11 Eylül günü önce New York ardından Washington’da belirlenmiş hedeflere çakılan yolcu uçaklarının yarattığı tahribatın televizyon kanalları marifetiyle kısa sürede bütün dünyaya aktarılması milyarlarca insanın aynı sinema perdesine düşen görüntülerle baş başa kalması anlamına geldi.
Eşitsizlik ve çelişkilerle dolu bir dünyada aynı görüntülerin farklı duygular yaratması son derece doğaldı.
Amerika Birleşik Devletleri’nin sembol ve karar merkezlerine yönelen saldırılar aynı anda şaşkınlık kaygı nefret korku panik sevinç gurur ve rahatlama hissi ortaya çıkardı. Bütün bunların nereye denk düştüğü kolayca anlaşılabilir. Bir Irak vatandaşının ya da Filistinli’nin neden sevindiği Texas’taki bir çiftçinin neden şaşırdığı Roma’da bürosundan çıkmak üzere olan bir mühendisin neden paniğe kapıldığı ABD senatosundaki bir Cumhuriyetçi’nin neden etrafa nefret saçtığı dünyanın birçok yerinde devrimcilerin neden bir rahatlama hissettikleri yine aynı devrimcilerin neden kaygı duyduklarını anlamak için derin tahlillere ihtiyacımız yok.
Ancak eğer devrimcilerin, komünistlerin duyguları merak ediliyorsa şu söylenebilir: Onlar eşitsizliklerin sembolü iki çirkin binanın ve dünya halklarının başına bela kesilen bir saldırı üssünün darbe almasından elbette şikayetçi olmazlar. Binlerce insanın ölümü ve söz konusu darbenin akıl-dışı bir biçim, içerik ve zamanlama ile gerçekleşmesi ise onların üzüntü ve kızgınlık kaynağıdır.
Lakin komünistlerin bu türden olayları duygularıyla karşılamaları, bir ilk-an tepkisini anlayışla karşılasak bile olacak iş değildir. “ABD emperyalizminin yenilmezliği”nin kanıtlanması için insanlığın kendisinden bunca şey yitirmesi hiç de gerekli değildir. ABD emperyalizmi askeri ya da siyasi alanda şimdiye kadar ciddi yenilgiler almıştır; almaya devam edecektir.
Bu nedenle sorulacak sorular doğal olarak “ne oldu, ne olacak ve ne yapılmalı”dır. Bu sorulara iki yolcu uçağının Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerine çarpışının değişik açılardan elde edilmiş görüntülerine bakarak “ABD bitti” diye yanıt vermediğimiz ellerimizi çırparak “işte bu kadar” demediğimiz ve bu eylemi en hafifinden “kör şiddet” diye adlandırdığımız için devrimciliğimizden kuşku duymuyoruz.
Filistin’de Irak’ta Yugoslavya’da katledilen yüz binlerin hesabının katliamlarla sorulabileceğini hiç düşünmüyoruz. Daha da önemlisi kahrolası ABD emperyalizminin bu şekilde diz çökeceğine asla inanmıyoruz.
İnsanlığın başında yeni savaş bulutları dolaşırken “nasıl darbe aldı” diye sayıklayanlar kendi hallerine bırakılmalı ve bu sürecin Türkiye işçi sınıfı açısından bölgemiz halkları açısından ve genel olarak dünyadaki tüm devrimci güçler açısından ne anlama geldiği araştırmalıdır.
Faili meçhul mü?
Başka yerlerde değindiğimiz ve giderek verimli olmaktan çıktığı için “bu işi kim yaptı” sorusuna fazla takılmak istemiyoruz. Ancak “bilgi çağı”nın temel özelliği “çok bilgi” ve “çok bilmiş” olduğundan karşılaştığımız bazı “bilgi” ve “bilmiş”lere değinmeden geçemiyoruz.
İlk “bilgi” bu işi ABD istihbarat örgütlerinin yapmış olduğudur. ABD yönetiminin içeride ve dışarıda sayısız provokasyona örtülü operasyona suikast ve komploya imzaya attığı açıktır. Üstelik ABD’nin çeşitli nedenlerle “düşman arayışı” içinde olduğu da bilinmektedir. Ancak ABD’nin alışkanlık ve ihtiyaçlarından hareketle “bu onların işi” dememizi engelleyen başka gerçekler de vardır. En az 50 kişinin icra aşamasında yer aldığı bu çapta bir eylem bir Devlet Başkanı’nın öldürülmesi bir uçağın düşürülmesi bir alışveriş merkezine bomba konulmasına benzemez. Kapsamın genişliği dışarıya koku çıkmasını kaçınılmaz hale getirir. Pentagon gibi bir fesat yuvasının darbe aldığı bir saldırıya ABD’nin karar mekanizmalarının şu veya bu noktası “onay” veremez. Bu doğrultuda mümkün ama önemsiz olan ABD istihbarat örgütlerinin eylem öncesinde elde ettikleri bulguları “düşman ihtiyacı” nedeniyle değerlendirmeyip beklemeleri ve hesaba katmadıkları bir sonuçla karşılaşmalarıdır.
