Bundan üç ay önce “dost” sorulara yanıt vererek başlamıştık. Şimdi Türkiye Komünist Partisi’ne (TKP) hoş geldin derken, yeni ve yine “dost” sorularla devam edebiliriz. Bu bir yazı dizisi olarak da görülebilir. “Sosyalizm Mücadelesinin Neresindeyiz”1 ile başlayan ve henüz bağlanmamış olan bir “iç muhasebe” denemesi…
Bu iç muhasebenin sonuçlarının yalnızca Sosyalist İktidar Partisi (SİP) ve ardılı TKP’nin kendi örgütsel yapısıyla sınırlı bir alana yansıması elbette beklenemez. Yine dostlarımızdan elde ettiğimiz izlenim, muhasebenin sadece TKP üyeleri tarafından değil onun dışındaki komünistler, Marksistler tarafından da “yararlı” bulunduğudur. Ancak her şeye rağmen, bu türden çalışmaların asli olarak öznenin kendisini bulması, tanıması ve kendisini yeni görevler için yeniden kurması amacına hizmet ettiği unutulmamalıdır.
Bu amacı merkeze koyarak devam edelim. Kimi iddialara ilişkin düşüncelerimizi açarak…
‘Komünist bir partinin kısıtları vardır’
Nasıl bir partiye ihtiyacımız var? Bu sorunun yanıtı sosyalizm mücadelesinin hemen her uğrağında bir düzlemde aynı, bir başka düzlemde ise farklıdır. Öncü parti fikri zaman ve mekandan bağımsız olarak mücadelenin hemen her uğrağında kendisine belli bir alan açar ve meşruiyet sağlar. Bu onun hemen her toprakta aynı güç, sağlık ve biçime sahip olacağı anlamına gelmese de, kapitalizmin hüküm sürdüğü ve süreceği her ülkede işçi sınıfının ona ihtiyacı vardır. Bir dost partinin çok sevdiğim sloganıyla, öncü parti, zorunlu partidir. Gelişmiş kapitalist ülkelerin göreli istikrar ortamında Leninist bir öncünün işlevsiz kalacağına ilişkin iddialar (birazdan değineceğim nedenlerle) büsbütün geçersiz olmamakla beraber teorik ve pratik açıdan sanıldığından daha ciddi bir açmazla karşı karşıyadır.
“Öncü partinin emperyalist merkezlerde o kadar da zorunlu olmadığı” iddiası her şeyden önce, kendisine model olarak bu ülkeleri alan ve ilk siyasal projelerini yine bu ülkeler üzerinden kuran Marksist düşünceye fazlasıyla cüretli bir meydan okumadır. Bu meydan okumanın Rus toprağının geriliğinden ve Lenin’in eşsiz zayıf halka teorisinden güç almaya kalkması, işi daha da vahimleştirmektedir. Batı marksizminin Lenin’i doğuya hapsetmek için verdiği yıllanmış uğraşa yanıt batıyı gözden çıkarmak asla olamaz. Bizlere devrim ile kriz arasındaki bağlantıları hatırlatmaya kalkacak olanlara (aslında hiç aklımızdan çıkmıyor ki), geçtiğimiz yüzyılda ABD’de ve Avrupa’nın sağlam sayılan kalelerinde belki sayıca az ama, olağanüstü derinlikte yarılmaların ortaya çıktığını hatırlatarak karşılık verebiliriz. Daha önemlisi, işçi sınıfının evrimci dönemlerde öncü partinin müdahalelerine ihtiyaç duymadığını söylemek de son derece teslimiyetçi bir yaklaşımdır. Kaldı ki, gelişmiş kapitalist ülkeleri reformist politikalara terk etmek, yalnızca bu ülkeleri değil, dünya ölçeğindeki mücadeleyi de tehlikeye atmak anlamına gelmektedir.
Bu anlamda öncü parti ve onun temel bazı özelliklerinin devrime yakın ya da uzak bütün coğrafyalarda yaşaması, yaşatılması gerekir. Bunu söylemekle ne bir mücadele birimi olarak ulus devletin önemini yadsımış oluyoruz, ne de öncü partinin devrimci dönemlerde yeniden yapılanması veya başka bir deyişle yeniden doğması ihtiyacını görmezden geliyoruz.
Kapitalizmin sakin limanlarında Leninist partinin nasıl şekilleneceğine ilişkin bir soruya burada yanıt aramak niyetinde değilim. Çünkü baştaki soruyu gündeme getirirken bizim toprağımızdaki bir meseleye açıklık getirmeyi amaçlıyorduk. Daha da somutlarsak, mücadelenin hangi evresinde olursak olalım, işçi sınıfı hangi örgütlülük ve siyasallaşma derecesinde olursa olsun, Türkiye’de öncü partinin, Leninist bir partinin “gereksiz” veya diyelim ki “önemsiz” duruma düşeceği hiçbir konjonktür ortaya çıkamaz.
“O halde, nasıl bir partiye ihtiyacımız var?” sorusuna bir düzlemde verilecek yanıt, “Leninist öncü partiye ihtiyacımız var” olacaktır.
Lakin bir başka düzlem daha söz konusudur. Bu düzlem, yukarıdaki gibi tarihsel bir ortama sahip değildir ve eğer okur beni bağışlayacaksa, büyük ölçüde taktik bir tartışmanın alanı olacaktır. Öncü partinin, mücadelenin belli bir evresinde ve her birisi somut durumun analizine dayanan (değişik) gerekçelerle, kendisini başkalaştırması, daha farklı ve kapsayıcı bir bütünün parçası haline getirmesi ya da üzerini örtmesi mümkün ve gerekli hale gelebilir. Ya da, öncü partinin oluşum süreci, kendisine başka örgütsel deneylerin içerisinden yol açabilir.
Kitlesel sol parti, çatı partisi, emekçilerin birleşik partisi, çoğulcu sosyalist parti gibi adlandırmalarla Türkiye solunun da özellikle 12 Eylül sonrasında gündemine giren, ancak hemen bütün ülkelerde hummalı tartışmalara neden olan bu örgütsel biçimlerin topyekün reddedilmesi son derece saçmadır. Nihayetinde az önce belirttiğim gibi, öncü partinin belli bir momentinde bu türden başkalaşma ya da eklemlenme denemeleri hareketin gelişimi açısından zorunlu hale gelebilir.
Zaten partileşmenin bir süreç olduğunu bir kez söyledikten sonra öncü partiyi statik bir model olarak kabullenme şansımız kesinlikle ortadan kalkmış oluyor.
