Parlamenter demokrasi tarihinin üç uzun yüzyılı skandalların bozulmaların aldatmacaların en bayağı entrikaların ve seçim hilelerinin art arda dizilişinden başka bir şey değildir. Buna rağmen kapitalist bir toplumdaki “demokrasinin kusurları”ndan söz etmek hiçbir burjuva politikacı ya da gazetecinin aklının ucundan dahi geçmemiştir. Yine de parlamenter burjuva demokrasisi feodal mutlakçılığa göre tarihsel bir ilerlemeyi temsil ediyordu. Parlamenter burjuva sistemi sanayi ve tarım işçilerinin öncelikle dışlandıkları özel mülkiyet sahipleri arasındaki rekabetin bir yansımasıydı. İşçi sınıfının genel ve eşit oy hakkını ve parlamentoda temsiliyetini kazanması sınıfların siyasal mücadelesiyle olanaklı olabilmiştir. İşçi partilerinin temsilcilerinin burjuva parlamentosuna seçilmelerinden bu yana bu kurum da sınıflar mücadelesinin bir alanı haline gelmiştir.
Burada akılda tutulması gereken demokratik özgürlüklerin en başta 17. ve 18. yüzyılların feodal mutlakiyetçiliği karşısında halen devrimci olan burjuvazinin yönetimi altındaki halk kitlelerinin mücadelesinin bir sonucu oldukları gerçeğidir. İkincisi bu özgürlükler burjuvaziye karşı proleter sınıf mücadelesinin ürünleridir ki bu geçmişte burjuva demokrasisinde ilerici olan ne varsa bunların burjuvazinin “hediyeleri” olmağı sınıflar mücadelesinin ürünü olduğu anlamına gelir.
Kapitalizmin serbest rekabetten tekelci kapitalizme ve emperyalizme geçmesiyle birlikte burjuva demokrasisinin tarihsel-ilerici yönü de sona eriyordu. Bu demokrasi artık arkasında tekelci burjuvazinin bugünkü çokuluslu ve uluslarüstü işletmelerin bankaların ve sigorta şirketlerinin egemenliğinin gizlendiği bir görüntüden başka bir şey değildi. Parlamentarizm bünyesinde sermayenin özel olarak da işletmelerin bankaların ve sigorta şirketlerinin ekonomik çıkarlarının tartışıldığı bir politik çarşı haline geldi.
Bununla beraber deregülasyonla rahatsız olan süper kâr düşkünleri için “politik borsalar” anlamına gelen bu parlamentolar yollarının üzerinden kaldırmak istedikleri bir engeli oluşturuyor olabilirlerdi. Neo-liberalizmin önde gelen ideologlarından Friedrich von Hayekin küçük bir elitin avcunun içindeki ve özel çıkarı her şeyin üzerinde tutan mutlak bir devlet önermesinin arkasında bu olgu yatmaktadır. Burada soyut biçimi içinde demokrasi kavramı bankaların işletmelerin ve karşıdevrimin iktidarı ile eşanlamlı olmaktadır.
İlk sosyalist devrimin sahneye girmesi siyasal iktidarın işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesi ve proletarya diktatörlüğünün kurulmasından sonra işçi sınıfı artık parlamenter burjuva demokrasisine yeniden dönemez onun “öne çıkması”na izin veremezdi. Burjuva demokrasisi ile sosyalist demokrasi arasında bir süreklilik yoktur. Feodal mutlak monarşi ile burjuva demokrasisi arasında burjuva devrimi burjuvazinin şu ya da bu kesiminin diktatörlüğünün kurulması vardı ve bu bir Cromwellin bir Dantonun bir Robespierrein ve hatta diğer devrimcilerin müdahalelerinden ayrı düşünülemez. Aynı şekilde burjuva demokrasisi ile sosyalist devrim arasında tam da sosyalist devrim ve bugün bu tarihsel kişilikler hakkında çizilmeye çalışılan portreden bağımsız olarak Leninin Stalinin Maonun Fidel Castronun müdahalesi yer alır. Hepsi için de aynı şey söz konusudur: Ne Leninsiz ne de Stalinsiz bir Sovyet demokrasisi olamazdı Fidelsiz Kübada demokrasi ve Almanya’da, DAC’de de Wilhelm Piecksiz 1 Walter Ulbrichtsiz ve Otto Grotewohlsuz sosyalist demokrasi olamayacağı gibi.
Demokrasi üstyapısal bir olgu olarak üretim ilişkilerinden hareketle açıklanmalı ve demokrasinin bu ilişkiler içindeki özerkliği ve kendine özgü yasalara tabi oluşu hesaba katılmalıdır. Burjuva demokrasisi kapitalist üretim ilişkilerinin üstyapısal bir olgusu olarak sosyalist üretim ilişkileri üzerine gelip eklenemez. Burjuva demokrasisi özel mülk sahipleri arasındaki ilişkileri yöneten bir politik düzenlemedir. Sosyalist üretim ilişkileri üretim araçlarının sosyalist mülkiyeti özel mülk sahiplerinin hukuk anlayışları ve düzenlemeleri ile uzlaştırılabilir değildir. İşçi sınıfı sosyalist üretim ilişkilerinin hareketinin ve gelişiminin siyasal bir biçimi olarak kendi demokrasisini; diğer bir deyişle sosyalist toplumu geliştirmelidir.
Sosyalist demokraside yeni olan nitelik bu demokrasinin hukuksal-politik bir çerçeveyle sınırlanamaması olgusudur. Sosyalist demokrasi her şeyden önce politik ve toplumsal bir bileşene sahiptir. Sosyalist demokrasinin özü işçi sınıfının önderlik ettiği emekçi kitlelerin ekonominin ve diğer toplumsal alanların (eğitim sağlık hizmetleri vb) yönetimine ve planlanmasına katılımında yatmaktadır. Demek ki bu katılım zorunludur çünkü halk mülkiyeti ve üretim araçlarının kolektif mülkiyeti ancak emekçi sınıfların bu üretim araçlarının yönetimi planlanması ve yönlendirilmesine katılmalarıyla sağlanabilir. Sonuç olarak sosyalist demokrasi bir yandan sosyalist üretim ilişkilerinin siyasal üstyapısının kanıtı diğer yandan da bu ilişkilerin örgütlenme ve gelişim biçimidir.
Sosyalist demokrasi uzun vadede devlet ile toplum siyasal alan ile toplumsal alan arasındaki ikiliğin ve bireyin devletin soyut yurttaşı olarak bir yanda “yurttaş” diğer yanda toplumsal varlık toplumsal konumu içindeki kişi kapitalist-ücretli büyük çiftlik sahibi-küçük toprak sahibi bağımsız girişimci-halk şarkıcısı dişçi olarak bölünmesinin ortadan kalktığı tarihsel bir süreç ile nitelenir. Bu yarılma tamamen burjuva devriminin feodal toprak mülkiyetinin ortadan kalkmasının bireylerin toplumsal konumunun siyasal düzlemdeki konumlarıyla bütünüyle çakıştığı üç kesimin ortadan kalkmasının sonucudur. Devlet ile toplum arasındaki bu ayrılma bu ikilik devletin soyut yurttaşının tercihini birkaç yılda bir ifade edebildiği -bir erkek/bir kadınbir oy ve bundan ibaret- ama üretim ekonomi kısacası özel mülk sahiplerine ayrılmış alanlara ilişkin kararların alınmasından dışlanmış olduğu burjuva demokrasisinin temelini oluşturur.