Saldırı sonrasında “gördünüz mü bak islami terör yayılıyor” diye üste çıkan İsrail’in bu saldırının arkasında olduğu tezi ise derhal çöpe atılmalıdır. 11 Eylül’de olanlar dünya halklarının kanlısı bu devletin boyunu fazlasıyla aşar.
Gelelim ABD ile rekabet eden başka emperyalist odakların harekete geçtiği “bilgi”sine… Partimize bu eksende çok sayıda mektup geldi elektronik posta ağında sürekli buna işaret eden “bilgi” ve “bilmiş”ler dolaşıyor. İlk verilere göre uçakları hedeflere yönelten pilotların Hamburg’da eğitildiklerinin ortaya çıkması belli ki birilerini heyecanlandırmış. Teknik olarak “büyük” bir devletin herhangi bir örgüt ya da kişiyi bir başka “büyük” devletin çıkarlarına zarar vermesi için kullanması her zaman mümkündür. Dolayısıyla ele aldığımız eylemin bu açıdan incelenmesini bu işin uzman ve meraklısı solcularımıza bırakarak işin “siyasi” rasyonalitesine bakmakta yarar bulunmaktadır. Bu çapta bir eylemin önünü açan bir emperyalist devletin uzun vadeli hesaplar yapabilmesi için uzun vadedeki gelişmeleri etkileyecek kısa vadeli gelişmelere hazırlıklı olması gerekir. Yani bu tür bir eylem hem kapsamı hem de hedef aldığı güç hesaba katıldığında “sakin sakin meyvelerin olgunlaşmasını bekleyecek” bir inisiyatif ürünü olamaz.
Bu anlamda ABD’nin prestij yitirmesi ABD ekonomisinin güç duruma düşmesi Ortadoğu halklarının ABD’ye duydukları kin ve öfkenin tırmanması ABD’ye karşı ortak bir cephe oluşması ABD içinde istikrarın bozulması gibi böyle bir eylemin ardından geleceği umulan gelişmelerin her birisi 12 Eylül tarihinden itibaren bu gelişmelere uygun politikalarla takviye edildiğinde işe yarar. Öbür türlüsü çok açık ki atılan adımın ters tepmesidir.
ABD ile rekabet halindeki emperyalist ülkelerin ise “oturup ABD’nin başının belaya girmesini beklemek”ten başka yapabildikleri bir şey olmadığı ortaya çıkmıştır. Bunun bir diğer anlamı emperyalist-kapitalist sistemin ABD’nin başının ciddi bir belaya girmesine hazırlıklı olmadıkları ve doğal olarak bunu fazla istemedikleridir. Her zaman temkinli olan Alman emperyalizminin modern zamanlarda ABD’nin kıçından ayrılmayan İngiliz emperyalizminin son zamanlarda kendi derdine düşen Japon emperyalizminin “bir deneyelim bakalım ne olacak” diyerek el altında tuttukları taşeron bir örgütün önünü açtıklarını düşünmek son derece saçmadır.
Geriye kimilerinin her konuda öne sürdüğü Çin, Rusya, İran ekseni kalıyor. Bu eksene Türkiye’yi de katacak kadar desteksiz üfürüldüğü için “ABD’ye karşı Asya’da cephe açılıyor” tezleri üzerinde durmayı bile gerektirmiyor. ABD Azerbaycan Tacikistan Kazakistan Özbekistan Pakistan Afganistan İran Türkiye Arap yarımadasını kapsayan geniş bir coğrafyada son derece hızlı bir şekilde inisiyatif alırken karşı cepheden ses bir türlü çıkmıyor. Dünyanın bazı bölgelerinde sömürücü sınıfların emperyalist yayılmacılığa kafa tuttuğu dönemlerin çok geride kaldığı bir kez daha anlaşılıyor.
Ezilenler emperyalizmle mücadelede komplo teorilerine hayali senaryolara değil bağımsız ve sınıf temelli bir çıkışa ihtiyaç duyuyor.