Tartışma da burada başlıyor. Partileşmenin bir süreç olması, doğal olarak bu sürecin değişik evrelerine ilişkin bir keyfiyet ortaya çıkarıyor. Bu nedenle partileşmenin bir süreç olduğunu her daim akılda tutarken, “parti”nin (hangi türde olursa olsun) bir araç olduğunun da altının çizilmesi gerekiyor. Eğer öncü partiye doğrusal değil de dolambaçlı bir biçimde ulaşılacak ya da bu partiyi başkalaştıracak, örtecek deneylere girişilecekse, bütün bunların “öncü parti hedefi”ne bağlanarak açıklanması ya da meşrulaştırılması kesinlikle yeterli olmayacaktır. Hatta bu türden bir değerlendirme süreci yetersizliğinin yanı sıra, büyük ölçüde yanıltıcıdır da…
Çünkü, parti hangi formda olursa olsun belli bir toplumsallık düzeyine denk düşer. Onu örgüt ya da çekirdekten ayıran şey, sınıf mücadelesinin verili gündemine ve toplumsal dinamiklere müdahale etme yeteneği üzerinden sorgulanabilmesidir. Dolayısıyla partinin alacağı formun asıl test alanı, öncü partiye giden yolu kısaltıp kısaltmaması değil, onun verili bir anda sınıf mücadelesine, toplumsal dinamiklere olan etkisidir. Öncü partiye yolun kısalmasının gerçek ölçüsü de buradadır (Bu anlamda “öncü parti işe yaramıyor ya da mümkün değil” diyerek başka türde işe yaramaz partiler oluşturanlarla “ille de öncü parti” diyerek on yıl boyunca “ha bugün ha yarın” aldatmacasına girenlerin birbirini suçlaması hiçbir işe yaramaz!).
Şimdi Türkiye’ye dönebiliriz ve soruyu tekrar sorabiliriz: Nasıl bir partiye ihtiyacımız var?
Türkiye Komünist Partisi bu soruya şimdi değil 1992’den beri aynı yanıtı verenlerin partisidir: Türkiye’de sosyalizm mücadelesinin öncü partiye ihtiyacı var. Bu partinin komünist karakterde olması bizim geleneğimizde kaçınılmaz. Yine bu partinin kadrolaşma dinamikleri ile toplumsallaşma dinamiklerini büyük ölçüde eşzamanlı çalıştırmak zorunluluğu da var. Bir kitle partisine dönüşmeden kitleselleşmeye yönelen bir öncü parti…
Bugün bu partinin meşruiyetini kendinden değil, sınıf mücadelesinin ülkemizdeki ihtiyaçlarından aldığı açıktır. Yaşanan anın sola özel bir alan açtığını düşünen, bu alanın solu yıllardır peşinde dolaştığı yeni kaynaklarla buluşturacağını gören ve sınıfsal dengelerin bu dönemde ciddi ölçüde değişeceğine inanan bir Marksistin tarihsel gerekirliklerinin yanında, güncelliğin dayatmasıyla da öncü parti konusunda aceleci ve ısrarcı olması gerekir. Çünkü solda bugün komünistleri yeni toplumsal kaynaklarla buluşturacak ne bir karantina bölgesi vardır, ne de böyle bir bölgeye ihtiyaç. Solda demokrat, ilerici, devrimci ve komünist diye sıralanan ve genişten dara doğru giden bir yelpazeyi veri kabul eden bütün yaklaşımların gözden geçirilmesi gerekir. Belli dönemlerde bu şablon gerçeğe dönüşebilir, hatta öncülük teorisine son derece uygun bir tablo da yaratabilir. Ne var ki öncülük kimi durumlarda kendiliğinden ya da amorf dinamiklere müdahale anlamını taşırken, kimi durumlarda bazı engelleri ortadan kaldırıcı koçbaşı işlevini de üstlenebilir.
Türkiye söz konusu olduğunda demokratların ilericilerden daha geniş, ilericilerin devrimcilerden daha kalabalık ve hepsinin birden komünistleri sarmaladığı bir model geçerliliğini yitirmiştir. Üstelik bu olgu hem kadro hem de toplumsallaşma dinamikleri açısından geçerlidir.
O halde öncü partiyi önceleyen ya da örten model arayışlarını nasıl anlamlandıracağız? Eğer Türkiye solunda varolan enerji kaynakları komünistler açısından kayda değer bir olanak yaratmıyorsa, geriye komünist kimliğin üzerinin örtüldüğü bir sol kimliğin toplumsallaşma açısından daha büyük olanaklar sağlayacağı tezi kalıyor.
Bu tez üzerinde durmadan önce ilk almaşığı neden hafife aldığımızı bir kez daha açıklayalım. Bugün Türkiye solunda kendisini düzen cephesinin dışında gören toplamın büyük çoğunluğunu yan yana getirerek, değil devrimci bir parti herhangi bir parti bile kurulamayacağı deneyle sabitlenmiştir. Bize göre bunun ortaya çıkması için bir deneye bile ihtiyaç yoktu. Ne var ki bizim isteyip istemediğimizden bağımsız olarak şimdi elimizde son derece değerli bir deney bulunmaktadır; Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) projesinin sonu, bu projenin kendisinden çok daha öğretici olmuştur. Benzemezlerin toplanıp ne program, ne de bir eylem hattı yaratabilmeleri mümkün değildi, bunun kanıtlanması bu projeye akan enerjiyle kıyaslandığında fazlasıyla maliyetli olmasına rağmen, yararlıdır.
Şimdi bir kez daha başlangıç noktasına dönülmüştür. Solun değişik bölmelerini bir araya getiren bir parti modeli toplumsallaşma ve kadrolaşma açısından bırakın pozitif ürün vermeyi, çok açık bir israfa dönüşmüş, daha da önemlisi bu modeli “öncü parti”ye giden yolda bir evre olarak görenler için yolun kısalmadığı da ortaya çıkmıştır.