Maddi ve kültürel yaşam koşullarının düzenlendiği bu önemli alanda “reşit ve sorumlu yurttaş”ın hiçbir oy hakkı yoktur. Yöneten kesimleri iktidarlarının icrasında rahatsız etmediği sürece düşünme biçimini olası ve düşünülebilecek bütün komitelerde hatta medyalaştırılmış olsun olmasın şu ya da bu “talkshow”da ifade edebilir ya da bütün düşüncelerini dile getirebilir. Burjuva demokrasisi ile sosyalist demokrasi arasındaki sınıflara bağlı olan bu niteliksel çelişkiler aşılamaz niteliktedir ve birbirlerini karşılıklı olarak dışlarlar.
DAC deneyimi bize Sovyet İşgal Bölgesi/Demokratik Alman Cumhuriyetindeki (SİB/DAC) 2 sosyalist demokrasinin gelişimini faşizmden kurtuluşu bütün nihai döküntüleri ile Alman emperyalizminin yenilgisini “soğuk savaş” biçimini alan sınıflar savaşını Alman ulusal topluluğunun Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve onların yenik Alman emperyalizmi ve militarizmi kampından çıkan Alman suç ortakları tarafından bölünmesini iktidarlarının Federal Alman Cumhuriyeti (FAC) 3 ile çakışacak olan batıdaki bölgelerde yeniden tesisini izleyen somut koşullarda çözümlemek ve değerlendirmek gerektiğini göstermektedir.
SİB/DACda ilk önce burjuva olmayan bir demokrasinin ve sonrasında da (1952’den itibaren) sosyalist demokrasinin gelişimi koşulların çok zor olduğu bir ortamda gerçekleşmiştir. Batıdaki (FAC) bölgeler ile karşılaştırıldığında doğunun üretici güçleri Batı ile Doğu arasında tarihsel olarak belirlenen verimlilik farkından dolayı eskimişlerdi. Savaş altyapıyı önemli ölçüde zarara uğratmıştı. Sovyet işgal kuvvetleri önemli sayıda sınai tesisi sökmüştü. Gerçekte SİB/DAC Almanyaya yüklenen tazminatları ve tamiratları Sovyetler Birliğine tamamen ödemek zorunda kalmış ve bütün bunlar hâlâ çoğunluğu faşist ideolojinin etkisi altında bulunan bir nüfusun varlığı koşullarında meydana gelmişti. Nüfusun bu bölümü faşist Alman emperyalizmi tarafından fetih savaşı sonrasında katlanmak zorunda kaldığı bütün kötülüklerden Sovyet işgal kuvvetlerini sorumlu tutuyordu. İşçi sınıfı ideolojik olarak ve örgütsel düzlemde zayıflamıştı. Bu sınıf “kendinde” bir sınıf oluşturuyordu ve onu yeniden “kendisi için” bir sınıfa dönüştürmek kendi varlığının bilincinde bir işçi sınıfı haline getirmek gerekiyordu.
Demokrasi önce 1952 Temmuzuna kadar gelişti (SED İkinci Konferansı) 4 ve bu da esas olarak birleşik demokratik ve anti-faşist bir Almanyanın oluşumu için mücadele perspektifine dayanarak gerçekleşti. Almanyanın birliği için mücadele o dönemde öncelikli konuydu ve SİB/DACdaki demokrasi artık bir burjuva demokrasisi olmamakla birlikte henüz sosyalist bir demokrasi de değildi. Bu demokrasiyi burjuva olmayan bir demokrasi olarak nitelemek mümkündür. Peki bu demokrasi burjuva demokrasisinden nerede ayrılıyordu Yeni ne öneriyordu
1) Kuvvetler ayrılığına son verilmesi
Tarihsel teorik düzlemde kuvvetler ayrılığı Montesquieuya atfedilir. Halbuki bu düşünür yalnızca “kuvvetler ayrımı”dan söz eder ki ikisi tam olarak aynı şey değildir. Tarihsel ve teorik olarak demokratik bir Anayasanın yaratıcıları “halkın bütünü”nden halkı devletin taşıyıcısı ve temsilcisi olarak değerlendiren ilkeden hareket eden Rousseaudan yana bir tutum geliştirebilirler. Rousseaunun gözünde halk egemenliği ve devlet iktidarı birbirlerinden ayrılamaz şeylerdir. Rousseau temsili sistemi reddediyordu çünkü ona göre egemenlik ne başkasına devredilebilir ne de başkası tarafından temsil edilebilirdi. 1848 devrim yılı süresince Marx halk egemenliği ilkesini yeniden ele aldı ve özgürce yönetebilmek için kuvvetlerin paylaştırılmasının zorunlu olduğunu savunan tezi eski “anayasal saçmalık” olarak niteledi. Özgürce yönetebilmek için zorunlu koşul kuvvetlerin ayrılmasında değil birliğinde yatar.
Hükümet mekanizması hiçbir durumda basit bir mekanizma olarak görülemez. Gerçekte bu mekanizmayı olabildiğince “karmaşık ve gizemli kılmak” her zaman “hainlerin sanatı” olagelmiştir.
Teorik tarihsel koşullardan daha önemlisi emek dünyasının Weimar Cumhuriyetinde kuvvetlerin ayrılmasından edindikleri pratik deneyimlerin varlığıdır. Biçimsel olarak bu kuvvetler ayrılığı Weimar Anayasasında yer alıyordu. Oysa pratikte halk temsili parlamento ve yasama kuvveti hiçbir güce sahip değildi. Cumhurbaşkanı parlamentoyu kendi keyfine göre feshedebilirdi. 48. Paragrafa dayanarak olağanüstü hal ilan edebilirdi. Bu insanlığın en değerli varlığı sermayenin iktidarı ve mülkiyetinin tehdit edilir gibi göründüğü her durumda başvurduğu bir önlemdi. Böyle bir tehdit hiç gerçekleşmemekle birlikte! 1879da kurulan ve 1945e kadar (!) varlığını sürdüren Devlet Mahkemesi Reichstag (Parlamento) tarafından çıkarılan yasaların “anayasaya uygun olmadıkları”na karar verebilir ve böylece bu yasaların yürürlüğe girmesini engelleyebilirdi. Devlet Mahkemesi Brüning Papen Schleicher ve Hitler hükümetlerini “Anayasaya uygun” bularak onlara meşruiyet sağlayacaktı. Faşist diktatörlüğün kurulmasından sonra bu aynı Devlet Mahkemesi Hitler ve Himmlerin kararnamelerini anayasaya uygun bularak tamamen Nazi rejiminin hizmetine girdi. Kuvvetler ayrılığı ve “hukukun üstünlüğü”ne ilişkin bütün o tumturaklı sözlerin sömürücü yönetici sınıfların iktidarının uygulanmasını gizlemeye yönelik bir sis perdesinden başka bir şey olmadıkları ortaya çıktı.
