Bundan on beş yıl kadar önce karşılaştık “yeni” kavramı ile. Yenilenmek gerekiyordu yeni düşünce konseptine sarılmak yeni politik kültüre yaslanmak kısacası yepyeni bir şey haline gelmek gerekiyordu.
Bu işte bir bit yeniği vardı. Çünkü “yeni” diye tutturanlar ilaç niyetine tek bir “yeni” fikir ortaya atmıyordu. İlk zamanlar, umudumuzu kırmadık belli ki bu bir kızıştırma taktiği idi. Sol harekette, hatta kitlelerde ve hatta yıllarca düşman bellediğimiz liberallerde, dincilerde, kısacası dünyanın bütün insanlarında merak uyandırılacak, cümle alem “bu işin ardından ne gelecek” diye uykusuz kalacak ve ardından bomba patlatılacaktı: “Yeni” beyazlara bürünmüş bir gelin zarafeti ile karşımıza çıkacak, gözlerimizi kamaştıracaktı.
Patlayan bomba değil, balon oldu. “Yeni”nin “yenik” anlamına geldiği ortaya çıktı. Sermayeye karşı zafere inanmayan, hatta bunu istemeyenler bir kez daha “yeni” olmaya karar vermişler ve en az marksizm kadar “eski” olan düşünce kırıntılarını bir bir piyasaya sürmeye başlamışlardı.
Bu öyküyü uzatmanın bir yararı yok. Tanık olanlar gençlere aktarırlar. Garbaçov’ın Pizza Hut reklamlarında noktalanan “yeni”lenme sürecinin ayrıntılarını, Berlin Duvarı yıkıldığında “sıra sana gelecek Fidel efendi” diye çığlık atan “devrimci marksistleri” , patronlarla birlikte parti kurup “Stalinizme savaş açan” dönekleri, bütün bunları, ama özellikle onların “teori” adına yazıp çizdiklerini…
Çok şey söylenebilir. Hepsi gerçekliğin bir parçasıdır. Ama ben burada tek bir şey söylemek istiyorum: “Yeni”lenmecilik genel olarak siyasete, özel olarak da öncü parti fikrine karşı uluslararası sermayenin açtığı büyük savaşın parçasıdır.
İşçi sınıfının kurtuluşu en başta siyasi mücadelenin eseri olacaktır; işçi sınıfının siyasi mücadeledeki en önemli aracı “öncü parti”dir.
Sermayenin siyasete ve öncü parti fikrine savaş açması son derece doğaldır. İşçi sınıfının siyasetten soğumasına, öncü parti fikrinden uzaklaşmasına yardımcı olanlar bilerek ya da bilmeyerek sermaye sınıfı ile aynı saflarda yer almaktadırlar.
Bu kadar açık ve “yeni”lenmecilerin “işte yine bildiğimiz sekter politik kültür” diye homurdanmalarına neden olacak kabalıkta yazmamın nedeni basittir: Günümüzde gerçekler alabildiğine açık ve kaba hale gelmiştir.
Evet, “yeni”lenmeciler, yenilenmeğe devam ediyor hala…
Lakin kapitalizm tarihi akıl almaz boyutlarda hızlandırıyor köhne düzen sanki kendi yıkımının bir an önce gerçekleşmesi için muazzam bir yoğunlaşma yaratıyor. 15 yıl önce Sovyetler Birliği vardı; dünya devrim süreci orada ve diğer başka ülkelerdeki çözülme süreçleri sırasında büyük bir yara aldı. Ancak sonrasında olanlar, kapitalizmin ürettiği kriz dinamikleri, savaşlar, paylaşım sorunları, emperyalist odakların her birisinin egemenlik alanlarında yaşanan sarsıntılar diğer cephenin yarasını derhal hatırlatıverdi bizlere…
Bütün bunlar biz komünistlerin pek sevdiği “zaman bizi sıkıştırıyor” sözüne “kapitalizm de zamanı sıkıştırıyor” ekini yapmamızı zorunlu hale getiriyor. Bu tek başına iyi bir şey değildir. Kapitalizm yıkıcıdır.
