Fazilet Partisi kapatıldı da, bir kez daha gördük kimin ne olduğunu… Ufuk Uras demokrasiye giden yolun partiler mezarlığından geçmediğini söyledi. Ecevit üzülmüştü. Mümtaz Soysal bir TV kanalında sıcağı sıcağına soruya maruz kaldığında yurt dışında idi ve mahkeme sonucunu da bu vesileyle öğrenince “kambura yattı”: Siyasetçi kimliğini ellemedi ve cebinden “Anayasa hukukçusu” kartını çıkarttı öyle konuştu. Aynı Sezer gibi… “Yapacak bir şey yoktu.” Mahkeme Başkanı Bumin tüyoyu Soysaldan mı aldı, bilemeyiz, ama o da “yasalar böyle” nakaratına başvurdu.
Sağ liberaller durumu üzüntüyle geçirdiler. MHP olaya daha “sıcak” duran bir parti olarak kapatma cezasını alanların bunu hakettiklerini ima eden bir çizgi tutturdu. HADEP ve EMEP’de ne yapıp edip demokrasiye sahip çıktılar.
Kapatma kararı ile aynı gün piyasaya çıkan, yani kararın ilanından önce hazırlanan Komünist gazetesi “Düzenin Kapatması” manşetiyle bir bütün olarak düzenin dinci gericiliği aklama yarışına girdiğini ifade ediyordu. İzleyen günlerde Milli Güvenlik Kurulu toplandı ve toplantıda bazı tarikatlerin artık devlete yakınlaştığının saptandığı “bildirildi”. Aklama yarışı oldukça kapsayıcıydı. Düzenin kapatma fiili ancak böyle olabiliyordu.
Sevinenler de oldu tabii. Cumhuriyet Gazetesi bıyık altından gülmeyi tercih etti. İlhan Selçuk karar gününden önce bir yazısında “iyi olur iyi” derken Cüneyt Arcayürek o günü “hayırlı Cuma” ilan etti. Perinçek zamanında FP hakkında RPnin devamı olduğu yolunda suç duyurusunda sanki şeriatçıların günahları bahsinde yapacak ve söyleyecek başka bir şey yokmuş gibi bulunmuştu. İP’in bir de sanki gericiliğe karşı gücü kuvveti yerinde başka kimse kalmamış gibi Genelkurmaya çağrı yapmayı sevdiği bilinir… MGK’nın dost tarikat politikasına mutlaka bir reel politika açıklaması bulacaklardır.
Velhasıl Fazilet’in partiler mezarlığında yerini alması dinci gericiliğe karşı mücadelenin nasıl verilmesi gerektiğini hatta verilip verilmeyeceğini güncelleştirdi.
Bu arada liberal salvolara bir de Ahmet Altan eklenmiş ve Altan Türkiyede irtica tehlikesinin asılsız ve yalnızca yönetim mekanizmalarındaki asker ağırlığını meşrulaştırmaya yönelik olduğu tezini ortaya atmış bulunuyordu. Üstelik edebiyat ve tarih alanlarından…
Alın size bu yazı için bir tartışma başlığı daha: tehlike var mı yok mu?
ÖDP Başkanı bu konuda DSP Başkanı’ndan farklı bir pozisyon almıyor ve birlikte, belki Altan’dan farklı olarak, “asker karışmasın biz sivil siyasetle halledelim” demiş oluyorlar… Benzer çizgiyi bütün liberal basın tekrarladı: Demokrasi yara almıştı. Bıraksalar gerçek demokratlar gerçek demokrasi kuralları içerisinde bu gericilere neler yapmazlardı ki!
O halde üçüncü gerekçe Şöyle bir soru anlamı kazanıyor: Gericiliğe karşı (eğer tehlike ise) nasıl mücadele edilecek? Bir de demokrasi koşullarında mücadele gibi bir seçenek var mı?
Bu arada; Sivas Katliamı’nın yıldönümüne yaklaştığımız günlerde yazılmaya başlanan bu yazıyı okuyucu Sivas Katliamı’nı izleyen günlerde okuma imkanı bulacak. Tesadüf bu ya 24 Haziran tarihli gazetelerde bu yıl katliamın yıldönümü etkinliklerine bazı “eski FP’li” belediye başkanlarının da katılacakları yazıyordu! Bundan daha iyi olmayan katliamı tepeden, Ankara’nın göbeğinden seyreden Erdal İnönü’nün akla sığmaz bir utanmazlıkla yıldönümü etkinliklerine katılacak konuşma yapacak olması. Oysa geçen yıl katliamın protestosu miting benzeri etkinlikler dışında iki yerde daha yapılmıştı. SİP, katiller ile seyircileri temsilen FP ile CHP binalarının önünde eylem gerçekleştirmişti.
Ortaya attığım sorulara verdiğim cevapları şimdiden söyleyeyim:
Türkiye’de dinci gericilik hem bir reel tehlikedir, hem de bundan daha önemlisi düzenin kriz dinamiklerinden biridir.
Siyaset biliminin icat edilmiş en büyük yalanı ise demokrasidir. FP kapatılırken dökülen gözyaşları içinde samimi olan tek damla var mı? (TV’de gördüm FPnin az sayıdaki bayan milletvekillerinden bir tanesi de ağlayanlar arasındaydı. Başka ağlayan vekiller de vardı… Grup toplantısında akıl fikir ortalaması o kadar düşük görünüyordu ki, o gözyaşlarında samimi hisler bulunma olasılığı yine de var). Parti kapatma cezası Türkiye’de siyasi mücadelenin etkin kullanılan bir aracı. Benzeri yaptırımların siyasi mücadelenin aracı olmadığı bir zaman ve mekan bulunması ise imkansız. Genel olarak hukuk ama özellikle Anayasa hukukunun siyasetin hizmetinde olması son derece normal kaçınılmaz değil midir?
Türkiye’de verili tablo içinde burjuva demokrasisi bugüne kadar gerici akımların önünü açmaktan başka bir işe yaramamıştır. Demokrasi içinde mücadele safsatadır.
Sosyalistler olarak biz, özetle, düzenin bir silahının kendi adamını vurmasından rahatsız olmayız. Üstelik Anayasa Mahkemesinde HADEP davası sürmekteyken belki KP hakkında birkaç ay sonra dava açılacakken… Hatta hele ortada bizim tarafı doğrudan ilgilendiren davalar da varken biz FP’nin kapatılmasını ille de talep etmek durumundayız. Olur da HADEP ya da bir “diğerimizi” savunmak için yükselteceğimiz sesin ve ortaya atacağımız argümanların gericilerle benzeşmesi gibi bir tuzağa düşülebilir! Sanılabilir ki, biz sadece ilericilik için halkın temsilcileri için değil yobazlar katiller gericiler için de istekte bulunuyoruz!
Ne yazık ki solda kimileri siyasal özgürlükleri savunmanın en iyi yolunun genel olarak partilere özgürlük istemekten geçeceğini söylüyor ve düşünüyorlar. Siyasal akılları buna elveriyor! Acaba farkındalar mı, özgürlüğüne sahip çıktıkları MHP ve BBP kadrolarının ellerinden kaç eski yoldaşlarının kanı damlıyor!
Ama daha önemlisi şu: Solcuların bu düzende sürekli tehdit altında tutulan siyasal mücadele haklarını geliştirmek ve yerleşik, geri alınamaz hale getirmek için genel olarak “herkese” özgürlük istemeleri doğru yol değildir. Tersine devrimci siyaset ancak burjuva siyasetinde boşluklar zayıf noktalar yakalayarak buralardan yüklenip kendine alan açarak yol alabilir. Yani somut olarak Türkiye’de dinci gericiliğin meşruluğunun artması solun meşruluğunun zayıflaması sonucunu verir. Tersinden solun meşruluğunu artırması için dinci gerici-liği geriletmek püskürtmek gerekir.
Bu arada aşağıda döneceğim bir noktaya başlarken değinmeden edemiyorum. Türkiye’de “AB’ye giderken parti kapatılır mı”, şeklinde ağıtlar yakıladursun bazı yorumcular dinci/islamcı partinin AB demokrasisinin de dışında kaldığına bugüne kadarki bir dizi başvurunun AİHM tarafından reddedilmesinin bunu zaten defalarca kanıtladığına islamcı partinin Batı Avrupanın neo-nazileriyle paralel algılandığına ve ortada Türkiye-AB ilişkileri açısından bir kriz nedeninin bulunmadığına işaret ettiler. Böylece “toptancı” liberal ve “toptancı” demokratlar ile siyaseti biraz anlayan ve demokrasinin pragmatizmle dengelenmesi gerektiğini bilenler arasında bir ayrım ortaya çıktı. Somut bir değerlendirme olarak AB’nin “parti kapatma” olgusuna ilkesel olarak takmak durumunda olmadığı görüşünü ben de doğru buluyorum.
