Tamamlanma aşamasındayken bu yazının eksenini kaydırıcı bir gelişme yaşandı Türkiye’de. “Ulusal Güvenlik” konusunda Mesut Yılmaz’ın başlattığı tartışmanın önümüzdeki günlerde dallanıp budaklanarak sürmesi kaçınılmaz gözüküyor. Çünkü sorun bu tür gerilimlerde derhal geri çekilmesini bilen Mesut Yılmaz’ın kişisel tercihlerinden bağımsızlaşmış durumda. Yoksa kimse Mesut üzerinden bir tartışma yapacak, onun attığı taşın peşinden gidecek kadar saf değil.
“Tartışma” burjuva siyaseti yeni bir mutabakat yakalayıncaya kadar sürecektir. Çünkü bir dizi başlıkta Türkiye’nin zamanı gerçekten kalmamıştır.
Mesut Yılmaz’ın haklı olduğu tek konu budur.
Ancak Mesut Yılmaz’ın bildiğini herkes bilmektedir. Türkiye’nin bu sonbaharda “Avrupa Birliği standartları” denilen başlıklarda göz boyayıcı bir takım adımlar atması için yürütülen çalışmaların karargahı ANAP Genel Merkez binası değil malum devlet kurumlarıdır.
Zaten Avrupalı emperyalist ülkeler de köklü değil, göz boyayıcı adımlar istemektedir… Bu bir süreçtir. Mesut Yılmaz “zaman kalmadı” derken haklı, bu zaman zarfında köklü dönüşümler gerçekleşmesi gerektiğini söylerken tam anlamıyla bir yalancıdır: Köklü dönüşümler AB kalıbına sığmaz; Mesut Yılmaz’ın ise kalıbı yoktur.
O halde bütün bu tartışmaların anlamı nedir?
Ya da burjuva siyasetinden anlam çıkarmak o kadar kolay mıdır?
İkincisinden başlayalım. Burjuva siyaseti “olağan dönemler” de son derece dar bir alanda seyreder; bir başka deyişle burjuva siyasetinin marjı her durumda oldukça sınırlıdır. Bu sınırlar çoğu kez gerçek ve suni olanın ayırt edilmesini de güçleştirir. Ancak bilinmelidir ki, tarihsel anlamda emekçi sınıfların sistem içerisinde tutulması gibi bir temel amaca hizmet eden burjuva siyasetinin en belirgin özelliklerinden birisidir gerçek ile suni olanın iç içe geçmesi. Bu nedenle gündelik olarak karşımıza çıkan gerilimlerin, tartışma ve görüş ayrılıklarının zihnimizde yer alan bölmelere özgürce yerleştirilmesi son derece zararlıdır. X şahsı bakkaldan ekmek aldı, bu davranışı koy a bölmesine; aynı şahıs ertesi gün bir futbol karşılaşmasına gitti, bunun anlamı b bölmesinde; “Y şahsı Z’ye dedi ki”nin altında yatan c bölmesinde…
Böyle davranırsanız içiniz rahatlar, olayların her birisine sizi tatmin edecek bir açıklama getirmiş olursunuz, ama kısa sürede mutlaka yalanlanırsınız. Hele hele anlamaktan öte amaçlarınız varsa ve siyaset üretimi ile ilgiliyseniz, hata üstüne hata yaparsınız.
Bir başka hata ise, burjuva siyasetini sanki sınıf mücadelesi burjuva siyasetine hiç etki yaratmıyormuş, sanki ideolojik alanda olup biten karmaşık yer değiştirmeler siyasal alanın sınırlarına giremiyormuş, sanki ekonomik düzeyle siyasal düzey arasında yalnızca tek taraflı bir ilişki varmış, olup biten her şeyi “sahici” değilmiş gibi ele almak, yani hiç önemsememektir.
Bunu yaparsanız da içiniz rahatlar, olaylara toptancı açıklamalar getirirsiniz, bu kez yanıldığınızı bile anlamazsınız ve asla siyaset üretemezsiniz.
Çözüm nedir? Çözüm, her şeyden önce gündelik gelişmelerin baskısını hafifletmekten geçer. Bir marksist için tarih bilinci, yalnızca tarihin mantığını kavramaya dönük bir donanım değil, aynı zamanda bugünü dün-yarın bağlantısı içerisine yerleştirme girişimi için zorunlu bir altyapıdır da. Burada sözünü ettiğimiz elbette mekanik bir işlem değildir. Sınıf mücadelesindeki aktörlerin sürekli değişken, dinamik yapısını hesaba katmadan ve bu başlıklarda ancak eğilimlerin saptanabileceğini bilmeden “burjuva siyaseti” ne anlam kazandıramazsınız.