Weimar Cumhuriyetinde ve faşist diktatörlüğün 12 senesi boyunca kuvvetler ayrılığı ile ilgili olarak yaşanan tarihsel deneyimler yeni demokratik Anayasanın yazıcılarının başlangıçta bütün Almanya için öngörülen ama daha sonra yalnızca DACda uygulanabilen halk temsilini yani Halk Meclisini (Volksammer) devletin en üst organı haline getirmelerine yol açtı. Hiçbir “Devlet Mahkemesi” hiçbir Devlet Başkanı hiçbir hükümet Halk Meclisini feshedemeyecekti. Mahkemeler devlet yönetimi karşısında bağımsızdı ama Halk Meclisi karşısında bağımsız değildi. Yargıçlar Halk Meclisine karşı sorumluydular tersi geçerli değildi. Hiçbir güç Halk Meclisi yasalarını geçersiz kılmaya ya da bu meclisi feshetmeye yetkili değildi.
“Emeğin” siyasal sistemin bileşenleri arasındaki “sınai paylaşımı” (Marx) içinse farklı bir durum söz konusuydu. Siyasal üstyapının kurumları göreli bir otonomiye sahiptiler ama halk temsili karşısında hiçbir şekilde bağımsız değillerdi. Otonomi kavramı bir ayrıma bir paylaştırmaya gönderme yapar bağımsızlık ise siyasal bir kavramdır.
Kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırmak ve halk temsilini en üst devlet organı haline getirmek demokratik anti-emperyalist bir önlem olmakla birlikte henüz sosyalist bir önlem değildi. Yine de sosyalist demokrasiye geçiş için -engel olmak bir yana- anayasa hukukunun bir koşulunu oluşturmaktaydı.
2) Koalisyon politikası yerine “blok politikası”
SİB/DACın siyasal sistemindeki yeni öge kitle örgütlerinin -FDGB sendikası FDJ gençlik birliği DFD kadınlar sendikası- 5 halk temsiline katılmasından oluşuyordu. Weimarın koalisyon politikası bu blok politikasıyla ikame edildi. Halk Meclisinde bir fraksiyon ile temsil edilen bütün partiler (SED, CDU, LDP, NDPD, DBD) 6 hükümeti oluşturuyordu. Sözde “çoğunluklar tarafından alınan kararlar” yerine görüş birliği ilkesi hakimdi. Kararlar oybirliğiyle bütün partilerin alınan bu karara onay vermeleriyle alınıyordu. Bütün yetkili partiler demokratik ve anti-faşist bir düzenlemenin yaratılması ve yürürlüğe konması konusunda sorumluluğu paylaşıyorlardı.
Weimar Cumhuriyetinin koalisyon politikasından çıkarılan deneyimler büyük işletmelerin önemli bankaların ve büyük toprak sahiplerinin de yasama gücünde kendi söz hakları olduğunu ve sosyal- demokrat parlamenter fraksiyonlarının bu durumu desteklemedikleri zamanlarda hoşgördüklerini gösterdi. Tesadüfen onların aleyhine olan yasalar çıkarıldığında bu yasaların yürürlüğe girmesi başkan ya da Devlet Mahkemesi tarafından engelleniyordu. Çeşitli burjuva parlamenter fraksiyonları ve kapitalistler arasındaki rekabetten kaynaklanan anlaşmazlıklar iktidarlarını koruma konusunda endişeli olan sömürücülerin kolektif sınıf çıkarları tehdit edildiği zaman çabuk sona eriyordu.
Blok politikasında işçi sınıfının öncü rolüne değer kazandırılması ve ilk elde de savaş suçlularının nazi militanlarının işletmelerin ve büyük toprak sahiplerinin halen sahip oldukları son güç mevzilerinden de atılmaları ve küçük ve orta girişimcilerin zanaatkarların küçük ve orta ölçekli tarım işletmelerinin ve son olarak entelijansiyanın çıkarlarının savunusu yer alıyordu.
Blok politikası KPD/SPDnin (1946 Nisan ayında SEDe dönüştü) cephe politikasından da aynı ölçüde farklılaşıyordu. Tarımcılar küçük zanaatçılar dükkancılar serbest meslek sahipleri kentli orta sınıf ile ittifaklar söz konusuydu ama burjuva partilerin kapitalistleriyle değil. Birincilerle ittifak nedeniyle ikinciler bu partilerin içinde yalıtık bir şekilde varolmak durumundaydılar. Blok politikası sınıflar mücadelesinin sona ermesini ifade etmiyordu. Gerçekte bu mücadele demokratik blokun bünyesinde cereyan ediyordu. Blok politikası ortak sorumluluk ve hükümet oluşumu sisteminde bir “muhalefet”e de yer yoktu. Burjuva parlamentarizminin varoluş tarzı olarak “muhalefet” burada lüzumsuzdu. Ona hoşgörü göstermek karşıdevrimin siyasal bir merkezinin meşrulaştırılmasından başka bir şeye varamazdı.
3) Demokratik bir seçim sistemi
15 Ekim 1950 Halk Meclisi seçimleri sırasında Alman parlamentarizminin tarihinde ilk kez demokratik Almanya Ulusal Cephe (NF) 7 adaylarından oluşan tek bir liste seçime girdi. Seçimlerdeki en önemli olgu adayların işletmelerde ve mahallelerde halka tanıtılması oldu. Seçilebilecek aday sayısından daha fazla sayıda aday tanıtımı gerçekleştirildi. Adaylar oldukları gibi kabul edilebilirlerdi ama aynı zamanda reddedilmeleri de söz konusuydu. Adaylar seçmenlerinin karşısına seçildikten sonraki görevleri sırasında da çıkmak zorundaydılar ve seçmenler de seçilmiş adayları görevden alma yetkisine sahiptiler. Seçim sistemi o kadar iyi oluşturulmuştu ki seçim hileleri olasılık dışıydı. 1989 yılı Mayıs ayında komün seçimleri sırasında bir hile girişimi olduğunda bu girişim derhal açığa çıkarıldı. Karşı-devrimci güçler bu hileyi sosyalist demokrasiye iftira atmak için bir argüman olarak kullandılar.
4) İşçi sınıfının hegemonyası Marksist-Leninist Partinin öncü rolü SED: Eğer işçi sınıfı işçilerin partisi öncü bir role sahip değilse o zaman bu role kim sahiptir İktidarın sınıflar arasında paylaşımı diye bir şey yoktur. İttifaklar bir iktidar paylaşımı değildir. İttifak “Emek için İttifak”takinden 8 daha fazla bir şey değildir. Patron örgütlerinden iktidarı işçi sınıfıyla ve diğer ücretlilerle paylaşmalarını istemek onlara tamamen saçma bir şey gibi görünürdü. Burjuvazinin çıkarların paylaşımı konusunda bazen sendika temsilcileriyle görüşüyor olması olgusu da bu açıdan bir şey değiştirmez. Malların dolaşımı alanında burjuvazi başka bir şey yapma olanağı olmadığı durumda pazarlık yapmayı kabul eder. Bununla beraber mülkiyet sistem sorusu ortaya atıldığı takdirde bu kişiler en keskin öfke nöbetlerine kapılmaktan geri kalmazlar. Egemen burjuvazi kendi sınıf çıkarını herkesin uymasını istediği genel çıkar olarak ortaya koyar.
