“Şunu söylemek gerekir ki, sözünü ettiğimiz asilzade, boş zamanlarında (yani yılın büyük bölümünde) şövalye romansları okumaya o kadar merak saldı ki, avlanmayı ve çiftliğini yönetmeyi neredeyse tamamen unuttu. Merakı ve bu konudaki aşırılığı öyle bir noktaya vardı ki, dönümlerce arazi satıp, okumak üzere şövalyelikle ilgili kitaplar aldı; bu konuda ne kadar kitap varsa evine yığdı.
(…)
Zavallı asilzade, bu cümlelerle aklını sıçratıyor, sırf bu iş için dirilecek olsa, Aristoteles’in bile kavrayamayacağı anlamlarını çözebilmek için uykularından oluyordu. Don Belianis’in başkalarında, başkalarının da Don Belianis’te açtığı yaralar, kafasını kurcalıyordu; her ne kadar büyük hekimler tarafından tedavi edilse de, hem yüzünün hem bütün vücudunun yara izleriyle kaplı olacağını düşünüyordu. Buna rağmen, yazarın kitabı, o bitmez serüvenin devam edeceğini vaat ederek bitirmesine hayrandı; birçok defa, eline kalemi alıp vaat edildiği şekilde tamamlamak geldi içinden. Daha önemli bazı düşünceler sürekli kendisine engel olmasa, şüphesiz bunu yapar, hatta becerirdi de” 1 [CERVANTES]
Devrimci Mücadele’yi nasıl bilirsiniz? İyi bilirdik.
Doktor Hikmet Kıvılcımlı külliyatının ve doktorun Vatan Partisi ile geliştirdiği siyasal çizginin takipçisidirler.
1970’li yıllarda, “doktorcu” olarak bilinen gruplar ortaya çıktı. Bu gruplar içinde Demir Küçükaydın gibi troçkizme kayacak kadar “yaratıcı” olanlar olduğu gibi Doktor külliyatına kesin bir bağlılıkla (!) yoluna devam edenler de oldu.
Doktorculuğun kaynağında iki şey olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi iyi bir marksist olarak kendini donatmış olan Kıvılcımlı’nın özellikle ‘50’li yıllarda özgün ve üretken bir doğulu fikir adamı olarak kendini ortaya koyuşudur. Kıvılcımlı’nın teorik eseri gerçekten etkileyicidir. Bir taraftan ortodoks bir marksistin marksizmi yani sınıf analizini ve tarihselciliği ülke topraklarına yaratıcı bir biçimde taşıma çabası. Öte taraftan da aynı kişinin ülke topraklarından kalkış yapan yaratıcı ve özgün tarih tezleri.
Bu ikisi, entelektüel ve fiziksel planda dövüşerek ölüme gitmiş bir aydının karizması ile birleştiğinde ülkemizde doktorculuğun manevi gücünü anlamak zor değildir.
Bu söylediğimiz çerçevede ufak tefek sorunlar yok değildir! Örneğin 1930’lu yılların (ve aslında sonrasının da) güçlü marksisti Kıvılcımlı ile 1960’ların deyim yerindeyse post-marksist Doktor’unu birbirine bağlamak gerçekten güçtür. Sınıf analizi ve tarihselcilik ile neredeyse “ümmetçi” diyebileceğimiz bir tavrı birleştirmek ya insanı Küçükaydın gibi yoldan çıkaracaktır ya da Devrimci Mücadele gibi gerçek yaşamdan düşürecektir.
Devrimci Mücadele çizgisinin “yaşamdan düşmesi” gibi bir değerlendirmenin ağır ve haksız bir suçlama olduğu söylenecektir. Doğrudur. Kastettiğim bu çizginin izleyicilerinin fiziksel-politik konumlarına ilişkin değil. DM Doktorculuğu uzun dergi yazılarında bir yanda ve DM etkinliği başka bir yandadır. DM etkinliği dediğim ağırlıklı olarak radikal sendikalist bir etkinlik olarak Nakliyat-İş’te ve politik içeriği zayıf bir işçi örgütlenmesinde süren çalışmadır.
Doktor ve eserleri bana kalırsa bu etkinlik içinde daha çok Mançalı Donkişot’a enerjisini kazandıran şövalyelik kitapları gibi durmaktadır. Burada elbette bir Türk marksisti olarak Doktor’un kendisine fazla haksızlık etmek istemem. “Doktorcu” olmanın bir de marksizmi “ortodoks bir marksist”ten öğrenmek gibi bir anlamı olduğunu söylemek gerek. Fakat Doktor’dan öğrenilenler arasında çok da ortodoksça sayılamayacak şeylerin varlığı da göz önüne alınmalıdır.
Devrimci Mücadele’den arkadaşlarla pek çok alanda dayanışma içinde olduk. Politik tespitlerimizin ve hedeflerimizin birbirine çok uzak düştüğü noktalarda bile bir mücadele kültürü ve örgütlülükte ısrar açısından birbirimize yakın durduk.
Hikmet Kıvılcımlı hakkında söylenmiş bir cümle nedeniyle hakarete varan sertlikte yazılar yazmalarını yukarıda aktardığım çerçevede açıklamak eğilimindeyim. Saygıdeğer şövalyeye kullandığı dille cevap vermeyeceğim. Kendisinin içinde bulunduğu durumu artık eskisi kadar hoşgörülebilir bulmasam da anlıyorum ve bu yüzden hakaret dolu bir polemik yazısına cevap verir gibi değil de gerçek dünyaya gözlerini çevirmesi gereken şövalye ruhlu bir ağabeyimizi uyandırır gibi yazacağım.
Anlaşıldığı üzere bu yazının birinci bölümünü Devrimci Mücadele’de çıkan bir yazı üzerinden bu dergi ile polemik oluşturuyor.
Polemiğin okurun da beklenti içinde olacağı bir bölümünü ne yazık ki başka yerlere havale edeceğim. Doktor ve doktorculuk ile ilgili daha önce Gelenek Dergisi’nde yazılar yayımlandı ve bu yazılar doktorun teorik ve politik ürününe ilişkin yeterli bilgiyi içeriyor. Tavrımızı merak edenler buradan okumalıdırlar.
Öncelikle polemik konusu hakkında okuru bilgilendirmemiz icap ediyor.
2001 yılının Ağustos ayında Devrimci Mücadele Dergisi’nin 12 yıl içinde çıkan 37. sayısında bir yazar 2000 yılı Haziran ayının ilk haftasında çıkan haftalık soL (biz böyle “yamuk” yazıyoruz!) Dergisi’ni konu edinen bir yazı yazmış. 2 Cümleyi parçalamak için “dergisini” dedim. Tamamlayayım bu dergide kapak konusu yapılmış olan Nazım Hikmet kampanyamızla ilgili bir yazı yazmış.
Kampanyamızla ilgili “kapsamlıca” bir politik eleştiriden sonra yazının asıl motivasyon kaynağı ortaya dökülüyor. Yazarı böyle bir yazı yazmaya iten yalnızca bizlerin sağa hacet bırakmayacak sağ politikalarla “Nazım bezirganlığı” yapmamız değil. Asıl sorun dergide yayınlanan bir yazıda gözlenen “Hikmet Kıvılcımlı’ya kara çalma namussuzluğunun dayanılmazlığı”.
Tekrar söyleyeyim yazı boyunca kullanılmış “namussuzluk”, “alçaklık” gibi hakaret sözcüklerini yok sayacağım. Neden böyle yaptığımı açıkladım. Yine de okura yazının girişine koyduğum Cervantes’in ölümsüz cümlelerini bir daha okumasını öneririm.
Açıkçası Devrimci Mücadele’nin Mançalı yazarına kızmak bizim için kolay değil. Ama vurgulayalım, “o kafayla politik iktidar için sonuç alıcı bir mücadele” vermek hiç mümkün değil.
Doktor Hikmet’i sona bırakıp Nazım Hikmet’ten başlayalım.