Az önce burjuva siyasetinde gerçek ile suni olan iç içedir demiştik. Bunu şimdi açmak gerekiyor. Gerçek olan, ister sömürücü sınıflar içerisindeki değişik kesimlerin tarihsel veya gündelik farklılıklarına, ister ideolojik ayrımlara, isterse siyasetçinin akçalı çıkar ilişkilerine dayansın, burjuva siyasetinin toplum karşısında ihtiyaç duyduğu zenginliği tek başına sağlayamaz. Çünkü bütün bu sözünü ettiklerimiz, kapitalizmin yıkıcı toplumsal etkileri nedeniyle bir yerden sonra “gerçek ama önemsiz” hale gelir suni gündemlere daha fazla ihtiyaç duyulur ve onlara alan açılır. Bu anlamda burjuva siyaseti gerçek olan ile suni olanı sürekli harmanlar, onları birbirinden ayrıştırılamaz hale getirir.
Olağan dönemlerde bu harmanlanmanın yarattığı canlılık sermaye iktidarı için ayak bağı olmaz, tam tersine onu rahatlatır. Çünkü “olağan dönemler”in olağanlığını sağlayan şey, burjuvazinin özel bir yönetme problemi ile karşı karşıya kalmamasıdır. Burjuva siyaseti dar bir alanı, son derece genişmiş gibi kullanma yeteneğine böylesi dönemlerde erişir, siyasetteki sahte zenginlik, aslında sermaye iktidarının eğilimlerinin son derece baskın ve net olduğunun kanıtıdır.
Kriz dönemlerinde siyasal ve ideolojik alanın kırılganlığı, burjuvazinin dar siyasi alanı daha da daraltma ve aynı anda aktör sayısını azaltma ihtiyacı duymasının nedenidir. Bu açıdan bakıldığında faşizm belirgin bir anti-komünizm ve işçi sınıfına karşı topyekun savaştır; ama aynı zamanda bu savaşın daha iyi yürütülmesi için burjuva siyasetinin merkezileştirilmesi ve aktör sayısının azaltılmasıdır da…
Şimdi gelelim Türkiye’deki duruma….
Türkiye kapitalizmi şu anda gerek sermaye sınıfının, gerekse bu sınıfın en deneyimli öznesi olduğunu ısrarla vurguladığımız askerlerin beş-altı yıl kadar önce yapmış oldukları tercihin yarattığı zorluklarla karşı karşıya. Tercih şudur: Bizim karşı-devrim dediğimiz bir olağanüstü yönetim biçiminden uzak durarak, Türkiye’yi “olağan”a, yani istikrara taşıyacak bir “milli siyaset” izlemek. Türkçesi, bir karşı-devrimci iktidardan beklenecek etkinlik ve kesinliği daha karmaşık bir geçiş sürecine havale etmek.
Bu sürece restorasyon diyoruz.
Tasası bize düşmez ama bu işin zorluğu şurada: Türkiye kapitalizmi gerek dış dinamiklerin karmaşıklığı, gerek dış dinamiklerin karmaşıklığı, gerek ekonomik zorluklar, gerek ideolojik belirsizlikler, gerekse siyasal yeniden yapılanma sürecindeki tıkanıklıklar nedeniyle, sahte ya da suni herhangi bir “aykırı” gündemi kaldıramayacak kadar hassas bir dönemden geçiyor. Ancak hem sözünü ettiğimiz tercih, hem de bugüne kadar restorasyon sürecinin işaret ettiği yön, burjuva siyasetinin daha fazla daralmasına da izin vermiyor.
Zorluk burada…
Zorluk bir siyasi aktör olarak Mesut Yılmaz’ın kafasındaki Türkiye ile askerlerin kafasındaki Türkiye arasında ortaya çıkan farklılığın asla giderilemeyeceğinde değil. Zorluk herkesin bildiği gibi dünyanın etkili başkentlerinin de içinde doğrudan yer aldığı bir “Türkiye projesi” nde Türk tarafının temsiliyetinin yeniden yapılandırılacağı kesin olan burjuva siyasetinin ölü aktörlerine bırakılamamasından kaynaklanmakta.
Böylece somut konuya geliyoruz. Genelkurmay’ı en çok sinirlendiren şey, Mesut Yılmaz’ın kendi siyasal kariyerinin sonlanışını geciktirmek için Türkiye kapitalizminin beş-altı yıllık paradigmasını altüst etmeyi göze almasıdır. Bu paradigma, “Türkiye’yi AB’nin güvenli sularına kazasız belasız sokmak”tır. Askerlerin burada olmazsa olmaz merkez bir rolü vardır. Bu rolü azaltmaya dönük girişimlerin Türkiye’nin “güvenli sulara yönelişi”ni geciktirici etki yapması kaçınılmazdır.
