Marx en az Fransa üçlemesi kadar değerli ve keyifli Neue Rheinische Zeitung yazılarından birisinde şöyle diyor:
“Burjuvazinin ticari ve endüstriyel kesimleri kendilerini karşı-devrimin kollarına atıyorlar. Sanki karşı-devrim devrimin uvertürü değilmiş gibi…”
(Marx; 21 Ocak 1849)
Şaşırtıcı gelebilir. Çünkü sınıflar mücadelesi tarihi, devrim ve karşı-devrimin aynı momentin zıt kutupları olduğunu söyler. Karşı-devrimlerin “gerçekleşmeyen” ya da “gerçekleştirilemeyen” devrimlerin bir bedeli olduğu ise Leninin söyleneni güçlendiren yaklaşımıdır.
Dikkatle bakıldığında Marx’ın teorik açıdan tartışmalı önermesinde iki önemli unsur öne çıkmaktadır. Birincisi umuttur… İşçi sınıfı hareketinin zaferine olan inancı söz konusu olduğunda Marx hâlâ haklıdır. İkincisi ise, karşı-devrimin devrimi tetikleme olasılığıdır. Eğer, karşı-devrim devrim cephesinin büyük yükselişine karşı sermaye sınıfının geliştirdiği ve kazandığı bir meydan muharebesinin ürünü değilse karşı-devrimci bir diktatörlük öngörülemeyen bir devrimci tırmanmaya yol açabilir.
Geçtiğimiz sayıya kısaca dönmek ve orada yazdıklarımızı hatırlatmak istiyorum: “Türkiye böyle bir uğrakta değil. Türkiyenin böyle bir uğrağa yönelmediğini 1996’dan beri üstüne basa basa vurguladık. Restorasyon adını verdiğimiz sürecin devrim karşı-devrim sarmalında yıpranan Türkiye kapitalizmine bir soluk aldırma operasyonu anlamına geldiğini ısrarla ve tekrar tekrar yazdık.
Bunları yazarken Türkiye’nin devrimden uzaklaşacağını hiç düşünmedik. Türkiye burjuvazisinin Türkiye’yi devrimden uzaklaştırmak için yürüttüğü programın kararlı yaratıcı ve ciddi bir sol hareket tarafından tersine çevrilebileceğini ileri sürdük.
Yıl 2001. Restorasyon süreci devam ediyor; hem de kimsenin ‘bıktık sizin şu restorasyon yakıştırmanızdan’ diyemeyeceği bir içerikle… Türkiye devrimden uzaklaşmış değil; üstelik bazı açılardan sosyalizmin daha güncel ve yakıcı hale geldiğini söyleyenlerin sayısında gözle görülür bir artış var.”
Böyle bir dönemin özgün olduğunu kabul etmek ve bu özgünlüğü de hesaba katarak, burjuvazinin bir karşı-devrim alternatifini büsbütün devreden çıkarıp çıkarmadığını sormak gerekiyor.
Bu soruya sağlıklı bir yanıt vermemizi kolaylaştıracak şey, kapitalizmin yeniden yapılanmasının girdiği “kriz”in kimyasını çözebilmektir.
Şubat’ta patlayan “kriz”in suni boyutuna ilk dikkat çekenler Komünist ve soL dergileri oldu. Şimdi şaşırtıcı bir genel kabul gören bu yaklaşımın ana hatları Gelenek okurlarına yabancı olmasa gerek. Bu nedenle “kapitalizmin yeniden yapılanmasının girdiği krizin kimyası”nı ele almamızda herhangi bir sakınca gözükmüyor.
Restorasyon sürecinin ilk yıllarını hatırlayalım. Türkiye kapitalizminin ciddi bir darboğaza girdiğini, emekçi kitlelerden daha çok bizzat sermaye sınıfı ile onun sözcü ve memurları fark etmişlerdi. O zaman bugünkünden farklı kriz dinamikleri yürürlükteydi ve el atılmadığı takdirde bu dinamiklerin sermaye egemenliğini tatsız bir maceranın içine sokacağı açık bir biçimde ortadaydı.
Neye, nasıl ve kim tarafından el atılacaktı?