İktidarı hedefleyen ya da elinde tuttuğu iktidarı korumak isteyen her sınıf gibi işçi sınıfı da aynısını yapmak zorundadır. Bu tam da işçi sınıfının ve onun devrimci partisinin yapmış oldukları şeydir. SED’e karşı “sol”daki çevrelerden de olmak üzere gelen histerik çığlıkların kaynağı da buradadır. Öncü rol onlara ta en baştan itibaren verilmemişti. Onu almak için zorunlu olarak savaştılar.
İlk etap iki işçi partisinin birleşmesiydi ki bugün bile bütün burjuva güçler ve onların “sol”daki küçük burjuva uzantıları bu birleşmeyi “zoraki evlilik” olarak nitelerler ve bunu tarihsel olguların apaçık yalanlamasına rağmen yaparlar. SED’in kurulması teorik düzlemde olduğu gibi siyasal olarak da yeni bir olguydu: Tarihte ilk kez marksist-leninist bir parti reformist bir parti ile birleşiyordu. SED’in hangi yönde gelişmeye devam edeceği sorusu hemen sorulmaya başlanmakta gecikmedi. Bu konudaki karar ise anlaşmazlıklar olmaksızın alınmadı. SED’in bünyesinde uzlaştırılamaz iki ideolojik görüş karşı karşıya geliyordu: Marksist-leninistlerin proleter devrimci bakış açısı ve burjuva revizyonistlerinin reformist bakış açısı. İdeolojik ve teorik düzlemde taviz vermek olanaksızdır ya bir görüş ya da diğeri partiye hakim olacaktı. Bir tutam “devrim” ve leninizm bir tutam “reformist” ideoloji; bu olanaklı değildir.
İkinci etap SEDin marksist-leninist yani yeni tipte bir partiye dönüştürülmesinden oluşuyordu. Bugün bu konuda da yüksek sesle çığlıklar atılmakta ve bu da tek bir şeyi bu adımın doğru olduğunu ve burjuvazinin bugün bile uykularını kaçırdığını kanıtlamaktan başka bir işe yaramamakta. SEDin kurulması ve marksist-leninist bir partiye dönüştürülmesi SİB/DACın her şeyden önce demokratik ve anti-faşist bir devlete ve ardından 1952’den sonra da sosyalist bir devlete dönüşmesi için belirleyici bir önem taşıyordu. SED olmaksızın iktidar sorunu işçi sınıfı lehine çözülemezdi. SED ve onun öncü rolü olmaksızın ne sosyalizm ne de sosyalist demokrasi olabilirdi.
5) İşçi sınıfı kitlesinin ve diğer emekçilerin inisiyatifleri
İşçi kitlelerinin inisiyatifleri olmaksızın ya da işçi kitlelerinin iradesine karşıt bir sosyalizmden söz edilemez. Bu demektir ki sosyalist devrimin varoluş koşulu ve gelişim biçimi sosyalist demokrasinin geliştirilmesinde yatmaktadır. Bütün önemli sorunlarda kitlelerin sürece katılmaları gerekir: Tarım reformundan savaş suçlularının ve nazi militanlarının ele geçirilmesinden 1949 ve 1968 yıllarında DAC Anayasasının ilan edilmesine ve 70li yıllarda en temel yasalara ilişkin kararların alınmasına kadar.
Kitleler içinden anayasa ve yasa metinlerinin tartışılmasına katılan yüzbinler oldu. Eleştirilerini ortaya koydular değişiklikler önerdiler ve bu önerilere gereken değer verildi. Bilindiği gibi Doğu Alman Anayasası bir referandumla kabul edildi. Kitle inisiyatifleri işletmeler tarım kolektifleri kültürel alan halkın yaşadığı mahalleler vb. çok çeşitli biçimlerde gerçekleşti. Burada yalnızca milyonlarca kadın ve erkek emekçinin ürün şeklinde milyarlar değerinde artı-değeri üreterek yer aldıkları ve iktisat planını gerçekleştirmeyi de hedefleyen “katılımcı hareket”i anmakla yetineceğim. Yüzbinlerce yurttaş yerel halk temsil organlarında komisyonlarında kitle örgütlerinde çalışıyorlar ve böylece somut siyasal işlevler yerine getiriyorlardı.
6) Demokratik özyönetim organlarına verilen büyük önem
Demokratik özyönetim organları 9 çok önemli bir rolü yerine getiriyorlardı. 40lı yılların sonunda ve 50li yılların başında CDU’nun ve LDPD’nin 10 gerici çevreleri bu organları iktidarın merkezi organlarına ve hükümete karşı bir karşı iktidara dönüştürmeye kalkıştılar. Ulbrich buna “kapitalist ülkelerde demokratik güçlerin merkezi devlet iktidarı karşısında özyönetim organlarının güçlendirilmesini hedeflemelerinin yerinde bir yaklaşım olduğunu” söyleyerek yanıt verdi. Ama özyönetim sorunu da bir sınıf karakterine sahipti ve bugün de sahiptir: Sorun hangi sınıfın iktidarda olduğu ve hangi sınıfın daha fazla otonomi arzuladığı sorunudur. Ulbricht ortak özyönetimi demokratik idari örgütlenmeyi oluşturan öge olarak tanımladı: “Ortak özyönetimi ulusal idari örgütlenmemizden ayırmak ve onu devlet iktidarının karşısına bir denge unsuru olarak koymak gerektiğini söyleyen hiçbir teori geliştirilemez.”
Devlet iktidarının karşısında “bağımsız” özyönetim organları oluşturmak iktisadi nedenlerle de -birleşik bir ekonomi planı zaten mevcuttur- mümkün değildir. Marx daha önce merkeziyetçiliğin büyük sanayi üretiminden doğan zorunlu bir yönetim ilkesi olduğunu göstermişti. İşçi sınıfı iktidarını kendi gerçekleştirirken buna uymazlık edemez. Bürokratizm ve diğer benzer sorunlar hiçbir şekilde merkeziyetçiliğin kaçınılmaz özelliklerini oluşturmazlar. Özyönetim organları da bürokratik biçimler kazanabilir. Bürokratizm devletçilik ve diğerleri sömürücü sınıfların iktidarlarına ait olgulardır ve işçi sınıfı bunları iktidarı ele geçirişi sırasında zararlı bir miras olarak devralmıştır. Bürokratizme karşı mücadele edilip edilmediği ise merkezi hükümet ya da yerel özyönetim ile ilgili bir sorun değil sınıfsal bir sorundur. DACda SED uzun vadede bürokratizmin ne kadar geri bir noktaya çekilebileceğini göstermiştir. Zaman sosyalist demokrasiyi tamamen yerleştirmek için çok kısa olmuş olsa da…
7)Yerel halk temsili ile konseyler arasındaki ilişkilerde yaşanan sorunlar
Yerel halk temsiliyetinin yerel düzlemde devletin temel organları olarak yerine getirdikleri rolü somutlamak için yıllar geçmesi gerekti. Bu süreç çok çelişkili bir şekilde yol aldı ve yeni çelişkilere yol açtı. Ortak politika çok önemliydi çünkü emekçi kitleler sosyalizmi somut bir biçimde yalnızca kentlerde mahallelerde kolektif çiftliklerde tarım komünlerinde yaşamıyorlardı ona bizzat kendileri ayrı bir biçim vemek zorundaydılar. Sosyalizm emekçi kitlelere gümüş bir tepside SED tarafından sunulan bir “armağan” değildi. Kitleler sosyalizmi SED öncülüğünde kendileri inşa etmek zorundaydılar.