Mançalı yazar, kampanyamızı (hiç acımamış) birkaç noktasından eleştiriye tabi tutmuş. Bu eleştirileri kısaca özetleyerek yanıtlayacağım.
Birincisi, bu kampanya DSP-MHP-ANAP koalisyonunun oluşturduğu bir bakanlar kurulundan Nazım’a vatandaşlığını geri vermesini istiyormuş.
“Bu istem gerici bir tutumdur. Çünkü yeterli bilince ulaşmamış kimi devrimcilerde ve Halkta: ‘ülkenin çıkarları söz konusu olunca faşistler de, gericiler de pekala olumlu davranışlar koyuyorlar’ düşüncesini yaratır.” 3 [Devrimci Mücadele]
Yeterli bilince ulaşmamış kimi devrimcilerin ülkemizdeki varlığından haberdardık, ama bu kadarını bilmiyorduk! Sosyalist İktidar Partisi 500 bin imza toplayacak, bunu “komünist Nazım’dan gasp ettiğiniz vatandaşlık hakkını ona iade edin” diyerek hükümete verecek ve hükümet eğer bu yönde karar alırsa “yeterli bilince ulaşmamış kimi devrimciler”in kafası karışacak. “Bak sen” diyecekler, “bu faşistlerle islamcılar da memleket menfaati söz konusu olunca olumlu davranışlar koyuyorlar.”
Açık söylemek gerekirse böyle bir ihtimal varsa hükümet “olumlu davranış koyup” halkın ve “yeterli bilince ulaşmamış devrimcilerin” kafasını karıştırmak için SİP’in imza kampanyasını beklemez!
İşin aslına bakılırsa beklemedi de!
Devrimci Mücadele yazarı bizleri “Nazım bezirganlığı” ile suçlayadursun, Nazım üzerinden demokrasi şovları yapma ve kendince bu alandan politik çıkar elde etme konusunda harekete geçenler neredeyse 10 yıldır bu işi yapıyorlar.
Sosyalist İktidar Partisi’nin yaptığı bir kontrataktır!
Sonuçlarına bir bakarsanız daha iyi anlarsınız. Bir kez daha (ve umarım son kez) yazıyorum.
1. Kampanyanın en anlamlı sonuçlarından birisi faşist parti cephesinde “Nazım sevgisi”nin (!) sona erdirilmiş olmasıdır. Nazım’ın mezarı başında düzenlenen sosyete toplantıları sırasında sesi çıkmayan ve kültür bakanının o dönemki manevralarına destek olmaya hazır olduğunu duyuran faşist bakanlar, SİP ve “Komünist Nazım” sahneye çıktıktan sonra bütünüyle tavır değiştirmişler ve Nazım düşmanlıklarını açıkça sergilemeyi seçmişlerdir..
Yanlış anlaşılmasın, “yeterli bilince ulaşmamış devrimcilerimize” güvenmediğimden değil ama Mançalı yazarımız en azından buna bakarak SİP’in kendi kaygıları açısından hayırlı bir iş yaptığını düşünebilir!
2. Nazım meselesi sol (kendileri yamuk yazmıyorlar!) sosyetenin bir uzlaşma alanı olmaktan çıkarılmış ve bir tartışma, bir kavga alanı haline getirilmiştir.
Bu sonuçlara ek olarak vurgulanması gereken bir şey daha var. Tembel solcularımız, beylik sözlerle maçı idare edebileceklerini zannediyorlar ve yanılıyorlar.
Nazım meselesinde 10 yıldır sürmekte olan bir “rehabilitasyon” saldırısı vardır ve bu saldırı o beylik “Nazım’ın vatandaşlığa ihtiyacı yoktu” vızıldamaları ile atlatılamaz.
Son kez hatırlatalım; SİP göğüs göğüse bir mücadele ile Nazım’ı, Komünist Nazım’ı savunuyor. Bu mücadeleden yalnızca kayıpsız çıkmayı değil, kazanımlarla çıkmayı amaçlıyor.
Gerçekten de DM yazarının da işaret ettiği gibi,
“Kültür Bakanımızın çabaları sonucunda UNESCO, Birleşmiş Milletler Teşkilatına 2002 yılının Nazım Hikmet Yılı olarak kutlanması için bir öneri sunmuştur. Ve beklenen odur ki BM; bu fırsatı değerlendirecektir.” 4 [DM]
Bu durumda kim daha devrimci olacak!
Nazım Hikmet yılını burjuvazi için bir “fırsat”tan bir “kabusa” çevirecek olan komünistler mi, yoksa “Nazım bezirganlığına” yanaşmayarak (!) cürümü kadar yer yakacak olanlar mı?
Bu arada Mançalı yazarımızın bir şövalyeden beklenmeyecek bir uyanıklık göstererek “kampanyacıların” satırları arasındaki çelişkileri de yakaladığını belirtmeliyiz.
Nazım’ın komünist kimliğinin vurgulandığı bazı satırları aktarıp şunları söylüyor:
“Bu satırların anlattığı ile Derginin genel tutumu arasındaki çelişki; ‘kampanya’cıların bile ‘kampanya’yı pek içlerine sindiremediklerini açıkça gösteriyor.” 5 [DM]
Bu gerçekten üzerinde durmaya değer.
Türkiye solunda uzun süredir gözlediğimiz bir acıklı durum bu. Sosyalist İktidar Partisi her hareket edişinde çevresinde kendisine “hah şimdi tökezleyecekler” diye bakanları görmeye alıştı.
Tren gidiyor; trenden el sallayanlara bakıp, “hah şimdi birisi düşecek” demekten kurtulamayanlar var.
Yazık ki, bir süredir bu trenden düşen pek olmuyor.
Biraz daha açık yazayım. Türkiye solcusu SİP’in aldığı virajlara bakıp da “yok artık bu virajı da alamazlar kesin kaldıramazlar” havasına girmekten vazgeçmelidir.
“Kampanya”cılar kampanyayı ziyadesiyle içlerine sindirdi, hiç merak etmeyin! Bence bir şeyleri içine sindiremeyenleri artık daha çok SİP’in dışında aramak gereklidir.
Mançalı’nın bir diğer eleştirisi, Nazım’ın “kullanılmasına” ilişkin. Bu eleştirinin bir tarafı “yüksek ahlak seviyesinden siyaset yapma” kaygılarından kaynaklanıyor. “Bezirganlık” yazarımızın hoşuna gitmiyor ve Nazım’ı “politik çıkar için kullanma”ya karşı çıkıyor.
Diğer yanı ise yazarımızın doktorculuğu ile bir miktar ilgili olsa gerek.
Yazarımız doktor dururken bizim altı üstü bir şair olan Nazım’dan teorisyen ve önder yaratmaya çalıştığımızı düşünüyor olmalı.
“Fakat diğer yandan bir de ‘Nazım Hikmet Satıcılığı’nı meslek edinenler vardır. Bu tipler Türkiye’nin sorunlarının çözümünde; Nazım Hikmet’in şiirlerinde ideolojik açılımlar, reçeteler, ararlar aramaktadırlar.
Oysa ki, Nazım bir şairdir. Birilerinin bir şairden, onun şairliğinin dışında, ha bire başka bir şeyler ideolojik açıklamalar bilim ve bilinç aydınlığı çıkarmaya çalışmaları boş ve anlamsız bir iştir. Bu bir tek Şair Nazım koyunundan bir sürü post çıkarmaya çalışma işgüzarlığıdır. Ve ne yazık ki bu anlamsız ve boş işin heveslileri pek çoktur.
Nazım Hikmet’in Türkiye’nin teorik sorunlarına çözüm beklemek nasıl abesle iştigal etmek ise tıpkı öyle ‘Nazım niçin Kürt Halkından söz etmedi Kürt sorununa niçin açıklık getirmedi’ diyerek ona kızmak küsmek de anlamsızdır. Türkiyeli bir sanatçı olarak Kürt sorununu görmesi ve işlemesi elbette onu yüceltirdi. Fakat bunu yapmamıştır diye şairliğine bir şey olmaz Nazım Hikmet’in” 6 [DM]
Mançalı’nın hem teorik hem de pratik eksikleri nedeniyle pek anlamakta güçlük çektiği bir konuya giriyoruz.