Toplumsallaşma açısından bugün komünist kimlik, çok farklı nedenlerle 1920’lerin başındakine benzer bir olanak yakalamıştır. Burjuva ideolojisinin iç krizi nedeniyle, Türkiye toprağında anti-komünizmin oldukça belirgin bir sıkıntı yaşadığı bilinmelidir. Daha da önemlisi geniş yığınlardaki hayal kırıklığı ve çözüm arayışı antikomünist kirlenmenin yarattığı önyargıları aşacak ölçeğe ulaşmıştır. Bu geçici; ancak önemsenmesi gereken bir olgudur. Geçici ve önemsenmesi gereken bu olgunun kalıcı mevziler elde etmek için kullanılması ustalık gerektirecektir. Bu açıdan TKP birkaç yılda beklenmedik bir toplumsal meşruiyet alanı yaratmıştır. Kimileri bu alanı beğenmeyebilir, kimileri “Böyle komünistlik olur mu?” diyebilir, kimileri küfredebilir; canları sağ olsun. Biz bu alanı genişletmeye devam edeceğiz. Kendimiz için değil; bu alan “solcuyum” diyen herkese yarar…
İşte bu aşamada can alıcı sorun, solun benzerlerini yan yana getirmek midir? Can alıcı sorun, çok açık ki bu değildir. İster Türkiye komünist hareketinin tekleşmesi olarak formüle edilsin, isterse aynıların buluşması, bu ancak bir sonuç olarak anlam taşımaktadır. Bugün Türkiye solunun siyasal misyonlarını onun iç gündemine mahkum etmek yerine, komünist hareketin tekleşmesini de sağlayacak bir siyasal misyonda ortaklaşmakta yarar vardır. Kaldı ki, her birisi partileşme sürecinin çok farklı momentlerinde bulunan değişik öznelerin bir sıfır noktasında buluşmaları, saatlerini birbirlerine bakarak yeniden kurmaları neredeyse olanaksızdır. Senkronizasyon, uyum ve bütünleşme bu şekilde değil; ileri noktalara yaslanarak ve üretkenliği ortaklaştırarak sağlanabilir.
Bu anlamda Türkiye’de bu kez komünistlerin bir çatı partisine ihtiyaç duyduklarını söylemek, ya da mevcut birikimlerin sıfırlanarak bir yeniden kuruluşa gidilmesini önermek işlevli olmayacaktır. Türkiye Komünist Partisi’nin bu yaklaşımında yalnızca öznel konumlanışından kaynaklanan bir rahatlık ya da iddialılık aramak yanlıştır. SİP ve şimdi TKP eğer ortada bir rahatlık ve iddia varsa bunu samimi ve ilkeli komünistlerle paylaşma ve daha da önemlisi geliştirme konusunda son derece açık ve ısrarcıdır.
Daha önce de vurguladığımız gibi “komünist karakter” bizim TKP adını almamızla ortaya çıkan bir şey değil. SİP başından beri komünist bir parti olduğunu hiç ikirciksiz bir biçimde ilan etmiş ve kendisini bu doğrultuda yeniden ve yeniden üretmiştir.
Burada paylaşımın “sosyalist”, “sol”, “emekçi” sıfatlı bir partide daha kolay olacağı iddiasının dile getirilebileceği açıktır. Bu iddianın iki başlıkta; örgüt yapısı ve program başlıklarında somutlanabileceği de öngörülebilir. Ben ise bu bölümü bir karşı sav ile kapatmak niyetindeyim:
Türkiye’de son on yıl boyunca yaşanan ve yaşanmaya devam eden yasal parti pratiklerinde komünist partiye herhangi bir alanda peşin üstünlük sağlayan ne bir deney yaşanmış, ne de böylesi bir üstünlüğün bundan sonrasında kendisini göstermesi için gereken teorik ve psikolojik zemin ortaya çıkmıştır. Merak edecek okurlar için bu alanları kapsayıcılık, mücadelecilik, toplumsallaşabilme, çekim merkezi haline gelme, siyasal üretkenlik, kadrolaşma ve iç işleyişte dinamizm olarak sıralayabilirim.
‘ÖDP’de gelinen nokta komünist partiyi haklı çıkardı’
ÖDP’de gelinen nokta komünist partide ısrar edenleri elbette haklı çıkardı. Ancak komünist partinin ÖDP’nin başarısızlığına ihtiyacı yoktu. Daha önce defalarca yazdığımız gibi bu partinin gözüne kestirdiği alanda belli bir gelişme göstermesi bizi yalanlamaz, sadece ve sadece komünist partinin siyasal açılımları açısından bazı yeni düzenlemeler yapma yükümlülüğü ile karşı karşıya bırakırdı. Özgürlükçü-liberal bir çizgide de olsa, yeni toplumsal kaynaklar yaratma açısından belli bir başarı sağlayan bir “sol” partinin Türkiye gibi bir ülkede komünistlerin etki ve müdahalesine kapalı bir özerk alana sahip olması düşünülemez bile. Dolayısıyla eğer ÖDP kuruluş yıllarını takip eden dönemde kendi iddiaları üzerinden palazlanmış olsaydı, bu kimilerinin sandığı gibi mutlak anlamda olumsuzluk olmaz, tam tersine diri bir parti açısından ek olanaklar yaratırdı.
Hiç kuşku yok, ÖDP’nin bunu becerememesi yalnızca öznel hatalar, beceriksizlikler ya da iç sorunların ürünü değildir. Türkiye’de kriz dinamiklerinin bu partiyi bir türlü rahat bırakmaması ve burjuva siyasetindeki tıkanmanın boyutları (örneğin sosyal demokraside suların durulmaması ÖDP’yi felç etmiştir) bu “son”ucu kolaylaştırmıştır. Ayrıca TKP’nin hep küçümsenen ve hiç hesaba katılmak istenmeyen performansının ÖDP’nin nesnel sorunlarından birisi olduğunu, bu partinin başını ağrıttığını söylemek de gerekecektir.
Bu bağlamda, ÖDP yalnız kendisine gönül verenleri değil, bizi de hayal kırıklığına uğratmıştır.
ÖDP’nin soldaki değişik kaynakları belli bir toplumsallaşma projesine odaklayacağı ve partinin içinde yer alan devrimci Marksistlere yeni olanaklar sağlayacağı beklentisinin başarısızlığına da sevinme şansımız bulunmamaktadır. TKP’nin başından beri ÖDP projesinin bir likidasyon anlamına geldiğini, bu partiye omuz veren her komünistin, her Marksistin kendisinden bir şeyler yitireceğini, Türkiye solunun bu açıdan bir zaman kaybına tahammülü olmadığını vurgulaması son derece doğaldır. Hareketimiz yalnız ÖDP değil, SBP ya da benzeri oluşumların bu ülkede partileşme süreci söz konusu olduğunda anlamlı bir sonuç vermeyeceğine ilişkin berrak bir düşünceyle davranmıştır.