Bu, sosyalist devrimci dinamiklerle birlikte iyi bir şeydir. Yıkıcı kapitalizm, yıkılacaktır.
Kimileri açısından inandırıcı değildir bütün bunlar. Kapitalizmin yıkılması gerektiğine dönük inançla yıkılabileceğine dönük inançsızlık arasında sıkışıp kalmışlardır. Bu sıkışma bazılarını alıp kapitalist yola sokuvermiştir. Zaten bir yerden sonra siyasette “niyet” geçersizdir.
Bu satırların yazarı dünya ve Türkiyede ilerici hareketler hatta komünist örgütlenmeler içerisindeki “sızıntı” miktarının sanıldığından daha fazla olduğunun bilincindedir. Tarihsel analizlerimizde bu elbette hesaba katılmalıdır; oyunun bir parçasıdır. Ancak önemli olan komünistlerin siyasal örgütsel ve ideolojik özgürlüklerini hangi koşullarda sağlayacakları bu “sızıntı”ları nasıl önemsiz hale getirecekleridir.
Önemli olan budur ve bu yazıda konunun belli bir boyutunun etrafında dolaşılacaktır.
Neler oluyor?
Türkiye Komünist Partililer bazı sözcüklerden uzak durmayı tercih ediyorlar. Burada teorik bir titizlikten söz etmiyorum. Teorik olan ile ideolojik olan arasındaki ayrıma işaret edeli oldukça uzun bir süre geçti. Teorik dil kavramsal titizlik gerektirir. Hangi kavramlar setini kullandığınız, onlar arasında tutarlı bir bağ oluşturup oluşturmadığınız büyük bir önem taşır. Kısacası, teorik dil ancak bir sistem dahilinde ele alınabilir ve eleştirilebilir. İdeoloji ve siyasette ise, kullanımın daha gündelik ve toplumsal olduğu son derece açıktır. Sözcüklerin hangi bağlama yerleştirildikleri bir yerden sonra önemini yitirir çünkü toplumsal dokuya o bağlamlardan ziyade sözcüğün biriktirdiği tarihsel ve kültürel anlam taşınır.
TKPliler bazı sözcükleri bu nedenle pek sevmezler. Sevilmeyen sözcüklerden birisi, küreselleşmedir. Küreselleşme, yalnızca toplumsal planda açıklayıcı olmaktan son derece uzak olduğu için değil, başka bir dizi nedenle sevilmemektedir ve dünyada ve Türkiyede bu sözcüğü sevmeyenlerin yalnızca TKP’liler olmaması bizim sevinç kaynağımızdır. Burada bir dizi neden sayabiliriz. Örnek olsun, küreselleşme Garbaçov’un dilinden düşmemiştir, ortalama bir marksist açısından kötü şeyler çağrıştırmaktadır, ama gündelik dilde hiç de “kötü” bir anlamı yoktur (kızdığınız birisine seni gidi “küresel” demezsiniz top filan gibi şeyler de sonradan çıkmıştır zaten), siyasal literatürde ise inanılmaz bir operasyona konu olmuş ve aynı anda tez ile antitezi bünyesinde toplayıvermiştir: Küreselleşmeye karşı küresel direniş!
Halbuki hem teorik hem de ideolojik açıdan ne kadar güzel bir kavrama sahibiz: Emperyalizm. Fazlası var, eksiği yok…
Bir allahın kulu da çıkıp emperyalizm teorisinin bugünü açıklamakta neden yetersiz kaldığını, kapitalizmin benzersiz yeni bir üst evreye nasıl sıçradığını göstermedi. Zaten bu mümkün de değil. Çünkü “küreselleşme” retoriği bilimsel kaygıların filan ürünü değil. İster abartılı bulun, ister çocukça, bütün bu garip sözcük ve kavramların dünya ölçeğinde komünist hareketin etkisinin kırılması, onun ehlileştirilmesi ve yolundan saptırılması için sürdürülen çabalarla bir ilişkisi var.