Hesaba katılmayan olgu
Eylemin değerlendirilişi sırasında hesaba katılmayan olgu dinci hareketlerin Ortadoğu’da işgal ettiği toplumsal dokudur. Solcularımız kafalarını istihbarat örgütlerine o denli kakmışlardır ki bu hareketlerin sadece ve sadece “maaşlı ajan”lardan müteşekkil olduğunu sanmaktadırlar. Oysa islamiyet bir ideolojik ve siyasal güçtür. İstihbarat örgütlerinin veya emperyalist devletlerin islamiyeti çeşitli amaçlarla kullanılabilir bir araç olarak görmesi de onun bu özelliği sayesindedir. Bu çaptaki bir toplumsal olgunun sadece ve sadece “kukla” olacağını kendi bağımsız davranış kalıpları geliştirmeyeceğini düşünmek saçmadır. Silahlı olsun-olmasın belli bir ağırlığa sahip olan her oluşumun çeşitli uluslar arası bağlantılarının içine çekilmesi bir takım istihbarat örgütlerinin desteğini alması veya bazı devletlerce yönlendirilmesi onların kendilerine ait bir hareket alanına sahip olmadığını göstermez. Tam tersine dış unsurların çok fazla üşüştüğü bir coğrafyada bu hareket alanının zaman zaman öngörülemeyecek ölçüde genişlediğine tanık olunabilir.
Büyük olasılık 11 Eylül eyleminin merkezinde bu türden bir hareket alanının kullanımı durmakta istihbarat örgütleri veya devlet bağlantıları ise tali ya da önemsiz kalmaktadır.
Bunun tersini düşünmek “yok canım bu işin arkasında bir güç olmalı” diye ısrar etmek en başta devrimci mücadeleye saygısızlıktır. Bir takım devletlerin doğrudan kararı olmaksızın hiçbir şey yapılamayacağını düşünmek insanlıktan umudu kesmek anlamına gelir. Arap dünyasında her gün İsrail ve ABD yüzünden derin acılara gömülen milyonlarca insanın Sovyetler Birliği ve ilerici hareketlerin boşalttığı bir alanda dinci gericiliğe samimi bir şekilde sarılabileceğine inanmak gerekmektedir. Evet üzerinde durduğumuz eylem devrimcilerin işi değildir ve bizler dinci gericilikten anti-emperyalist mücadelede müttefik aramamaktayız ama dinci örgütlerin kadro ve toplumsal tabanlarının sadece “para” ve “yönlendirme”yle harekete geçtiklerini düşünecek kadar aptal değiliz.
Tam tersine islamiyetin son derece köklü temellere sahip olduğu topraklarda dış güçlerin bu örgütleri yönlendirmede ciddi zorluklarla karşılaşacağını karşılaştığını biliyoruz. Hatta bu açıdan laisist veya ilerici siyasi yapılanmaların Avrupalı emperyalist ülkeler tarafından daha kolay manipüle edildiğini ne yazık ki kabul etmeliyiz.
Ne oluyor? Ne yapmalı?
Amerika Birleşik Devletleri’nin 11 Eylül’e düşmana ihtiyaç duyarak girdiği açık bir gerçektir. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra düşmanı yeniden tarif etmeye çalışan NATO’nun “uluslararası terör” “nükleer silah kaçakçılığı” “başıbozuk devletler” türünden icatları yeterli olmamış sonuçta tehdit olma onuru (resmen dile getirilmese de) bir kez daha Rusya’ya kalmıştı.
Ancak dünyayı Rusya’yla korkutmanın hele hele ABD bu ülkeyi kontrolünde tutmak için olağanüstü bir çaba sarfederken ciddi sınırları vardı. Bu nedenle Bush yönetimi işe sağı solu provoke etmekle başladı. Balkanlar’da Makedonya’da yaşanan gelişmeler bu türden bir provokasyondur. Ortadoğu’da İsrail’in daha fazla saldırganlığa teşvik edilmesi bu türden bir provokasyondur. Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin büyük ABD kentlerini yerle bir edecek füzeler geliştirdiğini iddia etmek böyle bir provokasyondur. Küba’nın ilk ve orta öğre-nimde kullanılmak üzere satın aldığı eski jenerasyon bilgisayarları ABD’ye karşı girişilecek siber-savaşın cephaneliği olarak ilan etmek böyle bir provokasyondur. Her hafta Bin Ladin’in kellesinin istenmesi böyle bir provokasyondur.
Bu kadar provokasyonun sonunda ABD istediğini fazlasıyla ve istemediği kadar almıştır. Şimdi ABD eline geçen fırsatı değerlendirmeye çalışmaktadır.
Siyasi açıdan baktığımızda ABD’nin özellikle Rusya İran ve Pakistan’ı yakından ilgilendiren bir bölgeye etkili bir müdahale yapma fırsatı bulduğu söylenebilir. Her üç ülke ABD dış politikasında “dert” başlığında ele alınmaktadır ancak yine bu ülkelerin üçü de ABD müdahalesine açıktan karşı çıkmak ye-rine bu müdahaleden yararlanmayı tercih etmektedir. Bir dizi belirsizlik ve tehditle karşı karşıya olsa da ABD’nin anılan bölgede elini göreli olarak güçlendirdiği açıktır.