Ancak bunu söylemek yetmemektedir. Zamanında SİP’in duruşu ile bu duruşun hakkını vermesi arasında belli bir açı olduğunu biliyoruz. Üstelik SİP’in, daha önce bu derginin sayfalarında yer verdiğimiz kendi tarihinde ülkedeki komünist birikimin büyük çoğunluğunu kapsaması nesnel ve öznel nedenlerle mümkün değildi. Bu tür bir dağınıklık son derece doğaldır ve farklı denemelerin gündeme gelmesi gibi bir olguyla ilk kez karşılaşılmamaktadır.
ÖDP’nin içinde veya yanında durarak yeni kanallarla buluşma niyetiyle hareket edenlerin ÖDP’nin tamamen içe dönerek kendisini kurutması gerçeği ile karşı karşıya kalmaları, daha geniş bir pencereden bakıldığında iyi bir şey olmamıştır.
Bunu söylememiz şaşırtıcı geliyorsa bir ek yapabiliriz: ÖDP’nin ardından gözyaşı dökecek durumumuz elbette yok. Burada tamamen devrimci Marksist birikimin verimliliğinden ve yaygınlığından söz ediyoruz. Durumu, şu veya bu nedenle ÖDP projesine omuz verirken bu projeyi sosyalizm mücadelesi açısından geçici bir uğrak olarak gören komünistlerin cephesinden değerlendirmeye çalışıyoruz. Bu cephe bir açıdan bizim de cephemizdir.
Şimdi gelinen noktada ister örgütlü, ister “bağımsız” hareket etsinler ÖDP’yi kendi sosyal demokrat yönelimine terk eden Marksistleri oldukça zorlu bir muhasebe dönemi bekliyor. Eğer ÖDP projesi bu kesimlere belli bir kaynak ve enerji aktarmış olsaydı, bu muhasebe daha kolay yapılabilir, deyim yerindeyse, daha yumuşak bir geçiş mümkün hale gelirdi. Halbuki “kanatlı ya da çoğulcu bir sol parti”nin teorik açıdan zaten tartışmalı olan “avantajları”na dair ÖDP’de yaşanan yılların pratik getirisi son derece sınırlıdır. Örnek olsun TBKP tasfiyesinin acısını ÖDP’de çıkaracaklarını, reformizmle veya liberalizmle yarım kalan hesaplaşmalarını bu projede tamamlayacaklarını hesaplayan eski TKP ve TİP kökenli bazı devrimciler, ÖDP’nin bırakın belli bir toplumsallaşma hamlesini, bu tür bir hesaplaşma için bile uygun zemin yaratmadığını fark ettiklerinde iş işten geçmişti.
ÖDP projesine oldukça belirgin bir ideolojik kimlikle katılan, bu sayede parti içinde özel ilgi toplayan Sosyalist Politika’nın (SP) parti içinden kan almakta büyük zorluklar çekmesi projenin sanıldığından da verimsiz olduğunun kanıtıdır. ÖDP’ye bağımsız kimlikleriyle katılan devrimci siyaset ya da düşünce adamlarının ise yalnızca üretkenlikleri değil, soldaki saygınlıkları da erozyona uğramış; daha da önemlisi bu kişilerin yeni bir deneme için enerjileri ciddi ölçülerde azalmıştır.
Zorluk buradadır. Çünkü ÖDP projesi yumuşak bir geçişi olanaksızlaştıracak denli tuhaf bir deney olmuştur. Bugün bu deneyin başarısızlığı üzerine ortalamacı ya da öznel değerlendirmelerin inandırıcı ya da sonuç alıcı olması mümkün değildir. Yapılması gereken ve yapılmaya başlandığını gördüğümüz, çok daha köklü değerlendirmelerdir. Bu değerlendirmelerin ÖDP projesine katılımı, ya da bu projenin çıkış noktasını rasyonalize etmek için zaman kaybetmesine hiç gerek yoktur. Yaşanan yaşanmıştır ve Türkiye’de 12 Eylül sonrasında solda kimse birbirine “neden şunu denedin?”, “neden şunu yaptın?” diye hesap sorma hakkına sahip değildir. Bugün herkesin son derece soğukkanlı bir biçimde solun genel durumuna dair hızlı bir değerlendirme yapması ve harekete geçmesi gerekir. Bu süreçte ÖDP deneyinin bir referans noktası olarak kullanılması söz konusu olamaz. Bu deney bir an önce unutulmalıdır.
Bu yapılmadığında gereksiz ve bugünün ihtiyaçları ile bağdaşmayan apolojist bir tutum ister istemez ortaya çıkacaktır. Kendi açımızdan konuşursak Türkiye Komünist Partisi’nin bundan sonraki faaliyetlerini, açılımlarını, siyasetini ve üretkenliğini ilgilendiren her şeyi tartışmaya hazırız; ÖDP gölgesi altında yapılacak her tür SİP-TKP eleştirisine kapalıyız. Partimizin Türkiye’deki komünist birikimi kucaklamak açısından geçmişte öznel ve nesnel kısıtlara sahip olduğunu söylememiz yeterli görülmelidir. Ancak partimizin ÖDP projesinin öznel ve nesnel kısıtlarıyla karşılaştırılmasını uygunsuz ve haksız buluruz. Tüzük Konferansı’ndan sonra, istifa etmeyi bile gereksiz görecek kadar üyesi olduğu ÖDP’yi kafasından silen eski İGD’li bir arkadaşım “siz de çok merkeziyetçisiniz” dediğinde ona bunu bir ÖDP’li olarak mı, ÖDP bedelinin bir bölümünü TKP’ye ödeterek rahatlamak isteyen birisi olarak mı, yoksa bundan sonrasına ilişkin karar vermek isteyen bir komünist olarak mı söylediğini sordum. ÖDP parti olamadı, siz ise çok katısınız; ÖDP çok kozmopolit ama siz de fazla yurtseversiniz; ÖDP şöyleyken siz böylesiniz…
İmambayıldı yerken “buna azıcık et ilave etseydiniz ya” diye soran birisinin aklından karnıyarık geçtiği muhakkaktır ve yapacak fazla şey bulunmamaktadır. İmambayıldı imambayıldıdır ve yapabileceğimiz onun sarımsağını, tuzunu, yağını gün geçtikçe daha iyi ayarlamaktır.