Bir şeyi “teorik eksikleri” nedeniyle anlamamanın ne olduğunu sanırım açıklamaya gerek yok. Pratik eksikleri açıklayayım. Bir kişi ya da gurubun teorik cephanesi doktor külliyatından ideolojik açılımı ise “büyük derleniş”ten ibaret olursa bu kişi ya da grup SİP’in yazdıklarına ve yaptıklarına akıl sır erdirmekte zorlanacaktır. Bu her şeyden önce pratik bir sorundur.
Şimdi meseleye dönelim.
Nazım’da “Türkiye’nin sorunlarının çözümünde reçeteler aramak” başka bir şeydir ideolojik açılımlar beklemek başka bir şey.
Gelenek marksizminin politik ve teorik kaynakları bellidir. Nazım Hikmet’in bir teorisyen olarak burada çok büyük bir yeri olduğunu söylemek mümkün değildir. Afşar Timuçin’in haklı olarak işaret ettiği Nazım Hikmet şiirindeki felsefi derinlik 7 “bizim” marksizmimizin özgün kaynaklarından birisi değildir.
Diğer yandan Türkiye’de nesnel sınıf mücadeleleri tarihinin ve öznel etkinliğin ürünü olarak sosyalist ideolojinin içinde Nazım’ın yeri ayrı bir konudur.
Bu yazının konusu dışına çıkacağı ve başlı başına bir yazı konusu olması gerektiği için çok ayrıntılandırmayacağım: Nazım’ın zaman zaman “ortada duruyor” dedirten ideolojik incelikleri Türkiye’de ideolojik mücadele açısından onu önemli kılmaktadır. Bu açıdan Nazım şiiri hem ideolojik mücadelemizde bir kilometre taşı hem de mücadeleyi sürdürenler için bir örnek durumdur.
Diğer yandan doktorcu arkadaşımız “Nazım koyunundan bu kadar post çıkmayacağı” konusunda kararlıdır. Nazım şiiri ve onun kültürel tarihimizdeki yeri üzerinden verilecek bir mücadele kendisine yabancıdır.
Bunun bir nedeni görüldüğü kadarıyla doktorun Nazım’a dönük gereksiz kıskançlığını arkadaşımızın sürdürmesi iken bir diğer nedeni de yazının başında üzerinde durduğumuz apolitik tavrıdır. Yazarımız bizim kampanyamızda Nazım ve temsil ettiği değerler üzerinde verilen bir mücadeleyi göreceği yerde “bezirganlık” görüyor.
Yazarın eleştirilerinin bir diğer noktasını ise “Nazım’a kızmalı mı” başlığında söylenenler oluşturuyor.
Nazım’dan beklenen politik-ideolojik tutarlılık karşısında bunun bir haksızlık olduğunu söyleyen Cemal Hekimoğlu’na yazarımız çok da kızmıyor. Bir tarihi kişilik bir mücadele simgesi olarak Nazım’da kusursuzluk aranmaması gerektiği görüşlerine “katılmasa da C. Hekimoğlu’nun kendi görüşleridir”, deyip geçebiliyor.
Hekimoğlu’nun “tarihimize şöyle bir bakalım. Hangi komünistte var böyle bir tutarlılık Ortak tarihimize geçen değerli isimlerden hangisine ‘pek az yanıldı yanlışı az bir insandı’ diyeceğiz hangi birisine geçmişimizi gönül rahatlığıyla teslim edeceğiz” dediği yerde Mançalı soğukkanlılığını yitiriyor.
“Kalem efendisi sen hangi tarihimize bakıyorsun..
Sahte TKP’nin döneklerine, TİP’in çapsız burjuva sosyalisti liderlerine bakıyorsan bu dediğin sonuna kadar doğrudur.
Fakat bu ülkede bir de sosyalist mücadelede adsız nefer olmuş bu uğurda ser vermiş sır vermemiş devrimci militanlar vardır. Sen onları hangi vicdanla bir kalemde yok sayıyorsun
Haydi onlar adsız neferlerdi adlarını bile tam bilemeyiz diyebilirsiz. Peki ya bu topraklarda 50 yıl boyunca ‘nöbet yerini bir saniye bile tek etmeksizin’ mücadele veren bu uğurda 22.5 yıl zindanlarda yatan bir Hikmet Kıvılcımlı’yı nasıl bu sepete koyarsın
Bu 22.5 yıllık zindan hayatı da dahil olmak üzere ömrü boyunca ülkesinin ekonomi politiğini kendi orijinalitesi içinde araştırıp incelemiş hepsi orijinal yüzün üzerinde teorik eser vermiş Hikmet Kıvılcımlı’yı hangi vicdanla ‘tutarsız komünistler’ kategorisine koyabiliyorsun” 8 [DM]
Bir es verip okura bir kez daha Cervantes’in satırlarına dönmeyi öneriyorum.
İdeolojik-siyasi tutarlılık ile kişinin devrimci yaşamındaki tutarlılığını birbirine karıştırmak abestir. Devrimci yaşamda tutarsızlık tek bir isime sahiptir: Döneklik. Hekimoğlu’nun döneklerden söz etmediği açıktır.
Bu nedenle DM yazarının “ser verip sır vermeyen” devrimcileri ve inatçı-inançlı komünist Kıvılcımlı’yı ideolojik-politik tutarlılık örneği olarak göstermesi saçmadır.
Burada mücadeleciliğini hiç yitirmemek gibi bir kriterle ilgisi olmayan bir şeyden söz ediliyor.
Önce şunu söyleyelim şövalyelik romanlarıyla gün dolduranların aksine gerçek politik mücadele içinde yer alan devrimciler için ideolojik-politik tutarsızlık riski her zaman vardır.
Bu riskten kendini azade kılabilmek için “siyasal mücadelenin bakire Meryem’ini” oynamak gerekir. Gelişen mücadele her zaman ideolojik-politik tutarsızlık riskini doğuracaktır.
Bu riski en aza indirecek bir nesnel bir de öznel iki faktör vardır. Öznel olan hareketin özgün bağlamı içinde bir teorik olgunlaşma seviyesine ulaşmış olmasıdır. Bu durumda ideolojik-politik tutarsızlık riskleri büyük ölçüde ortadan kalkacaktır.
İkinci faktör ise (ki daha az güvenilirdir) sınıf mücadeleleri nesnelliğinin işçi sınıfı açısından belirli bir netleşmeyi oluşturmuş olmasıdır. Marksist öznenin üzerinde yükseldiği sınıfsal dinamiklerin ayrışmışlık ve olgunlaşmışlık düzeyi ideolojik-politik tutarlılık açısından bir avantaj oluşturacaktır.
Somuta dönelim. Mançalı’yı üzmek pahasına ısrar edeceğiz başta Hikmet Kıvılcımlı tarihimizin etkin kişilikleri önemli tutarsızlıklar üretmiş ciddi biçimde eleştirilip süzülmesi gereken git-geller yaşamıştır.
Fazla uzatmadan örneğini verelim ve geçelim. En önemli teorik eseri sayılması gereken “Yol” eleştirisinde Kıvılcımlı 1930’lu yılların TKP’sini kemalizmden ve burjuva devrimciliğinden sıkı bir kopuşa zorlarken İkinci Kuvayi Milliye çizgisi ile Kıvılcımlı öznel niyetinden bağımsız olarak marksizmi yeniden kemalizmle yakınlaştırmıştır.
Dikey zaman boyutunda olmayan örnekler üzerinde de durulabilir. Kıvılcımlı MDD eleştirisi yaparken kemalist tezlerin karşısına geçmiş zinde güçleri yoklarken ise marksizmden çok uzaklaşabilmiştir. Bu konuda kapsamlı değerlendirmeyi daha önce referans verdiğim Gelenek yazılarında bulabilirsiniz.
