düşüyor.
Pazarlanan ‘68 alt başlığında ele alınabilecek bir diğer nokta da herkesin kendisini ‘68’li saymasıdır. ‘68’de üniversitede olan fakat o yıllarda bile siyasal tercihini gerici örgütlenmelerden yana yapan pek çok ismin dönem dönem piyasaya çıkıp “Ben de ‘68 kuşağındandım” demesi bir yanıyla bir kirlenme yaratırken diğer yandan bir itiraf olarak okunabilir. Örnek olarak aklıma gelen isimlerden Hasan Celal Güzel’in sağcı Hür Düşünce Kulübü’nün başkanı İlhan Kesici’nin ODTÜ’de Ülkü Ocağı Başkanı olduğunu bir yerlerde okuduğumu hatırlıyorum. Buna rağmen bunlar ve daha pek çok köşe yazarı kimi üst düzey bürokrat kendisini ‘68 kuşağından ilan ediyor. Bu isimlerin kimlikleri düşünüldüğünde böyle bir sıfatı ne için kullanmak isteyecekleri sorusuna verilecek cevap bellidir. O yıllarda ‘68’in tam karşısında konumlanan bu isimler ‘68’in bugün hâlâ varolan sempatisini ve ‘68’e dönük ilgiyi kullanmak için ‘68’li olmak zorunda kaldılar. ‘68’in önemli olduğunu itiraf etmiş oldular.
Pazarlanan ‘68 içinde değerlendirilmesi gereken son grup bugün için en geniş anlamıyla kullanırsak “solun içinde” kabul edilen kesimlerdir. 12 Mart ve daha fazla da 12 Eylül döneminin sarsıntıları sonrasında hâlâ bir şekilde solda kalmayı başarmış ve belki de bir kısmı “örgütlü” bir kısmı mücadeleyi sürdürebilecek bir adres bulamamaktan sıkıntı duyan bu kesimlerin ellerindeki en önemli kozlardan birisi büyük bir rüzgarın içinde önünde veya arkasında yer almış olmalarıdır. En azından kendilerini bilinçli olarak teslim etmeme yolunu seçmiş olmalarına rağmen bu kesim siyasetin hızlı akışı karşısında konum belirleme sıkıntısını yaşıyor. Bu durumda yapılabilecek tek şey bir dönem için sergiledikleri pratiğin zengin deneyimlerini uzun bir zamana yayılan değerlendirmelerini de içine katarak çevrelerine yaymak. Buraya kadar olan kısmı zararsızdır.
Bir adım ötesi kendi konumunu realize etmek için bugünkü sosyalist siyasal mücadeleyi ve siyasal sürece dönük her türlü müdahale çabasını küçük görmek ve bir şekilde eleştirmek ihtiyacı hissetmek şeklinde vücut buluyor. Bunun açık ifadesi “geçmişin gölgesine saklanmak” şeklinde olur ki ununu eleyemeden eleği asmış olmak tam bu durumu ifade etmektedir. Elini taşın altına sokmadan eleştirmekle yetinmenin ses kirliliği dışında bir anlamı yoktur. Ses kirliliği yaratmanın ‘68 ile bir ilgisi olduğunu ise sanırım söyleyemeyiz.
2) Avrupai ‘68
Doğudan batıya kuzeyden güneye çok geniş bir coğrafyada ‘68’den söz edilir. Bu kadar geniş bir coğrafyada kendinden söz ettiren bir hareketi incelerken doğal olarak oldukça farklı boyutlarda ele almak mümkün. Ancak coğrafya biliminin yanına siyaset eklendiğinde tartışılan ilk başlık bu hareketin doğmasında uluslararası dinamiklerin mi yoksa yerel dinamiklerinin mi ağır bastığıdır. Ya da ortada bir sentez mi var
Yazının bu bölümü bu soruya bütünlüklü bir cevap verme iddiasında değil. Ancak geniş bir coğrafyada ortak bir isimle anılan bu hareketin en fazla öne çıkan bölmelerinden birisi Avrupa ‘68’i. Burada özel olarak ele alınması gereken ise Türkiye’de yaşanan ‘68 ile Avrupa ‘68’i arasında zorlama olduğunu düşündüğüm ortaklıklar iddiası ve Türkiye’deki özgünlükleri yok sayma çabaları. Giriş bölümünün sonunda kısaca değindiğimiz ayrımı bir kez daha yineleyelim ve böyle bir ayrımı gerektiren nedenleri ortaya koymaya çalışalım.
Avrupa’da yaşanan süreç yalın anlamıyla bir ‘68 iken Türkiye’de farklı toplumsal kesimlerin yeniden konumlanmasını da kapsayan geniş anlamıyla bir ‘68 yaşanmıştır. Yalın kullanımıyla ‘68’in ideolojik olarak bir dönem Marksizm’den etkilendiği söylenmekle beraber hareketin bütün olarak Marksizm’in içine yerleştirilmesinde ciddi sorunlar vardır. Avrupa’daki hareket ideolojik gıdasını daha ziyade “Marksizm’in eleştirilmesi”nden almıştır. Bunun bir sonucu olarak da kimi Marksizan diyebileceğimiz renkler taşımakla beraber daha ziyade düzenin çarpıklıklarına dönük tepkisel bir karşı çıkıştan ibarettir. Dönem dönem öne çıkan kimi söylem ve sloganlarıyla değerlendirildiğinde oldukça radikal ya da sol denilebilecek görüntüler sunduğu açık. Bu açıklığa rağmen tanımlanan mücadelenin mantıksal sonuçları bütünsellikten yoksun bir eleştirellik hatta daha doğru bir ifadeyle salt tepkiyle sınırlıdır.
Bu söylenenlerin ideolojik zemininin oluşum sürecini anlamak için daha genel anlamıyla Avrupa kapitalizminin o yıllardaki yönelimlerine bakmak gerekiyor. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından özellikle Batı Avrupa’da refah devleti uygulamalarının da gündeme geldiği bir iktisadi genişleme dönemi yaşanmaktadır. Ancak kapitalist işleyişin genel yasaları her zamanki gibi iş başındadır. İktisadi genişleme bir taraftan refah devleti uygulamalarıyla karşılanırken diğer uçta tekellerin denetiminin artması gibi sonuçlar verir. ‘68’in hemen ardından gelen dönemin dünya kapitalizminin en büyük bunalımlarından birisi olarak kabul edilen 70’lerin kriz dönemi olduğunu ekleyelim.