Eğer bazı şeyler değişecekse, bu değişimi kolaylaştırıcı bir toplumsal basıncın olmadığı görülüyordu. Olması, devletli değişime alışkın ve onsuz yapamayan bir ülkede istenir miydi, çok kuşkulu. Zaman zaman yüksek rütbeli subayların bile “şu toplum bir duyarlı olsa kıpırdansa” diye yakındıkları gözlense de, bir şey açıktı: Türkiye kapitalizminin “taban”da kullanacağı, harekete geçireceği bir enerji bulunmuyordu. Bir enerji vardı ama…
Bu enerji bir devrim-karşı devrim hesaplaşmasında düzenin temel daya-nağı olarak statükoyu temsil ediyordu. Zaten sorun burada başlıyordu. Burjuva iktidarı hem kurumsal hem de toplumsal düzeyde kendi güvencelerinde bazı oynamaları göze almadan tıkanmayı aşamayacaktı.
Bu durumda askerlerin ön plana çıkışındaki rasyonel daha iyi kavranıyor. Yalnızca geleneksel olarak “değişim tekeli”ni ellerinde tuttukları için değil, bu son derece karmaşık tabloda kurumsal ve toplumsal karşı-devrimci yığınağı en iyi tanıyan güç oldukları için de restorasyonun aspartisi haline gelmek zorundaydılar.
Uzun uzadıya bu konu üzerinde durmak niyetinde değilim. Ancak bugün iyice belirginleşen “mecburiyet”in ordunun yaklaşımında belirleyici olduğunu düşünmek için bir dizi neden var. Uluslararası gelişmelere büyük ölçüde vakıf olma, kritik bazı kurumlardaki çözülme ve kirlenmenin boyutlarına ilişkin doğrudan bilgilenme, silahlı kuvvetlerin erat ve subay yapısına ilişkin gözlemler, sermayenin etkili aktörleriyle her geçen gün daha fazla içli dışlı olmanın güçlendirdiği sınıf sezgileri askerlerin “müdahale”nin kaçınılmazlığına inanmaları için fazlasıyla veri biriktirmiştir.
Birçok aktörün Türkiye kapitalizmine “müdahale” edilmesi gerektiğine ilişkin görüş sahibi olması, ama bu “müdahale”nin temel aktörü olarak askerlerin ön plana çıkması başka bir nedenle daha önemlidir. Restorasyon ne kadar kapsamlı ve bütünlüklü bir içeriğe sahip olursa olsun, her aktörün öncelikleri farklı farklıdır. Bu açıdan askerlerin, Türkiye kapitalizminin ihtiyaçlarına “kendi renkleri”ni katmaları bazı başlıkları öne çıkarıp bazılarını geriye ittirmeleri son derece doğaldır.
Örneğin restorasyon programının neredeyse merkezine çakılı olan Türkiye’yi güvenli sulara taşıma (aklı başında her burjuva aktörün güvenli suyu Avrupada gördüğü açıktır) perspektifine askerler yürekten bağlıdırlar ve bu başlıkta ileri sürdükleri çekincelere rağmen, Türkiye kapitalizminin son beş yılda AB’yle olan mesafesini kapatmasında en fazla pay onlara aittir.
Güncel meselemiz tam da bu noktada başlamaktadır. Türkiye kapitaliz-minin bütün temel aktörleri restorasyon sürecine “çekince” veya “itiraz”larla katkı koymaktadır.
Askerlerin durumu biraz daha karışıktır ve iç dinamik açısından belirleyici aktör olmanın “sorumluluğu”yla davranmakta, ince eleyip sık dokumaktadırlar. Ne var ki diğer aktörlere baktığımızda da, benzer bir restorasyon determinizmi ile karşılaşmaktayız. Ecevit’in zaman zaman şoven, hatta faşizan yönler taşıyan gündelik siyaset pratiği ile restorasyonun “liberal” çizgisinin biraradalığı yalnızca siyasal ilkesizliğin kanıtı olamaz. MHP’de de gözlenebilecek bu ilginç durum, aynı zamanda Türkiye kapitalizminin karşı karşıya kaldığı sorunun boyutları konusunda önemli aktörlerin hemen hepsinin oldukça net bir fikre sahip olduğunu göstermektedir.