Yazarımızın yönelttiği eleştirilerden bir sonrakine geçelim.
Devrimci Mücadele yazarı andığımız bu kısa kızgınlık krizinden sonra anlayamadığı bazı cümlelerle “dalga” geçmeye başlıyor. Bu “tam anlayamadım ama anladığım kadarıyla bana çok saçma geldi” mantığı ile yazılmış cümlelerin hedef aldığı görüş ise Hekimoğlu’nun “Bir komünistin Kuvayi Milliye Destanı’nı yazarken ideolojide tutarlı siyasette titiz olması pek mümkün değildir. Gerekli de değildir” görüşü.
Hekimoğlu’nun “ideolojik açıdan savruk siyasal açıdan kararsız” olduğunu söylediği Destan’ın bu yönünü çok da fazla önemsememe önerisine yazarımız “ideolojik savrukluğun sınırlarını” sorgulayarak yanıt veriyor.
Örnek olarak da Mehmet Akif’in İstiklal Marşı’ndaki ideolojik savrukluğunu (!) gösteriyor. “Abarttın sen de Mançalı” sözlerini önceden duyduğu için bu örnekteki saçmalığı belli ölçülerde kendisi yanıtlıyor.
Bir noktaysa açıkta kalıyor. Mehmet Akif’in İstiklal Marşı’nda ideolojik savrukluğun zerresi yoktur! Kendi ideolojik konumundan bakıldığında Akif’in şiiri neredeyse mutlak bir ideolojik tutarlılığa ve netliğe sahiptir.
Lafı yazarın anlama ve üslup sorunlarıyla fazla uzatmadan şu savrukluk meselesinde ne söylendiğini bir de biz açıklayalım.
Hekimoğlu’nun ideolojik açıdan savrukluk dediği şeyi DM yazarının anlaması zor. Yukarda açıkladık kendisi ideoloji ve ideolojik mücadele alanını bütünüyle “öznel ve bilimsel” bir bilgi alanı olarak kavrıyor. Ona göre “kitapta doğrusu yazıyor”.
Oysa yukarda biraz değindim ve birkaç kaynak yazı da belirttim
1. İdeoloji alanı ve ideolojik mücadele bir dizi geçişmeyi barındırır. Örneğin yurtseverlik dediğinizde kaçınılmaz olarak milliyetçilikle bir geçişme alanı yaratırsınız. Siz istediğiniz kadar sınıf perspektifinizle bu alanı sınırlandırıp kontrol altında tutmaya çalışın böyle bir geçişme en azından kitlelerin zihninde oluşacaktır.
Burada “ideolojik kayma”ların karşısında güvence oluşturmanın yolu “komünistlerin yurtseverliği ile Mustafa Kemal’in milliyetçiliği arasında benzerlikler olduğuna inanmış ve belki bir de bu nedenle komünistlere yaklaşmış” bireyleri teker teker sokaktan çevirip işin aslını öğretmek değildir. Güvence (a) Marksist teoride ve kolektif öznenin teorik olgunlaşma düzeyinde (b) Örgüt ve kadrolaşmada (c) Yurtseverliğin öne çıkartıldığı dönemin yurtseverliği anti-kapitalizme daha fazla yaklaştıran niteliğindedir.
2. İdeoloji alanı ve ideolojik mücadele haritası sürekli olarak değişen bir yapıdadır. Örgütlü öznenin gücündeki değişime toplumsal dinamiklerin devrimci süreçteki sıralanmasına siyasal gündemin bazen konjonktürel de olan dalgalanmalarına bağlı olarak ideoloji alanı yerkabuğu gibi hareket eder.
Kuvayi Milliye Destanı bu söylediklerimizin kolaylıkla gözlenebileceği bir alana ilişkindir. Geçişme ise geçişme değişkenlikse değişkenlik.
Bu yüzden “Bir komünistin Kuvayi Milliye Destanı’nı yazarken ideolojide tutarlı” olması mümkün de değildir gerekli de. 9
Bu bahsi Mançalı’nın kendi cümleleri ile sonlandıralım.
“Nazım’ı Nazım yapan tutarsızlıkları değildir. Bütün tutarsızlıklarına rağmen Marksist-Leninist olmaktaki tutarlılığı kararlılığıdır. Zaman zaman yalpalasa Troçkizme kapılsa da…” 10 [DM]
Yazarımız bu troçkizme kapılma bahsini pek açmıyor olsun!
Devrimci Mücadele Dergisi’ndeki yazının izlediği eleştiri yolunu mümkün olduğu kadar izleyerek devam ediyoruz.
Mançalı’nın bir diğer eleştirisi “teorik problemlerimizi Nazım’ın sırtına yıkıp ondan çözüm bekleyemeyiz” anlamındaki değerlendirmelere dönük.
Yazarımızın emeğine yazık olacak ama bu eleştiri uzun uzun ele alınacak gibi değil. Özetle yazarımız “bunu yapan sizsiniz siz teorik problemlere Nazım’dan çözüm bekliyorsunuz tıpkı ‘geleneğiniz’ İ. Bilen gibi” mealinde bir eleştiride bulunuyor.
Yukarda kısaca değinmiştim. Nazım’ın bizim teorik oluşum sürecimizdeki yeri pek öyle teorik bir yer değildir.
İ. Bilen’in ise açıkçası bu süreçte bir yer sahibi olduğu hiç söylenemez.
Dolayısıyla yazarımız sağolsun uğraşmış emek vermiş bir sürü de söz oyunu bulmuş 11 ama bu değerlendirmesi bütünüyle yersizdir.
Şimdi bu yazının da DM’deki yazıyla ilgili son bölümüne geliyoruz.
Kemalizm’den kopuş meselesi…
Yazarımızın söz oyunları ve didiklemelerle dolu uzun eleştirilerini bir miktar özetleyerek değerlendireceğiz. Zira sözkonusu didiklemelerin bir yerden sonra pek de akıllıca olmadığını ve bunlarla uğraşmanın da pek akıllıca olmayacağını söylemek zorundayız. Saygıdeğer yazarımızın Cemal Hekimoğlu’nun “Oysa Türkiye işçi sınıfı kendisine ‘selam’ yollandığı dönemde pek etkisiz ve gerçekçi olmak gerekirse pek az ‘devrimci’dir” cümlelerine “efendi işçi sınıfı kapitalizm doğduğundan beri devrimci sınıftır” diye cevap buyurduğunu söylersek ne söylediğimiz anlaşılacaktır.
Kemalizmden kopuş dedik.
Yazarın sayfalar süren coşup köpürmelerini ve şiirler dolusu söz oyunlarını okurun önüne yığamayacağım. Meselenin ve tartışmanın özünü sergileyip bunları yanıtlayacağım.
Özetle yazarımız Nazım’ın Mustafa Kemal’e yolladığı mektupla Doktor Hikmet’in 27 Mayısçılara akıl hocalığı yapmayı denediği dönemde yayınladığı beyannameyi (Milli Birlik Komitesine Açık Mektup) birlikte anmamıza çok kızmış.
Kızarken bir hatayı tekrarlamış. Kişilikleri ve kişisel tavırları karşılaştırma yoluna gitmiş.
Nazım’ın Mustafa Kemal’e yazdığı mektup üslup ve içerik açısından bakıldığında bir yerden sonra gerçekten “küçültücüdür”. Kişi olarak Nazım’ı -yazık ki- küçültmektedir.
Doktor Hikmet’in MBK’ya yazdığı mektupsa “bir marksist nasıl bu kadar politik saflık ve gaflet içine düşebilir” dedirtse de Kıvılcımlı’yı kişi olarak küçültmemektedir.
Yazarımız politik mücadeleye şövalyelik romanlarının tozlu sayfalarından değil de marksizmin yaratıcı ve üretken penceresinden bakamıyor.