“Savaş sonrası Avrupa’sı ve onunla birlikte Fransa gerçekten görkemli bir kalkınma atılımı gerçekleştirmişti. Ne var ki bu büyüme iki ayrı Fransa ortaya koymuştu. Sanayisi ve ileri teknolojisi ile ekonomik Fransa ve eski değerleri ile geleneksel davranış biçimleri kurumsal ve insansal ilişkileri ile toplumsal Fransa. Mayıs ‘68 ekonomik Fransa’nın toplumsal Fransa’yı silkeleyip hizaya getirmesi yeninin eskiye zorla boyun eğdirmesidir.”1
Çizilen çerçevenin pratik siyasal dile tercümesi genel olarak bir denge durumunun savunucusu olan orta sınıfların kendi konumlarının da sarsılabileceği kaygısıyla tepki üretmesidir. Ortaya çıkan bu tepkiler küçük burjuva bir karakter taşıyordu ve işçi sınıfının tepkisiyle buluşamadı. İşçi sınıfı tepkisiyle buluşamayan bir hareketin düzenin temellerini sarsabilecek bir enerji ortaya çıkarması mümkün değildir. Bunların toplamında siyaset yasalarının gereği “geniş Avrupa demokrasisi içinde kendisine bir yer bulabilmiş” hatta “düzenin kendini yeniden yapılandırmasında kullanılmış bir hareket” gerçeği ile karşılaşıyoruz. Avrupa’da 1968 yılında gerçekleşen öğrenci eylemlerinde öğrenci lideri sıfatını alarak ün yapan isimlerin pek çoğunun bugün siyasal olarak liberalizmi aşamayan bir eksende konumlanıyor olmalarının açıklaması da buradadır.
Bu verilerin doğurduğu en önemli sonuçlardan birinin altının tekrar çizilmesi gerekiyor; Avrupa ‘68’inin işçi sınıfı dinamizminden mümkün olabildiği kadar uzak bir noktada konumlanmış olduğu gerçeğinin. İşçi sınıfının yadsınması onun yerine bugün artık moda haline gelen tanımla söylersek “yeni toplumsal hareketler”in merkeze oturması paralellik taşımaktadır. Çiçek çocukları tanımlamaları hippi kültürü cinsel özgürlük söylemleri ve cinsiyet ayrımına karşı tavır alış yeşiller hareketi feminizm ve bunlar gibi tekil sorunları merkeze alan örgütlenmelerin bugünküne benzer ilk oluşumlarının miladı ve doğduğu coğrafya için 1968 yılına ve Avrupa’ya bakmak yeterlidir. Küçük bir parantez açarak bu verilerin bugüne baktığımızda “yeni toplumsal hareketler”in peşinde koşanların işçi sınıfı gerçeğinden uzaklaşmasının doğallığını göstermesi açısından da öğretici olduğunu belirtelim.
Yine benzer bir kökene sahip olan iktidar düşmanlığı (ya da iktidar kaçkınlığı) anti-otoriterizm hiyerarşi karşıtlığı gibi birbirine yakın anlamlarda kullanılan anarşizan söylemlere ayrıca bakmamız gerekiyor. Ayrıca bakmamızı gerektiren en önemli şey bu başlıkların sınıf perspektifiyle ele alınmadığı zaman vardığı sonuçların vahametidir. Bir üst paragrafta sıraladığımız siyasal kimliklerin önemli bir bölümünde en azından son kertede aşağı yukarı aynı misyonu üstlenmiş olsalar da; son sıralananlar açıktan sosyalizme karşı durmanın teorik gerekçeleri olarak sunulmuşlardır. Bu kavramların sıkça kullanılmasının ardından “Marksizm’e dönük eleştirel değerlendirme” kisvesiyle Marksizm karşıtı bir ideolojik cephe oluşmuş ve pratik olarak başta Sovyetler Birliği olmak üzere tüm reel sosyalizm deneyimlerine karşı bir konumlanmayı doğurmuştur. Biraz çubuk bükerek söylersek neredeyse bütün zorunluluklara karşı bir isyan içinde olduğunu söyleyen bu hareketin üzerinde anlaşabildiği tek zorunluluk reel sosyalizm deneyimlerini cepheden eleştirmek olmuştur.
Bugüne atıfta bulunma ihtiyacının bir sonucu olarak küçük bir paranteze ihtiyacımız var; kimi sol çevrelerde gördüğümüz kapitalizmden çok reel sosyalizm deneylerini eleştirme hastalığının da bu yıllardan bir miras olduğu söylenebilir.
Hem Avrupa ‘68’inin hem bugün aynı yönelimdeki hareketlerin düzenin içine doğru bu hızda akmasının ve arkalarında da sosyalizan bir miras ya da ciddi bir hareket bırakmamalarının en önemli nedenlerinden birisi budur.
Reel sosyalizm düşmanlığının teker teker ülkelerdeki somut karşılıklarından birisi o ülkelerdeki geleneksel komünist partilere karşı sergilenen tutumdur. Bu yıllarda Avrupa’nın farklı ülkelerinde bulunan geleneksel komünist partilerin yapıları ve aldıkları konum incelendiğinde pek çok eksiklik barındırdıkları ve yanlış adımlar attıkları görülecektir. Avrupa’daki komünist partiler özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında geleneksel solun en önemli mayası olan bolşevizasyonu yaşayamamış olmanın sonuçlarını yıllar geçtikçe daha acı olan boyutlarıyla zaten ödediler. Kökenleri o dönemdeki tavırlarında bulunabilecek yönelimlerinin bugün için sürüklendikleri durum bu tartışmayı bir yerden sonra farklı boyutlara taşır. Ancak işçi sınıfını görmeyen hatta bilinçli olarak dışarıda tutarak bunun yerine “yeni toplumsal hareketler” adı verilen bir “dinamiği” yerleştirmeye çalışan bir siyasal çizgiyle işçi sınıfını merkeze alan bir siyasal hareket eksikleri olmasa da bütünüyle uyuşamazdı saptaması kesinlikle doğrudur. Eklenebilecek tek şey güçlü bir komünist hareketin bu tarz siyasal hareketleri işçi sınıfı siyasetinin ekseninde doğru bir rotaya çekebilme şansının olduğudur. Böylesi bir durumda bile hareketi bütün olarak yönlendirmenin mümkün olamayacağını ancak ideolojik bir saflaşmanın daha doğru bir zemin üzerinden gerçekleşmesinin komünistler açısından pozitif sonuçlar vereceğini söylemek gerekiyor. Avrupa’daki geleneksel KP’ler tarafından bunun için bir çaba sarf edilmediği yeterince açıktır…
Bu tabloda ifade edilmeye çalışılanlardan çıkartılması gereken Avrupa ‘68’i ile bizim ülkemizdeki ‘68 arasında kurulacak kimi bağlantıların zorlama olacağıdır.