Dikkat edin, oradan kaynaklanmaktadır demiyorum, demek için çok sayıda neden olsa bile; “ilişkisi var” diyorum. Çünkü, dünyada ve Türkiyede kapitalizmin değiştiğine ve ona karşı mücadelenin araç ve felsefesinin değişmesi gerektiğine inanların bir bütün olarak niyeti bozduklarını söyleyerek çok sayıda kişi ya da örgüte haksızlık yapmak istemiyorum. Bu nedenle “küreselleşme”, “yenilenme”, “küreselleşme karşıtlığı”, “yeni tipte sosyal hareketler” gibi kavram ve sözcüklerden burjuva ideologlarının pek hoşlandıkları ve bunları her duyuşlarında büyük bir heyecana kapıldıklarını hatırlatarak geçiyorum marksizm içi bir tartışmaya…
Neler oluyor?
Özeti özetleyecek olursak, deniyor ki, kapitalizm yerel dinamikleri büyük ölçüde silikleştiren (bu arada ulusal devletleri de) dünyadaki eşitsizlikleri çarpıcı bir biçimde artırmakla beraber, değişik coğrafyalardaki toplumsal süreçleri iç içe geçiren, tek tek ülkelerin ağırlıklarının yanı sıra özerkliklerini de büyük ölçüde ortadan kaldıran bir üst sistem oluşturmaktadır. İnsanlığı tehdit eden bu yeni sistemin yeni karşıtlıklar, yeni dinamikler ve yeni bir insanlık kültürü yarattığı hesaba katılmalı ve (küresel) kapitalizme karşı mücadele stratejisi yeniden gözden geçirilmelidir.
Böyle deniyor.
Böyle dendiği andan itibaren, başka şeyler de oluyor.
a) Kapitalizmin nesnel temelleri küçümseniyor ve iradi kararlara gereğinden fazla değer veriliyor.
Kapitalizmin insanlığın tarihinde önceki toplumsal formasyonlara göre bir ilerleme olduğu düşüncesi, marksizmin yalnızca bilimsel değil, ahlaki önermelerinden birisidir. Bu önermeye, toplumların gelişme kalıplarının az-çok birbirlerine benzediği ve bu anlamda tarihsel dönemlerin kategorikleştirilmesi açısından, üretim araçlarının mülkiyetini merkeze koyan bir yaklaşımın bütün coğrafyaları kapsadığı iddiası da içkindir. Marksizm karşıtlarının tarihselin fetişleştirilmesi olarak adlandırdıkları, insan iradesini dışladığı için bayağı buldukları bu iddianın kadercilikle malul olmadığı, marksizmin sınıf mücadeleleri tarihine ve komünist topluma giden yolda öznel ve nesnel etmenlerin rolüne ilişkin ortaya koyduğu eşsiz bilimsel hazineye başvurarak kanıtlanabilir.
Ancak biz burada başka bir şeyle ilgiliyiz. Bugün “yenilenme”den dem vuranlar kapitalizmin yıkıcı yönünün nesnel, daha doğrusu tarihsel temellerini küçümsemeye başlamışlardır. Zaten bu küçümseme kendisini “küresel kapitalizm” yakıştırmasında ele vermektedir. Antikapitalizm iddiasındaki birçok örgüt ya da parti haksızlık ve eşitsizliklerin kaynağında belli zümreleri, daha da önemlisi kötü politikacıları görmeye (ya da göstermeye) başlamışlardır. Son iki yıldır emperyalist kurumların zirveleri sırasında gerçekleşen kitlesel gösterilerden geriye kalan iki şey vardır: Medyatik şiddet ve eşitsizlikleri hafifletmeye dönük önlemler manzumesi. 1
Burada oldukça ilginç bir durumla karşı karşıya olduğumuz açıktır. Kapitalizmden zarar gören geniş yığınlar açısından değersizleştirilmek istenen “siyaset”, kapitalistler söz konusu olduğunda belirleyici bir önem kazanmaktadır. Seattle, Prag, Goteburg, Cenova ya da bir başka kentte; “kapitalist akıl”ın buluşma yerlerinde o aklı sorgulayan büyük çoğunluğun isyanı!