ABD’nin elini güçlendirdiği bir başka konu Avrupa Birliği ile ilişkileridir. Zaman zaman dışavurdukları sızlanmalara rağmen Avrupalı emperyalistler ağabeylerinin dayatmalarına onay vermek ve abartılı bir yas psikolojisine girmekten başka bir şey yapamamışlardır. Bütün bu gelişmelerin AGSK-NATO ilişkilerini nasıl etkileyeceği belirsizdir. Ancak ABD’nin “bana savaş açıldı” diyerek NATO’nun 5. maddesinin devreye girmesini talep etmesi ve bu talebin kabul edilmesi geleceğe dair ipucu vermektedir. AB hükümetleri saldırıda çok sayıda AB pasaportu taşıyan kişinin ölümünün yarattığı öfke ve Avrupalı orta sınıfların yaşadığı dehşeti veri almak durumunda kalmışlardır.
Burada “ABD’nin şimdiye kadarki politikalarına ve şu andaki savaşçı görünümü”ne tepki olarak gelişen Amerikan karşıtlığına değinmekte yarar var. Her şeyden önce bu karşıtlık önemlidir. Ancak bu karşıtlık tek başına anti-emperyalizm değildir ve ABD yönetimince sanıldığı kadar önemsenmemektedir. Bu nedenle ABD’nin dünya halklarıyla karşıya kaldığı ya da kalacağı tezi abartılı bir iyimserlik dozu taşımaktadır.
ABD protesto edilmeye ve nefret edilmeye alışkın bir güçtür. Dünyanın neresine giderseniz gidin ABD alerjisi olanların sayısı kapitalizmle barışık olmayanların sayısından karşılaştırılamayacak kadar fazladır. Bu nedenle Filistinli acılı bir kadının sevincini zafer işaretiyle dile getirmesinden daha önemli olan şey Arafat’ın panik içerisinde Filistinlileri ABD bayraklarıyla gösteri yapmaya çağırması ve bunu bir ölçüde becermesidir. Üsküp’te son olaydan sonra ABD bayraklarının yakılmasından daha önemli olan şey azımsanmayacak bir kalabalığın ellerinde aynı bayraklarla yürüyüşe geçmesidir. Örnekler çoğaltılabilir ve bizim garip ülkemizde bir maçtan yükselen “Kahrolsun Amerika” sloganlarına bir başka maçta hep bir ağızdan çıkan “İsrail İsrail” haykırışları karışır; McDonalds’ı okullarından atmak için inatla uğraşan ODTÜ’lü yoldaşlarımızın memleketinde genç kızlarımızın bir bölümü popolarında ABD bayraklı kotlarla salınırlar.
Amerika alerjisi sistemli bir anti-emperyalizme dönüşmedikçe ABD bundan fazla rahatsız olmaz. Amerikan alerjisinin sistemli bir anti-emperyalizm için zemin sunduğu ise sadece bir doğrudur. Bu doğru işe yarar hale gelmelidir.
Şimdi bütün dünyada devrimcilerin yapması gereken şey bellidir. ABD aynı anda birden fazla cephede inisiyatif almış olacak. Bu cephelerde ve genel olarak emperyalizmi zayıf düşürmenin yolu bütün dünyadaki “mağdur”ları ortaklaştıracak bir zemin yaratmaktan geçiyor. Bu zemin ne “üçüncü dünya” ne “güneyin öfkesi” ne “Avrasya ittifakı” “ne Şangay beşlisi” ne “Ortadoğu devrimci çemberi”dir. Sınıf eksenli olmayan batılı kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfını ve yoksulları kapsamayan “doğulu” bir öfkeden asla ve asla anti-emperyalist bir diriliş çıkmayacaktır. Bugün olabilecek olan en kötü şey gerçekten de bir medeniyetler çatışmasına bel bağlamaktır. 11 Eylül’den hemen sonra Japonya’dan Brezilya’ya Küba’dan Filistin’e Türkiye’den Portekiz’e Güney Afrika’dan Kanada’ya Hindistan’dan Rusya’ya bütün komünist güçlerin böyle bir çatışmaya bel bağlamadıklarını gösteren açıklamalar yapması saldırının arkasında durmaması ve emperyalist ülkelerin yeni maceralara kalkışmaması için onları uyarması önemli ve sevindiricidir. Ancak üzerinde düşünülmesi gereken komünist ve devrimci düşünce ile İslam dünyasındaki kaygan zemin arasındaki mesafenin daha da açılmış olmasıdır.
Bu mesafeyi hızla kapatmak için gerçekçi ve sonuç alıcı adımlar atılmalıdır.
Türkiye’de komünistlerin yüzlerini kendi doğusuna da hizmet edecek bir biçimde batıya dönmeleri için artık daha fazla gerekçe vardır. Doğu-batı denklemi ancak bu şekilde kurulabilir…