Örneğin son başlıkta söylenen Avrupa’daki geleneksel KP’ler ile ‘68 hareketi arasındaki ilişkiyi Türkiye’de Türkiye İşçi Partisi (TİP) ile gençlik arasındaki ilişkiyle yüzeysel olarak benzetebiliriz ancak kayda değer farklılıkları olduğunu düşünüyorum. Öncelikle Türkiye’de üniversitelerde doğan hareketin yaratılmasında rol oynayan gençlerin neredeyse tümü TİP üyesi veya sempatizanı olan gençlerdir. Hareketin yükselme dönemlerinde gençliğin Milli Demokratik Devrimciliğin (MDD) yarattığı rüzgar ve TİP’in kimi yanlış tutumları nedeniyle TİP’ten kopmuş olması ise dikkat edilirse sorunların bütünsel ve siyasal olarak ele alınmasından bir kaçış değildir. Gençlik TİP’ten koptuktan sonra da yayınladığı neredeyse tüm bildirilerde “halkımıza” ve benzeri başlıklar kullanmış ve -yine ayrıca tartışılabilir ama- “parti”yi örgütleme çabası sergilemiştir.
Yazının bu kısmında MDD sapması bizi ister istemez üzerine bir kaç laf etmeye zorluyor. Özellikle bugüne taşınan mirasta kendisini daha baskın bir biçimde hissettiren genel bir parti düşmanlığının da önemli ölçülerde MDD’ciliğin mirası olduğu düşünüldüğünde… Ancak bu zorlamaya rağmen MDD üzerine bir teorik tartışmanın yazının amaçları açısından bu noktada faydalı olmaktan ziyade dağıtıcı olacağını düşünerek tartışmayı ertelemeyi tercih ediyorum. Kaldı ki “Akşam Sosyalist Devrimci (SD) yatıp sabah MDD’ci kalkılan” bir dönemin teorik tartışmaların hakkının verilerek yapılmasının sonucunda yaşanmadığı açık. O dönemde böyle bir yönelim içine girilmiş olmasını Marksizm’in Türkiye’ye yeni girmiş olması nedeniyle teorik olarak oldukça sığ bir konjonktürün yaşanıyor olmasının bir ürünü olarak değerlendirmek taraftarıyım. Bunun bir uzantısı olarak tarihsel bir bakıştan ziyade güncel gelişmelerin rüzgarıyla yaşanan bir savrulma ile karşı karşıya olduğumuzu da söyleyebiliriz.
Reel sosyalizm deneyimlerine karşı takınılan tavır meselesinde de Avrupa ‘68’inden oldukça farklı bir yönelim yaşandığı yeterince açıktır. En azından TİP’ten kopuş yaşanan dönemde hiyerarşi düşmanlığı anti-otoriterizm gibi kavramların hiç kullanılmadığını görmek gerekir. Türkiye’de ‘68 belki de gereğinden fazla dünyadaki diğer devrimci kalkışmaların önemsendiği hatta özellikle Çin ve Küba devrimlerinin bire bir model alındığı örneklerin yaşandığı bir dönemdir. Tüm teorik eksiklerine rağmen hiçbir zaman açıktan sosyalizm düşmanlığının uç vermemiş olması ise önemlidir.
Buraya kadar söylenenler Türkiye ile Avrupa arasındaki en önemli farklılıklar şimdilik kapatalım. Fakat sadece şimdilik zira Avrupa ‘68’inin eleştirilmesine doğru çubuk bükerken Türkiye ‘68’inin kimi eleştirilmesi gereken noktaları doğal olarak geri planda kaldı bu eksikliği yazının ikinci bölümünde ‘68’e bakmak bahsinde ele alalım.
3) Liberal ‘68
Yukarıda kısaca çerçevesi çizilmeye çalışılan Avrupa ‘68’i özellikle ‘68’in yirminci yıldönümünde 1988 yılında çıkan kimi yayınlarda tartışmaya açıldı. Türkiye ile ortaklıklarının daha ısrarlı vurgulanmaya başlandığı dönem de anlaşıldığı kadarıyla aynı yıllar. Bu veriyi biraz ihtiyatlı değerlendirmek gerekiyor. Tek bir örnek bu ihtiyatı anlamlandırmak için yeterli. Murat Belge 1988 yılında “68 ve Sonrası Sol Hareket” başlığı ile kaleme aldığı bir yazının içinde “Bugün Garbaçov önemli bir umut ışığı Sovyetler Birliği için”2 cümlesini kullanıyor. Biliyoruz Garbaçov’un ardından Sovyetler Birliği kalmıyor.
Liberal ‘68 yorumlarının geleneksel solun ağır bir darbeyle sarsıldığı bir dönemde daha fazla yaygınlık kazanması elbette tesadüf değil. Geleneksel sol karşıtlığı ile kimlik kazanan yeni solun bu dönemde topyekun bir saldırıya geçtiğini ve fırsatını yakalamışken geleneksel solu yargılama ve mahkum etme şansını kendince en iyi biçimde kullandığını söyleyebiliriz. Bu düşüncenin kısa bir dönem içinde bile olsa prestijinin yükselmesinde geleneksel solun da yeterince gelişkin yanıtlar üretememiş olmasının etkisi var. Bu yanıtlar ideolojik alanda boşluklar bıraktıkça liberal önermeler üretimi vites yükselterek yol almaya devam ediyor.
Bir üst başlıkta Avrupa ‘68’i için söylediklerimizin hemen hepsi liberal ‘68 yorumcularının Türkiye’ye de taşımak için çaba sarf ettiği görüşlerdir ancak eklemelerde bulunmak daha doğrusu bir takım fazlalıkları daha dışarıda bırakmak gerekiyor. Çünkü kimi liberal solcularımız Avrupa ve Türkiye arasındaki farklılıkları kabul etmelerine rağmen değerlendirmelerinde Avrupa ‘68’ini merkeze alarak bu eksende Türkiye ‘68’inin kendilerince eksiklerini ortaya koymaya çalışıyorlar.