Bu noktada iki anekdotu paylaşmak durumundayım.
Birincisi, kapatma kararının açıklanmasının hemen ardından bir TV kanalının Türkiye’deki AB temsilciliğinden aldığı görüş. Bu kısa sözlü açıklamaya bir daha basında yer verilmedi, ajanslar haber değeri bulmadı! Ama ifade “demokratik olmayan (undemocratic) bir güce karşı demokrasi kuralları içinde mücadele etmenin güçlüğünün farkındayız” diye başlıyor son derece formel biçimde “kararın yaratacağı kimi zorluklar olacaktır” mesajıyla sona eriyordu.
İkincisi, Anayasa hukukçusu Bakır Çağlar’ın “AB bu işi dert etmez” yaklaşımı karşısında Birand’ın tepkisi. Çağlar’dan görüş sorduğuna belli ki pişman olan Mehmet Ali Birand AB lobiciliğine yani Türkiye’de her meselenin Avrupa merkezli değerlendirilmesi yönündeki kitlesel beyin yıkama faaliyetine hizmet etmeyen bu yorumu önemsizleştirmek izleyiciler tarafından dikkate alınmamasını temin etmek için ne taklalar atmadı ki! “Aykırı” dedi “çok şaşırdık” dedi “izleyicilerimiz çok şaşırdılar” dedi ve bu “uzman görüşünü” gülerek alay ederek karşıladı!
Dönelim. AB tutumu kanımca şundan ibaret: “FP’nin kapatılmasını kendinde bir mesele saymayız hatta ipleri fazlaca ABD’nin eline geçmiş bir hareketin tasfiyesine itiraz da etmeyiz; ama bu konuyu da Türkiye’nin karşısına bir koz olarak çıkartmasını biliriz!”
Dolayısıyla FP’nin kapatılması ile kopartılan liberal ve demokrat yaygaranın önemsenmesi gereken bir boyutu şudur: Bu koro “Avrupaya mahcup olduk” diye bağırarak Türkiye siyasetinin dışa teslimiyet sürecini hızlandırmakta yoğunlaştırmaktadır.
Bereket durum ümitsiz değildir ve FPnin kapatıldığı gün Emlak Bankası emekçilerinin deyişiyle “IMFye yapışık – Akışık” genel müdürlük binasında üst katlara saklanmak zorunda kalmıştır!
Tehlike ama kime karşı?
Bu soruyu sormadan edebilir miyiz? Refah Partisinin Doğruyol ile birlikte hükümette olduğu dönem iftar yemeği sırasına giren patronlar herhalde bir tehlike duygusu yaşıyor iseler de bunu “katlanılabilir” buluyorlardı. Dinci partinin Kürt kitleleri arasında faydalı bir iş yaptığı fikri olmasa askerler arasında bir dönem olduğu gibi sempati ağı genişleyebilir miydi? Dinci hareketin yükselişinden canı yanan kesimler kuşkusuz 1960ların sonlarından başlayıp yer yer katliam biçimini alabilen faşist saldırıların muhatabı olanlardır. Bu saldırıların ideolojik zemini dindi. Böyle olduğu için dinci hareket aleviliği dinsiz ve solcu ilan ederek katlini uygun ilan etmiştir. 1980 sonrasında askeri diktatörlüğün alevi köy ve mahallelerine cami inşa etme kampanyaları yaşanmış bu gidişat Sivas Gazi gibi olgularda çeşitli biçimlere bürünmüştü.
Dinci hareketin işçi sınıfı saflarında bulduğu alan, ortaya ikinci büyük konfederasyonu çıkartmakta gecikmedi. Hak-İş’in fonksiyonu sınıf mücadelesinin üzerine ölü toprağı atılmasıyla doğrudan ilintilidir ve bu açıdan bakıldığında komploculuğa hiç düşmeksizin düzenin yararına bir devlet operasyonu olarak kavranmasında sakınca olmayacaktır.
Özetle dinci hareket ya da daha somut ifadeyle Milli Görüş akımı kapitalist sistem için vazgeçilmez bir unsurdur:
…bu hareket çok yıkıcı olabilecek bir enerjiyle yüklü yığınların kontrol edilmesi reflekslerinin törpülenmesi gibi önemli bir görev üstlenmiştir…
Erbakan hareketine 1980den sonra yeni bir toplumsal görev de yüklemiştir. Kırdan metropollerin varoşlarına göçenlerin partisi olmak…
benzer bir misyonu Kürt sorunu konusunda da üstlenmiş; Güneydoğuda yaşanan sıkıntının metropollere sıçraması RP tarafından büyük ölçüde engellenmiştir. Bu hareket metropollerdeki Kürtlerin İslami motifler etrafında sisteme karşı tepkilerini deşarj etmelerine imkan sağlamıştır. 1994 yerel ve 1995 genel seçimlerinde Güneydoğuda asker sandıklarından büyük ölçüde RPye oy gitmesi bu nedenledir 1 . [ÇALMUK Fehmi]
Özetle ve genel olarak dinci hareketin düzen dışı bir kimlik taşıdığı iddiasını şeriatçı ideolojiye kendini kaptırmış radikal ve saf gericilere bırakalım. İslami hareket yukarıda aktarıldığı gibi Türkiyenin 1980 sonrası yapılanmasında kritik toplumsal ve ideolojik fonksiyonların altına girmiştir.
Sadece bu kadar da değil. Dinci hareket sola karşı alınan önlemlerin ideolojik zemini açısından işlevseldir. Örnek olsun, Türkiye egemen güçleri anti-emperyalist eylemlerin üzerine “Batılı dostlarımıza ayıp ettirmeyiz” diyerek değil, “din düşmanlarına karşı” sloganlarla salmıştır adamlarını.
Sonra; kriz ülkesi Türkiye’de dini ideoloji toplumsallaşan çelişkilerin siyasal mücadelelere en az zararla aktarılma yoludur.
Yine kriz ülkesi Türkiye’de bir süreç dahilinde yoksullaşan veya yoksullaşma olasılığı barındıran orta sınıflar açısından tarikat örgütlenmesi bir yandan yıkıcı enerjinin tahliyesini temin ederken, bir yandan da iç dayanışma yoluyla kapitalist mekanizmaların yıkıcılığına karşı önlemler üretmektedir.
Ancak tüm bunlar gericiliğin esasen emekçilerin ve solun sorunu olduğundan başka anlama gelmemektedir. Gericiliğin bizim sorunumuz ve gericiliğe karşı mücadelenin de bu anlamda bizim işimiz olduğu bütünüyle doğrudur, ancak gericiliği bir sorun ve mücadele muhatabı olarak önemli hale getiren olgu, yukarıda sayılan düzen fonksiyonlarını yerine getirirken gerici dinamiğin son derece ağır kontr-endikasyonlar yaratmasının kaçınılmazlığıdır. Dinci gericilik yangın söndürücü olarak hizmet verirken, kullanmadan edemeyeceği kimi kimyasal maddeler kurtarmaya çalıştığı binanın dokusunu harap etmektedir.
Türkiye’de birinci ve bugün pek önemsizleşmiş olan algı, gerici hareketin düzene verdiği hizmetin altını çizen ve bu açıdan devrimci bir eleştiri yönelten tutumdur. Doğru ama yolun ancak yarısını katetmiş bir yaklaşımdır bu.
İkinci yaklaşım, dinci gericiliğin düzen içinde yarattığı tahribattan hareketle düzen-dışı veya düzen-karşıtı sıfatlarla ödüllendirilmesidir. Akımın her kademesinde değil ama şeriatçılık ile tanımlanabilen kesitlerinde kuşkusuz böylesi bir “İslam ihtilalciliği” söz konusu olabilmektedir. Ancak dinsel analizler herhalde en son inanılacak sözler olmalıdır. Burada işaret ettiğim öge kimilerinin gerçekten dinci hareket ile kapitalist düzen arasındaki çatışmaları merkeze koyan değerlendirmeler geliştirmeleri. Bu kesimin nüfusu dini ideolojinin toplumdaki yaygınlığıyla paralel olarak artış gösteriyor. Açıkçası sözünü ettiğimiz olgu kolaycı ve pragmatist bir sol-popülizmdir. Bunlar türban eylemlerine “kitle var” diye koşmuş, dinsel içerikli halk toplantıları düzenlemeye kalkışmışlardır.