Mesut Yılmaz ve beraberindekilerin kendi tasfiye süreçlerini hızlandıran bir dizi açılıma imza atmak zorunda kalması ve ancak kendilerine dönük çok doğrudan müdahaleler yapıldığında direnç göstermesi de ilginçtir.
Örnekler çoğaltılabilir. Çoğalan örneklerden bir başka sonuç daha çıkabilir. Restorasyon süreci bir milli dava haline gelmiştir ve gücünü onun ilk yıllarına büyük emek veren askerlerden daha fazla artık bu özelliğinden almaktadır.
Milli davaya ihanet etmek zordur.
Hele bu milli davaya Amerika Birleşik Devletleri doğrudan el atmaya karar verdikten sonra!
Kemal Derviş’in Türkiye’ye yollanması ve öncesinde yaratılan “kriz” restorasyonun çekinceli ve itiraz sahibi aktörlerini gerçekten rahatlatmıştır. 1996’dan beri kimi başlıklarda sonuç almayan bir didişmeye dönüşen iç hesaplaşmalarda yorgun düşen aktörler dışarıdan gelen yardım ile tıkanma noktalarının aşıldığını hissetmişlerdir. Ancak tıkanma noktaları aşıldıkça bu kez söz konusu aktörlerin varlık nedeni sorgulanmaya başlanmıştır!
Solun bütün bu süreci kavramadan bir adım bile atamayacağı bundan 4-5 yıl önce bir iddiaydı. Bugün bu süreç geride oldukça ciddi bir birikim yarattığı için daha açık söylenmeli: Türkiye kapitalizminin yeniden yapılanma dinamiği, Türkiye işçi sınıfının üzerine bastığı toprakta geri dönüşü olmayan değişiklikler yarattığı ve komünistler başka bir toprakta değil de buralarda mücadele edecekleri için devrimci stratejinin mutlak olarak ciddiye alması gereken bir noktaya gelmiştir.
Daha birkaç yıl öncesine kadar büyük ağırlıklara sahip olan çok sayıda aktörün başına gelenler (Cavit Çağlar, Dinç Bilgin, Fethullah Gülen, Necmettin Erbakan özellikle hatırlanmalıdır) ülke tarihimizde teknik bir ayrıntı değildir. Kişiler üzerinde yaşanan gerilimler birçoklarının sandığı gibi “işin özünü gizleme” kaygısının ürünü olamaz. Her değişim, mutlaka kadrolar veya kişiler somutunda bir hesaplaşmayı da beraberinde getirecektir.
Tam da bu noktada işin özü iyi algılanmalıdır. İşin özü, Türkiye’yi hangi bedel ödenirse ödensin, “güvenli sular”dan uzak tutan ögelerden arınma gayretidir. İyi bir marksist burjuvazinin bu perspektifinin sonuç alıp alamayacağından ziyade, bu perspektifin ne türden devrimci görev ve olanaklar yarattığı üzerinde kafa yormalıdır.
Çünkü diğeri işçi sınıfı adına sermaye politikalarına kefil olmaktır ve asla bizim işimiz değildir.
Tam tersine, sermayenin restorasyon sürecinin yarattığı devrimci görev ve olanaklar “başarılı olup olamayacakları”ndan bağımsız olarak, sermaye sınıfının iç gerilim noktalarına dikkat edilerek yakalanacaktır.
Bugün gerilimin konusu bellidir. Restorasyonun temel hedeflerine ulaşmak için daha önceden gerek sermaye sınıfının kendisi, gerek askerler, gerekse de başka siyasi aktörler tarafından öngörülen araçlar neredeyse tümüyle işe yaramaz hale gelmiştir. Türkiye’nin böyle bir tıkanmayla karşı karşıya kalacağını öngören ve buna hazırlık yapan ABD emperyalizmi, kendisinden beklenmedik ölçüde yetkin bir planı Ankara’daki muhatapların önüne koymuştur. Planın yetkinliği sadeliğindedir. “Elinizdeki araçları boş verin…”
Plan emperyalist ülkelerin Türkiye gibi ülkelere dayattığı “teslim olun”dan ibaret değildir. “Teslim alma” eldeki kuştur, ama ABD daldaki kuşu da istemekte ve restorasyon sürecinin hedeflerine “başka” araçlarla ulaşması için elinden geleni yapmaktadır.