Ertuğrul Kürkçü’nün yaptığı değerlendirmeyle kimi kastettiğini tam olarak bilmiyorum ancak benim burada açtığım liberal ‘68 ve bir alt başlıkta ele alacağım Kemalist ‘68 değerlendirmelerim için önemli olduğunu düşündüğüm bir vurgusu var aktarıyorum:
“Ne yazık ki 1968’in gerçekte nasılsa öyle anlaşılmasının en çok 1968’den bugüne kalan bugün hayatta olmayanlarla aynı kuşaktan gelenlerin imgelerinde 1968’i bugünkü varoluşlarını meşrulaştırmayı kolaylaştıracak bir biçimde bir yandan sıradanlaştırıp bir yandan yüceltmeleri önlüyor.”3
Bu değerlendirmeyle birlikte düşünüldüğünde 1988 yılında başlayan tartışmalarla Türkiye ‘68’i ile Avrupa ‘68’i arasında bağlantılar kurmanın en temel gerekçesi de kolayca ortaya serilebiliyor. Türkiye’deki liberal solcular kendi çizgilerini daha kolay savunabilmek ve ortaya attıkları tezlerin ikna gücünü artırmak için aradıklarını Türkiye’de yaşanan ‘68’de bulamayınca Avrupa ‘68’i ile arasında bir takım bağlar kurmayı zorlamış ve oradaki kimi sapmaları belki de daha fazla geliştirerek Türkiye’ye taşımayı tercih etmişlerdi. Mesela Aydın Engin’in 1998 tarihli şu cümlesi sanki tam istediğimiz türden bir örnek sunmak için yazılmış: “1989 sonbaharında Berlin duvarını Mayıs 1968’de toprağa serpilen tohumlar yıktı.”4
Aydın Engin’in bu yorumunun gerçek olup olmadığını tartışmaya ne yerimiz ne de zamanımız var ama bir şeyi yazmak istiyorum eğer böyle olduğunu kabul edeceksek tanımlanan bu ‘68’in karşısında olmak konusunda tereddüt etmemek gerekir. Özellikle Avrupa ‘68’inin reel sosyalizme karşı konumlanışından yola çıkarak yukarıdakine benzer pek çok değerlendirme yapıldığı biliniyor. Buradaki niyet düzene karşı başkaldırma pratiğini de kapsayan ‘68 hareketinin her şeyden bağımsızlaştırılmış bir özgürlükçülük anlayışı ile tanımlamaya çalışmak. Her şeyden bağımsızlaştırılmış bir özgürlükçülük kendisini Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla tatmin edebiliyor.
Ancak özellikle Türkiye ele alındığında her şeyden bağımsız bir özgürlükçülük perspektifi içine yerleştirilecek bir ‘68 mücadelesi kesinlikle söz konusu değildir. Bizim sahiplenmeye ileriye taşımaya çalıştığımız ‘68 özgürlükleri savunan ancak gerçek bir özgürlüğün nasıl kazanılabileceği konusunda bütünlüklü bir fikri olanların hareketi olarak tanımlanmaktadır. Bu tartışmalarda altı ısrarla çizilmesi gereken bir nokta da bu. Bunu anlayamamasına üzüntü duymasına rağmen itiraf eden liberallerimiz de yok değil.
“Evet ‘68 bizler için batıdakilerden farklı oldu. Onlar Stalinizme en ağır darbeyi vururken bizler Parti’nin ne yüce bir kurum olduğunu yeni anlamaya başlıyorduk. Batıda Leninizm’in defteri kapatılırken bizler ‘Ne Yapmalı’ sorusunun cevabını el kitaplarında arıyorduk. ‘68 Ağustosu’nda Çekoslovakya’nın işgali Sovyet totalitarizmini suçüstü yalnız bırakırken bizler bu ‘müdahaleyi’ anlamlı kılmanın yollarını aradık.”5
Güncel olduğu için bir miktar ana konudan sapmak pahasına Sovyetler Birliği’nin Afganistan’daki ilerici güçlere desteğine karşı çıkmadığımızı da yazayım ve ne de güzel yapmışız diye ekleyeyim. Salt özgürlükçüler Afganistan’da Sovyet yardımına karşı gerici çeteleri desteklediler ve bugün gelinen noktada dünyanın başına nasıl bir karanlık musallat ettiklerini yaşayarak görüyoruz. Gerçi emperyalizm açısından bölgeye yerleşmenin bahanesi olarak yine de işlevli oldular ama acısını dünya halkları çekiyor.
Alıntı yaptığım noktadan tekrar ana konumuza dönersek çok kısa olarak şu söylenebilir “bunlar nasıl yapılır” denilenler yapılmasaydı Türkiye’de de ‘68 hareketi düzenin içinde kolayca konumlandırılabilecek sosyal demokrat ya da reformist bir hareket olurdu. Tam da bunlar yapılmadığı için bu hareketin içinden gelen pek çok insan farklı kulvarlara yönelirken ya da “birey” olduğunun farkına vararak düzene teslim olurken ‘68 hâlâ devrimci sosyalist bir içerikle anılabilmektedir.
“Birey olduğunun farkına varmanın önemi.” Dönekliğin düzene teslim olmanın meşrulaştırılmasında en fazla kullanılan temalardan biri bu oldu. Liberal ‘68 yorumlarının bire bir bunun için üretildiğini söylemek teorik olarak biraz zorlama olur. Fakat dönekliğini meşrulaştırmak için teorik kılıflar arayanlara oldukça fazla olanak sunan tezler olduğunu söyleyebilme ve deneysel olarak gözlemle şansımız var. Öte yandan bizzat döneklerin ‘68 yorumlarında da liberal ‘68 gibi bir kavramının oluşumunda önemli katkılar sunduğunu ekleyebiliriz.
Liberal ‘68 ve döneklik arasındaki bağlantıları basitçe sıralamak gerekirse ilk akla gelenler şunlar oluyor. Birincisi; bence ‘68’in en önemli ayırt edici taraflarından birisi mücadeleci bir kimliktir. Liberal ‘68 yorumlarında bunun yerine öne çıkan sonuçta olabileceklerle yetinmeyi öneren bir eğilimdir. İkincisi uzatmadan söyleyeceğim en temel savunusu biraz önce tartıştığımızı özgürlük meselesi ile somutlanan siyasal temaları sınıflar üstü bir içerikle ele alma hastalığı. Üçüncüsü; siyasal değerlendirmeler salt analizci bir yöntemle ele alınmakta bir konum belirlemekten ısrarla kaçınılmaktadır. Konum belirlenmediği sürece kavganın bir tarafı olmak mümkün olmuyor. Seyircilik ile sınırlı bir konum alma bir süre sonra siyasetin dışında konumlanmayı getiriyor.