Üçüncü olarak, dinci gericiliği yine düzen dışı sayan ve esasen “cumhuriyetçi” pozisyon alan kesimler sayılabilir. Bu kemalist damar yukarıda dile getirmeye çalıştığım boyutu, gericiliğin kapitalizme (dolayısıyla kapitalist cumhuriyete de) sunduğu hizmetleri görmezden gelmekte ve konuya bir tarihsel aşamacılıkla, adeta feodalizm-kapitalizm geçişi açısından ve demokratik devrim merceğinden bakmaktadır. Cumhuriyet Devrimine sahip çıkmaktır eksenleri. “Dış mihrak” bunların vazgeçemeyecekleri temel aksesuardır…
Oysa Cumhuriyet Devrimi’nin kaçınılmaz evrimi ile gelinen bir aşamada dinci gericiliğin hem göreve davet edildiği hem de rönesans yaşadığı unutulur, unutturulur.
Her birinin toplumumuzda karşılıkları da bulunmaktadır. Türkiye’de “bunların hepsinin ardında Amerika ya da para vardır” değerlendirmesi pek popülerdir. Yine dini düzenin çirkinliklerinden kurtulma yolu olarak kutsayanlara ve tam tersine Atatürk’ün eserine saldırılardan öfkeye kapılanlara rastlamak zor olmayacaktır.
Ama hayat biraz daha karmaşık bir model ortaya çıkarmaktadır. Bu karmaşık modelin çıplak gözle algılanması mümkün olmayacak, olguların ardındaki neden sonuç ilişkilerinin analiz edilmesi gerekecektir. Dolayısıyla modelin kendiliğinden ve bir çırpıda popülerleşmesi mümkün değildir. Ancak zaten popüler olan değerlendirmeler karşısında ciddi bir avantaja sahip olduğumuzu da söylemeliyim. İsteyen zihnini veya hafızasını biraz zorlasın; değindiğim popüler bakış açılarının her biri geçtiğimiz yıllarda duvara toslamışlardır:
*Tekelci sermaye, dinci hareketle uzlaşma eğilimlerini bir momentte terketmiş ve laik cephenin mimarları arasına katılmıştır.
*Aynı MSP’de olduğu gibi RP ve FP deneyimlerinde de hareketin merkezi ne denli düzen içi olduğunu kanıtlamak için az çaba göstermemiştir.
*Cumhuriyetçi cephe ise durmaksızın hain ve uzlaşmacı üretmekte, bu arada “Cumhuriyet Devrimi”nin önüne koyduğu çağdaşlaşma ve Batılılaşma hedeflerine ilerledikçe dinci gericiliğin güçlenmesini açıklama yeteneğine sahip olamamaktadır.
Dinci gericiliği emeğin ve solun karşısına çıkartılan bir uşak-saldırgan olarak nitelemekle yetinmemiz imkansızdır. Uşaklık-saldırganlık misyonunu üstlenen bu hareket, bu fonksiyondan daha fazla bir toplumsal anlam taşıyor. Türkiye kapitalizmi ileri gittikçe dinci gericiliği yeniden üretmektedir ve çağdaş kapitalizmin diyalektiği tam da budur. Ancak böyle bir diyalektik ortaya uyum değil kriz çıkartır.
Özetle dinci gericilik
(1) düzenin eski dönemlerden devraldığı bir “artık” değil has çocuğudur;
(2) bu çocuk kapitalizmden beslenmekte ve onunla beraber, yani diğer kardeşleriyle birlikte serpilmektedir;
(3) düzen-dışı bir akım değildir;
(4) zaman zaman düzen-karşıtı rolleri öne çıkmakta ve kriz aktörü olmaktadır;
(5) dinci gericilik, tabanını çözülen ve yoksullaşan orta sınıflarda bulmaktadır ve bu demografik yer değiştirmeyle birlikte kırsal kaynaklarından taşıp kentleri istila etmiştir;
(6) tipik bir karşı-devrimci harekettir.
Artik dinci gericiliğin siyasal kriz ile bağlantısına geçebilirim.
Kriz dinamiği olarak dinci gericilik
İslamcılık Osmanlı’nın çözülüşü ve burjuva devrimin sancıları sırasında ülkenin önündeki seçeneklerden bir tanesi olabilmişti. Kapitalizm yoluna girmiş Batı toplumlarında kimlik edinimi ve “kurtuluş” fikrinin zeminini ulusalcılık oluşturabiliyordu. Kapitalizm ve uluslaşma süreçlerinin belli ölçülerde uzağında kalan doğu toplumlarında ise islamcılık bir dönemliğine kurtuluşçu ideoloji olarak fonksiyon üstlendi. Bu yönelim, Osmanlı sözkonusu olduğunda en fazla Abdülhamid ile anılıyor; ve panislamizm biçimini altında eski sömürgeci imparatorluğun değişen dünyaya karşı ayakta kalmak için gösterdiği direnç ile bu dünyaya uyum sağlama uğraşını eşzamanlı olarak içinde barındırıyor:
“1- Osmanlı İmparatorluğu güçsüzdür, çeşitli halklardan meydana gelmiş bir toplum olduğu için her an parçalanma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Batılılaşma hareketleri, reformlar toplumda bir yama gibi durmaktan ileri gitmemektedir. Osmanlı aydını ile halkı arasında derin bir uçurum açılmaktadır. Aydın yalnızlaşmıştır. Osmanlı İmparatorluğunun yaşaması bu koşullar içinde kendi gücüyle gerçekleşemez, dış güçler arasında kurulacak bir dengenin sürdürülmesi devletin yaşaması için tek çıkar yoldur.
2- Bu dengenin sürdürülmesi ve içeride halktan kopmamak, tam anlamıyla yalnız kalmamak için dine dönüş kavramına dayanan bir politikanın imkanları aranmalı yaratılmalıdır.
Pan-İslamizm bu motiflerden doğdu. Bu hareketi basit bir dine dönüş, şeriatı gerçekleştirecek bir davranış olarak değerlendirmek dar görüşlülüktür” 2 . [Tevfik ÇAVDAR]
Sultan Abdülhamidin liderlik ettiği ve ilkeli bir islamcılıktan ziyade pragmatist bir kurtuluş çaresi olarak anlamlandırılan bu yönelişin dünya ölçeğinde de bir karşılığı olmuştur. “Doğunun mazlum halkları” biraz daha gecikmeli olarak, özellikle Paylaşım Savaşı sonrası ortamın kriz nesnelliğine ve Ekim Devriminin “kurtuluş mümkündür” seslenişine uygun olarak yükselir. Bu dalgadan Rus işçi sınıfının iktidarına çeşitli müttefik güçler çıkacaktı. Osmanlı İmparatorluğu için ise islamcılık kurtuluş getirmedi. “Kendinde” bir gücü ve ikna yeteneğini barındırmayan İslam düşüncesinin kalıcı ürün verebilmesi için etkileşime gireceği başat bir diğer akım olmalıydı. Daha sonraları sosyalizm kimi müslüman halklara böyle bir girdide bulunmuştur.
Osmanlı ülkesinde dinin böylesi bir güç haline gelmesine hizmet edecek bir ek yardımcı akım söz konusu olmadı. Burjuva modernleşmesini batıcı karakterinden uzaklaştırıp islam giysilerine büründürmek kolay bir iş olmadığı gibi, geç kapitalistlesme “kurtuluş” değil emperyalist dünyaya bağımlılık dayatıyordu. 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçilirken kapitalist modernizm, geri kalmış halklara gelişme ve kalkınmanın sadece demagojisini iletebilirdi. Zaten Batının “Osmanlı programı”, dağıtma ve sömürgeleştirmeyi esas alıyordu. Abdülhamidin pragmatik islamcılığı çözülmeye mahkumdu. Yerine başka pragmatik denemeler konacaktı.
Kemalist model, sıra kuruluşa geldiğinde din ögesini tasfiye etmeyi esas alacaktı. Türkiye tarihinin burjuva aydınlanmacılığı adına görüp görebileceği bütün hamleler Mustafa Kemal iktidarının sınırlı bir konjonktürüne aittir. Bu göreli radikalizm gücünü temel bir tercihin yapılmasından alıyordu. Türkiye’nin kapitalistleşmesinin doğulu ve yerel motiflerle örülmesi sözkonusu olmayacak, kapitalistleşme batılılaşma anlamına gelecekti. Türkiye, Kurtuluş Savaşı ile Batının sömürgeleştirme programını delmeyi başarmıştı. Dinci akımlar öncelikle “kurtuluş ve kuruluş” platformunun karşı kutbu olarak tanımlandılar, dışlandılar.