Sorunlar nereden kaynaklanıyordu?
(I) Sovyet işgal yönetiminin koruyuculuğunda (1945-1949) eski faşist devlet aygıtını yok etmek görece basit bir işti. Vasıfsız ve deneyimsiz insanlarla birlikte yeni devlet yapıları inşa etmek ve halkın temsil edileceği yerlere yeterince eğitimli olmayan kişileri de seçtirmek zorunda kaldık. Bu kişiler “eğitim”leri Weimar Cumhuriyeti hatta Nazi döneminin ilköğretimiyle sınırlı kalmış insanlardı. Tercih yapma olanağımız yoktu. 1955te dahi bölge konseylerinin personelinin ancak yüzde 1.6sı yüksek eğitim almış durumdaydı. Sınıf bilinci bir şeydi teknik bilgiler başka bir şey. DACın örnek eğitim sistemi sayesinde ancak 1950lerin sonunda ve 1960ların başında meclislerin ve halk temsilcilerinin eğitim ve teknik bilgi düzeylerinde bir artış kaydedilebildi.
(II) Karşıdevrimci güçler idari aygıtların ve halk temsilciliklerinin içine de sızdılar. Sosyalist kuruluşu sabote etmeye ve iradi olarak aldıkları yanlış kararlar dolayımıyla sosyalizme iftira atmaya çalıştılar. Sınıflar mücadelesi idare aygıtı ve halk temsilcilikleri bünyesinde de sürüyordu. Bu durumda yanlış talimatların sınıfın bilinçli bir üyesinin kusurları da olan bilgi düzeyinden mi kaynaklandığı yoksa düşmanca faaliyetlerin bir sonucu mu olduğunu kim tespit edecekti Bu durum nesnel olarak her türlü karşıtlığa malzeme oluşturdu.
(III) Yetkinlik eksikliği bazen kararların alınması sırasındaki tereddütlerde ortaya çıkıyordu. Bazıları karar alma sorumluluğunu ne olursa olsun bir bireye göre daha “bilge” olan kolektif bir organa aktarmayı tercih ediyorlardı. Bireysel sorumluluklarını kendisini aklaması beklenmeyecek kolektif bir organın üzerine atıyorlardı. Böylece gerekli olan kararların alınması işi bir bürodan diğerine yalnızca aktarılmış oluyor ya da bu kararların alınması basitçe unutuluyordu.
(IV) Hiçbir gecikmeye izin vermeyecek önemli konulardaki kararların yerel olarak alınmak zorunda kalınması da seyrek sayılabilecek bir durum değildi. Bazen halk temsilcileri arasındaki tartışmalar uzayıp gidiyordu. Bazen de sadece delegeler katılmamış oldukları için halk temsilcileri bir karar alamıyorlardı. Bu nedenle mecliste halk temsilcilerinin görüşünü dahi alamadan kararları kişi olarak başkanın aldığı durumlar da oluyordu. Bu gibi durumlar uzun süre devam etti ve yerel halk temsilcilerine ilişkin yasalara uyulmasını sağlamak ve meclisin halk temsilcileri tarafından denetlenmesini yaşama geçirmek için bir mücadele vermek gerekli oldu.
8) Devlet Konseyinin kuruluşu
DACın ilk başkanı William Pieckin ölümünden sonra 12 Eylül 1960 tarihinde Devlet Konseyi kuruldu. Bu karar sosyalist demokrasinin işleyişi açısından büyük bir öneme sahip oldu. Konsey Halk Meclisi içinden seçilmiş en yüksek organı oluşturuyor ve Bakanlar Kurulunu denetleme hakkına sahip bulunuyordu. Ulbricht tarafından yönetildiği sürece Konsey halk egemenliği ilkesini somutlayan ve geçmişten devraldığımız bürokratik sorunları büyük ölçüde azaltan temel bir organ oldu. Devlet Konseyinin faaliyeti demokrasinin ulusal olduğu kadar bölgesel düzeyde de gelişmesine katkıda bulundu. Burada geçerken Devlet Konseyinin ne Bakanlar Kurulu ne de birçok idare gözünde kutsal bir hareyle çevrili olduğunu da belirtelim.
Sosyalist demokrasi en gelişkin biçimine 1960lı yıllarda ulaştı. Bu dönemde sosyalist üretim ilişkileri DACda kök salmış bulunuyorlardı. Batı’nın suç örgütlerinin ve gizli servislerinin yıkıcı faaliyetleri devlet sınırlarının 13 Ağustos 1961 günü kapatılması sonrasında önemli ölçüde frenlenmişti. Ulbricht böylece “her yurttaşın bireysel özgürlüğünün ve emekçi nüfusun bütününün özgürlüğünün gelişimi için gerekli nesnel koşulların yaratılmış olduğu”nu ilan etti.
DAC’a yönelik karşıdevrimci faaliyetler devam ettiği sürece bireysel özgürlüğü kaçınılmaz olarak sınırlayan önlemler de varlıklarını sürdürdüler. Ulbricht şöyle diyordu: “Bireysel özgürlüğün devletimizin gelişim evrelerinin bir fonksiyonu olarak onunla beraber değiştiğini saklamıyoruz. Batı Alman emperyalizminin en şiddetli saldırılarıyla karşı karşıya kaldığımız sürece bazı özgürlükler sınırlandırılmıştı.”
Bunun yanı sıra demokrasinin gelişimi ile Yeni İktisadi Sistem (YİS) 11 arasında bir paralellik de vardı. Kitlelerin inisiyatifi olmaksızın YİS gerçekleştirilemezdi. Sosyalist demokrasi YİSin politik ve toplumsal koşuluydu YİS de demokrasinin gelişimi için gerekli maddi temeli sağlıyordu. 1960lı yıllarda emekçi sınıfların saflarında sosyalist devletçi bir bilinç gitgide gelişti. Bu konuşma biçimlerine yansıdı. Örneğin “Burada iyi yaptık” “Burada yanıldık” ifadelerinde olduğu gibi. Bütün yurttaşlar için DAC’a bağlanma ve hatta ülke ile özdeşleşme en enerjik ideolojik süreçlerden biri oldu ve bu süreç en azından daha yaşlı kuşak için bütün fırtınaları aşan ve bütün anti-komünist kampanyalara karşın geri döndürülemez bir nitelik kazandı.