Böyle olunca da Cemal Hekimoğlu’nun Nazım’la karşılaştırarak söylediği “Hikmet Kıvılcımlı başka şeyler bir yana 27 Mayıs’ta Cemal Gürsel’e yolladığı mektupla yalnız Kürt değil bütün bu topraklardaki emekçi insanlara borçlanmadı mı” sözlerine Nazım’ın mektubunu teşhir ederek yanıt veriyor!
Nazım’ın kemalizm karşısında gösterdiği zaafın teorik-politik boyutlarını göremediği için Doktor’la bu açıdan nasıl ortaklaştıklarını da göremiyor. Oysa ki Nazım’ı kişi olarak da küçülten söz konusu mektuba neden olan temel politik zaaf Kıvılcımlı’nın yazdığı Açık Mektup’a onu götüren politik zaafla bütünüyle aynıdır!
Yazarımız Doktor Hikmet’in anılan mektubunu önsözüyle birlikte tam metin olarak yayınladığı için özel olarak bu mektup hakkında bir değerlendirmem olmayacak. Burada söyleyeceklerimin somut karşılıkları söz konusu mektupta uzun uzun bulunabilir.
Doktor Hikmet’le Nazım Hikmet’in kemalizm karşısındaki tavır konusunda tastamam 1960 yılında ayrı ayrı ulaştıkları ortak noktaya değineceğim.
Fevralski “Nazım’dan Anılar” kitabında 1957 yılına ilişkin şu notu düşmüş:
“Ulusal sorunu yeterince değerlendirmedik ve bu yüzden geniş emekçi yığınlarını kazanamadık. Oysa ulusumuzun geçmişindeki tüm en iyi şeylerin mirasçıları olmak gerekir. Anti-emperyalist savaşımlarında öncü burjuva ögelerini desteklemek gerekirdi. Mustafa Kemal üç ya da dört kez yanına davet etti beni” dedi Nazım. “Fakat ben şair olduğumu istiyorsa onun bana gelmesini söyleyerek ya da onu yoldaşlarımın katili diye adlandırarak reddettim bu çağrıları. Doğru bir davranış değildi bu.” 12 [FEVRALSKİ, Aleksandr]
Fevralski’nin aktarımında bir abartma (!) payı olabilir. Ancak 1950’lerin sonunda Nazım’ın ülkedeki devrimci siyasete ilişkin stratejik değerlendirmesi “ulusal kurtuluşçulukla buluşma” yönündedir.
Bunun reel karşılıkları vardır! Anti-emperyalizmin sosyalist meşruiyet için önem kazandığı bir dönemde kuvayi milliyeciliğin popüler siyasette karşılığı gerçekten olabilir.
Sorun şu ki bu stratejik bir tercih halini aldığında durum o kadar parlak değildir.
Hikmet Kıvılcımlı’nın 1957 Vatan Partisi girişimi ile başlayan ve ölümüne kadar sürdürdüğü “İkinci Kuvayi Milliyecilik” çizgisi bu hatayı ifade etmektedir.
Nazım’la paylaştıklarını söylediğimiz bu hatanın ülke politikasındaki zemini İkinci Dünya Savaşı sonrasında hız kazanan ve Menderes döneminde belirleyici hale gelen Amerikan emperyalizmine bağlanma durumudur. Bir noktadan sonra “ulusal değerlere sırtını döndüğü” bile düşünülebilen Türkiye burjuvazisi karşısında sosyalist politikanın “ulusal değerlere daha fazla dönmesinin” bir çözüm olabileceği sanılmıştır.
‘60’lı yıllarda dünyadaki eğilimlere de paralel olarak sol için önem ve ağırlık kazanan anti-emperyalizm bu yaklaşımla başlı başına devrim stratejisinin ağırlık merkezi haline gelmiştir ve bu Türkiye marksizmi için sakatlayıcıdır.
Devrimci Mücadele Kıvılcımlı’nın bu sakatlanmış marksizmini bütünüyle temize çıkarmak için yer yer onun MDD’cilerle polemiğini referans göstermektedir.
Kemalizmin millici özünü öne çıkartan MDD’cilere karşı çıkan şu sözlerini aktararak yazarımız önemli bir avantaj elde ettiğini düşünmektedir.
“Kemalist eylem her ne denli ‘Kompradoru teşvik’ etmiyorduysa da: bal gibi ‘Finans-Kapitalin teşviki’ altında hiç düşünmeye kalkışmadan ve Finans-Kapital çıkarları dışında her türlü ‘düşünceye kelepçe’ vurarak davranıyordu.” 13 [Kıvılcımlı’dan aktaran DM]
Yukarıda değindim MDD’cilere marksizm dersi verirken Kıvılcımlı birikimine yakışır marksistçe değerlendirmeler yapabiliyor.
Açıkçası Mustafa Kemal’e anılan mektubu yazan Nazım için de durum çok farklı değil! Kıvılcımlı kadar üretken bir siyasetçi olmasa da Nazım da sonuç olarak bir kemalist değil bir marksisttir. MDD’ciler için bunu söylemenin güçlükleri var.
Diğer yandan Devrimci Mücadele Dergisi’nde yayınlanan Açık Mektup’ta da görüldüğü üzere MDD’cilere sınıf analizi dersi veren aynı Kıvılcımlı marksizmle arasını çok açmış tarih tezleri ortaya atabiliyor.
Tek bir örnek vereceğim “toprak rantına el konulmasının iki değişik biçimi olan ve sonuç olarak ikisi de bir sömürü düzeni olan dirlik ve kesim düzenini karşı karşıya koyması” Kıvılcımlı’nın marksizmden kesin olarak uzaklaştığı bir noktadır.
Üstelik bu tavır Kıvılcımlı’nın İkinci Kuvayi Milliyeciliği içinde politik sonuçlarına da kavuşmaktadır. “Dirlik düzeni kurallarının ilkel de olsa bir sosyalizm gelenek-göreneği olduğu” düşüncesinden yola çıkan Doktor orduyu bu gelenekle bağlantılandırıp devrimci potansiyel ilan edebilmiş ve bu yüzden Hekimoğlu’nun deyişiyle kendisini halklara borçlandıran o Açık Mektup’u yazmıştır.
Kıvılcımlı “devrimci süreç egemenlik aygıtlarında da parçalanmalara ve yarılmala yol açar” önermesinin leninist özünü kavrayamayanlar karşısında bir burjuva egemenlik aygıtını sınıfsal bağlarından koparıp ona “antika” bağlar icat etmiştir.
Devrimci Mücadele ile polemiğimizi sonuçlandırırken bir şeyi tekrar vurgulayacağım.
Doktor Hikmet çeşitli kişilik özellikleri üretkenliği ve mücadeleciliği ile bir komünist aydın bir komünist militan olarak geleneğimizde yerini almıştır.
“Doktorculuk” ise…
Cervantes’i dinleyin!
Teori ve politika: Alışmadık gövdede don durmazmış!
Teori ve Politika adında bir dergi çıkıyor. Maocu (hadi kızdırmayalım Arnavutçu) olup da 10’dan fazla kitap okuyanların başına nelerin geldiğini gösteren bir ibret dergisi!
Bu dergi önceleri teorik abur-cuburun sergilendiği bir “entelektüel yığınak” dergisi havasındayken son dönemde kendince bir “politik” ağırlık (!) kazandı.
Teorik abur-cuburla ne kastettiğim açık olmalı. İyi sindirilmemiş teorik referansları sağlam kurulmamış ve somut-soyut-somut zinciri zayıf sol entelektüel gevezelikleri kastediyorum.
Bu derginin bu özelliği üzerinde çok fazla durmayacağım. Hatırladığım kadarıyla Metin Çulhaoğlu ile bir talihsiz karşılaşmaları oldu ve bu konuda Çulhaoğlu’ndan epey bir ders aldılar.