İslamizmin reddi ve Türk ulusçuluğuna konan vurgu kuşkusuz aynı olgunun iki yüzüdür. Burada da evrensel deneyim ve doğrulardan alınan ögeler kadar pratik derslerin de rolü olmuştur. Ulusçuluk akımlarının eski rejimlerin silinmesi ve toplumsal dönüşüm süreçlerine damga vurduğunun farkındadır, Türkiye’nin burjuva devrimcileri. Üstelik Anadolu’nun etnik Türk olmayan sayılı müslüman halkı dışında asıl büyük kütleyi oluşturan ve islamın alıcısı olabilecek Arap halkları çoktan kaybedilmişti. Uzak müslüman halklar üzerinde Türkiye merkezli bir etkinlik kurabilmek ise imkan dahilinden çıkmış, bu alanı düpedüz Moskova kapatmıştı. İslam dünyasını bir yandan kapitalizme, öte taraftan da sosyalizme kaptıran kemalist hareket ideolojik yapılanmasını islam-dışı hatta karşıtı formlara oturttu. Burada elbette burjuva devrimcilerinin Batı burjuva devrimleri ve aydınlanma referanslı düşünsel yapıları da bir faktördür.
Sonra… Cumhuriyet’in hemen ardından bir gelenek şekillenmeye başladı. Kemalist önderliğe karşı gelen bütün “düzen içi” muhalefet dinamikleri merkezin dışladığı unsurlar arasından özellikle ikisine yaslandılar: “Dine saygı” ve “adem-i merkeziyetçi, liberal ekonomi”. Daha 1924 tarihli Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasından başlayarak oluşan bir gelenektir bu.
İktidar gücünü merkezileştiren kemalist modelin karşısına geçen her muhalefet doğal olarak toplumdaki organik gelişimlerin kendilerini dışa vuracakları platformu da şekillendirmiş oluyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren din ve liberalizm, yani kapitalizm öncesinde köklerini bulan akım ile kapitalizmin hız kazanmasını savunan bir diğeri siyaset sahnesine elele vererek çıktılar.
Cumhuriyet Halk Fırkası “devlet ve millet işlerinde din ile dünyayı birbirinden ayırmayı en önemli esaslarından sayar” 3 biçiminde ifade eder kendini. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası programında ise durum başkadır: “Fırka efkar ve itikadat-ı diniyyeye hürmetkardır” 4 . Merkez din ile devleti ayırmaya muhalefet ise dine saygı duymaya vurgu yapıyor ise bu ayrılık yeterince anlamlıdır. TCF hakkındaki şu kemalist yorum kanımca gerçekçidir:
“Öncelikle belirtilmelidir ki partinin dinsel inanç ve düşüncelere saygılı olduğu ilkesi Mustafa Kemale karşı din elden gidiyor tepkisi içinde olan gerici yığınlara sevimli görünmek için programa konmuştur” 5 . [Çağlar KIRÇAK]
Liberalizm ise en başından itibaren burjuva muhalefet hareketlerinin en fazla öne çıkardıkları başlıktır. Liberal ekonomi ile İslam dini 20.yüzyıl Türkiye’sinde kardeş ilan edilmişlerdir.
Kapitalistleşen Türkiye’nin su yüzüne çıkmak isteyen toplumsal dinamikleri, işçi sınıfı dışında topu topu bunlardan ibarettir. Ancak islamın, serpildikçe burjuva üstyapı ve iktidar geleneklerini sarsıntıya sokması kaçınılmaz olmaktadır. Başta ordu olmak üzere düzenin egemenlik mekanizmaları binbir denge üzerinde kurulmuş batıcı üstyapının ve gerçekleştirilmiş ideolojik, kültürel ve hukuksal dönüşümlerin tartışılmasını kuşku ve tepkiyle karşılarlar.
Bu korkaklık refleksinin tarihsel nedenlerine ve farklı boyutlarına son dönemlerdeki çalışmalarımızda Gelenek yazarları olarak bol bol değindik, bu yazıda tekrarlara girmekten kaçınıyor ve burjuvazinin korkusunu veri alarak devam ediyorum. Ancak bu korkuyu bütünüyle psikolojik saymanın doğru olmadığının, Türkiye’nin içinde yer aldığı bölge ve dünya ilişkiler sistematiğinin çok boyutlu dengeler yarattığını, korkunun bu çerçevede “yerinde” bir refleks olduğunu not etmeliyim. Dolayısıyla solda kimilerinin yalnızca resmi tarihdeki irtica tehdidi abartmasını eleştirmekle yetinmesi yanlıştır. Liberal-islamcı muhalefetin “biz de bu düzenin çocuğuyuz” yaklaşımı özü itibariyle gerçeği yansıtmakla birlikte, bu akımın kriz dinamiğine dönüşme eğiliminin üzerini örtmemelidir.
TCF Şeyh Sait isyanıyla, Serbest Fırka dünya krizi konjonktürüyle çakıştı ve tasfiye operasyonlarına konu oldular. Demokrat Parti ise yeterince yorulmuş kemalist geleneği çıkışı olmayan bir yolda yakaladı. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Türkiye’de eski egemen güçlerin bir burjuva değişim sürecinin, çok-partili burjuva demokrasisinin önünü açmama şansları bulunmuyordu. Ama açılan kapıdan bu sefer kriz gerçekten çıktı. TCF ve SFya bırakılmayan kriz yaratma zamanını hükümetteki DP değerlendirdi. Bu krizin başka boyutları olmakla birlikte ideolojik boyutu kuşkusuz dinci gericilikle ilgilidir.
Liberal-dinci muhalefetin temel karakterinin kapitalist cumhuriyete karşı “karşı-devrim” olduğunu düsünmek anlamsız ve fazla “resmi” olur. Aslında onlar da “iyi niyetli”; toplumsal barış istiyorlar… Kapitalistleşmenin hızlanmasını, tarımsal mülk sahibi sınıflarla genç burjuvazinin ve yönetici bürokrasinin barışmasını istiyorlar. Barıştırmak için kopuşa imza atan siyasal geleneğin revize edilmesi gerekiyor. Dinci gericilik buluşmanın toplumsal ideolojik zemini için devreye giriyor. Türkiyenin maddi koşulları ve öznel yeteneklerinin sınırları, ülkenin kapitalist dünyada yerini alması için bir gerici “restorasyonu” dayatıyor. Bu gerici restorasyonun eteklerine düpedüz eski düzen özlemcilerinin sığınması elbette mümkün, hatta kaçınılmazdır. Ancak bu eklenme hareketin kapitalizm yanlısı karakterini değiştirmeyecektir 6 .
Dinci gericiliğin bir kriz dinamiği halini alması kaçınılmaz mıdır? Kanımca evet. Dinci gericilik eninde sonunda bir siyasi harekettir ve ortada kesinkes hülle yoksa her siyasi hareket gibi iktidarı hedefleyecektir. Bu iktidar kuşkusuz kapitalizm içidir, ancak bu maddi uzlaşma zemini meseleyi halletmiyor. Sınıf ve düzen kardeşliği yetmiyor. Türkiyenin dengelerinin hassas olması gibi, emperyalizmin de kendi namına kullandığı kredi sonsuz olamaz. Türkiye’nin kendi içinde sarsılıp durmasının sınırı vardır. Türkiye siyasetinin artık bir geleneği var: Dinci gericilik ile laisizm arasındaki gerilim bir kriz kaynağıdır.
Bu gerilim hattına demokrasi ile cumhuriyet karşıtlığı tabelasını yerleştirmenin açıklayıcılığı pek zayıf. Liberallerin bu katkısı (!) bir tarafta ipleri sıkı tutma saplantısı içindeki rantiye bir devlet sınıfını tarif eder ve bunun karşısına en fazla demokrasiyi istismar eden gericileri yerleştirir. Bu ikilem liberallerin kendi alanlarını genişletmek için yaptıkları bir manipülasyondur. Yoksa askerlerin veya cumhuriyetçilerin liberalizme/demokrasiye düşman oldukları doğru değil. Ancak liberalizm için açılan perdelerin ardına gericilerin yığınak yaptığını görmek, liberaller kadar batıcı ve modern olan “merkez” için çok can sıkıcı oluyor.
Yeri gelmişken liberalliğin ve gericiliğin rantiyelikle hiç mi hiç çelişmediğini not etmekte de yarar var.
Dinci gericilik faşist mi?
İslamcı akımların kemalist cumhuriyetçiler tarafından (cumhuriyet ve burjuva devrimine karşı) karşı-devrimcilikle suçlanmalarının sorunlu bir betimleme olduğunu söyledim. Artık burjuvazinin iktidarını geri almaya niyetli bir eski rejim sınıfı mevcut değil. Dahası burjuvazinin üstyapısını baştan aşağı yeniden düzenleyecek bir eski rejim programı da yok 7 .