4) Kemalist ‘68
‘68’in liberal sivil toplumcu ön ekleri için 1988 yılında 20. yıldönümü tartışmalarını bir başlangıç noktası olarak kabul etmiştik. ‘68’in Kemalist versiyonu tartışmasında ise -başlangıç için olmasa da- seslerin daha duyulur olarak çıktığı tarih olarak 1998 yılında otuzuncu yıldönümü arifesinde başlayan tartışmaları ele alabiliriz. Liberal ‘68’de olduğu gibi Kemalist ‘68 yorumlarında da sahiplerinin bugünkü konumlarını meşrulaştırmak için ortaya sürdükleri tezlerin bir toplamı özetlendiğinde tablo anlaşılır hale geliyor. Kemalist ‘68 yorumlarının 1998 yılında parlatılmasında Türkiye’nin bizim restorasyon dediğimiz sürecin içinde olmasıyla doğrudan bir ilişkisi olduğunu eklemeye bilmem gerek var mı
Açıkça yazmalıyız ki Kemalist ‘68 somut olarak restorasyona soldan destek verilmesinin tarihsel dayanaklarından birisi olarak sunuldu.
Bunu tartışmasız reddediyoruz. Tartışmasız reddettiğimiz burjuva siyasal alanda sola figüranlık rolü için ‘68’in kullanılmasıdır. Ancak bu ‘68’i gerçeklikten kopuk değerlendirmemizi gerektirmez. ‘68’in farklı okuyucuları ve yorumcuları arasında kimi olgulara gözleri kapatmak ve üzerinden geçmek olsa da bilimsel sosyalist bir değerlendirme olguları silemez. Olguları silmez ancak daha önemlisi gerekli gördüğünde teorik ve pratik olarak aşmaktan kaçınmaz.
Öncelikle “68’in Kemalizm belirlenimli bir hareket olduğu” saptamasıyla başlayalım. ‘68’in tümüyle Kemalizm’den bağımsız olduğunu söylemek elbette mümkün değil ancak Kemalizm bugünkü ‘68 değerlendirmesinde en başa çıkması gereken bir başlık hiç değil.
Kemalizm’den bağımsız olmaması ile ilgili birkaç neden sıralanabilir: Birincisi ‘68’i doğuran tarihsel koşullardır. Türkiye’de cumhuriyet döneminde ‘68 öncesi ilk muhalif gençlik hareketi 1960 tarihini taşır ve 27 Mayıs arifesinde gerçekleşmiştir. Somut olarak 28-29 Nisan Direnişleri ve 555 K Eylemleriyle bilinen hareketin bütünlüklü olarak düzeni sorgulamadığı da genelde kabul görüyor. 27 Mayıs öncesi gençlik hareketleri daha ziyade “devleti ele geçiren gerici bir zihniyet” diye tanımlanan bir düşmana karşı devleti kurtarma çabası içindedir. O günlerin siyasal yelpazesi düşünüldüğünde Demokrat Parti (DP) iktidarına karşı oluşan bu tepki doğal olarak Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ekseninde konumlandı. O güne kadar görülmedik ölçüde etkili sokak eylemleri örgütleyen öğrenci gençlik orduyla beraber 27 Mayıs’ın yaratıcısı olarak görüldü.
Bu hareketin ‘68’de öğrenci gençliğin ayaklanmasında önemli bir deney işlevi gördüğü hatta Fikir Kulüpleri örneği düşünüldüğünde örgütsel olarak da ortak bir orijine sahip oldukları tarihin bize tartışılmaz olarak sunduğu veriler. Dolayısıyla ortada süreklilik pratiği olduğu açık. Buraya kadar olanla yetinirsek ‘68’i bütün olarak Kemalizm’e bırakabiliriz.
Ancak bununla yetinmemek ve 27 Mayıs sonrası siyasal ortamla ilgili ekler yapmakta fayda var. TİP’in kurulması ardından Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) kurulması ve işçi sınıfı eylemlerinin başlaması elde var bir. 27 Mayıs’ın ardından beklentileri karşılayacak bir düzelmenin gerçekleşmediği ise bir süre sonra daha açık görülmeye başlayan ikinci önemli veri. Dolayısıyla üniversite gençliği açısından bakıldığında daha köklü bir takım değişikliklere duyulan ihtiyaç ortaya çıkarken sosyalist hareket bu ihtiyacı karşılayabilecek tek odak olarak yükseliyordu.
5 BUMİN Kürşat, ”68 Türkiye’de yaşandı mı?”, Birikim 109, İstanbul, Mayıs 1998, s.63.
Bu yükseliş üniversite öğrencilerinin çözüm aradığı sorunlara yanıt üretebildiği ölçüde öğrencileri kendisine çekme başarısı gösterdi. Tekrar olmasına rağmen yazmalıyız; dört dörtlük bir teorik çerçeve çizildiğini ve bütünlüklü bir sosyalist stratejiye sahip olunduğunu iddia etmek mümkün değil. Ancak yine de bir kopuş olma özelliği taşıdığı gerçeğini yadsıyamayız.
‘68 bütün olarak homojen bir hareket değildi ‘68’in farkı hareketin gelişim sürecine paralel olarak bir takım gelgitler yaşayarak ve kendi içinde ileri çıkan ve geri düşen öğeleri birlikte taşıyan bir çizgi izlemesidir. Bunun bir sonucu olarak hareketin ilk dönemlerinde ağırlığını hissettiren Kemalist renklerin ilerleyen dönemlerde en azından hareketin devrimci öğeleri tarafından aşıldığı söylenebilir. Bugünden bakıldığında önemli olan bir takım geride kalmış öğelerini öne çıkartmak yerine öne çıkan unsurların birikimlerini daha da ileri taşımaktır.
Açıkçası ‘68’den bugüne kalan değerlendirme yazılarına sahip olmamak bir handikap. O dönem öğrenci hareketinin önderliğini yapmış isimlerden bugüne kalan yazıların büyük çoğunluğu hareketin yoğunluğunun içinde kaleme alınmış ve yazarlarının soğukkanlı bir değerlendirme yapabilme şansları da olmamıştır. Sonradan böyle sağlıklı bir değerlendirme yapabilme şansını yakalayan tek isim olarak Harun Karadeniz verilebilir. Bu anlamda Harun’un “Olaylı Yıllar ve Gençlik” adını verdiği kitabındaki değerlendirmelerin oldukça sağlıklı olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu sağlıklı değerlendirmeleri de hareketin bütününe mal etmek pek doğru değil. Çünkü Harun Karadeniz’in hareketin bütününden farklı olarak her zaman geleneksel sol bir damarı taşıyan konumunu koruduğunu biliyoruz. Eklenebilecek şeylerden bir tanesi Türkiye’de ‘68 içinde söylenen sonsözlerin Deniz’in Yusuf’un ve Hüseyin’in idam sehpasındaki sözleri olduğudur. Hemen herkes tarafından ezbere bilinen bu cümlelerin Kemalist bir içerik taşıdığını ise kimse iddia edemez.