Maydanozu ise tartışmanın anlamı yoktur; çünkü insanların belki de en zor vazgeçecekleri şey ona düşkün olmak ya da ondan nefret etmektir.
Kısacası TKP’nin maydanozunu (hiç değilse bir süre) rahat bırakalım.
‘TKP fazla merkeziyetçi’
Türkiye Komünist Partisi’nin maydanozu öyle anlaşılıyor ki, parti içi işleyiştir. Peşin peşin söyleyelim: Bu kadar önemli bir meseleyi “ot”la “böcek”le halletmek değil amacımız. Çünkü öncü partinin işleyiş mekanizmaları, iç örgütlenmesi o partinin siyasal hedeflerinden, mücadele tarzından bağımsız veya daha önemsiz değildir. Üstelik TKP’nin işleyiş mekanizmaları taşıdığı özgünlükler nedeniyle hiç önemsiz değildir ve partinin siyasal tarzı üzerinde ciddi bir etkiye sahiptir. Ancak bugün dışarıdan bakıldığında TKP’nin siyaset-örgüt bağlantısını nasıl kurduğundan çok, işin biçimsel yanıyla ilgilenilmektedir. Türkiye solunun ezberinde bulunan ama herkesin keyfine göre yaşadığı “örgütsel standart”ların Gelenek hareketi tarafından ciddi bir biçimde sorgulanması ve siyaset-örgüt bağlantısının daha dinamik bir biçimde ele alınması dışarıdan bakıldığında elbette kolay anlaşılamaz.
Dünyada ve Türkiye’de bütün devrimci hareketlerin yaşadığı iç ayrışma süreçlerinde parti merkezleri “bürokratik merkeziyetçilik”le, “parti içinde tartışma özgürlüğünü kısıtlamak”la, ya da “çok fazla yetki ile donanmak”la suçlanmışlardır. Bu açıdan bizim kendi tarihimizde bir özgünlük yoktur. Karşılığında, merkezden geliştirilen yanıtların da herhangi bir yaratıcılık içermediği söylenebilir: Hizipçilik, yıkıcılık, parti düşmanlığı…
Bütün bunlarda şaşacak hiçbir şey yok. Siyasi görüş farklılıklarının belli bir düzeye ulaşması ile birlikte, bir kez bir arada durulamayacağına ilişkin bir düşünce kafalara yerleştikten sonra birliktelik ve gönüllülük üzerine kurulu bir örgütsel işleyişin bu görüş ayrılıklarının harekete geçirdiği siyasal ve örgütsel enerjiyi kontrol etmesi mümkün değildir. Devrimcilerin davranışlarını meşrulaştırma ve rasyonalize etme yeteneklerinin gelişkin olduğunu da hesaba katarsak, siyasal ayrımların gayri-nizami kanallardan örgütsel ayrımlara evrilmesine gerçekten şaşmamak gerekiyor.
Siyasi üretkenliğin ve sağlıklı bir tartışma kültürünün yerleşmesi; görüş ayrımlarının ayrılık potasına girmemesi için TKP’nin yapabildiklerine değinmeden önce önemli olduğunu düşündüğüm bir konuya girmek istiyorum.
Bugün Türkiye Komünist Partisi’ne ulaşan hareketimizin kendisini varolan bir kadro birikimine dayandırmadığı, kendi yolunu kendisinin açtığı, bu açıdan sol içinde uzun bir süre görülmek, kabul edilmek istenmediğini biliyoruz. Dostlarından uzun bir süre “hele bir bakalım” tepkisini alan, sevmeyenlerinden başlarda “yakında görürüz” sonraları “yok sayarsak yok olurlar” muamelesi gören bir hareketin özlük haklarında bir kısıtlama yapılması da son derece doğaldır. Gelenek-Sosyalist İktidar Partisi yakın zamanlara kadar asla tolere edilmeyen, mümkün olduğunca az kredi kullanan bir harekettir. Bunun örgütün iç dokusuna da yansıması kimseyi şaşırtmamalıdır.
Bu partide ne fetişler, ne efsaneler, ne de dokunulmazlıklar söz konusu olmuştur. Partinin yönetsel mekanizmaları ile tabanı arasındaki mesafe hem nesnel nedenlerle hem de (hâlâ doğru olduğuna inandığımız) öznel kararlar sonucunda kısa tutulmuştur. Böyle bir ortamda, bir-iki yıl partiye gidip geldikten sonra kapitalizmin ideolojik kuşatmasına direnemeyerek o hazin sona doğru yola çıkan 20 yaşındaki gencin, ya da birim sekreterinden azar işittiği akşam büyük hakikati keşfederek “kişiliksizleşiyorum” diyen aday üyenin gerçek siyasi nedenlerle yolunu ayıranlarla aynı tepkiyi vermesi, örneğin “bu parti aşırı merkeziyetçi” saptamasını yapması kaçınılmaz hale gelmiştir.
İnsanlar birim sekreterinden azar işitmek için sosyalist mücadeleye katılmazlar veya tersinden azarlamak için sorumluluk almazlar. Daha da önemlisi kapitalizmin ideolojik kuşatmasına direnemeyen her örgütlü komünist, kolektif bir başarısızlıktır. Bununla birlikte sosyalizm mücadelesinde kalkış noktasının birey olduğu görülmüş şey değildir. Bu nedenle 12 Eylül sonrasının kadrolaşma ve kadro sürekliliği sağlama açısından en verimli pratiği olan Gelenek-SİP-TKP çizgisinin yaşadığı kayıp ya da arızaların bir bölümünün siyasi değer taşımadığını bilmek gerekiyor. Ve bu bölme söz konusu olduğunda sorun “merkezi otorite” değil, tam tersidir. Bağlı bulunduğu örgüte “ben korkuyorum” dilekçesi verdikten sonra sağda solda “parti içi işleyiş”ten şikayet eden birisine hiçbir örgütte gösterilmeyecek anlayış bizim hareketimizde gösterilmiştir. Bunun nedeni gevşeklik-katı disiplin ölçülerinde bulunamaz. Temel neden, partinin kendi meşruiyet ve otoritesini siyasal mücadelede bulmaya, pekiştirmeye çalışması; kadroların da bu şekilde biçimlenmesidir.
Bu açıdan bakıldığında ne dünyadaki geleneksel komünist partilerinde ne de Türkiye’de yaşanan yasal parti deneylerinde üye üzerinde bu kadar az baskı kurulmuştur.