Tartışılan nokta islamın Türkiye kapitalizmine üstyapı servisi verip veremeyeceği olabilir. Bu sorunun yanıtı ilkesel ve tarihsel olarak negatif olamaz. Tersine ABD emperyalizminin ünlü yeşil kuşak projesinden ülkemizin payına da bir şeyler düşmüştü. Ancak Türkiye burjuva siyasetinde böylesi bir biçimlenişe karşı güçlü direnç kaynakları bulunmaktadır. Bu direnç kaynakları kapitalist üstyapının temel güvenlik siyaseti olarak iki çizgiyi kesinkes çizmiş bulunuyorlar: Laiklik ve bölünmezlik.
İslam bu çizgilerden ilkini kaldırmaya muktedir hale gelebilir mi? Böyle bir olasılığın, düzen açısından yalnızca daha büyük bir tehlikeye, örneğin komünizme karşı katlanılır bir maliyet sayılması ve bu hesabın emperyalizm tarafından benimsenmesi koşuluyla gerçekleşebileceğini düşünebiliriz. Yoksa, düzen içi daha sıradan mücadelelerin ürünü olarak islamın galebe çalması kanımca imkansız. Hele 1990lardaki son kapışmanın derslerinden sonra…
Burjuvazi açısından islamcılığın karşı-devrimi böyle çerçevelenebilir. Yani bu karşı-devrimin realize olması için basit bir mazeret gerekecektir: Devrim!
Adı üzerinde karşı-devrim devrim ile anlamlanır. Burjuvazide devrimcilik kalmadığına göre işçi sınıfı faktörü hatırlanmak zorunda.
İslamcı hareketi faşizmle benzeştiren kuşkusuz bu zemindir. Son Anayasa Mahkemesi kararından sonra FP ile Avrupa’nın neo-nazileri arasında paralellik kuran yorumculara rastlandı. Bu yorumcuların kalkış noktası ve kriterleri “Avrupa değerleri” idi. Naziler milliyetçilikleri, islamcılar ise Batı düşmanlıkları ve ümmetçilikleri ile bu değerler kümesini ihlal ediyorlardı. Kaldı ki, demokrasi de bu değerlerle bir ve aynı şeydi. Bu noktada yükselen İtalyan gericiliği ya da emperyalistlerin siyasete döndürdüğü Bulgar kralı hakkında bazı şeyleri sorgulamak kuşkusuz bozgunculuk sayılacaktır! Sonra AB demokrasisinin düpedüz cumhuriyetçi, olmadığı bu ülkelerin çoğunda asalak aristokrasilerin saraylarında hüküm sürdükleri dikkati çekebilir ve bu tablonun neresinin nasıl ve kimler için demokrasi olduğu tartışmaya açılabilir!
Bence de Türkiye’deki islamcı hareket faşistleri çağrıştıran yanlar taşıyor. Ancak konunun Avrupa değerleriyle ilgisi bizi ilgilendirmiyor. Bu açıdan islam ile Batı’nın ideolojik eğilimleri arasında bir çelişki elbette vardır. Bugüne kadar da islamcılık ile Avrupacılığı şahsında birleştirmiş bir dinci fraksiyona tanık olmadık.
İslamcılık kapitalistleşme sürecini kaygıyla karşılayan mülk sahibi orta katmanların ideolojisi olarak içinde barındırdığı geçmişe özlem nedeniyle gericidir. Üstelik Türkiye’nin kapitalizm ile paralel olarak yaşadığı üstyapı dönüşümlerine karşı çıkışı gerici karakterin altını çizmektedir. Ancak bütün bunlar islamcılığın ille de karşı-devrimci kimlik edinmesini açıklamaya yeterli olmayacaktır. Şimdiye kadar söylenenlerden düzenin gerici, sağcı siyasal hatlarından bir tanesi elde edilmektedir.
Dinci gericiliğin karşı-devrimci bir kimlik edindiği süreç 1960larda yaşanmıştır. Türkiye’de burjuva siyasetinin özel olarak faşizan ve sivil kanatlara zemin sunduğu tarihler daha eskidir, ama adlı adınca bir faşist hareketin şekillenmesi için yine de İkinci Savaş beklenmiştir. O sıralar bile sözkonusu faşist örgütlenmeler doğrudan devlet çatısı altında hayata geçirilmişti. Bu erken faşizmin ideolojik kaynakları ırkçılık ve turancılıktı. 1960larda çok partililiğin çerçevesinde faşist örgütlenmeye ihtiyaç duyulması solun ve işçi sınıfı hareketinin yükselişiyle doğrudan ilişkilidir. Tam da bu dönemde faşizmin ideolojik kaynakları arasına islam da eklendi. Komünizme karşı mücadele dernekleri, tel’in mitingleri, giderek radikalleşen islamcı-ırkçı akımların saldırganlaşması, Kanlı Pazar olarak tarihe geçen saldırı… 1960’ların sonunda, o güne kadar liberalizm ile ittifak halinde yaşayan islamcılığın ayrı partileşme yolunu tutmasının gerekçesi de aynı süreçte yatmaktadır. Dinci gericilik burjuva sağının bir rengi, liberalizmin halk kitlelerine ulaşmasını temin eden bir yardımcı unsur olmanın ötesine geçerek başlı başına bir siyasal hareket olarak örgütlenmeye geçer. Burada, doğrudan doğruya sola karşı yeni silah geliştirme arayışı vardır.
Bir diğer gerekçe ise burjuva siyasetinin kendi içerisinden kaynaklanmaktadır. İslamla omuz omuza verdiği mücadelenin faturasını ağır ödeyen liberalizm, dersini 27 Mayıs ile almıştı. Düzen içi gerilimi provoke eden hiç de liberalizm olmamasına karşılık, onun kardeşi akım deprem nedeni sayılabilmekteydi. Demirel’in Adalet Partisi, Menderesin DP’sinden farklılaşmayı önüne koydu. AP devlet bürokrasisi ve iktidar gelenekleriyle daha uyumlu bir kimlik sergileyecekti. AP’nin kendisi toplumun islami tonlarını barındırabilirdi, ama islamcılık ayrı bir akım olarak dışarı çıkartılacaktı. Erbakanın ilk partisi olarak kurulan ve 12 Mart ile birlikte kapanan Milli Nizam Partisi dinci gericiliğin liberalizmden özerk örgütlenmesinin başlangıcıdır ve bu özerkleşme ile birlikte çıplak olarak ortaya çıkan dinci akım artık düpedüz karşı-devrimci kimlik kazanmıştır.
Ancak karşı-devrimci kimliğin icraata dökülmesi ille de gerekmemektedir. 12 Mart sonrası burjuva siyasetinde Milli Selamet Partisi‘ne düşen rol özellikle kırlardaki yoksulları ve orta sınıfları düzene bağlayacak bir ideolojik mekanizma oluşturmaktı. Tam da bu nedenle Erbakanın bizzat 12 Mart generalleri tarafından yurtdışından geri çağırıldığı ve yeni parti kurmaya davet ve teşvik edildiği bilinmektedir. Faşist milis görevlerini Türkeş’in MHP’si yerine getirmektedir nasılsa.
1970’lerin MSP’si hakkında solda uydurulan yakıştırmalar ise üzücüdür. Çok çeşidi olmakla birlikte MDD türevi akımların MSP’de ulusal burjuvazi keşfetmeleri ve ümmetçi demagojiyi anti-emperyalizme yormaları ilginçtir! Ama aynı solun, Ecevit CHP’sine devrim (ileri ya da ulusal demokratik devrimlerin vazgeçilmez müttefiki CHP idi!) yaptırmaya kalktığı düşünülürse onun koalisyon ortağına da bu kadar pay çıkartmasını olağan karşılamak gerekir.
Sol tarafından ulusal ve demokratik nitelemelerinin uygun görüldüğü sermaye kuruluşlarında yöneticilikten gelme tarikatçı Erbakanın partisi 12 Mart sonrası affın solu kapsamasını engellemek için büyük mücadele verecek, Kıbrıs’ta militarizmi son noktaya taşımak için zorlamalarda bulunacaktı. İlerleyen yıllarda MSP Milliyetçi Cephe hükümetlerinde yerini aldı. MC’nin tarihsel misyonuna ilişkin önümüzde topu topu iki seçenek bulunmaktadır: Bir, karşı-devrimci önlemleri bizzat alarak doğrudan faşist düzenlemeleri gereksizleştirmek; iki askeri faşist bir darbenin zeminini hazırlamak… Her iki seçenek de toplumu gericiliğe boyamaktan ve sola, emekçilere karşı vahşi bir saldırganlıktan geçiyordu.
Akıncı Gençlik yapılanması “sokaktaki faşist fonksiyonuna” hazırlıktan başka nedir ki? Ama tepe kadrosu doğrudan CIA tarafından eğitilen ve kontr-gerillanın hem ayak işlerini üstlenip hem de kadro kaynağı olarak görülen Ülkü Ocakları’nın yanında gerçekten lüzumsuz bir yapıydı Akıncılar.