Sadece solda entelektüel donanım teorik birikim diye yola çıkıp gözlerini Batı marksizmine çevirenlerin sık yaptığı bir hatayı belirteceğim. “Batı”nın özgün tarihsel birikimini Türkçesi toplumsal-kültürel tarihini doğru dürüst sindirmeden batılı marksistlerin hegemonya teorilerinden entellektüel donanım apartanlar “çarpılırlar”.
Dediğim gibi Teori ve Politika ile bu konuda bir polemiğe girmeyeceğim.
Bizi bir parça ilgilendiren son dönemde bu dergide SİP’e ve SİP’in politikalarına ilişkin çıkan bazı değerlendirmeler.
Yine baştan söyleyeyim bu değerlendirmelerin haddini bilmezlik boyutunu konu edinmeyeceğim. Esnaf eylemlerinin gerici niteliğine ilişkin saptamalarımızı ve buna dayanan politikaları “siz de devrimci misiniz be” ağzıyla karşılayıp şiirlerle doldurulmuş bir küfür yazısı yazanların ağzına biber sürmek devrimci etkinliğimizin dışında kalıyor. En fazla “ne oldu kara öfkenizle devrime yürüyor musunuz terbiyesiz çocuklar” diye sorabiliriz! Esnaf eylemlerinden devrimci öncülük teorileri üretenlerin şimdi bu teorilerinin güncel karşılığını bize göstermelerini isteyebiliriz. Yok. Buna bile gerek yok!
Teori ve Politika’da yayınlanan “Devrimci ODTÜ ve McDonald’s” yazısı 14 bu bölümün konusunu oluşturuyor.
Bu yazının birinci bölümünde bir yazarı üzüp ona haksızlık ettik. Devrimci Mücadele’nin kuvvetli kaleminin pırıltılı cümlelerini bir kenara koyup sözlerinin özü ile uğraştık.
Yazık ki aynı şeyi Karakeçeli Yusuf için de yapacağız.
“Parçalanan lügatlere” yazık olacak!
Kırk yılın suni dengeciliğini bu kadar entelektüel sosa batırınca yedirebileceğini sanan bu yazara yazık olacak.
Önce Karakeçeli Yusuf’un “özgün” (!) suni dengeciliğini özetleyerek başlayalım.
“Politika güç meselesidir. Politikada güçleri görmek yerine zamana yayılmış ideolojik iktidar araçları görmek Türkiye Solu’nun yaygın siyaset tarzı olmuştur. İktidarı tüm zamana ve mekana yaymak direnişi kendi boyutunda şekillendiren temel unsurdur. Böylesi bir direnişçi ruh çıplak gerçekte şimdi de sadece var olan güç ilişkilerine bu nedenle kitabi saldırılarla yetinmektedir.
Bir işçi eyleminde ideolojik tahakkümü süreçte kırmanın yollarını aramak orada karşı tarafın gücünü kırmanın ve güç olmanın üzerinden geçer.” 15 [KARAKEÇELİ, Yusuf]
Bir alıntı daha…
“Bir tür orta sınıf solculuğu söylemselliğe vurguyla gerçeğe ve devrimci politikaya dair gereklere karşı körleşmektedir. Böylece ezilenlerin anda patlayan öfkeleri soyut ifadelerle perdelenmektedir.” 16 [KARAKEÇELİ, Yusuf]
Karakeçeli Sosyalist İktidar Partisi’nden terk dediğimiz türden bir kişi. Bu yüzden Gelenek çizgisine referansla konuşmayı da ihmal etmiyor:
“Mc Donald’s’ın gerçekte ne olduğuna ilişkin bilinç ODTÜ’lüler için politik açıdan hiçbir şey ifade etmez. Oysa sol kitleye ‘bilinçten çok siyaset’ bununla birlikte ‘kavgacılık otorite ve aidiyet’ taşımalıdır. (tek tırnak içindeki yazılar Karakeçeli’nin Cemal Hekimoğlu’ndan aktarımlarıdır – MK)” 17 [KARAKEÇELİ, Yusuf]
Bu cümlelerin yazının bütünü açısından karşılıklarını özetleyelim.
Özetle yazarımız SİP’in “kampanya”larında söylemselliğin öne çıktığını ve temelde güç gösterileri ile yapılan siyaseti SİP’in söylem ve “gösteriye” (şov da diyebilirdi) indirgediğini düşünüyor.
Yukardaki cümlelerden de anlaşılacağı gibi Karakeçeli bizim ideolojik mücadele dediğimiz şeyi küçümsüyor. Bunu bizim “toplumsal hareket solculuğu” dediğimiz çizgiyle birleştiriyor.
Karakeçeli’ye göre kitlelerin “patlayan öfkesi” ve buna uygun “güç gösterileri” politikanın temelidir.
Bu tezlerini (!) ODTÜ’deki Mc Donald’s karşıtı eylemlilik sürecinde sınayan (yazarımız kızmasın söz konusu eylemlilik sürecine bu “pencereden bakan” diyelim) yazarımız “önemli” sonuçlara varıyor.
Bunları biz bu SİP’ten terk yazarın teorik emeğine haksızlık etmek pahasına özetleyerek açıklaştıracağız.
Mc Donald’s ile ilgili hazırlanan broşür bildiri afiş gibi materyallerin hepsi gereksizdir. Mc Donald’s’ın ne olduğu ve bunun üzerinden emperyalizmin ne olduğu konusunda yapılan teşhir bütünüyle “söylemsel”dir. Mc Donald’s bir köftecidir! Kapısına bir tekme koyar yıkıverirsiniz ve bu iş biter.
Karakeçeli’nin bir görüşü budur. Hatta buradan hareketle Karakeçeli ODTÜ’lülerin patlayan öfkesini durdurduğumuz için bizi eleştiriyor.
“Aksine arkadaşlar tepkiselcilikleri ile ODTÜ’de ortaya çıkan öfkeyi pasifize etmişler öfkenin McDonald’s’ı gerçekten kovmasına izin vermemişlerdir.” 18 [KARAKEÇELİ, Yusuf]
Yazısının önemli bir bölümünü “Mc Donald’s’ı simgeleştirmeye çalışarak altı üstü bir köfteci dükkanından bir yapay ‘bütünlük’ çıkarma” eleştirisine ayıran Karakeçeli Mc Donald’s’ı gerçekten kovacak bir öfkeden daha önemlisi ODTÜ’de ortaya çıkan öfkeden söz ediyor.
“Devrimciler ODTÜ’de beliren Mc Donald’s karşıtlığına kayıtsız kalamazlar. Oluşan öfkeyi devrimci şiddetle buluşturmalıdırlar. Basit bir hamburgerci dükkanının kabadayılığına cevap üretemeyen reformistlere alanı bırakmamalı geleneğini yeniden üretmek adına gerekeni yapmalıdırlar. Varsın birileri buna ‘provokasyon’ ya da ‘anarşizm’ desin!” 19 [KARAKEÇELİ, Yusuf]
Yeterince sergiledik şimdi işleme geçelim!
Kitlelere esasta bilinçten çok siyaset taşımanın yönsüz ve yalnızca mutlak büyüklük sahibi bir çaba olduğunu iddia eden kişinin bırakın marksizmi sosyalizmle bile ilişkisi yoktur.
Kitlelerdeki öfkenin sadece belli hedefleri vuracak güç gösterileri ile yönlendirilip devrimci enerji haline geleceğini bunun öncesinde ve sonrasında herhangi bir ideolojik müdahaleye gerek olmadığını söyleyen kişi ya bu öfkenin kendiliğinden içeriğine güveniyordur ya da iflah olmaz bir provokatördür!
İşin aslı kitlelere bilinç değil siyaset taşımak fikri mücadeleyi bir kenara koymak anlamına gelmez. Bilincin bütünselliğine karşın siyaset parçalı ve temsilidir ama bu onu bir “güç mücadelesine” indirgemez.
SİP’in Mc Donald’s siyaseti de sosyalist bilincin bütünlüğü içinde taşınması yerine belli temsili temaların öne çıkartılmasına dayanmaktadır.