9) Durgunluk ve sosyalist demokrasinin revizyonistlerce parçalanması olguları
Ulbrichtin düşüşünden sonra 1970li yıllarda konut yapımı programı merkezinde oluşturulan ekonomik ve toplumsal politika öncelikle emekçi nüfusun verdiği onaya güvenebilirdi. Aynı olgu barış politikası ve üçüncü dünyadaki devrimci ulusal kurtuluş hareketlerine verilen destek için de geçerlidir.
Ben daha çok SED Merkez Komitesinin iki kararı üzerinde durmak istiyorum. Bu kararlar başlangıçta farkedilmemekle birlikte emekçilerin demokratik inisiyatifi açısından olumlu olmamıştır.
Her şeyden önce Bakanlar Kuruluna ilişkin Ekim 1972 tarihli yasa. Bu yasa Devlet Konseyinin Bakanlar Kurulu üzerindeki denetim yetkisini kaldırıyor ve bu nedenle en yüksek organ niteliğindeki halk temsilinin rolü kağıt üzerinde sınırlandırılmamış olmakla birlikte pratikte bunun tersi gerçekleşiyordu. Bu olgu daha alt bir düzeyde meclislerle yerel halk temsilcileri arasındaki ilişkiler üzerinde de olumsuz sonuçlar yarattı. Genel olarak denetim halk temsilcilerinden SED’in temel örgütlerine ve İşçilerin ve Köylülerin Denetimine doğru kayıyordu. Denetimler Walter Ulbricht zamanında ortaya çıkmışlar ancak 1971 Haziran ayında yapılan SED 8. Kongresinden sonra personel sayıları yaklaşık iki katına çıkmıştı. Pratikte meclisler belediye başkanları ve devlet işletmeleri müdürleri halk temsilcilerinin denetiminden gitgide kurtuluyorlardı. Daha sonra halk temsilcilerine bildirdikleri kararlar alıyorlar halk meclisinden bu kararların somutlanması için gerekli kadroyu yaratmasını istiyorlardı.
Tabii ki bu tür uygulamalar seçilmişlerin bağlılığını güçlendirecek br doğaya sahip değildir. Ve olumsuz deneyimler özellikle yerel düzeyde tehlike arzediyordu çünkü demokrasiye biçim vermesi beklenen emekçilerin varlığı asıl olarak bu düzeyde söz konusuydu. İdare aygıtlarının ve işletmelerin yöneticileri seçilmişleri ve komisyonların üyesi olan yurttaşları ve kitle örgütlerini atlayarak karar almalarının yarattıkları tehlikenin muhtemelen bilincinde değillerdi. Bu ancak daha sonraları görülebildi.
SED Merkez Komitesinin ikinci çok yıkıcı bir kararı Ocak 1972 tarihliydi ve tamamlayıcı işletmelerin özel işletmelerin ve zanaatkar sınai üretim kooperatiflerinin (PGH) halk mülkiyetine (VEB Volkseigener Betrieb) dönüştürülmesine ilişkindi. Burada bu kararın alınmasının ve uygulanmasının halk temsilcileri atlanarak gerçekleştirildiğini belirtmek gerek. Bu kararla Merkez Komitesi dost partilerle ittifakın ekonomik temelini yıkmış oluyordu. 1972 yılı Mayıs ayına kadar 11 bin yeni işletme halk mülkiyetine (VEB) aktarılmıştı. Bu değişim belirli sayıda özel işletme için faydalıyken -işletmeler satıldı el koyma olmadı- diğerleri bunu parti yönetiminin uyguladığı politik ve manevi baskılar sonucunda kabullendiler. Bu önlemin sonucu Halk Meclisindeki Blok 12 partilerinin çok sayıda temsilcisinin ülkedeki her türden kuruluş faaliyetine yönelik her türlü işbirliğine dair bir ilgisizleşme içine girmesi oldu. 1980li yıllarda yapılan sosyolojik anketler “faaliyetlerinin mevcut olanaklara tamamen karşıt düşmediği”ni ortaya koyuyordu.
Politik zararın büyüklüğü DACın halk meclislerindeki temsilcilerinin yüzde 22’sini Blok partilerinin oluşturdukları bilindiğinde açık hale gelir. Bu partilerin 45 bin vekili yaklaşık 500 bin üyeyi temsil ediyorlardı. Bu sonuncuların ebeveyinleri de dahil edilirse burada DACın yaklaşık bir milyon yurttaşının söz konusu olduğu görülür.
Parti yönetimi tarım kolektiflerinin otonomisini de sınırlayan bir dizi kararlar aldı. Ulbricht döneminde tarımcılar konferansları bölgeler ve ilçeler düzeyinde düzenli olarak yapılmaktaydı; tarım kooperatiflerinin ve işçi takımlarının genel kurulları olmaktaydı. Çiftçiler orada ortak yönetime demokratik katılım haklarını kullanıyorlardı. SEDin 8. Kongresinden sonra kooperatiflerin karar süreçlerine gitgide daha fazla idari müdahale meydana gelmeye başladı. Bu yapılırken büyük yanlışlar da yapıldı. Tarım ile hayvancılık arasındaki bölünmede ya da kooperatifler tarafından yönetilemeyen çok önemli işletmelerin gelişiminde olduğu gibi. Ücret düzeylerine ekimlerin veya hasatların başlangıç tarihlerine biçme makinalarının yedek bıçaklarına finansmana yatırımlara ilişkin bir sirküler enflasyonu tarımcıların inisiyatif duyularını önemli ölçüde sınırlandırdı.
SEDin 8. Kongresi sırasında ve sonrasında sendikaların ve daha özel olarak da sendika delegelerinin rolü konusunda ısrarlı tartışmalar oldu. DACın sonuna kadar sendika delegelerinin genel kurulları Anayasada belirtilmiş olan iktidar işletmelerinin bünyesinde ortak yönetim ve karar alma konusunda çalıştılar. Bununla birlikte bu iktidar her yerde somutlanamıyordu. Bu durum yer yer değişiklik gösteriyordu ve genellikle de sendika görevlilerinin kişiliğine bağlı bulunuyordu. 1980li yıllarda devlet işletmelerinin yönetimlerinin sendika delegeleri genel kurullarının kararlarını dikkate almamaları sık rastlanan bir olay haline geldi. Bu işletme yönetimleri kesimin (AGL) ya da işletmenin (BGL) sendikal yönetiminin mutabakatı olmaksızın üretime ve personelin istihdamına ilişkin kararlar alıyorlardı. Bu tür uygulamalar düzenli bir biçimde karşıtlıklar yaratıyor ya da gevşeklik ve pasifliğe neden oluyordu. Böylece sosyalist demokrasinin temel bir ilkesi; işletme bünyesindeki işyerindeki demokrasi ayaklar altına alınmış oluyordu.
Aynı şekilde demokrasiye karşı SED bünyesinde ortaya çıkan hor görme -ki bu bir örtmeceydi- vahim sonuçlar doğurdu. 1980li yıllarda partinin temel örgütlerinde parti yönetiminin iktisadi politikası ve özel olarak da Günter Mittag 13 hakkında gitgide yoğunlaşan kritik anlaşmazlıklar boy gösterdi.Temel örgütlerin çok sayıda üyesi endişeli bir şekilde ekonomiyi vuran büyük orantısızlıklardan nasıl çıkabileceğimiz konusunda kendi kendilerine sorular sormaya başladılar. Ekonomiyi istikrarlı hale getirmek amacıyla Merkez Komitesine sağlam temelleri olan önerilerde bulundular. Parti yönetimi eğer ceza vermediyse genellikle harekete bile geçmedi.