Mutlak bir kopuştan söz ediyoruz. Üretim sürecinden tarihselden siyasal iktidardan sınıf kavramından partiden…
Kapitalizmi bir arıza olarak değerlendiren bir kafanın, kapitalizmi arızalardan arındırmaya soyunmasından daha doğal bir şey olamaz:
b) Antikapitalizm artık yetmiyor hatta “sosyalizm” demek de yetmiyor.
Yakın tarihlere kadar sol içi tasniflerde “antikapitalist olmak” ya da sosyalizm perspektifi ile hareket etmek oldukça anlamlı bir kimlik kartıydı. Artık bu kimlik kartı eskimektedir. El çabukluğu ile “kapitalizm karşıtlığı”, “sosyalizm perspektifi” devrimci içeriğinden arındırılmaktadır.
Ortada gerçekten de ilginç bir durum vardır. Eskiden antiemperyalist mücadelenin önemine işaret edenlere, bağımsızlığa vurgu yapanlara, “emperyalizmle mücadele kapitalizme karşı mücadeleden kopartılamaz” der ve bağımsızlıkçılığın sosyalist devrim mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurgulardık. Şimdi kapitalizm karşıtlığı, sınıfsal ve tarihsel temellerinden o denli kopartıldı ki, işer tersine döndü ve biz bu kez emperyalizm olgusunu hatırlatma ihtiyacını hissediyoruz!
Kapitalizmin kötülüklerinden, küresel saldırılardan söz edenlerin emperyalizmin adını ağza almamaya neden yemin ettiklerini merak ediyoruz.
İlginçtir… Geçmişte kısa yoldan her lafa “devrim” diye başlayanlara “sosyalizm”i hatırlatırdık. Derdik ki, tek başına devrimci olmak yetmemektedir, sosyalizm hedefinin altını çizmek de gerekmektedir. Oysa şimdi, yine sınıfsal ve tarihsel temellerinden kopartılan bir “sosyalizm” edebiyatına karşı “devrim”i hatırlatmak zorunda kalıyoruz.
Bazı şeyleri hatırlatmak zorunluluk haline gelmiştir. Çünkü “küreselleşme” denilen kavram sayesinde sınıfsal ve tarihsel temellerinden kopartılmış kapitalizm ile sınıfsal ve tarihsel temellerinden kopartılmış sosyalizm birbirine yakınlaştırılmış, adeta birbirini “yaratır” olmuştur. Buradaki el çabukluğu geçmişin reformizmi ile bugünün “küreselleşme karşıtlığı” arasındaki akrabalığı örtmeye elbette yetmemektedir. Ne var ki ne Bernsteincılık, ne Kautksycilik, ne Avrupa Komünizmi bugünkü “yenilenme”cilerin pervasızlığına yaklaşabilmişlerdir.
Bugünküler “savaşa ve teröre karşıdırlar”, ama emperyalizmle mücadeleyi gündemlerinden düşürmüşlerdir. IMF ve ABD’yle mücadeleyi önemsemektedirler ama NATO ve hele hele Avrupa Birliği’ne karşı mücadelenin üzerini örtmeyi tercih etmektedirler. Zengin-yoksul ayrımına işaret etmektedirler ama bu ayrımın emperyalist ülkeler ve bağımlı ülkeler arasındaki uçurumla birlikte ele alınmasına şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Kapitalizme karşıdırlar ama kapitalizme karşı devrimden yana değildirler. Sosyalizmi derhal yaşama geçirmek için yanıp tutuşmaktadırlar ama “yaşayan sosyalizm”in tarihsel mirasından ölesiye nefret etmektedirler.
c) Sosyalist iktidar kavramının önemi her geçen gün daha da artıyor
Sosyalist İktidar Partisi adını çok sevmiştik. Türkiye Komünist Partisi adını da çok sevmemiz ve SİP’i neredeyse unutmamız sosyalist iktidar kavramına haksızlık etmemiz anlamına gelmiyor. Tam tersine bu kavramı giderek daha fazla önemsiyoruz.