Bu siyasette somut hedefler üzerinde “güç denemeleri” yapmak vardır ama bu denemeler güçlü bir ideolojik yığınak üzerinden yapılmaktadır.
Aksinin olabileceğine dair fikirler Karakeçeli’nin şövalyelik devri romanları okumaktan süngerleşmiş zihninin ürünüdür.
“ODTÜ’de beliren Mc Donald’s karşıtlığına kayıtsız kalamayan” (!) Karakeçeli bu karşıtlığın nerden geldiğini bir düşünmelidir.
Sadece “güçlü bir ideolojik dayanağa sahip olma” fikri ya da “Mek Danıltsa karşı olmak için yeterince güçlü nedenleri olma” hissinin söz konusu yükselen karşıtlıktaki yerini değerlendirmelidir.
ODTÜ’lüler Mek karşıtlığında gerçekten sağlam basıyorlar! Bu ODTÜ’lülere yakışıyor. Devrimci ODTÜ ideali de Karakeçeli’nin sandığı gibi “Komer’in arabasını yakma gücünden (!)” değil bilinçli bir eylemciliğin aydın adayı öğrenciye yakışmasından güç almaktadır.
Karakeçeli’ye “patlayan öfkesi kullanıma açılmış kuru (bir broşürü bile fazla gördüğünüz kişilerin yaş olacak hali yok ya) kalabalık” tasavvurunu ODTÜ’lülerle paylaşmamasını tavsiye ederim!
Son olarak ODTÜ’de ortaya çıkan tepkisellik SİP’ten ve SİP’lilerin etkinliğinden bu kadar bağımsızmış gibi “kitlenin Mc Donald’s karşıtlığını yönlendirmekten” söz etmesine ne demeli
Karakeçeli Yusuf gerçekten bir hayal dünyasında yaşıyor. Onu arasıra uyandıran tek şey nefret ettiği (bu konuda bilinçten söz etmek gerçekten güç) SİP’in etkinliği. Tekrar uykusuna dalabilmek için de bu etkinliği görmezden gelmesi gerekiyor.
Burada yazarın patlayan öfke hayallerine değinelim.
Her iflah olmaz suni dengeci gibi Karakeçeli’de de “siyasal serap görme” hastalığı mevcut.
Birincisi kitlelerdeki “isyan” eğilimi bugün içe doğru patlıyor. İnsanlarımız öfkelerini kendilerine zarar vererek ortaya koyuyorlar.
Bunun solun bir toplumsal güç olarak sivrilememiş olmasıyla elbette büyük ilgisi var. Bu sorunun “güç gösterileri” ile çözüleceğini düşünenlerin bizim bilmediğimiz bir güçleri mi var!
Güç gösterisi yapmak için akıllarına SİP’in yıllara yayılmış emeğiyle oluşmuş “karşıtlıklar” geldiğine göre pek öyle değil.
İkincisi kitlelerdeki “isyan” eğiliminin örgütlenmesi iyi planlanmış “güç denemeleri”ni de içeren çok boyutlu bir çabayı gerektiriyor.
“Söylemsel”liği küçümseyen beyimizin bu çabanın içerdiği ideolojik mücadele boyutuna getirdiği eleştirileri ise gerçekten bütünüyle bireysel bir SİP düşmanlığı ile açıklayabiliyoruz.
SİP politik mücadele ile ideolojik etki arasındaki bağı iyi kurmuş ve bununla sol içinde bir “ana güç” olarak sıyrılma hedefine büyük ölçüde yaklaşmıştır. Sosyalist İktidar Partisi’nden terk Karakeçeli Yusuf SİP düşmanlığını “ideolojik mücadele düşmanlığı” ile karşılamaktadır.
Son olarak bu Sosyalist İktidar Partisi’nden terk olma durumuna değinmeliyim.
Karakeçeli’nin yazısında değindiği bir nokta SİP’in anti-emperyalizmin sosyalist hareketin siyasal kimliğindeki yerine ilişkin görüşleri.
Daha doğrusu Karakeçeli SİP’in bu konuda zaman içinde ağız değiştirdiğini “ortaya koyuyor.”
Burada yazımızın ana metaforuna bir rakip çıkartmak zorunda kalacağız. Cervantes’in yapıtı burada yetersiz kalıyor.
Sinemalarda filmin heyecanlı bir büküm noktasında fısıldaşmalar duyarsınız. Bunlar içinde bir cümlecik seçilir: “Biz sana arada anlatırız.” Bu söz “Ne oldu ben kaçırdım anlamadım” diyenlere söylenir. Senaryo içinde gizli önemli bir bulmaca çözülmüştür ve bizim şapşal izleyici tam da burayı kaçırmıştır. Oturup adama “kız aslında öbür oğlanın evinden çıkmış o gece ama kapıdaki arabada da asıl katil varmış. O da öbür baltalı adamın yeğeniymiş” diye uzun uzun anlatmak mümkün olmadığı için şapşala bu cevap verilir: “Arada anlatırız.”
SİP’ten terk Karakeçeli kaçırmış. Biraz anlatalım.
1990’lı yılların başında Gelenek Dergisi sosyalist harekette bir harmanlanma ve teorik-ideolojik olgunlaşma dönemi saptıyordu.
Solun marijinalliğini teorik kimliğin daha sağlam ve daha “saf” olarak oluşması için değerlendirmekten söz ediyorduk.
Net olarak ifade edilen şuydu: Marksist solun ülkemizdeki tarihi içinde belirli “kimlik kazanma” ya da “ideolojik sıçrama” noktaları vardır. 1920’lerin ulusal kurtuluş dönemi ve 1960’ların anti-emperyalist yükselişi böylesi noktalardır. İkinci Dünya Savaşı sonrası demokrasi dalgasını da buna daha çok başarısız bir deneme olarak ekleyebiliriz.
Bu dönemlerde sol kendi temel ideolojik dayanaklarının dışında ya da kıyısında kalan bazı temalara yaslanarak kendini tanımlama yoluna gitmiştir.
Sol hep bazı “dalgalara binerek” yükselmiştir.
Talihsizlik odur ki bu dalgalara binerek yükselme aynı zamanda solun kimlik bulma ve ideolojik olgunlaşma dönemleri ile çakışmaktadır.
Bunun olumsuz sonucu marksist solun kalıcı tarihsel temellerine yabancı unsurlarla kendini temellendirmesi olmuştur.
Biz 90’lı yıllarda yeni bir harmanlanma ve ideolojik olgunlaşma yaşamakta olduğunu söylediğimiz solun kendi özgün temelleri dışında üzerinde yükselebileceği bir dalgaya sahip olmadığını söylüyorduk. Bu bir şanstı.
Marjinallik kendi sesini ve kendi tarihsel birikimini dinleyerek ve onu sağlıklı bir biçimde ayıklayarak kendi ideolojik olgunlaşma ve kimlik bulma süreçlerini yaşamak açısından bir avantajdı.
Gelenek bunu söyledi ve söylediğini yaşadı.
1992’de STP’nin kuruluşu sırasında ise “marjinalliği ve kimlik bulma süreçlerini fazla uzatma”nın sola vereceği zararlara işaret etmiştik.
Başkalarının “tartışalım sosyalizm projemizi netleştirelim” dedikleri yerde parti kurmanın nedeni de buydu.
Kitleleri marksist bir sesten marksistleri ise kitlelere hitap etme araçlarından mahrum bırakmanın bir sınırı vardı.
2000’e girerken bu saptamamızın da hakkını vermiş bulunuyoruz.
Gelenek bugün kolaylıkla şunu iddia edebilir: Türkiye’de marksizmin belirli bir ülke bağlamı ile de sağlıklı bir biçimde bağlantılandırılmış bir teorik olgunlaşma sorunu artık yoktur. Bütünüyle Gelenek tarafından başarıldığını ve temsil edildiğini söylemesek de böylesi bir olgunlaşmanın Gelenek’te meyvelerini verdiğini söyleyebiliriz.
Değişen tek şey ülke marksistlerinin durumu da değildir.