Bizim yapmak istediğimiz, üyenin siyasallaşmasının üzerini örtecek bir iç işleyişin önünü kesmektir. Çok üreten, çok tartışan ve mümkün olduğunca sorgulayan bir parti teşkilatı yaratmaya soyunduğunuz andan itibaren karmaşık sorunlarla karşı karşıya kalacağınız açıktır. Dinamik ve genç bir üye yapısı, tüm bu hedefler açısından dağıtıcı girdiler yapmaktan geri duymayacaktır. Bu girdilerin merkezi refleksleri harekete geçirmesi de neredeyse kaçınılmazdır.
Burada hedeflenenin ne olduğu iyi anlaşılmalıdır. Ne yaptığını bilen, tartışan, uyanık, sol duyusu güçlü, disiplinli ve bağlı bir örgüt. Bu örgütün kendisini insani temellerde ya da kendisine ait iç sosyallikle rasyonalize etmesi başa gelebilecek en kötü şeydir. En kötü şeydir, çünkü parti devrimin bir aracıdır. Onun moral ve insani değerleri, kaynağını devrim ihtiyacından veya bizim pek beğendiğimiz kavramla sosyalist iktidar perspektifinden alır. Dolayısıyla işçi sınıfı partileri insanların kendilerini bulduğu, kendilerini gerçekleştirdiği bir mekan değildir; devrim yolu mücadele eden insanların kendilerini gerçekleştirecekleri bir aracı yaratır.
Fark çok açıktır ve öncü partinin iç işleyişi açısından bu fark son derece kritiktir.
Yönetenler ve yönetilenler arasındaki ayrım; disiplin ve zaman zaman “kışla” disiplini; örtük ve açık mekanizmalar arasındaki geçişkenlik ve gerilimler… Bütün bunların siyasi mücadelenin amaç-araç bütünlüğü içerisinde değerlendirilmesi dışında bir seçenek kesinlikle yok. Bu bütünlük bir kez kaçırıldıktan sonra “biz bunun için mi mücadele ediyoruz?” gibi saçma sapan sorular kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir.
Gerçekten, biz ne için mücadele ediyoruz?
Sosyalizm mücadelesi kendisiyle barışık kadrolara gereksinim duyar. Yukarıda saydığım ve bizim komünist toplumumuzla pek az bağı bulunan değerleri sınıflar mücadelesinin tarihsel seyri içerisine yerleştirmek ve ne için mücadele ettiğimiz kadar, nasıl mücadele ettiğimizi de belirginleştirmemiz gerekiyor.
Bunu yapmaya çalışıyoruz. Bunu yaparken fazlasıyla dürüst davranıyoruz. Oyun yok, hile yok… Kimseyi burjuva demokratizminin süslü ve bir o kadar da çürütücü ikiyüzlü mekanizmalarıyla kandırmıyoruz. Öncü partinin Bolşevik mirastan bugüne süzülüp gelen asli değerlerini önplana çıkarmaya çalışıyoruz. Önceliği siyasallaşmaya veriyoruz.
Türkiye Komünist Partisi’nin bazı başlıklardaki titizliğini bir de bu açıdan değerlendirmekte yarar vardır. Burada iki tanesine özellikle değinmek istiyorum.
İlki teorik, siyasal, ideolojik önderlik mekanizmalarını örtüştürmekle ilgilidir. Türkiye Komünist Partisi, reel sosyalizmin çözülüş pratiğini değerlendirirken de, Türkiye solunda yaşananlardan ders çıkarırken de aynı sonuca ulaşmıştır: Siyasal, teorik ve ideolojik önderliğin mümkün olduğunca ayrıştırılmaması. Çünkü söz konusu olan örgütlü mücadeleyse eğer, bu mücadelede siyasi, teorik ve ideolojik alanların (gerçekten var olan) kendilerine özgü konu ve ritimleri asla veri alınamaz. Parti her bir alanın kendine özgü dinamiklerini değerlendirebilecek, onları yeniden üretebilecek mekan ve araçlar geliştirirken, yönetsel mekanizmalarında bu kendine özgülüğü değil, siyaset belirlenimli bir bütünlüğü gözetmek durumundadır. Bu anlamda Türkiye Komünist Partisi teorik ve ideolojik üretkenliği merkezi kurulların dışına çıkartan deneylerden mutlak ve geriye dönüşü olmayan bir biçimde kopmuştur. Siyasetin teori ve ideoloji ile sentetik değil de organik bir bütünlük oluşturmasının konumuz açısından büyük bir önemi vardır. Dünya komünist hareketinde siyasetin teorik ilkelere ve ideolojik öncüllere baskın çıktığı, onları fazlasıyla hırpaladığı örneklerin neredeyse hepsinde karar mekanizmaları teorik birikim ve ideolojik titizlikten tamamen yoksun kadroların eline geçmiştir. Dahası, 20. yüzyılda geleneksel komünist partilerinin, Avrupa komünizminin ve yeni solun yaşadıkları, siyasal kaygısı olmayan teorisyenlerle ya da teoriyle ilgileri Marksist klasiklerden alıntı yapıp aralara Brejniyev aforizmaları serpiştirmekten ibaret siyasetçilerle hiçbir yere gidilemeyeceğini açık bir biçimde göstermiştir. Türkiye Komünist Partisi bu açıdan kendisini ve kadrolarını zorlayan bir gelenek yaratırken, parti içi işleyiş ve kontrol mekanizmaları açısından son derece önemli bir mevzi de elde etmiştir. Teorik birikimin parti merkezinden dışlanması, siyasal karar mekanizmalarının uzağında kaçınılmaz olarak özerkleşen düşünce üretim merkezlerinin ortaya çıkmasına neden olacaktır. Bunun ne kadar büyük bir sorun yaratacağı açıktır. Yeni yetişen kadroların örgüt yaşantısında siyaset, teori ve ideolojiyi birbirinden ayrı bölmeler halinde değerlendirmesi, partinin kolektif mekanizmalarını, kurullarını bu bölmelere yerleştirerek kendine özgü öncelikler ve parti içi standartlar yaratması parti içi katılım mekanizmalarını ciddi ölçüde köreltecektir. Bütün bunlar komünist partilerin her şey olan kadrolar hedeflemesi gerektiğine işaret etmiyor. Bütün bunlar, kolektif düzeyde parti merkezinin partideki siyasal, teorik ve ideolojik otoriteyi temsil etmesi gerektiğine işaret ediyor. Türkiye Komünist Partisi bu açıdan önemli bir deney biriktirmiştir.