Sosyalizm mücadelesinin siyasal içeriğinden arındırılmasının merkezinde siyasal iktidar olgusunun devre dışı bırakılması durmaktadır. Sosyalizm bugün özgürlüklere indirgenmiş, toplumsal aktörlerin kimliklerini ve yaşam alanlarını garanti altına alan bir düzenlemeden ibaret görülmeye başlanmıştır. İktidarı merkeze koyan siyasal mücadelelerin yerini söz konusu aktörlerin devinimi almıştır.
Burada yine bir akrabalık vardır. Parti ya da örgüt fikrine karşı, “hareket”i koyanlarla, bugünün dışavurumcuları arasındaki süreklilik şaşırtıcı olmaktan uzaktır. Avrupa merkezli olmasına rağmen küreselleşme karşıtı hareketlerin en fazla (öncü parti fikrinin sorgulanmasını moda haline getiren) Latin Amerika’da taban bulması rastlantı değildir. Siyasal iktidar hedefi program-mücadele-araç bütünlüğüne işaret ederken ve harekete bu bütünlükle yön verirken küreselleşme karşıtları söz konusu bütünlüğü hareketin içerisinden çıkartma yanlısıdırlar. Oysa hareket belirlenimli bir dinamiğin içinden ne program, ne tutarlı-kalıcı araçlar, ne de doğrultusu belli bir mücadele çıkacaktır.
İktidar perspektifi olmadan siyaset yapmak statükonun devamından yana olmak demektir. “Küreselleşme”nin siyasal iktidarı önemsizleştirdiği büyük bir yalandır. “Küreselleşme” edebiyatı siyasal iktidar emekçi sınıflardan kaçırmaya hizmet etmektedir.
Bu açıdan bakıldığında bugünün “yeni”lenmecilerinin geçmişin aşamacı devrimcileri ile herhangi bir ilgileri kalmamıştır. Geçmişte demokratik devrimi sosyalist devrimin önüne geçirenler “siyasal iktidar”ı merkeze koyan bir strateji geliştiriyorlardı. Onlar bir yana, demokratik devrimciliğin 1970’lerde Avrupada uç veren devrimsiz biçimlerinde bile, ister tekelleri kuşatmak, ister onları boğmak ya da kabuklarından arındırmak adına olsun, “iktidar” olgusunun gündemden bütünüyle düşürüldüğü görülmüş şey değildi.
Oysa şimdi karşılaştığımız, iktidarsız siyasettir. Ya da, iktidarsız siyaset olmayacağı için, daha önce de vurguladığım gibi, siyasetten kaçıştır.
Dünya komünist hareketi geçtiğimiz yüzyıl boyunca devrim stratejileri üzerine tartıştı, devrimin kendisini hissettirmediği dönemlerde ise savunma mevzilerini siyasal iktidarı referans noktası alarak kurdu. Geçtiğimiz yüzyılda komünist hareketin ittifaklar sorunu vardı. Çünkü komünist hareket, açık bir sınıf aidiyeti ile varlığını sürdürüyordu.
Oysa şimdi el çabukluğu burada da kendisini gösteriyor ve “sınıf” devinen aktörler içerisinde kaybolup gidiyor. Sınıf yok, iktidar yok, parti yok, ittifak yok; lakin sosyalizm var!
Hadi canım sende…
d) İşçi sınıfının yapısındaki oynamalar “yeni”lenmecileri rahatlatıyor
İşçi sınıfının eskisi kadar önemli olmadığı, sayıca azaldığı, marksistlerin ona atfettiği tarihsel misyonu yerine getirebilecek bir aktör olmaktan çıktığı iddiaları biliniyor. Ancak bugünün “yeni”lenmecileri bu düşüncelere fazla itibar etmiyorlar. Bu açıdan, yere sağlam basar gibi yapıyorlar. Ancak işçi sınıfını yok saymamakla beraber, onu başka bir toplam içerisinde eritiyorlar. “Küreselleşen” kapitalizmden zarar gören büyük nüfus içerisinde işçi sınıfı başı sonu belli olmayan, karmaşık, heterojen ve kendine özgü siyasal-ideolojik özellikleri yitirmiş bir toplumsal fenomen haline geliyor.