Dinci akımın 1980 ve 1990lardaki serüveninde kırdan çıkıp kentleri istila etmek var. Siyasal yelpazedeki yeri ve fonksiyonu açısından düşünüldüğünde ise fazla bir şey değişmeyecektir. Dinci gericilik karşı-devrimci, faşist misyonların temel ideolojik besin kaynaklarından birini oluşturmaya devam etmiştir. Ancak kimi konjonktürlerde devlet kurumlarının kimilerinde ise ırkçı-Türkçü faşizmin, MHP’nin ihtiyaç bırakmaması nedeniyle dinci gericilik sabit olarak faşist rolünü üstlenmemektedir. Ama iki tane son derece ciddi örnek dinci gericiliğin bu mis-yona pek yakıştığını kanıtlar niteliktedir.
İlki 1993 yılının 2 Temmuzu’ndaki Sivas Katliamı’dır. Bu eylemin ideolojik kimliğini İslamdan aldığı açıktır. Erbakan akımıyla ilişkisini ise katillerin avukatlığını başta Refahyol döneminde Adalet Bakanı olacak olan Şevket Kazan olmak üzere partililerin üstlenmesi açığa vurmaktadır. Avukat bağı zaten RP’nin eylemi haklı ve meşru gördüğünü ilan etmek üzere kurulmuştur.
İkincisi ise Hizbullah‘ın PKK’ye karşı giriştiği silahlı mücadele ve Kürt aktivist ve aydınlarına yönelik saldırılarıdır. Sadece eski RP milletvekili Şevki Yılmazın açıkça ilan ettiği destek değil söz konusu olan. PKK’nin bölgedeki etkinliğinin karşısına dini ideolojiden mamul bir duvar çıkartmak işini Refah üstlendi ve bu politika doğrudan ve kuşkusuz devlet politikasıydı. PKK’nin önünü kesmek için RP, oy isteyecek kontr-gerilla savaşının temel güçlerinden biri olarak şekillenen Hizbullah da aynı dünya görüşü adına silah sıkacak!
Türkiye’de her iki karşı-devrim partisinin, MHP ve RP/FP 1990larda aşırı şişkinleşmeleri bir vakıadır. Bu büyüme devrim/karşı-devrim momenti dışında tipik bir durum sayılamaz. Ancak 1980 sonrası yapılanmanın bir dizi boyutu, merkez partilerin yaşadıkları daralma ve çöküş, son olarak da kendisi devrimci durumu temsil etmemekle birlikte karşı-devrimci bir yığınağa davetiye çıkartan Kürt mücadelesi bu aşırı büyümeyi açıklar. Ancak bir kez böyle bir büyüme trendi yakalayan karşı-devrimci hareket, faşist diktatörlük seçeneğinin güncel olmadığı koşullarda kendisini düzeltmek durumunda olacaktır. Erbakan hareketi çok gecikerek uyumlulaşmayı denemiştir. MHP 1999 seçimlerinden bu yana ağır uyum sancıları çekmektedir…
Karşı-devrimci hareketin siyasal gücünü korumak için merkezcileşmeye yönelmesi ve kabuk değiştirmesi, bu hareketin asal kimliğine dair tereddüt uyandırmamalıdır. Çünkü merkeze kayma eğilimi ne kadar samimi olursa olsun, düzenin toplam ihtiyaçları ve siyaset tablosunun bütünü ortaklaşa belirleyeceklerdir sonucu. Örnek olsun, MHP faşist parti olmaya devam etmekte, ama merkeze taşınma çabalarını da sürdürmektedir. Üstelik MHP söz konusu olduğunda ortada her açıdan ilgi çekici bir açmazın olduğu görülmektedir. Hızlanan emperyalist eklemlenme programı siyasetin merkezini doldurmakta ve MHPnin bu anlamda merkeze yanaşma çabaları faşizmin demagojik milliyetçiliğini de dıştalamaktadır. Ama elinden milliyetçiliği bile alınmış faşizm yolunmuş kazdan daha fazla bir sempati uyandırmayacaktır!
Yine devletin bir siyasi hareketi basınç altına alması, sözkonusu hareketin siyasal kimliği ve fonksiyonuna ilişkin yeterli veri sunmayacaktır. Dinci partinin şiddetli bir kuşatma altına alındığı doğrudur, ama bu durum gericiliği demokratlaştırmayacaktır, demokratlaştırmamıştır.
RP döneminde hareketin vardığı bir nokta da, sermaye sınıfının dikey bir bölünmeye uğraması oldu. Türkiye burjuvazisinin önündeki fonksiyonel aletlerden biri olması gereken bir ideolojik akım ve siyasal partinin, burjuvazinin bir bölmesini, sermaye birikimi, finansal kurumları, üretim araçları, tüketim ağı ve tüketici kitlesiyle tam bir kapalı devre halinde temellük etmesi bir sapmadır. Egemen sınıfın kendisinin parçalanmaya uğraması ve krizde taraf haline gelmesi ciddi bir tehlike oluşturur. RP’nin kendisinin iktidar yürüyüşünde yarattığı ve temsil ettiği bu yarılmayı geri döndürmesi ve merkez parti rolüne kavuşması mümkün değildi.
Son olarak her siyasal parti iktidara bakmak durumundadır. Bu hedef başlı başına bir dinamiktir ve Refah’ın siyasal iktidarın kendisine teslim edilmeyeceğini gördüğü anda önünde fazla bir seçenek de kalmamıştır. RP mücadele etmiş, ancak kaçınılmaz yenilginin maliyetini hafifletmek için de planlı bir ricat taktiğine başvurmuştur. Sonuç dinci partinin 1994-97 zirve yıllarına oranla çok küçültülmesi ve daha da önemlisi bölünmesi olmuştur.
Dinci gericiliğin geleceği
İslamcı akımın bir önceki yüzyıl kavşağında topraklarımızın kaderine ilişkin yaşanan karar anında edindiği bir nitelik var; yukarıda değindik. İkinci dönem Cumhuriyetin başından 27 Mayıs’a kadar sürdü. Dinci gericilik liberalizm ile içiçeydi ve esas fonksiyonu sermaye düzenini halkçılaştırmaktan ibaretti.
1960’lar üçüncü dönemin açılışıdır: Kader ortaklığını lağvedemeyeceğini bilen liberalizm hiç olmazsa evleri ayırır! Dinci gericilik artık karşı-devrimci ve anti-komünist işlevleriyle düzenin hizmetindedir.
Dördüncü ve sonuncu olarak: FP’nin kapatılması yeni bir evrenin açılışını ifade etmektedir.
Esas olarak dinci hareket bölünmektedir. Bundan önceki bölünmelerle bu seferki farklıdır. Daha önceleri başka burjuva partilerine destek veren tarikatler hep olmuştu. Dinci örgütlenme her zaman heterojenliği bağrında taşımıştır. Ancak önemli olan islamcı cephenin tek bir toplumsal siyaset gütmesidir. Hizbullah’tan İBDA-C’ye, çeşitli “fikri” faaliyetlerden öğrenci yurtlarına, cami imamlarından partinin mahalle komitelerine, şairlerden tarikat cemaatlerine kadar bütün unsurlar, beğensinler beğenmesinler ya da aidiyet bağlarına yükledikleri anlam ne olursa olsun, islamcı hareketin siyasal temsilcisi ve partisi olarak Erbakan geleneğine tabi kalıyorlardı. Şimdi pek demagojik biçimde “yenilikçi” denen faşist veya Akıncı eskilerinin girdikleri yol tam anlamıyla yeni bir kanala işaret etmektedir.
Proje aslında analiz gerektirmeyecek kadar açıkça dile getirilmiştir: Yeni hareket Türkiye’deki siyasal boşluğun radikal uçlardan değil merkezden doldurulabileceğini saptamakta ve islamcı hareketin olduğu gibi merkezcileşmesinin ne mümkün olduğunu ne de buna izin verileceğini görmektedir. Erbakan ekolünün denediği de hareketin olduğu gibi merkeze taşınması olmuştu. Refaha oranla kendini oldukça geriye çeken, törpüleyen, diline ve icraatına özen gösteren FP bu denemenin adıdır.
Restorasyonun yanıtı kesin ve net oldu: Dinci hareketin düzenin merkezine gelmesi halinde yeniden büyüyeceği açıktı. Dinci hareketin birkaç yıl arayla yeni bir büyüme evresine girmesi kabul edilebilir bir durum olmayacak, askerin otoritesi ve erki tartışma konusu olabileceği gibi, bu kez çok daha şımarık bir islamcı gericilik şekillenebilecekti. Dolayısıyla restorasyon böylesi bir merkezcileşmenin dinci gericilik için, objektif olarak yalnızca bir taktik açılım anlamı taşıyacağını saptamış ve kapatma-bölme önlemini almıştır.