Ancak 1989 yenilgisinden sonradır ki Erich Honecker yanlışları kabul etti. Ama ne yazık ki artık çok geçti: “Düzeltmeleri uygun zamanda yapmadık. Malların fiyatlarına ilişkin olarak sorunlar vardı bunları çözmek üzere ciddi öneriler ortaya atıldı ama somut önlemleri almak konusunda tereddüt ettik.” Yönetimin yalnızca tereddüt etmekle kalmamış aynı zamanda harekete de geçmemiş olması yeterince üzücüdür. Honecker aynı şekilde ve yine çok geç şunları da kabul etti: “Otomasyonun geliştiği sanayi sektörlerinde önemli yatırımlar yapmak gerekiyordu. Örneğin üretimi mekanik konstrüksiyonlarda önceki gereksinimlere ve ihracat gereksinimlerine karşılık gelen düzeye çıkarmak istediğimiz takdirde bu işletme sektörleri desteklenmeliydi.” Honecker “Parti üyeleri arasında parti içinde demokrasi eksikliği konusunda bir hoşnutsuzluğun ekonomik sorunlar konusunda bir zihin açıklığı eksikliğinin tedarik sorunlarında sorunlu noktaların hüküm sürdüğünü ve diğer eksiklileri zamanında farkedemediğini” ifade etti.
Kriz semptomları şunlardı: Yoldaşların faaliyetlerinde bir yavaşlama disiplin işlemlerinin sayısında bir artış ve -sık sık haksızca gerçekleştirilen- partiden ihraçlar. Bir anket 1984 yılında 20 bin 977 1988 yılında 22 bin 998 disiplin işlemi olduğunu ortaya koyuyor. 1988’de parti 25 bin 651 üyesini ihraç etmiştir. Gönüllü ayrılmaların da bu sayıya dahil olduğunu belirtmek gerekir.
Partinin işletmelerdeki ve kurumlardaki öncü rolü zayıflamaktaydı. Dahası SED bünyesindeki revizyonist ve karşıdevrimci güçler partinin ideolojik yönelimini kendilerine doğru çektiler. SED bünyesindeki marksist-leninist güçlerin öncü rolünün yitirilmesi DACın da sonu anlamına geldi.
Partide Gysinin etrafında biraraya gelmiş olan darbeciler tarafından 1990da tasfiye edilinceye kadar bazı kombinalarda işletmelerde ve kurumlarda her zaman marksist-leninistlerin kendi tonlarını hakim kıldıkları temel örgütler hâlâ varlıklarını sürdürüyorlardı. 1970li yılların sonuna kadar DAC yurttaşları kendilerini DAC ile kitlesel olarak özdeşleştiriyorlardı. Sorunlar her zaman toplumun sosyalist yapısı çerçevesinde çözülemiyordu. Sosyalist demokrasi henüz tamamen yıkılmamıştı hâlâ ortaya çıkan sorunları işçilerin birliğiyle aşma olanağını sunuyordu. Yıkımı 1980li yıllar boyunca etkisini SED bünyesinde artıran karşıdevrimci bir fraksiyonun eseri oldu.
Burada kendimi yalnızca marksist-leninist teorinin revizyonist tahrifinin bazı yönlerini incelemekle sınırlayacağım.
Bu teorinin tahrif edilmesi Hruşçovun iki konudaki konumlanışıyla başlamıştı. Bunlardan biri proletarya diktatörlüğü devletinin yerine bütün halkın devletinin geçirilmesine; ikincisi işçi sınıfının iktidarı burjuva parlamenter demokrasiden meydana gelecek bir sapma ile ele geçirebileceği ve bu demokrasiden de sosyalizmi inşa etmek için yararlanılabileceğine ilişkin konumlanışlardır. Bu konum Garbaçovun “yeni düşünce”sinde “daha ileriye ve daha yaratıcı biçimde” geliştirildi. “Yeni düşünce”nin teorik temeli sınıf çıkarının yerine insanlığın -oldukça belirsiz- ortak çıkarının konmasından ibaretti. Bu ücretli emek ile sermaye işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın sınıflı toplumlar tarihinin motoru olarak sınıflar mücadelesinin tam bir yadsınmasıydı. Bu burjuva demokrasisi ile sosyalist demokrasi arasındaki karşıtlığın yadsınmasıydı. Ve bütün bunlar Lenin adına, Lenin’in ilkelerine ve teorisine dönüş adına yapılıyordu!
1980’li yıllar boyunca SED bünyesinde Garbaçovun “yeni düşünce”sinin etkisi altında Bilimsel Komünizm Enstitüsünden Sosyal Bilimler Akademisine kadar Direktör Rolf Reissig ile araştırmalardan sorumlu Frank Berg tarafından yönetilen Merkez Komitesinin yanıbaşındaki teorik sözcüleri haline gelen karşıdevrimci bir fraksiyon oluştu. Diğer yüksek okullardan ve üniversitelerden gelen bilim adamları da bu grubun bir parçasını oluşturuyorlardı. Bunların temel hedefleri arasında burjuva demokrasisinden sosyalist demokrasiye doğru bir süreklilik olduğu iddiasına inanılmasını sağlamak yer alıyordu. Kuvvetler ayrılığının yeniden tesisini siyasal olarak bağımsız kurumlar yaratılmasını “sosyalist görüş ve pratikte” diğer bir deyişle marksist-leninist devlet teorisinde “marksist düşüncenin temellerine ait olmayan” (!) düşüncelerin yeniden canlanmasını istiyorlardı.
Açıkçası 1945ten bu yana ortadan kaldırdığımız her şeyi yeniden canlandırmak istiyorlardı. Marksist-leninist partinin savunduğu haliyle işçi sınıfının öncü rolünün ortadan kaldırılmasıyla parlamenter demokrasinin bütün kurumlarının ve dolayısıyla burjuvazinin yani bankaların uluslarüstü ve çokuluslu işletmelerin ve sigorta şirketlerinin siyasal iktidarının kısacası emperyalist güç ilişkilerinin yeniden tesisine tanık olundu.
DACa yöneltilen “demokrasi eksikliği” suçlamasını da bu bağlamda anlamak gerekir. Bu “demokrasi eksikliği” kavramıyla tam olarak söylenmek istenen emperyalist güç ve mülkiyet ilişkilerini tasfiye ettikten sonra kendi iktidarlarını restore etmek isteyen sınıf düşmanlarımıza DACda hiçbir hareket alanı hiçbir kurum bırakmamış oluşumuzdan başka bir şey değildi.
SED revizyonizm olgularını zamanında farkedemedi diğerlerinin yanı sıra Gysilerin Reissiglerin Segertlerin ve diğerlerinin etrafındaki karşıdevrimci grubu partiden ihraç etmedi. Kişisel olarak sosyalist demokrasinin “eksikliği”nin bu noktada olduğunu düşünüyorum.