Enformel sektörlerdeki şişme, işsizlik, kafa emeği ile kol emeği arasındaki dengelerdeki altüst oluş, esnek üretimin dağıtıcı etkileri yukarıdaki anlayışın elini belli ölçülerde kuvvetlendiriyor. İşçi sınıfı belirsizleştikçe, onun kendi başına bir hareket olma özelliği yitip gidiyor ve geriye toplumsal hareket(ler) kalıyor. Yani sonsuz sayıda toplumsal hareketin bileşkesinden oluşan aşkın bir hareket…
Burada “yeni”lenmecilerin öncü parti fikrinden neden ölesiye korktukları anlaşılıyor. Öncü parti yalnızca siyasi iktidar mücadelesini merkeze koyduğu için değil, işçi sınıfının dağınık yapısını toparlayıcı misyonu nedeniyle de “çağdışı” ilan ediliyor.
Halbuki sermaye sınıfının işçi sınıfına dönük saldırıları karşısında partinin, tekleştirici, bütünleştirici işlevi daha büyük bir önem kazanıyor. Saldırının doğrultusu açık:
“Burjuvazinin tekelleşme ile birlikte kaçınılmaz olarak ortaya çıkan üretimde merkezileşme eğilimine karşı aldığı önlemlerden birisi taşeronlaşma yoluyla daha fazla kayıtsız işçi çalıştırmaktır. Bu bağlamda tekelleşme ile kayıtsız çalışan işçi sayısındaki artışın aynı zamanda gözlemlenmesi şaşırtıcı değildir. Burjuvazi, proleterleşmenin önemli ayaklarından birisini oluşturan, daha fazla işçinin aynı işyerinde bir araya gelmesi olgusuna karşı önlem almaktadır” .2
Elbette saldırı bundan ibaret değil. Bilinmelidir ki, işçi sınıfının sınırlarının belirsizleşmesi tek başına iktisadi dinamiklerin ürünü değil, aynı zamanda burjuvazinin sistematik müdahalelerinin de sonucudur.
Sınıfın yapısındaki değişimler, işçi sınıfının iç zenginliğindeki artış ve genel olarak işçi sınıfının tüm iddiaların tersine büyümeye devam etmesi tek bir koşulda “olumlu” bir gelişme olarak değerlendirilebilir: İşçi sınıfını bir küme ya da toplamdan öte bir şey haline getirecek, onun bölünmüşlüğünü parçalılığını siyasal ve ideolojik alanda ortadan kaldırmasa da azaltacak bir örgütlenme pratiğinin var olması koşuluyla.
Bu pratik öncü partiden başka bir şey değildir. “Yeni”lenmecilerin yatayına gelişen bir toplumsallığın içine serpiştirdikleri işçilerin bu işlem nedeniyle sınıfsal özelliklerini yitirdikleri filan yoktur. Ancak siyaset söz konusu olduğunda, işçi sınıfının birleştirici, bütünleştirici ona aidiyet verici bir müdahaleye ihtiyaç duyduğu açıktır.
İşte bu müdahale “yeni”lenmecilerin uykusunu kaçırmaktadır. Çünkü onlar için esas olan toplumun atomize edilen unsurlarının özgür dolaşımıdır. Öncü parti toparlayıcı, dikeyine karakteri nedeniyle toplumsal dinamiklere belli bir düzen ve hiyerarşi taşır.
İşçi sınıfının kapsamı genişlemektedir ama işçi sınıfı her şey haline gelmemektedir. Her şey haline gelen bir şey, hiçbir şeydir. İşçi sınıfının hiçleşmesini isteyenler, onun her toplumsal çelişki ya da dinamiğin içinden çıkabileceğini, her toplumsal çelişki ya da dinamiğin de işçi sınıfına içkin olabileceğini ileri sürmektedirler.