İkinci olarak üzerinde durmak istediğim TKP yayınlarının “denetleyici” özelliğidir. Türkiye Komünist Partisi, partinin iç sağlığını idari önlemlerden ziyade siyasi gelişkinliğin sağlayacağına ilişkin bir önkabulle şekillenmiştir. Siyasi gelişkinlik, yalnızca kadroların siyasallaşma düzeyi ve siyasal uyanıklıklarıyla elde edilebilecek bir özellik değildir. Partinin iç iletişim mekanizmalarının da siyasallaşması “örgüt gündemi”nin mümkün olduğunca siyasal bir içerik kazanması, devrimci bir parti için hayati önem taşır. Türkiye Komünist Partisi’nin, yayıncılık alanında olanaklarını fazlasıyla zorlaması, partinin örgütsel ritmine aşağı yukarı denk düşen periyotlarda dergi ve gazete çıkarmak konusunda ısrarcı davranması ve hemen her çalışma başlığının kendisini yayıncılık alanında da göstermesi için olanak yaratmasının ardında bir de bu saik yatmaktadır. Partinin merkezi kurullarının ve kritik bazı alan çalışmalarının partinin bütünü ve hatta dostları tarafından denetlenmesi için yayıncılığın etkili bir araç olduğu unutulmamalıdır. Türkiye Komünist Partisi’nde partinin program ve ilkelerine bağlılık, merkezi kararlarla uyum, siyasal ve teorik yaratıcılık ve yeni açılımların içinin tutarlı bir biçimde doldurulması gibi son derece önemli başlıklarda yayınlar ciddi ve sürekli bir denetim aracı olarak işlev görmektedir. Dolayısıyla bu yayınlar hem birer seslenme, hem birer örgütlenme, hem birer eğitim aracı olarak parti yaşantısındaki yerlerini alırken, aynı zamanda birer iç temas yüzeyi olarak da değerlendirilmelidir. Partinin merkezi kurul üyeleri dahil olmak üzere, bütün üyeler “toplantı”larla ulaşılamayacak bir siyasal kontrol mekanizmasına yayınlar sayesinde sahip olmaktadırlar. Bu anlamda Türkiye Komünist Partisi’nde merkezi hiçbir karar veya açılım sürpriz olmaz, siyasal üretim mekanizmalarının içine çekilen hiçbir tekil partili, yoldaşlarını şaşırtacak denli keskin dönüş yapamaz. Kısacası partinin programı, örgütü, siyaseti, teorik üretkenliği ve ideolojik hattının uyumlu ve gelişkin olması için yayınların büyük bir rol üstlendiğini söyleyebiliriz.
‘TKP adı etrafında bir köken tartışması kaçınılmazdır’
Değildir… Tartışma taraflarla yapılır. TKP köken tartışmasında taraf değildir. Daha açık olunması isteniyorsa, TKP Türkiye komünist hareketinin yakın geçmişinde kendisini büyük ölçüde 1973 Atılımı ile şekillendiren TKP’nin yeri ve onun miras hakkına ilişkin tartışmalarda taraf değildir. Bu kaçak güreşmek anlamına gelmemektedir. Bu genel bir yaklaşımın ürünüdür. TKP aynı şekilde, partili geleneğin 1970’lerdeki iki diğer hattı Türkiye İşçi Partisi ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi’nin yakın geçmişteki yeri ve mirası tartışılacaksa eğer, bu tartışmada da taraf değildir.
Her şeyden önce, Türkiye Komünist Partisi, söz konusu yıllarda her üç partinin de bir biçimde gündemine giren birleşme ya da tekleşme başlığını, özgün bir deney sonrasında mirasın olumlu özelliklerini sırtlayarak ama ona mutlaka yeni bir içerik katarak hayata geçirmek niyetindedir. Zaten TKP’ye ulaşan hareket başından beri geleneksel sol dediğimiz bir kulvarın içinde hareket etti, partili soldan geldiğini, bu anlamda partisiz (hareket geleneği) soldan oldukça ciddi bir ayrıma sahip olduğunu her zaman vurguladı.
Açıkçası, partili geleneğin yakın geçmişine ilişkin değerlendirmelerin ancak yeni, etkili ve toplumsallığı olan bir konumlanışla sağlıklı olabileceği, kişisel gerilimlerden arınabileceği ve dükkan kavgasını aşabileceği düşünülmektedir. Bu düşüncenin arkasında yalnızca 1980’lerde (hatta sonrasında) yaşanan örgütsel boşluklar yoktur. Yine bu düşünce tek başına partili geleneğin içerden, yönetsel mekanizmalarından başlayarak yaşadığı kısmi ama ne yazık ki belirleyici tasfiye süreci ve başkalaşmanın ürünü de değildir. Ortada her iki olguyu da güçlendiren bir üçüncü gerekçe daha vardır. Dünyada geleneksel sol partilerin önemli bir bölümü aynı dönem büyük ölçüde (ama tamamen değil) Sovyet sosyalizminin çözülüşünün yarattığı krizin etkisi altına girmişlerdir. Bu krizin “canım SSCB dağıldı, dost partiler sıkıntıya girdi, bıraktığımız yerden devam edelim”le aşılması mümkün değildi, mümkün olmadığı da görüldü. Zamanında kendi sorumluluklarının önemli bir bölümünü SBKP’ye devrederek yol alan komünist partileri 1990’lar boyunca bu kez kendi başlarına halletmeleri gereken ve yalnızca reel sosyalizm pratiğini değil, kendi siyasal, teorik, örgütsel anlayışlarını da sorgulamak zorunda oldukları ciddi bir sorunla karşı karşıya kaldılar. Mayası bozuk olanlar sosyal demokrasiye, yeni sola ya da yokluğa gittiler. O güç ve yaratıcılığı gösterenler, kendilerini devrimci bir tarzda yenilediler ve geleneğimizden kopmadan, marksizm-leninizmin ruhunu yeniden yakalayarak, onu kendi topraklarına uygun bir biçimde yeniden üreterek, reel sosyalizmin mirasına eleştirel ama kesinlikle dostça yaklaşarak ayağa kalkmasını becerdiler. Ya da bazı ülkelerde komünist gelenek büyük ölçüde sahipsiz kaldı.