Bu arada bir parantez açarak ilginç olduğunu düşündüğüm bir tartışmayı aktarmak gereği duyuyorum. Denizlerin avukatlığını da yapmış olan Halit Çelenk’in “İdam Gecesi Anıları” isimli kitabı yıllardır elden ele dolaşır ve bu sürecin meraklıları tarafından oldukça dikkatle okunur. Bu kitabın benim elimde bulunan 1994 tarihli Tekin Yayınevi tarafından yayımlanan nüshasında Deniz’in idam sehpasında söylediği son sözler 89. sayfanın sonunda başlıyor ve 90. sayfanın başında bitiyor. Aynen aktarıyorum:
“Yaşasın tam bağımsız Türkiye. Yaşasın… Yaşasın… Yaşasın İşçiler köylüler. Kahrolsun Emperyalizm. ()”6
Bu satırların bitimindeki yıldız dipnotu işaret ediyor ve dipnotta bu sözleri yayımlayanlar hakkında TCK’nin 141-142. maddelerinden dava açıldığı yazılı. Kitabın sonraki baskılarından herhangi birisine ulaşma şansım olmadı ancak titiz araştırmacılığı ile tanınan Turhan Feyzioğlu’nun “Bizim Deniz” isimli kitabının Haziran 1998 tarihli genişletilmiş 15. baskısının kaynakçaları arasında “İdam Gecesi Anıları”nın 1996 tarihli 12. Baskısı referans gösteriliyor. Deniz’in son sözlerinin yazılı olduğu yerde ne bir (…) var ne bir yıldız işareti ne de herhangi bir dipnot.
Demir Küçükaydın benimkine benzer kaynaklardaki bu farklılıkları ‘68’in ehlileştirilmesi çabalarına bir kanıtı olarak gösteriyor. Küçükaydın’ın iddiası Deniz’in son sözleri içerisinde “Kürt” kelimesinin ve “Marksizm-Leninizm” ibaresinin geçtiği ancak bunun önce yasaklar nedeniyle (…) olarak ifade edildiği bugün ise bilinçli olarak silindiği.
Bu konuda net bir şey söyleyebilmem mümkün değil ancak iddia düzeyinde de olsa kafaları kurcalayan bu konuya bir açıklık getirilmesi için bu tartışmayı aktarmayı uygun gördüm. Ancak benim aklımda kalan son sözlerin de Küçükaydın’ın iddiaları doğrultusunda olduğunu eklemeliyim.
Bu tarz tartışmaları da kapsamak üzere elimizde somut veriler değil sadece değerlendirmeler olduğunda yapılacak tek şey ortaya atılan iddiaları siyaset arenasına çıkartmaktır. Siyaset arenasına çıkartılmadığı sürece bu tartışmaların karşılıklı tahrifat suçlamaları ötesinde bir anlamı olmaz. Elbette konuyla ilgili bilgi sahibi olanların aydınlatıcı veriler sunabilecek olanların sözlerini sakınmaması gerekiyor. Ancak yine de hiç kimseyi mutlaka doğru söylüyor ya da kesinlikle yalancı diye kategorilendirme hakkımız olmadığına göre yapabileceğimiz tek şey siyasal sonuçlarıyla birlikte değerlendirip konumlanmaktır.
Böyle yapılmazsa ne olur Hemen akla gelen birkaç örnek verebilirim. Örneğin Kemalist ‘68 tezinin de kendi içinde önemli savunucularından birisi olarak Doğu Perinçek ve şürekasını ele alır ve onları ‘68’li olarak kabul edersek ‘68’in ordunun yedek gücü olduğu gibi anlamsız bir sonuca varabiliriz. Diğer uçta ‘68’i Kemalizm’den kopartarak bu defa sivil toplumculuğa liberalizme bulaşık bir “sol” yoruma sahip Murat Belge -kendisi 1947 doğumlu olmamakla beraber 1968’de üniversitede asistan olarak görev yaptığı ve THKP-C davasından yargılandığı için ‘68 ile ilgili kabul edilmektedir- ‘68’i aslında olmayan başka bir takım sıfatlarla tanımlamaya başlar. Bu siyasi tavırların her ikisinin de bizim anladığımız ‘68’in mirasıyla bir ilgisi yoktur.
Bu arada sözü geçmişken ordu tartışmalarındaki ‘68’e değinmek gerekiyor. Yine cesurca davranıp doğrudan soralım ve doğrudan cevaplamaya çalışalım. ‘68 orducu mudur ‘68 ile ilgili pek çok tarihsel tartışmada olduğu gibi burada da 27 Mayıs’a dönmek zorunluluğu var. 27 Mayıs değerlendirmelerindeki gençlik ve ordu vurgularının “ordunun ilerici misyonuna” olan güvenin ‘68 gençlik hareketi için de bir albenisi olduğu açık. Diğer taraftan bilinçli bir biçimde buraya oynayanlar gençlik hareketini bu eksene çekiştirmeye çalışanlar olduğu da bilinen bir gerçek. Bunların üzerine teorik silahları güçlü olmayan bir gençlik hareketi eklendiğinde bu yönde bir sapma olduğunu görebiliyoruz. Ancak bunu hareketin bütününe mal etmek veya hareketin temeline oturtmak mümkün değil.
Bu bakış açısı ve etkilenim sonucunda ordu ile iyi ilişkiler kurmak en azından karşıya almamak gibi eğilimlerin yanında ordu içinde örgütlenme çalışmalarına özel önem vermek gibi sonuçlara ulaşıldığını biliyoruz. Tüm bunlara rağmen 12 Mart ardından yaşananlar ve bence en önemlisi Türkiye burjuvazisinin bundan çıkardığı dersler ve attığı adımlar bu tartışmayı artık geride bırakmıştır.
‘68’e bakmak
Bütün ideolojik siyasal ve politik eksiklerine kimi zaman yanlış konumlanışlarına rağmen ‘68 hareketi Türkiyeli komünistler için hâlâ çok fazla deneyim sunuyor. Bu nedenle elimizden geldiğince tartışmaya ve tartıştırmaya devam etmemiz gerekiyor. Bütün eksiklerine rağmen ‘68 bu hareketin yarattığı etkinin ve sempatisinin rantını yemek isteyen bir kısmı yukarıda örneklenmeye çalıştığımız rantiyecilerle kıyaslandığında komünistlere binlerce kez daha yakındır.