Restorasyon siyasal yeniden yapılanmada hangi kadroları öne çıkartacaktır peki? Bu sorunun yanıtı ancak son birkaç ayda ortaya çıkmaya başladı. Transfer Kemal Dervişin adı etrafındaki beklentiler ve sosyal-demokrat fokurdama sürmektedir. Belli ki sola rağbet vardır! Restore edilmiş düzenin soluna daha fazla aday kayıt yaptırırken, sağda inanılmaz bir meşruiyet bunalımı yaşanıyor. Bu durum son derece olağandır, ama mutlaka kapatılması gereken bir açığa işaret etmektedir.
Anlaşılan FP’nin yenilikçileri, “yenilenme”den merkez sağdaki boşluğu doldurmayı anlamaktadırlar. Yıllar yılı liberalizmin etekleri altında serpilen islamcılık, kovulduktan sonra kendi liberalizmini kendisi imal etmeye karar vermiş görünmekte, bir anlamda kendisini kovanlardan intikam almaya hazırlanmaktadır. Bu arada liberalizmin yaşadığı çöküş, açıkçası bu gerici bozması kadroları umut kapısı haline getirebilecektir. Üstelik bu kadroların Özalın ANAP deneyine gönderdikleri pek çok yakınları vardır ve söz konusu deneyden derslerini de edinmişlerdir. En başa liberalizm ve ABDcilik geçirilecek, islamcılık aşırı politi-zasyondan ve aynı anlama gelmek üzere politika “aşırı islam” yükleniminden arındırılacaktır. Cuma namazları ihmal edilmeyecek, ama batıcılık asla rencide edilmeyecektir. Bütün pankartlarda uzlaşma yazacak, Kürt dinamiğinin üzerine oturulurken dönem dönem ortaya çıkan Kürt yakınlaşması tekrar edilmeyecek, büyük sermayenin tercihlerini en iyi sahiplenen özne olunduğu gösterilmeye çalışılacaktır.
Bu projenin şansı pekala olabilir. Yine bu projenin AsParti’den onay alması ise mutlaka gerekir. Bu açıdan kimilerinin eski günahlarını affettirip affettiremeyecekleri merak konusudur. Tayyip Erdoğan’ın öfke kusan şiirlerinin intikamı acaba alınmış mı sayılacaktır? Yoksa… burun sürtmeye devam mı?
Yazının başında değindiğim MGK Haziran 2001 toplantısı restorasyonun dost islamcıları oyuna katmaya hazır olduğunu ilan etmiştir ve bu açıdan zamanlama da mükemmeldir. Ecevit’in Erbakan ve Erdoğan hakkındaki siyasal yasaklılığın kalkması doğrultusundaki girişimi bizzat başlatacağını açıklaması da tabloyu tamamlamaktadır. Doğal olarak burjuvazinin bütün aktörleri sahneye iki gerici partinin çıkmasını arzu etmekte ve desteklemektedirler.
Bu noktada solda, hiç kuşkum yok, yeni saçmalıklara imza atmaya eğilimli unsurlar da görülecektir. Liberal solcularımızın yenilenmecilikte “siyasal islam”ın tasfiyesini keşfetmeleri ve “kültürel islamı” toplumsal değerlerin ve mozayiğin parçası olarak selamlamaları pek mümkündür. Kaldı ki ÖDP’nin islam konusunda geliştirmeye çalıştığı model, tam da toptancı bir “gericilikle mücadele” yerine siyasal ile kültürel/sivil olanı ayırt etmek biçimindeydi. Önümüzdeki dönemde sınıf mücadelesinin ve her tür çatışmanın korkakları, islamcı gericilikle artık mücadele gereğinin kalmadığı sonucunu çıkartabileceklerdir. Çünkü onlara göre siyaset mücadele değil, bir “fair play”dir! İnsanların dini duygularını ellemeyi azaltan gericiler liberal solun saygısını hakedecektir.
Solun başka kesimleri de “demokrasi” kurallarına ilişkin olarak kuşkusuz daha özenli bir üslup tutturacak olan rektifiye edilmiş gericiliği selamlamak durumunda olacaklar. En zor anlaşılır işi de muhtemelen HADEP yapacak ve göstere göstere Kürt yoksullarının aklını gericiliğe, ümmetçiliğe çalmak üzere hazırlık yapan bir hareket karşısında ideolojik mücadele vermek yerine, demokrasi diyecek ve “gerçek müslümanlık” yarışına katılacaktır. “Söylemediniz” denmesin diye altını çizeceğim; eğer Faziletin yenilikçilerine AsParti ve restorasyon tarafından yeşil ışık yakılırsa, burada belki en önemli beklentinin Kürt coğrafyasındaki HADEP tekelinin sağdan parçalanmasına dönük olacağı bilinmelidir.
Kuşkusuz dinci gericiliğin karşı-devrimci ve faşizan karakteri (burada faşist yerine faşizan yumuşatmasını tercih etmemin tek nedeni, gündelik mücadelede faşist rolünü üstlenen en az iki partinin varlığıdır) bu merkeze kayma operasyonu ile değişim geçirecektir. Bu değişimin Bahçeli MHPsinin yaşadığından daha fazla olması da mümkündür. MHP geleneğinin dönüşmesinin başka özgün güçlükleri bulunmaktadır.
Bu arada kuşkusuz Erbakan’cı ekol de “fundamentalist” ısrar ile siyasal hayatını sürdürmeyecektir. Böylesi bir ısrar, Türkiye’nin bugünkü konjonktüründe yalnızca yoksullaşan küçük mülk sahibi kitleleri gözönünde tutarak benimsenebilir. Bu kesim son derece kalabalık olmakla birlikte, düzene yaranmaya çalışan yarı-dışlanmış bir hareketin amaçlarına hizmet etmeyecektir. Kalabalık esnaf kitlelerinin politizasyonu, burjuvazinin işine bir koşulla yarayabilir: İşçi sınıfı cephesinde sol bir hareketlenme gözlemlendiğinde. Restorasyonun, islamcı hareketin küçük mülk sahibi kitleleri arkasına alacağını oturup izlemesi olacak şey değildir.
Peki Erbakan ekolünün gerçekçi yolu seçmesi durumunda ne olabilir? Burada siyasal ve örgütsel dinamiklerin masa başında yapılan rota çizimlerine uydurulmasının ayrı bir iş olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Liberal ve Amerikancı “yenilikçileri”ni yitiren dinci hareketin elinde kalan tek koz Erbakan’ın yaşlandıkça azalan karizması mahkum olacağı tarz ise “farklılığını” kitlelere yansıtmak olacaktır. Yani gerçekçi yol liberalleşmeyi emrederken, siyasetin açmazları liberalizm eleştirisini, popülist demagojiyi gösterecektir. Bana kalırsa bu yol oldukça umutsuzdur. Tabloyu değiştirebilecek sürprizler elbette olabilir. Şu veya bu nedenle Erdoğan ve arkadaşları başarısız olabilirler, bölünebilirler sabote edilebilirler vb…
Türkiyenin kısır döngüsü ve aydınlanma
Türkiye burjuvazisinin kapitalizm yolculuğunu kitlelere maletmekten uzunca bir süre korktuğunu biliyoruz. Bu korkuyu aşmaya yönelik niyetin ürünü ise, en azından bugüne kadar, hep liberalizm ile dinci gericiliğin nikahlanması oldu. Son yılların restorasyon kavgalarından sonra da bu model yeniden denenebilir mi? Dinci gericilik yine kriz döngüsüne girer mi?
Emperyalizmin Türkiye tasavvurunda dinci gericilik yerini korumaktadır. Emperyalist merkezler ülke içinde başat siyasal aktör sayısı ne kadar azalırsa, yerel direnç katsayısının o kadar artacağını bilirler. Diğer burjuva siyasal hareketlerin veya kurumların ulusal değerler bahsinde bağımsızlığa sevdalı oldukları düşünülmemelidir; ancak tablo sadeleştiği ve içerde siyasal yönetim düzeyi kriz yatağı olmaktan kurtarıldığı ölçüde kayıtsız şartsız teslimiyet yerine pazarlık gücünün artacağı ve manevra sahasının genişleyeceği açıktır.
Emperyalizmin dinci gericiliğin oyunda kalmasından yana olmasına karşılık, restorasyonun bulduğu denge söz konusu hareketin başkalaşması ve merkeze yanaşması üzerine kuruludur. Yukarıda da değindim bunun taşıyıcıları var. Ancak ne kadar güvenilir oldukları çok tartışmalı… Yine de bu model tutturulursa kriz döngüsü kırılacak demektir.