Öncü parti bütün bu safsataların panzehiri olduğu için son derece kritik bir önem taşımaktadır.
e) Kadın hareketi ve yeşilci hareketlerin de eski biçimi “tasfiye”ye uğruyor…
Dünya solunun yakın geçmişinde bir diğer tartışma başlığı, işçi sınıfı hareketi ile kendisini sınıfsal düzlemin dışında tarif eden başka hareketlerin ilişkisi sorunuydu. Bu soruna karşılıklı olarak oldukça değişik çözümler üretildi, komünist hareket içindeki farklılaşmaları karakterize eden başlıklardan birisi bu sorun oldu. Ancak “küreselleşme karşıtlığı” buna da noktayı koymaktadır. Başlangıçta sınıf dinamikleriyle daha farklı toplumsal dinamikleri eşitleyerek kendisini var eden “yeni”lenmeci düşünce, bugün “hareket”in baskın hiçbir rengine tahammül edemez hale gelmiştir. Bu anlamda feminist gruplara, yeşilcilere “küreselleşme karşıtı” toplam içinde bir yer vardır ama onları işçi sınıfı hareketinin hemen yanı başında, ona bağlanabilecek asal unsurlar olarak gören hiçbir stratejiye yer yoktur.
Kısacası geçmişte komünist hareketin bazı bölmelerinin son derece tartışmalı bir biçimde birer ittifak konusu haline getirdiği feminist ve çevreci hareketlerin de (bu bağlamda) defteri dürülmüş durumdadır.
Bu Gelenek‘te her iki başlık açısından da doyurucu açılımlar geliştiren yazılar var. Bu nedenle uzun uzun komünistlerin kadın ve çevre sorunlarına ilişkin yaklaşımları üzerinde durmayacağım. Ne var ki, “yeni”lenmecilerin tuzağından kurtulurken 70’lerde moda olan bir başka yanlışa düşmemek için net bir çerçeveye sahip olmak gerekiyor. Her şeyden önce, sık sık yan yana getirilmelerine rağmen, kadın sorunu ile çevre sorunları arasında son derece ciddi bir ayırım olduğu bilinmelidir. Cins ayrımcılığının ve kadın emekçilerin karşılaştıkları ek baskı ve sömürü mekanizmalarının işçi sınıfına ne tarihsel ne de güncel bağlamda dışsal bir olgu olmadığı açıktır. Çevre sorunları ise işçi sınıfı hareketine ancak ve ancak kimi siyasal veya ideolojik dolayımlarla taşınabilir.
Burada sözü edilen çevre sorunlarının (birçok durumda tamamen burjuva ideolojisinin bir uzantısı haline gelen çevreci ideolojinin ürünü olsalar bile) sınıf siyaseti açısından değer taşımadığı değildir. Sözünü ettiğimiz şey, kapitalizmin doğaya dönük saldırganlığının yaratacağı duyarlılıkların sınıf hareketinin organik bir parçası olamayacağıdır. Bir başka deyişle komünistler açısından çevre bilinci, çevreci ideoloji ve çevreci hareket arasındaki ayırımlar bir toplumsal çelişkinin ürünü olan kadın sorunu feminist ideoloji ve kadın hareketi arasındaki ayırımlardan daha önemsizdir.
Böylelikle sözünü ettiğimiz başlıklarda dikkat etmemiz gereken bir başka konuya geliyoruz. İşçi sınıfı hareketi açısından “kadın hareketi” kendine özgü kimi özellikler taşısa bile, en fazla sınıf hareketinin bir alt bölmesi olarak anlamlıdır. İşçi sınıfı hareketinin kendisine bir ittifak konusu olarak göreceği bağımsız bir “kadın hareketi” ise her zaman sınıflar üzerinden siyaset yapmak zorunda olan komünist hareketin kendisini inkarı demektir.
Bugün bunlar tartışılmıyor. Bırakın işçi sınıfı hareketinin öncülüğünde kadın hareketi ve çevreci hareketlerle kurulacak ittifakları, bu üç aktörün karşılıklı etkileşiminden ya da sentezinden söz edenlerin sayısı bile azalmış durumda. Çünkü az önce de belirttiğim gibi “yeni”lenmeci retoriğin buna bile tahammülü kalmadı. Herkes “büyük hareket”e boyun eğecek…
f) “Küreselleşme karşıtları” arasından devrimci modeller kuranlar çıkıyor.