Yakınlık elbette göreceli bir kavram. Yazının başındaki örneğe dönerek eserimizin içinden çıktığı taşı düşünürsek taşın her noktasına eşit mesafede olmadığız herhalde yeterince açık bir biçimde anlaşılmıştır. Fazlalık olarak görüp attığımız noktaların bir kısmı sonradan eklense de eklenen noktaların bunları taşıyacak tutamakları olduğunu inkar etmek mümkün değil. Önümüzdeki günlerde yontmamız gereken kısımların daha az olması bütünlüklü bir mücadelenin konusu. Ancak daha parlak olan noktaların yolumuza ışık tutan bizi geleceğe taşıyan noktaların parlaklıkları artıkça geride kalanların fosilleşeceğine inanıyoruz.
Fazlalıkları attıktan sonra kimi tekrarları da göze alarak Türkiye ‘68’ine yeniden bakıp yazımızı noktalayabiliriz.
1) Türkiye’de yaşanan deneyimi tek başına ‘68 olarak tanımlamak doğru değildir. Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluşuyla başlayan ve bütün toplumsal kesimleri yeniden konumlandıran bir süreç içerisinde 1968 yılı önemli bir kırılma noktası olmuştur. 1961 yılı ile başlatmak başından itibaren sosyalizan bir süreç olduğunu vurgulamak 6 Mayıs ile sonlandırmak ise bir yenilgi olduğunu hatırlatmak açısından önemlidir. Üstelik bu yenilginin aynı zamanda onurlu bir direniş ve bu anlamıyla da geleceğe dönük görevler yüklüyor olmasını da ayrıca önemsemeliyiz.
2) Sadece ‘68 aynı zamanda sadece öğrenci gençlik ile sınırlı bir hareketlenmeyi tanımlamak için kullanılmaktadır. Oysa öğrenci gençliğin toplumsal sorunlar etrafında yaşadığı bir uyanış ve bu sorunları çözmenin yolu olarak başta işçi sınıfı olmak üzere farklı toplumsal kesimlerle birleşmeye çabalaması bağımsız bir öğrenci hareketlenmesinden çok daha önemlidir.
3) Yaşanılan bu önemli deneyim buradan kazanılan kimliğin verdiği meşruluğuyla bugünkü yönelimlerini de meşrulaştırmak isteyen garip bir insan toplamını da arkasında bırakmıştır. Bugün tek başına ‘68 kuşağının içinden gelmiş olmak artık Türkiye sosyalist hareketi açısından hiç bir şey ifade etmemelidir.
4) ‘68’li yıllar geniş bir tarihsel perspektifle ele alındığında çok kısa sayılabilecek bir dönem olmasına rağmen bu dönem içinde yaşanan olaylar uzun yıllara yayılabilecek kadar çok boyutludur. Bu nedenle bu kısa dönem birbirinden farklı pek çok ‘68 okunuşunun ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur. Farklı ‘68 yorumlarının bir kısmı gerçekten de bu çok boyutlulukla açıklanabilirken önemli bir kısmı açıkça görülebilecek bir art niyet taşımaktadır. Ancak ister art niyetli olsun ister eksikli ve dolayısıyla hatalı bakışın sonucu olsun her iki eğilim de ‘68’in Türkiye sosyalist hareketinin önünü açacak biçimde ele alınmasının önünde engel olmuştur.
5) ‘68’den kalan mirasın önemli bir bölümü geleceğe taşınabilecek içeriktedir. Buna rağmen hareketin genel seyri içerisinde bugünden bakıldığında artık aşılması ve tarihe terk edilmesi gereken noktalar olduğu açıktır. Bunları bağnaz bir biçimde savunma zorunluluğumuz yoktur. ‘68’li yıllar içerisinde atılmış her adımın yüzde yüz doğru olduğunu düşünerek tekrarlamaya çalışmak yerine eksik ve yanlış olduğu görülen taraflarını aşmak devrimci bir tutumdur.
6) Özellikle yeni sol ve liberal kesimlerin ‘68’e dönük değerlendirmelerinde Avrupa ‘68’ini merkeze yerleştirerek bugünkü siyasal mücadeleye dair sonuçlar çıkartmaya çalışması açık bir sapmadır. Türkiye ile Avrupa arasında zorla paralellikler kurmaya çalışılmasının nedeni Türkiye ‘68’inin Avrupa’ya göre devrimci içeriğinin daha belirgin olmasından başka bir şey değildir.
7) Avrupa ‘68’ine baktığımızda en fazla öne çıkan nokta kapitalist düzenin yönelimlerine karşı ortaya çıkan bir tepki ve tepkinin doğru temellere oturtulmaması sonucu soyut bir iktidar karşıtlığı ile sınırlanmasıdır. Bu doğrultuda söyleme bakıldığında hem sosyalizme hem de kapitalizme karşı eşit mesafede durulduğu iddiası vardır. Ancak kapitalist hegemonya altında bunun pratik karşılığı reel sosyalizm karşıtlığı olmuştur. Kapitalizmden çok sosyalizme dönük eleştirel değerlendirmeler en gelişkin teorik ürünlerin (bu maddeyi tırnak işaretlerinin arasında kaybetmek istemediğim için tırnakları kullanmıyorum ancak bence doğrusu parantezden önceki üç kelimeyi ayrı ayrı ve parantezden sonraki iki kelimeyi birlikte tırnak içen almaktır) Marksizm eleştirisi başlığı altında toplanması ile sonuçlanmıştır. Bu teorik çıkışların ve bununla birlikte doğan yeni toplumsal hareketler gibi kavramların en önemli özelliği işçi sınıfı gerçeğinden kopukluktur. Bu içerikteki bir ‘68’in komünistler açısından hiç bir önemi bulunmamaktadır.
8) Avrupa ile Türkiye arasında yukarıda sıralananlar açısından bir mesafe olması bizim açımızdan sevindiricidir. Öte taraftan yaşanmış durumunun doğru değerlendirilmesi açısından bakıldığında Avrupa ile Türkiye arasındaki farklar olması gerekenden de fazladır. Daha doğrusu Türkiye’de çubuğun diğer tarafa doğru fazlaca büküldüğü örnekler görmek mümkün. Mesela Türkiye’deki hareketin doğuşunun kent merkezli olmasına rağmen bir dönem sonra kentlerden kırlara doğru aşırı bir eğilimin baş gösterdiği biliniyor. Karşı karşıya konulması doğru olmamakla beraber Avrupa’daki sınırsız özgürlüğe doğru bükülen çubuğun Türkiye’de ulusal kalkınmacılığa sosyal adaletçiliğe büküldüğü de eklenebilir.