Türkiye’deki etkili aktörlerin buna direnme şansları var mı? Mümkün değil… Ne Sezer’in arada sırada gelen vetoları, ne MHP’nin direnci, ne askerin kaygıları… Bunlar Türkiye kapitalizminin ve aynı anlama gelmek üzere uluslararası sermayenin belirlenimi altındadır. Direnemezler, sadece “kriz” yaratırlar…
Bu “kriz”in yaratanı süpüreceği bellidir.
Türkiye, sermaye düzeninin yeniden yapılanmasında en kritik evreye girerken ciddiyetini büyük ölçüde yitirmiştir. Buna sebebiyet veren şey, burjuvazinin şu ana kadar ayakta kalmasına neden olan korkaklığıdır.
Artık anlaşılmıştır ki, daha dibe gidemez denen Türkiye kapitalizmi kısa bir sürede “en dibe” çakılarak (ya da aynı anlama gelmek üzere çaktırtılarak) vurgun yiyecek ve dengeler ondan sonra kurulacaktır.
Bu yazıya son şekli verilirken, herkes Ecevit’in öldüğü konusunda yapılan spekülasyonların ekonomiye neye malolduğunu araştırıyordu! Bu spekülasyonların ardından piyasadaki küçük oyuncuların “borsanın yükselişe geçmemesine hayret ettikleri ‘ölüm’ haberinin ekonomiyi rahatlatmamasına şaşırdıkları“nı öğrendim.
Bu kadar zavallılaşan bir ülkede “kişilikli” politika yapmaya kalkan burjuva aktör komik duruma düşer. “Ulusal çıkarlara aykırı” diyerek tütün yasasını veto eden Sezer’in vetosunu “borsanın kapanış saatine saklaması” komik değil de nedir? Cumhurbaşkanı en az tütün yasası kadar “ihanet” kokan yasaları bir bir onaylarken ülkenin “ulusal çıkar”ları acaba tatile mi çıkmıştı?
Ciddi olan, “ben bu oyunu oynamıyorum” der; diyemeyen komik olur.
Türkiye’deki en ciddi aktörler bile komik olmayı göze alacak. Çünkü bugün olanlar yalnızca açılış perdesidir…
Buradan bir karşı-devrim çıkmaz mı? Dibe vuran Türkiye’de “sosyal patlama”dan korkan sermaye sınıfının “mutlak otorite”yi göreve çağırması düşünülemez mi?
Bu olasılığın Türkiye gibi bir ülkede her zaman güncel olduğunu düşünmezsek, kendimize saygısızlık ederiz. Böyle bir olasılık günceldir. Ancak “sosyal patlama” korkusu şu sıralar bu olasılığı harekete geçirecek kadar güçlü değildir. Bugün daha “baskın” korkular vardır ve Türkiye’de egemen sınıf ezilenleri değil de kendisini nasıl yöneteceğini tartışmaktadır! O halde bir “darbe” için başka eklere ihtiyaç duyulmaktadır ve bu büyük ölçüde dış dinamiklerde saklıdır. Bölgesel savaşların yanı başındaki Türkiye’de emperyalist güçlerin “faşizm”i arzulaması için kağıt üzerinde bir dizi neden bulunabilir. Üstelik ülkenin sürekli olarak bir “kriz” tehdidi altında tutulması “gerektiğinde harekete geçmek için fırsat kolluyorlar” dememiz için yeterlidir. Ne var ki, karşı-devrimler her ne kadar ani patlamalara hitap etseler de, ideolojik ve siyasal olgunlaşma dönemlerine ihtiyaç duyarlar. Oysa Türkiye’de ne iç dinamikler, ne de dış dinamikler böyle bir olgunlaşma sürecinin içindedir.
Daha da ilginci, sol hareket için her zaman kötü bir şey olan karşı-devrim bu ülkede ilk kez “önemsizleşmekte”dir. Ne devrimci öznelerin, ne de emekçi sınıfların bugün bir karşı-devrimle korkutulmaları mümkün değildir.
Bu aynı zamanda karşı-devrimin konusu, araçları ve karargahına ilişkin bir dizi soru işaretinin olduğunu gösterir.