Çünkü Türkiye kapitalizmi örnek olsun on yılda her şeyini yitiren, hiçbir şey üretmeyen, ordusu dağılmış, nüfusu kendisiyle kıyaslandığında küçücük Bulgaristan’ın yaptığını yapamaz. Türkiye’nin AB ile ilişkileri işin içinde ABD’nin ve hatta İsrail’in olduğu büyük pazarlıklar, gerilimler ve iniş-çıkışlara mahkumdur. Bütün bu süreçte Türkiye’nin detayları her daim gözden geçirilen bir “çizgisi” vardır. Bu çizginin üzerinde siyasi partilerin değil de daha köklü kurumların yürüyeceğini yalnız Türkiye burjuvazisi değil Avrupalılar da bilir.
Mesut Yılmaz son çıkışı ile bu mekanizmayı bozmaya kalkmıştır. Genelkurmay’ın yanıtı ise Türkiye kapitalizminin bu kritik evreye at değiştirerek giremeyeceğine ilişkin bir vurgudur. Ve ardından medyadan, TÜSİAD’dan gelen “AB’ci” açıklamalar Mesut Yılmaz ile askerler arasındaki bir tartışmaya taraf olmak için değil, zamanı kalmayan Türkiye’de mekanizmanın bozulmaması için yapılmıştır.
Burada TÜSİAD’la ya da ANAP’la askerler arasında konuya dair bir ayrım olmadığını iddia etmiyorum. İddia ettiğim şudur: Mesut Yılmaz’ın temsil ettiği “hat” Türkiye’de asla iktidarda olamaz; sermaye çevrelerinin son tartışmada bu hattı “yararlı” bulmalarının nedeni son derece ince bir çizgi üzerinde yürüyen restorasyon sürecinin duraklamasını engelleme kaygısıdır. Çünkü Türkiye’de yalnız askerlerin değil, sermayenin de korkuları vardır. Onların güvenliğe askerlerden daha az ihtiyaç duydukları asla söylenemez!
Ancak askerler yürütülmekte olan operasyonun ekonomi dışındaki alanlarında başat aktör olmanın sorumluluğuyla davranmak durumundadır. Dolayısıyla onlardan hiç kimse TÜSİAD ya da işi bitmiş Mesut Yılmaz gibi davranmasını beklememelidir. Kaldı ki, Türkiye’nin AB’yle olan iliş-kilerinde stratejik hesaplar Kürtçe TV meselesinden her zaman daha önemlidir ve bu hesaplarda da Türkiye adına sözü askerler söylemektedir. Daha açığı, TSK’nın kendisini kilitlediği başlık AGSK’dır ve bunu Mesut Yılmaz çok iyi bilmektedir. Çünkü Türkiye’nin AGSK’daki yeri askerler açısından “güvenlikli sulara ulaşılıp ulaşılmadığı”nın kanıtı olacaktır.
Ya bu konuda umutsuzluğa kapılırlarsa?
Stratejik konularda tatmin olmamaları halinde zaten istekli olmadıkları bir dizi “değişim”i ellerinin tersiyle itmezler mi?
Bu soru baştan aşağıya yanlış bir sorudur çünkü AB, bu soruda bir demokratikleşme projesi olarak sunulmuştur. Oysa Türkiye burjuvazisi başından beri, tıpkı askerler gibi, AB’yi kendi güvenliği için arzulamaktadır. Bu açıdan baktığımızda stratejik konulardan arındırılmış bir AB projesi Türkiye için asla söz konusu değildir.
Sözünü ettiğimiz stratejik hesap, dar anlamıyla AGSK’nın karar mekanizmalarında yer edinmek olarak algılanmamalıdır. Sorun, Türkiye’nin ABD ve İsrail ile geliştirdiği siyasi-askeri misyonları elinde tutarak Orta ve Doğu Avrupa’daki gelişmelerde kendi ölçeğinde ağırlık sahibi olup olamayacağıdır. Türkiye bir ayağını Avrupa’ya atmadan kendisini rahat hissedemeyeceğini anlamıştır ve bu korkuyu Mesut Yılmaz’ın değiştirme şansı yoktur.
Dolayısıyla Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerinde bu sonbahar son derece önemli olmakla birlikte, kimse kesin bir kopma beklememelidir. Taraflar durumu idare edecek, AB “gelişmelerden memnun olduğunu ama yeterli görmediği”ni ilan ederken, Türk tarafı Avrupalı ülkelerden “değerlendirmelerini ülkenin içinde bulunduğu gerçekleri hesaba katarak yapmaları”nı rica edecek. Ortada “acil” bir üyelik konusu olmadığı için, süreç kasılmalar halinde işleyecek.
Bu süreci tepeden tırnağa nasıl değiştireceksiniz?
Kimin buna gücü yetecek?
Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde AB’ye tam üyelik hedefi açıkça konmuş durumda. Kamuoyu AB konusunda baştan aşağıya şartlanmış durumda. Askerlerin de baskısıyla MNP-MSP-RP-FP-SP çizgisi tepeden tırnağa Avrupacı yapılmış durumda. MHP karnından itiraz sesleri çıkarsa da, AB konusunu “milli” bir mesele olarak kabullenmiş durumda. Basında AB’ye hayır diyen bir-iki köşe yazarı kalmış durumda. Asker sağa sola yanıt yetiştirirken “AB’ye aday olduğumuz şu günlerde” diye cümle kurmayı alışkanlık yapmış durumda. Ve hepsinden önemlisi Türkiye kapitalizmi Avrupa’ya mahkum durumda…
Hangi güç “satarım Avrupa’sını” diye ortaya çıkacak?
Birileri askerlerin buna hazırlandığını ileri sürüyor.
Gerçekten öyle mi acaba?
Hemen belirtmek gerekiyor: Türkiye kapitalizminin AB’ye rest çekmesinin kararını verebilecek tek güç ABD’dir ve bu karar ancak bölgedeki taşlarda ciddi bir oynamanın gerçekleşeceğinin işareti olabilir. Bölgemizde taşları ciddi biçimde oynatacak olan şey ise bir savaştır.
Bunun dışında TSK’nın emperyalizmin Türkiye’ye dönük hesaplarından rahatsızlık duyduğu, bir karşı atağa geçmek için uygun zamanı beklediği günü geldiğinde AB üyeliğini sabote edeceği, hatta Türkiye’yi NATO dışına çıkartacağı söyleniyor.
Demek ki tarihsel ve ampirik bulgular bir işe yaramıyor. Marksizmin teorik mirasını da çöpe atıyoruz. O halde elimizdeki verileri ard arda sıralayalım…
İlk veri şudur: Askerler emperyalizmin Türkiye’ye dönük hesaplarından gerçekten rahatsızdır. Ama bu yeni bir şey değildir. Bu Cumhuriyet’in başından itibaren böyledir; 12 Eylül cuntasının çapsız generallerinin farklı görüntü vermeleri, onların başka hesaplara konsantre olmasındandır. Evet, askerler emperyalist ülkelerin Türkiye için “iyi” şeyler düşünmediğini bilmektedir. Dünyada emperyalistlerle bu kadar içli dışlı olup, onlarla belli bir coğrafyada otorite paylaşımına giden herhangi bir aktörün farklı bir “bilinç”e sahip olabileceğinin nasıl düşünüldüğü de Kemal Okuyan’ın masumane bir sorusudur!
Emperyalist ülkelerin kendi çıkarları doğrultusunda iş yaptıklarını bilmek bir özellik değildir. Onlarla gücü oranında pazarlık yapabilmek belli bir özelliktir.
Anti-emperyalizm ise bambaşka bir şeydir, ancak sınıfsal, ideolojik ve tarihsel bir bağlama oturabilir ve çok önemli bir özelliktir.
Tabii bu arada tarihi filan gözardı etmeye söz verdiğimizi unutmuş olduk.
O halde verilere devam edelim. İkinci veri: Türkiye son beş-altı yılda ABD’nin bölgesel projelerine geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde bağlanmıştır. Tatmin olmayanlara soL dergisinin en az 10-15 sayısını önerebilirim, Gelenek’te de Aydın Demir Esen’in geçen ay yazdıkları bu açıdan iyi gelebilir.
Birinci veri ile ikinci veri birleştiğinde ne yazık ki ortaya bizim teorik ve ampirik olarak artık ezberlediğimiz tipik bir Türkiye Cumhuriyeti davranışı çıkmaktadır: Korktuğunla daha fazla işbirliği yap!
Üçüncü veri: Türkiye’de son beş yılda özel sermayenin en hızlı hakimiyet kurduğu sektör gelişmekte olan “silah sanayi”dir. Bu sanayinin en önemli özelliği, batılı tekellerle gelişkin entegrasyon biçimlerine konu olmasıdır.
Dördüncü veri: İsrail’le ilişkiler… Beşinci veri: NATO’nun genişlemesi konusunda en büyük arzunun gösterilmesi… Altıncı veri: Bölgesel operasyonlara her asker yollamak gündeme geldiğinde benzer bir heyecan duyulması… Yedi… Sekiz…
Bu işin sonu yok…
Bütün bunlara rağmen, Türkiye’de etkili herhangi bir aktör emperyalist planlara gerçek anlamıyla taş koyar, Türkiye’nin yağmalanmasına emekçi sınıfların yoksullaşmasına dur diyen içten ve sonuç alıcı bir konumlanış içerisine girerse ne mi yaparız?
Bu sorunun yanıtı bellidir: Biz komünistiz, biz yurtseveriz. Kendi kavgamıza elbette sahip çıkarız.
Ama kusura bakılmasın ne aptalı ne de safı oynarız… Biz komünistiz, biz yurtseveriz.