Öte yandan Türkiye kapitalizminin içine girdiği “küresel” süreç, liberal-dinci ittifakın karşılık geldiği kırsal veya kentli ara sınıfların tasfiyesini içermektedir. Tarımdan ticarete, bankacılıktan enerjiye her alanda uluslararası sermayenin ve sayısı belli tekelci burjuvanın lehine, kamu işletmeciliğinin, küçük ve orta üreticiliğin tasfiye olacağı, düzenin meşruluk ve idamesinde belkemiği rolünü onyıllardır üstlenen orta sınıfların önemsizleşecekleri bir süreç… Bu manzaranın adı sanayisiz kapitalistleşmedir ve dinci gericiliğin karşısına çıkan tercih şöyledir: Ya önemsizleşen kesimlere yaslanmaya devam eder ve marjinalleşirsin ya da buralardan uzaklaşır doğrudan sermaye sınıfının kaymak tabakasının temsiliyetini elde etmeye yönelirsin.
Türkiye sanayinin tasfiye edildiği bu süreçte ağırlıkları azalan nüfus kesimlerinin siyasal temsiliyetine yer olmayacaktır. Bu kesimlerdeki sıradanlaşma, kimi siyasal-ideolojik akımların böyle bir göreve oturmalarını da gereksizleştirecektir. Ama denemek elbette mümkündür. Düzen partilerinden bazıları, toplumsal yeniden biçimlenmenin yaratacağı sarsıntıların düzen dışı akımlara doğru bir kayma yaratmasını engellemek için pekala kendilerine misyon biçebilirler. Bu misyon sahiplerinin düzenin merkez üssü nezdinde değer taşımaları, yalnızca bu olasılığın, yani altüst oluşlardan solun güç kazanması halinde mümkündür.
Leninin ultra-emperyalizm hakkındaki akıl yürütmesini başka tartışma başlıkları için de son derece yol gösterici ve zihin açıcı bulmuşumdur. Lenin’e göre tekelleşmenin yoğunlaşmaya ve sadeleşmeye yol açması, giderek tekleşmenin gündeme gelmesi teorik olarak mümkündür. Ancak bu “teoride” işçi sınıfı ihmal edilmektedir. Toplumların evrimini belirleyen sermayenin iç devinimleri değil, sınıflar arasındaki mücadeledir ve iç devinim açısından tekelleşme tekleşme biçimini almaya eğilim gösterirken sınıf mücadelesi alanında işçi sınıfının devrimci hareketi için elverişli bir zemin gelişecektir. Olgunun bir yönüne bakıp kapitalizmin olağanüstü bir güç kazanacağını öngörmek mümkünken, sürecin keskinleştirdiği çelişkilerden sosyalizmin boy atması aslında çok daha büyük bir olasılık olacaktır…
Solun, işçi sınıfının, işçi sınıfı partisinin eklenmediği bir toplumsal hareket tahayyülü saçma. Doğrusu bu saçmalığa işçi sınıfının ataletinin sürdüğü bugünlerde düşülmesi pek mümkün. Ama kimsenin kuşkusu olmasın, Birinci Paylaşım Savaşı, yani Ekim Devriminin birkaç yıl öncesinde sosyalizmin yeri göğü inlettiği falan yoktu. Dolayısıyla solun yer almadığı tablolar resmetmenin bugün de herhangi bir meşruluğu bulunmuyor. Türkiye solunun şu veya bu kesimlerini değil, sosyalist hareketi kastederek ekler yapacak ve bu yazıyı bitireceğim.
*Sosyalist hareket dinci kesimdeki yeni yapılanma denemelerinin ne kadar ortodoks oldukları ya da merkeze ne kadar yaklaştıklarıyla uğraşacak değildir. Bu boyut analizin konusu olabilir, ancak sol-liberallerin yaptığı gibi siyasal/kültürel islam ikiliği siyasal eyleme ışık tutacak bir unsur olamaz.
*Sosyalist hareket düzenin yapmadığı ve yapmayacağı aydınlanmacı bir programı ayrıntılandırmalı, bunun savunusuna devam etmeli ve kabuğuna çekilmekte ya da başkalaşmakta olan dinci gericiliğin boşalttığı ideolojik mevzileri kuşatmaya işgal etmeye uğraşmalıdır.
*Dinci gericilik, işçi sınıfı için reel bir tehdit olmaya kuşkusuz devam edecektir. Kuran kursları ve imam hatip okullarının tümden kapatılması tezi komünistlere aittir.
*Burjuva siyaseti geleceği camilerde, cuma namazlarında aramaya devam edecektir. Buna karşı son derece şiddetli bir kampanya yürütülmelidir.
*Tarikatlerin dağıtılması tezi de yine komünistlere aittir. MGK değerlendirmeleri bu anlamda “gericilikle mücadele bizim işimiz” tezini teyit etmiştir. Karşı-devrim yuvaları ve burjuva kadro kaynaklarına düzenin sadece sınır koymakla yetineceği açıktır.
*Türkiye komünist hareketi bu kavgayı sadece açıktan şeriatçı kesimlere yönelik değil, aslında burjuvazinin tamamına yönelik yürütmek durumundadır. Bu bir abartma değildir. Böyle bir vurgu, hedefin akılcı olmayan bir biçimde fazla genişletilmesi de değildir. Birincisi bu durum nesneldir, dinci gericilik organik olarak düzenin parçası olduğu içindir ki, güçlü bir karşı çıkış düzenin her tarafını karşısında bulmak durumundadır. İkincisi, bunda bir sakınca yoktur, çünkü burjuva siyasetinin son yılları, kuşkusuz komünistlerin de müdahalesiyle, ama kendiliğinden yaşadığı süreç içinde de, ilginç bir sonuca ulaşmış ve şeriatçı tabanın dışında kalan oldukça geniş kesimler nezdinde dinin meşruiyeti azalmıştır. Yukarıdaki taleplerin toplumsal meşruiyeti vardır.
Kısır döngü sürecek midir peki? Bence Türkiye kapitalizminin dinci gericiliği bütünüyle ıslah edeceği bir kurgu solun ihmali üzerinde yükselmekte, yani solun bulunmadığı bir kurgu içerisinde yer bulabilmektedir. Dinci hareketin merkeze çekilmesi, karşı-devrimci tırnaklarının kökünden çekilmesi olmasa da bayağı törpülenmesi anlamına gelecektir. Sol bu kez bu sürecin geleneksel gerilim hatlarını yeniden provoke edip etmeyeceğinin pasif seyircisi olmamalıdır. Solun olası yükselişi bu anlamda burjuva düzenini tam da silahlarından birini rafa kaldırmaktayken yakalama şansı bulacaktır. Karşı-devrim silahlarının eninde sonunda solu vurması neden kural olsun? Tersine sol Türkiye’de karşı-devrimin kaynaklarını kurutacak bir hamleye pekala imza atabilir… Dinci gericiliğin kaderinin böyle bir yenilgi ile noktalanması solun elindedir.
Dipnotlar ve Kaynak
- ÇALMUK Fehmi, Erbakan’ın Kürtleri, Metis yayınları, İstanbul, Nisan 2001, s. 218-219
- ÇAVDAR Tevfik, Osmanlıların Yarı Sömürge Oluşu, ikinci baskı Gelenek yay., İstanbul, Haziran 2000, s. 48
- BİLA Hikmet, CHP 1919-1999, Doğan Kitap, İstanbul, Temmuz 1999, s. 55
- ATEŞ, Nevin Yurdsever, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Sarmal yay., İstanbul, Ekim 1994, s. 191
- KIRÇAK, Çağlar, Meşrutiyetten Günümüze Gericilik, ikinci baskı, İmge kitabevi, Ankara, Mart 1994, s. 235
- Bak. GİRİTLİ, Aydın, “Türkiye’de Kriz Döngüsü ve Solda Muhasebe”, Gelenek 61 içinde s. 3-22, İstanbul, Kasım 1999.
- Haldun Gülalp dinci hareketin bir geri dönüşü temsil etmediğini, tersine kapitalist platformu paylaşan bir gerici hareket olduğunu düşünüyor. “Radikal islamcılığın modernleşmeye değil modernizm ideolojsine karşı olduğu”nun altını çizen yazar, küçük mülk sahibi sınıfların, hatta informel sektörün işportacı-yerel tüccar çapındaki yoksul girişimci kesimlerinin sınıfsal çıkarlarının liberalizmden yana olması ile islamcı ideolojiye yatkınlıklarının rastlantı olmadığına işaret ediyor. Bak: H.GÜLALP, “Bağımlı Modernleşmeye Postmodern Bir Tepki: İslamcı Radikalizmin Toplumsal ve Tarihsel Kökenleri”, Sosyal Bilimler Dergisi, cilt 1, S. 2, İstanbul, Mayıs 1994, s. 86-91