Evet MHP devlet içerisinde örgütlenmektedir. Ama bu MHP merkezli bir karşı-devrimi (diyelim ki bu “mümkün” hale geldi) güçlü bir olasılık haline getirmekte midir? MHP’nin ciddi bir tehdit olması ayrı bir şey, MHP merkezli ya da MHP destekli bir karşı-devrim farklı farklı şeylerdir.
Dinci gericiliğin toplumsal tabanı özel bir daralma göstermemiştir. Ama bu, dinci gericiliğin bir kez daha karşı-devrimin kesen kılıcı haline gelmesini, daha da önemlisi karşı-devrimci bir iktidara dönüşmesini baskın bir olasılığa dönüştürmekte midir? Gericiliğin büyük bir tehlike olması ayrı bir şey, onun bir faşist iktidar pratiğine yerleşmesi başka bir şeydir.
Silahlı kuvvetlerin darbeci geleneği asla sona ermez. Ama bu bugün yeni bir faşizan darbeyi güncel mi kılmaktadır? Askerlerin hâlâ en önemli siyasi aktör olması ayrı bir şey, bugün bir karşı-devrime önderlik etmede yeterli donanıma (hedef ve araçlar bağlamında) sahip olmaları başka bir şeydir.
Bugün bir karşı-devrimci girişimin, devrimin önüne açarak Marx’ı doğrulaması mümkündür.
Karşı-devrimci müdahale olasılığını tamamen ortadan kaldırmasa da bu durumu hemen bütün burjuva aktörler farketmiş durumdadır.
Bir karşı-devrimin her zaman ihtiyaç duyacağı “gerekçe”yi oluşturan gericiliğin gülümsemeye başlamasının bir nedeni budur.
Daha önce yine defalarca yazdığımız gibi, “gericilik” bahsi üzerinden yaşanan gerilim (bu gerilimde işin içinde ABDde de vardı) kendi dengelerine kavuşmak üzeredir. Uzun süren hırpalama taktiklerinden sonra dinci toplumsal tabana hitap eden bir majestelerinin (veya generallerin) gerici partisine ulaşılacağı kesindi. Kesin olmayan ABD ile askerler arasında bu konuda sürdürülen pazarlıkların hangi noktada sonuca bağlanacağıydı. Tayyip’in, Abdullah Gül’ün başından beri bu pazarlığa oynadığı biliniyor; şimdi bilinen senaryo uygulamaya kondu.
Bu senaryonun kimsenin farketmediği ve belki de “yenilikçi gerici hareketi” de açığa düşürecek yanı, tamamlanmamış olmasıdır. Kutanın “Erdoğan’ın önünü açmazlar” derken bilmeden işaret ettiği doğru buradadır: Askerlerin “dibe vurmaya az kalan” bir ülkede tutunabilecekleri tek şey “şeriat tehdidi”dir. İhtiyaç duyduklarında “kriz”e oynayacakları başlık budur; bu başlıktan tümüyle vazgeçmezler. Üstelik bugün “hadi bakalım” denen hareketin yeri geldiğinde gericiliğini kanıtlamak için ille de “asker kafası” gerekmemektedir.
Ancak bu haliyle bile senaryo gericiliğin büyük başarısıdır. Gülümsemeleri bundandır. Gülümsemeleri Türkiye’de siyasal yeniden yapılanmanın şu anda en fazla şans tanınan unsuru olarak yine kendilerinin belirginleşmesindendir. Gülümsemeleri düzenin gericilikten vazgeçemeyeceğinin bir kez daha kanıtlanmasındandır.
Onların gülümsemesi halklarımızın trajedisidir.
Gericiliğin gülümsemesinin engellenmesi gerekiyor.
2 Temmuz’un sekizinci yıldönümüne geldik. (Göz yumulsalar da, yönlendirilseler de), gericilerce yakılarak katledilen insanlarımızdan birisi Asım Bezirci’ydi. Bezirci Türkçe’ye “aydınlanmacı” eserler kazandıran bir aydınımızdı. Çevirdiği ve ölümünden sonra yeniden basılan bir kitaba “sol”cu bir yayınevi Bezirci için “devlet tarafından örgütlenen Sivas katliamında yaşamını yitirdi” notunu düştü.
Gericileri askerlerin gülümsetmesi doğaldır da, solcuların işi gericileri güldürmek midir?
Türkiye’de gericilikle mücadele asıl şimdi başlamaktadır…