Bugün ülke koşulları sosyalist harekete önemli fırsatlar sunmaktadır.
Bunlar üzerine binilerek yükselinecek yeni dalgalar değildir!
Kendi dalgasını yaratma fırsatlarıdır.
Daha açıkçası bugün Türkiye’de güncel olan bir “anti-emperyalizm” başlığı vardır. Bu başlığı açığa çıkartıp dallandıracak olan tek güç de sosyalizmdir. Bu kez anti-emperyalizmin Türkiye sosyalizmini tanımlamasından değil Türkiye’de tutarlı anti-emperyalizmi yalnızca sosyalistlerin tanımlayabileceğinden söz ediyoruz.
Arada anlattık sanıyorum!
“Bu SİP’lileri boşverip arkamıza aldığımız Mek karşıtı tepkiyle köftecinin kapısına tekmeyi indirelim. Varsın provokatör desinler” diyenleri uyararak bitirmek istiyorum.
Uyarım “sakın ters işler yapıp mücadeleye zarar vermeyin” şeklinde olmayacak.
Bildiklerini yapsınlar!
Cervantes’ten bir ikinci pasajla bitiriyorum:
“‘Dünya yüzünde La Mancha imparatoriçesi eşsiz Dulcinea del Toboso’dan daha güzel bir kadın olmadığını herkes itiraf etmedikçe kimse kıpırdamasın.’
Bu sözleri duyan ve konuşan tuhaf adamı gören tüccarlar durdular. Hem görünüşünden hem de sözlerinden deliliğini hemen farkettiler ama kendilerinden beklenen itirafı iyice anlamak istediler; aralarından biraz alaycı ve çok esprili olan bir tanesi konuştu:
‘Saygıdeğer şövalye sözünü ettiğiniz bu soylu hanımı biz tanımıyoruz. Onu bize gösterin eğer dediğiniz kadar güzelse hiç direnmeden seve seve bizden istediğinizi yapar gerçeği itiraf ederiz.’
(…)
‘Saygıdeğer şövalye’ dedi tüccar ‘buradaki tüm prenslerin hepimizin adına zat-ı alinize yalvarıyorum hiç görmediğimiz duymadığımız bir şey konusunda üstelik Alcarria ve Estremadıra Kraliçe ve İmparatoriçelerinin aleyhinde bir itirafta bulunarak vicdanımıza bir ağırlık yüklemek istemeyiz; saygıdeğer şövalye bize bu hanımın bir resmini gösterin hiç değilse bir buğday tanesi büyüklüğünde bile olabilir çünkü çilenin tamamı bir parça iplikten de anlaşılır. O zaman biz emin oluruz zat-ı aliniz de isteğinize ve memnuniyete kavuşursunuz. Zaten şimdiden sizin tarafınızda sayılırız; şöyle ki resminden bir gözünün kör olduğunu ötekinden kanla irin aktığını görsek bile zat-ı alinizin isteğini yerine getirmiş olmak için onu göklere çıkaracağız.’
Don Quijote öfkeyle cevap verdi:
‘Alçak şerefsiz! Onun gözünden sizin söylediğiniz şeyler değil şişeleri pamuklara sarılan amber ve misk kokuları fışkırır. Tek gözü kör de değildir kambur da; Guadarrama iğleri kadar düzgündür. Ama sizler benim sevgiliminki kadar muhteşem bir güzelliğe hakaret etmenin cezasını çekeceksiniz.’
Bunları söyledikten sonra mızrağını konuşmuş olan tüccara doğrultup öyle bir hiddetle saldırdı ki şansına Rocinante yolun ortasında tökezleyip düşmese cüretkâr tüccarın durumu kötü olacaktı. Rocinante düştü sahibi de epey bir süre kırlarda yuvarlandı; kalkmak istiyor ama kalkamıyordu; mızrağı kalkanı mahmuzları miğferi eski zırhının ağırlığı engel oluyordu. Doğrulmaya çabalayıp beceremedikçe ‘Kaçmayın korkaklar’ diyordu ‘bekleyin sefiller böyle yere serili olmam kendi kabahatim değil atımın kabahati.’
Adamların yanındaki katırcı çocuklardan biri, pek iyi niyetli olmasa gerek zavallı adamın yerlerde sürünürken böyle kibirli sözler söylediğini duyunca dayanamayıp kaburgalarına karşılığını oturtmak istedi. Yanına yaklaşıp mızrağını aldı ve birkaç parçaya böldükten sonra, bir tanesini alıp bizim Don Quijote’ye öyle bir vurmaya başladı ki, üstündeki zırha rağmen canını çıkardı.” (20) [CERVANTES]
Dipnotlar ve Kaynak
- CERVANTES SAAVEDRA Miguel de La Mancha’lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote Cilt 1 Yapı Kredi yay. Mart 2001 s.51.
- “Böyle ‘soL’ varken sağa ne hacet” Devrimci Mücadele Temmuz-Ağustos 2001 S.37 s.52.
- a.g.m. s.52.
- a.g.m. s.52. Bu alıntı ile ilgili bir not düşmem gerekiyor. Polemik yazılarında polemik yapılan kişinin diline kullandığı kelimelere ve hatta basılmış bir yazıdaki imla yanlışlarına takılmak zaman zaman yapılan bir şeydir.Bu konuda söyleyeceğim çok bir şey yok ama bir şeyi söylemeden edemeyeceğim. Eğer bir kişi diline imlasına ve hatta yazıyı basacak olanların dizgi becerisine çok fazla güvenmiyorsa bu tür polemik metodlarından kaçınması gerekir. Şahsen böyle bir güveni duymamam nedeniyle değil ama bunu konumuz çerçevesinde gereksiz görmem nedeniyle söz konusu polemik metoduna başvurmayacağım. Diğer yandan yazarımız başvurmuş olduğu için de dokunmadan edemeyeceğim. Yukardaki alıntıda birçok yazım ve dil hatası var. “Kültür Bakanımız”daki “bakanımız” sözcüğü küçük harfle başlamalıydı. “Kültür Bakanı’nın” şeklinde bir yazım doğrudur. “Kültür Bakanımız” yanlıştır. “BM”den sonra konulan noktalı virgülün bir dizgi hatası olduğunu varsayarak geçiyorum. Dediğim gibi bence bunların konumuz açısından bir önemi yok ama yazısına “kendileri adlarını böyle yamuk yazıyorlar” diyerek başlayan ve yazı boyunca Hakkı Devrim’i aratmayan dil eleştirileri yapan bir yazarın gerçekten “dikkatli olması” gerekirdi.
- a.g.m. s.53.
- a.g.m. s.53-54.
- TİMUÇİN Afşar Nazım Hikmet’in Şiiri Kavram yay. Şubat 1978 s.129.
- Devrimci Mücadele a.g.m. s.54.
- Bu konuda biraz daha detaylı bir tartışma için bkz. KUZULUGİL Mehmet “Nazım Vesilesiyle” Gelenek S.64 s.107-113.
- Devrimci Mücadele a.g.m. s.55.
- Yazarımızdan üzülmemesini rica etmek durumundayız. Biz üslubumuz ve teorik meselelere yaklaşımımız gereği bu yazı boyunca kendisinin yazdıklarını biçim ve üsluptan arındırarak değerlendirip yanıtladık. Diğer yandan bu yazarımızın üstün polemik yeteneği ve Nasrettin Hoca ile Goethe arasında gidip gelen cümlelerinin boşa gittiği anlamına gelmiyor. Keyifle okuduk.
- FEVRALSKİ Aleksandr Nazım’dan Anılar Milliyet yay. Mart 1997 s.73.
- Devrimci Mücadele a.g.m. s.57.
- KARAKEÇELİ Yusuf “Devrimci ODTÜ ve Mc Donald’s” Teori ve Politika S.23 içinde.
- a.g.m. s.203.
- a.g.m. s.204.
- a.g.m. s.205.
- a.g.m. s.203.
- a.g.m. s.202.