Yanlışlar yapılmadı mı? Sosyalist demokraside boşluklar yok muydu? Nedenlerini belirterek bazılarını kısaca ele aldım. Kırk yıl kadar kısa bir tarihsel dönem boyunca sosyalist demokrasi teorik düzlemde tam anlamıyla geliştirilemedi ve pratik düzlemde de tamamlanamadı. Ama bu düzlemde DACda gerçekleştirilmiş olanlar 21. yüzyıldaki devrimler dizisinin izlenmesi açısından büyük bir tarihsel öneme sahip olacaklardır. DACdaki sosyalist demokrasi özellikle parlamenter burjuva demokrasisine ya da ondan arta kalana üstün olduğunu kanıtladı ve burada önemli olan da budur. Başkalarının akışı hızla durdurmaları için ve Goethenin sözcükleriyle sonlandırmak istersem “maddenin özü”nden daha fazlasını istememek “meraklı bir el”in yanlışlarını bulup açığa çıkarmak ve “orada yer solucanları bulmaktan mutlu olarak.”
Dipnotlar ve Kaynak
- Wilhelm Pieck DAC’nin ilk başkanı oldu. Walter Ulbricht 1964’e kadar SED’in ve Devlet Konseyi’nin başkanlığını yaptı. Otto Grotewohl DAC’nin Başbakanlığı’nı yaptı. Başlangıçta Pieck ve Ulbricht KPD’den Grotewohl SPD’den geliyorlardı ve her üçü iki partinin birleşmesi için çalıştılar. Ayrıca bkz. 8. not.
- SİB/DAC: Sovyet İşgal Bölgesi / Demokratik Alman Cumhuriyeti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra antinazi koalisyonu oluşturan dört büyük devlet tarafından işgal edildi. Sovyetler Birliği ülkenin Elbe ile Oder nehirleri arasında kalan doğu kısmını işgal edecekti. Alman Demokratik Cumhuriyeti 7 Ekim 1949’da Sovyet İşgal Bölgesi’ndeki topraklar üzerinde kuruldu.
- Federal Almanya Cumhuriyeti. Federal Almanya Cumhuriyeti’nin Amerikan İngiliz ve Fransız işgal bölgelerindeki topraklar üzerinde 1949 Eylülü’nde kuruluşu Almanya’nın bölünmesi anlamına geldi.
- SED: Sozialistische Einheitspartei Deutschlands (Almanya Birleşik Sosyalist Partisi). Komünist Parti (KPD) ve Sosyalist Parti (SPD) 1946 Nisanı’nda SED’i oluşturmak üzere birleştiler
- FDGB: Freier Deutscher Gewerkeschaftsbund (Almanya Özgür Sendikalar Konfe-derasyonu); FDJ: Freie Deutsche Jugend (Almanya Özgür Gençliği); DFD: Demokratischer Fraunbund Deutschlands (Almanya Demokratik Kadınlar Sendikası).
- SED: Sozialistische Einheitspartei Deutschlands (Almanya Birleşik Sosyalist Partisi) CDU: Chrislich- Demokratische Union (Hıristiyan-Demokratik Birlik); LDPD: Liberal-Demokratische Partei Deutschlands (Almanya Liberal-Demokrat Partisi); NDPD: National-Demokratische Partei Deutschlands (Almanya Ulusal Demokrat Partisi); DBD: Demokratische Bauernpartei Deutschlands (Almanya Demokrat Köylüler Partisi). 1945’te 3. Reich’ın yıkılmasından sonra Sovyet işgal bölgesi topraklarında DAC’da dört parti anti-faşit bir blok Ulusal Cephe’yi oluşturdular. Bu dört parti Komünist Parti (KPD) Sosyalist Parti (SPD) CDU ve LDPD idi. Komünist Parti ile Sosyalist Parti 1946 Nisanı’nda SED’i (Almanya Birleşik Sosyalist Partisi) oluşturmak üzere birleştiler. 1940’lı yıllarda bu partiler dışında DBD: Almanya Demokrat Köylüler Partisi ve NDPD: Almanya Ulusal Demokrat Partisi kuruldu.
- Ulusal Cephe: Bkz. 6. not
- Bündnis vor Arbeit (Emek için İttifak): Almanya’da uzun yıllar önce patron örgütleri hükümet ve sendikalar arasında imzalanan anlaşma ya da toplumsal pakt bu şekilde adlandırılır. Anlaşmaya göre işçilerin örgütleri iş olanaklarını korumak ve işletmelerin rekabetçi konumunu sürdürmeleri için taleplerini yumuşatmalı ve sınırlamaları kabul etme-lidirler.
- Özyönetim organları: DAC’ın siyasal yapısı seçilmiş organları kapsıyordu: Ulusal düzeyde Halk Meclisi ilçe düzeyinde ilçe meclisi (Bezirskstag) bölge düzeyinde Bölge meclisi (Kreistag) ve son olarak Komün Meclisi. Bu seçilmiş organlar Bakanlar Kurulu’nu İlçe Meclisi’ni Bölge Meclisi’ni ve Komün Meclisi’ni denetliyorlardı (diğerlerinin yanı sıra bir tür Halk Meclisi sürekli bürosu olan Devlet Konseyi aracılığıyla). Öte yandan 1963’ten itibaren de bütün düzeylerde “İşçilerin ve Köylülerin Denetimi” ortaya çıktı. Bu sonuncusunun görevi ise bürokrasiye ve savurganlığa karşı mücadele vermekti. Misyonu sahtekarlıkları açığa çıkarmaktan ziyade önlemekti.
- CDU genel olarak protestan küçük burjuvaziyi temsil ediyordu LDPD ise küçük patronları ve serbest meslek sahiplerinin bir kısmını. DBD’yi benimseyenler genellikle tarımcılardı ve NDPD kuruluşundan itibaren orta sınıflara tüccarlara serbest meslek sahiplerine ve nazi partisinin eski üyelerine geçmişteki kariyerlerini yitirmiş olan eski su-baylara ve askerlere sesleniyordu. 1948’den itibaren bu sonunculara siyasal hakları iade edildi ve böylece NDPD saflarına dahil olabildiler.
- YİS Yeni İktisadi Sistem: YİS SED Merkez Komitesi’nin 1963 Haziran ayındaki ekonomi konferansı ve Bakanlık Meclis toplantısı sonrasında uygulamaya kondu. İktisadi gelişme nüfusun gereksinimlerini karşılamak ve kapitalist kampın düşmanlığına karşı toplumsal sistemi güçlendirmek üzere hızlandırılmalıydı. YİS üretimin artırılmasından çok teknik ve bilimsel yenilikler yoluyla niteliksel bir iyileştirmeyi amaçlıyordu. İktisadi politikanın idari-merkezci türünden vazgeçildi. Üretim nitelik ve rantabilite eksenine oturtulmalıydı ve bu nedenle işletmeler daha fazla kendiliklerinden kararlar alabilirlerdi.
- Blok partileri: Bkz 6. not.
- SED siyasi büro üyesi iktisadi politika sorumlusu.