Dünya ölçeğinde bu denli zorlu bir dönem geçirilirken 1970’lerin mirası üzerinde yapılacak bir tartışmanın TKP açısından yararı bulunmuyor. Biz geleceğe bakıyoruz. Türkiye’de komünist hareketin bugünün ve yarının sorunlarına ve kavgasına yanıt üretmek ve buralarda taraf olmak zorunda olduğunu biliyoruz.
Zaten bugün ne ’60’lar TİP’ini, ne de ’70’lerdeki TKP’yi ve onunla birlikte TİP ve TSİP’i yeniden yaşamak mümkün değildir. Mümkün olsa da bu istenmemelidir. Yakın tarihimizde sahipleneceğimiz onca şey vardır ama biz sosyalist iktidara yönelen bir parti arıyoruz; arayışımızın nostaljiye çalan bir öykünmecilikten arınmasını istiyoruz.
Ayrıca TKP, gerek kadro yapısı, gerekse yönetici kurulları itibariyle köken sorununu aşmış bir partidir. Parti Türkiye solunun son derece değişik kesimlerinden gelen komünistleri yeni ama zeminini geleneksel solda bulan bir kimlikte buluşturmuştur. Bunun da ötesinde ,TKP aynı kökenden gelenlerin birer alt kültür ya da ortak renk geliştirmelerinin önüne geçecek kadar baskın bir kimliğe sahip olmuştur.
Bu iyi bir şeydir.
Bu kolay olmamakla beraber iyi bir şeydir. Bugün örnek olsun DİSK’in CHP’lileştirilmesi sürecinde bunun kimin suçu olduğuna ilişkin tartışmalardan, Türkiye’de sınıf hareketinin ayağa kalkması, parti-sendika ilişkilerinin daha sağlıklı kurulması, CHP ya da başka burjuva partilerinden kendimizi uzak tutacak ve koruyacak ideolojik-siyasal önlemlerin geliştirilmesi için yapılacak tartışmalara geçmemiz gerekiyor. İlk tartışma konusunun zaman içerisinde sağlıklı yapılabilmesi de ancak böyle mümkün olacaktır. Daha önce de yazdığım bir şeyi tekrarlamak istiyorum: Örneğimizden hareket edecek olursak, DİSK’in CHP’lileştirilmesi DİSK’in kuruluşundan itibaren dipten dibe işleyen, 15-16 Haziran’da çok önemli bir mevzi elde eden ve ’70’lerde hızlanan bir süreçtir. Bu süreç ne Birinci TİP’i, ne DİSK’i, ne ’70’lerde işçi sınıfı hareketinde ve sendikalarda partili solun elde ettiği olanak ve yarattığı enerjiyi önemsizleştirememiştir. Ancak Türkiye komünist hareketinin, yaşanan bunca badireden sonra bu ve benzer konuları dükkancı bir zihniyetle tartışması mümkün değildir. Dileyen yapabilir. Dileyen Birinci Türkiye İşçi Partisi’nin ne kadar mükemmel olduğunu, ona benzer bir yapıyı kurmanın ne kadar büyük bir zafer olacağını söyler ve yine dileyenle tartışır. Dileyen tek tek TİP, TSİP, TKP’nin ya da buralardan kopan kimi grupların ’70’lerdeki esas oğlan olduğunu ve bugünün sorununun eski güzel günlere dönmek olduğunu iddia eder ve başka iddia sahipleriyle tartışır.
Bu en başta partili geleneğe saygısızlıktır. Geleneği bu biçimde gündeme getirmek, yalnız bugünü ve yarını değil geçmişi de kaybetmek anlamına gelecektir. Türkiye Komünist Partisi buna izin vermeyecektir. Türkiye Komünist Partisi kökünü sağlamlaştırdığı için köken tartışmasına girmeyecektir.
Türkiye Komünist Partisi, Türkiye komünist hareketinin 1960’lar sonrasındaki tarihinin yazımının da (anı yazımını ya da belge basımını kastetmiyorum) belli bir soğuma ve yeni bir toplumsallaşma hamlesinin ardından gerçekleşebileceğine inanmaktadır. Bunun nedeni de açıktır. 1960’lar sonrasında Türkiye’de solun bütün açılımlarına imza atan kadroların hayatta olsunlar, olmasınlar bugünkü mücadele üzerindeki kişisel etkileri oldukça fazladır. Zaman zaman gerçekleşen denemelerden de anlaşılacağı üzere, bu etkilerden arınarak bütünlüklü bir tarih yazımına kalkışmak için vakit henüz erkendir. Öncelikli olarak bu etkiyi azaltacak bir yerleşiklik, toplumsallaşma ve kurumsallaşma hedeflenmelidir. Bu süre zarfında tarihimize dönük çalışmaların bu etkiyi daha az hissedecek tür ve kapsamda olmasında yarar vardır. Okurun affına sığınarak bir örnek vermek istiyorum. Türkiye soluna, ‘60’larda en ciddi zararlardan birisini veren Mihri Belli’nin o dönemi daha uygun konumlanışlarla geçiren Sadun Aren’le kıyaslandığında devrimci değerlerde daha inatçı olması ve bugün ABD’nin yürüttüğü emperyalist savaşa “bu uygar dünyayla barbarlığın karşı karşıya gelişidir” diyen Aren’in karşısında solun onurunu kurtarması siyasetin kuralları açısından son derece olağandır. Siyasette mutlak konumlanışlar ve gelecekteki konumlanışlara dair mutlak güvenceler yoktur. Ancak sorun burada değildir. Sorun Türkiye solunun, hâlâ ’60’lara ve de ’70’lere damga vuran kişilerin artık yarar getirmeyen baskısından kurtulamamasıdır. Bu açıdan (Belli ve Aren’le kesinlikle sınırlı olmayan) bu kişilere de büyük bir haksızlık yapılmaktadır.
Evet dileyen kendisini bir köken tartışmasına hapseder… Biz ise bugünün Türkiyesi’nde ve bugünün dünyasında sosyalist iktidar mücadelesini nasıl kavradığımızı, programımızı, sosyalist devrimciliğimizi, enternasyonalizm anlayışımızı, Leninist öncülük teorisine neden sahip çıktığımızı, sosyalist kuruluş sürecine yüklediğimiz anlamı ve partimizi kendi ilkelerini koruyarak nasıl daha kapsayıcı hale getireceğimizi sergilemeye devam edeceğiz. Doğrusu bu…
Bu doğruyu ama daha önemlisi sosyalizm mücadelesini paylaşmak ve yeniden üretmek için bir kez daha partili mücadelede buluştuğumuz komünistlere merhaba…