9) ‘68’li yıllar başlığında atlanmaması gereken önemli bir nokta da Türkiye İşçi Partisi gerçeğidir. Özellikle 1968 yılına doğru ve sonrasında gençlik hareketinin TİP’ten kopması genellikle tek boyutta değerlendirilmektedir. Sol içinde ağırlıkla kabul gören bu yargı TİP’in parlamentarist çizgisinin devrimci gençlik hareketi tarafından aşıldığıdır. TİP içinde parlamentarist olarak tanımlanabilecek bir eğilim olduğuna karşı çıkamayız. Fakat en az bunun kadar önemli olan başka bir veri de devrimci gençlik hareketine “zinde güçlerin harekete geçebileceği uygun bir zemin hazırlamak” dışında bir anlam yüklemeyen bir yanılgının yaygınlığıdır. Bunlardan birisi diğerinden daha ileri ya da geri değildir. Sık kullanılan bir deyimle iki yanlışın toplamı da bir doğru etmemektedir.
10) Özellikle 1968 yılına doğru ve hareketin yükselme eğiliminde olduğu dönemde gençlik içerisinde güç kazanmaya başlayan “zinde güçler”ci akımlara karşı TİP’in geliştirdiği refleksin pratik karşılığının “sağduyulu davranmak” ile sınırlı kalması TİP ile gençlik arasındaki bağları koparmış ve gençlik MDD etkisi altına girmiştir. Bu dönemde gerçekleşen MDD-SD tartışması anlamlı sonuçlara ulaşabilecek bir içerikten çok uzaktır. Masa başında “Türkiye kapitalist midir değil midir” ile özetlenen diğer taraftan meydanlarda ise mücadeleci ve uzlaşmacı olarak tanımlanan eğilimlerin kavgası olarak kabul gören bir tartışmayla bütünlüklü ve sağlıklı bir ayrışmanın yaşanması mümkün değildir.
11) Hareketin doğumunda özellikle 27 Mayıs’ın da etkisiyle Kemalizm’in hâlâ geniş kesimleri etkileyen bir rol oynadığı açıktır. Kanımca burada en önemli noktalardan birisi işçi sınıfı hareketinin yükselmesiyle Kemalizm’in baskın renginin geriye düşmesi arasındaki ilişkidir.
12) 1968 yılı ile birlikte Kemalizm’in etkisinin yeniden arttığını saptamak gerekiyor. İşçi sınıfının tek başına iktidarı alabilecek bir güce sahip olmadığı saptamasının arkasından geliştirilen ittifak politikaları ve buna karşı direnen Türkiye İşçi Partisi’ni karşıya alarak gelişen bu süreç Kemalizm’in “sol” bir yorumunun tekrar baskın bir ton olarak taşınmasını beraberinde getirmiştir.
13) Hareketin içinde Kemalist renklerin yoğunlaşmasında teorik donanımsızlık nedeniyle sosyalizme bu yolla ulaşılacağına ikna olmuş bir toplam kuşkusuz vardır. Ancak bu ideolojik bulanıklığı kullanan sosyalizmi kesinlikle dert edinmeyen ve gençlik hareketini düzenin kendi iç çelişkilerinde kendi lehlerine bir çözümün yolunu hazırlamak açısından dinamik bir kuvvet olarak gören kesimlerin varlığı ve oynadıkları oyunlar unutulmamalıdır.
14) Şimdiye kadar yazılanlar düşünüldüğünde bugüne kadar üzerinde pek durulmadığını düşündüğüm çok önemli bir noktayı kavramakta ‘68 deneyiminin öğreticiliğini vurgulamak gerekiyor. En öz biçimde ifadesi şu sosyalizm mücadelesi işçi sınıfının iktidar kavgasıdır bu nedenle işçi sınıfından başka hiç bir güce dayanamaz. İşçi sınıfının iktidarı dışında bir takım ara yol olduğu iddia edilen yollar arandığında kaçınılmaz olarak kapitalist düzenin iç müsabakalarına meze olunmaktadır. Tam bu nokta da Türkiye ve Avrupa ‘68’inin yenilgilerinin ardında burjuva iktidarından ideolojik siyasal ve örgütsel kopuşu gerçekleştirememiş olmanın rolü yadsınamaz biçimde açığa çıkmaktadır. Bu kopuş gerçekleşmediği ölçüde düzen güçleri hareketleri istedikleri biçimde yönlendirme şansına sahip olmaktadırlar.
15) Söylediklerim ‘68’in devrimci unsurlarını karalamak gibi bir derdi asla taşımıyor. ‘68’in emekçi halka güvenen sosyalizme inanan emekçilere ve inançlarına bağlılıkları nedeniyle ölümü korkmadan karşılayan yiğit devrimcileri bizim onurlu tarihimizdir.
16) Bütün engellemelere bilinçli ya da bilinçsiz yanıltmalara karşı ‘68 olgusunu bilimsel temellere oturtmak ve sosyalist hareketin yürüyüşünü hızlandırıcı bir katalizör misyonu üstlenmesini sağlamak için ‘68 başlığını tartışmaya devam etmemiz gerekiyor.
Her şey bir yana sözünü ettiğimiz yıllar Türkiye Cumhuriyeti tarihi içerisinde sosyalizmin toplumsallaşma kanallarını en fazla kullanabildiği dönemdir. Bundan sonra bunun gerçekleşebilmesini sadece bir kuşak işi olarak görüp yeni bir kuşak bekleyerek vakit kaybetmemek için tartışmamız gerekiyor. Tam tersine artık sadece bir kuşağın değil farklı kuşakların dinamiklerini taşıyan bir örgütün böylesi bir toplumsallaşmayı başarabileceği bu tartışmalarla daha kolay görülecektir. Böylece tartışabileceğimiz yeni bir toplumsallaşma pratiğimiz olacak. Tartışılacak ama bu kez sadece tartışılmakla yetinilmeyecek yeni bir toplumsallaşma pratiğimiz.
Dipnotlar ve Kaynak
- EYÜBOĞLU Ercan “Devrim Dışında Devrim” Cogito 14 Yapı Kredi yay. İstanbul 1998 s.85.
- BELGE Murat “68 ve Sonrasında Sol Hareket” Toplum ve Bilim 41 Birikim yay. İstanbul 1988 s.162.
- KÜRKÇÜ Ertuğrul “Hala bir 68 kuşağı var mı” Cogito 14 Yapı Kredi yay. İstanbul 1998 s.166.
- ENGİN Aydın “Herkes Kendi Mayıs 68’ini Yaşadı” Cogito 14 Yapı Kredi yay. İstanbul Mayıs 1998 s.153.
- BUMİN Kürşat “68 Türkiye’de yaşandı mı” Birikim 109 İstanbul Mayıs 1998 s.63.
- ÇELENK Halit İdam Gecesi Anıları Tekin yay. İstanbul 1994 s.89.