Bugün “küreselleşme karşıtları” arasında bir kesim özellikle sırıtıyor. Bunlar geleneksel komünist partilere, Sovyet deneyine küfür etmek, çoğulculuğu kutsamak açısından diğerlerinden hiç geri kalmıyorlar. Ancak bütün bunları yaparken, devrimciliği elden bırakmamaya özen gösteriyorlar. “Büyük hareket”in hiç böyle bir iddiası yokken, onlara göre dünya devrimi perspektifi “hareket”te cisimleşiyor daha da önemlisi, Stalinizmin bir kenara fırlattığı Sovyetler, işyeri komiteleri gibi öz örgütlenmeler bugünkü “yeni” hareketin bağrından fışkırıyor.
Bütün bunlar hiç kuşku yok, Troçkizmi işaret ediyor. Troçkizmin en olumsuz, en sıradan ve belki de en anti-komünist versiyonu kendisine “küreselleşme karşıtlığı”nda yer açmaya çalışıyor.
Bundan on yıl kadar önce ellerinde valizler “Sovyet bürokrasisinin iktidardan düşüşü” ile birlikte yükselişe geçecek işçi devrimlerine önderlik etmek üzere ülke ülke dolaşan misyonerler kendilerinden geçmiş durumdalar. Akıllarının ucuna bile gelmeyecek ölçeğe ulaşan kalabalıklara dalıyor, onlarla suda balık oluyor, bugün orada yarın şurada kapitalizme meydan okuyorlar.
Ne alakası var?
Daha önce bir yazımda politik turizm diye adlandırdığım bu faaliyetlerin “küreselleşme karşıtı” hareketin genel sistem içi karakterine sos olmaktan başka bir özelliği bulunmuyor.
Hareketin işçi sınıfının öz örgütlenmelerine dayandığını söylemek için ise gerçekten cahil cesareti gerekiyor.
Devrimci dinamiklerle kapitalizmin kriz dinamikleri arasında kopmaz bir bağ var. Bugünkü “hareket”in bu bağın üzerini örtmekle meşgul olduğunu cümle alem biliyor.
Dünya devrim süreci kapitalizmin eşitsiz geliştiği ve çelişkilerin eşitsiz biriktiği bir temel üzerinde yükselir. Bugünkü “hareket”in kapitalist sistemin bütün halkalarını eşitlemeye kalktığı, bölgesel dinamikleri düzlediği, dolayısıyla yüzer gezer bir hal aldığı da biliniyor.
Emperyalizmin ulusal devletlerin rolünü azaltıcı, onlar üzerindeki baskıyı arttırıcı müdahalelerine tek tek ülkelerdeki toplumsal çözülme ve yerelleşme dinamikleri eşlik etmektedir. Bugünkü “hareket”in söz konusu çözülme ve yerelleşmeyi destekleyen ideolojik karakterinin devrimci değil de gerici özellikler taşıdığı ise bilinmiyorsa bilinmelidir.
Devrimci kalkışma, devrimci sıçrama, devrimci eylemlilik gibi momentleri belirleyen kapitalizmin kriz dinamikleri, bu dinamiklerin toplumsal alanda yarattığı canlanma ve karşıt sınıfların bu dinamiklerin etkisiyle kendilerini siyasal olarak yeniden konumlandırmalarıdır. Bugünkü “hareket”in valiz toplama saatini belirleyense, emperyalist kurumların toplantı trafiğidir. Bu da bilinmelidir.
Yapacak çok şey var…
Buraya kadar söylenenler “kendi hegemonyasında olmayan hiçbir şeyi beğenmeyen” Stalinci geleneğin uzantısı olarak görülebilir. Şimdilik bir sakıncası yok. Tam tersine komünist partilerin bir bölümünde ortaya çıkan kafa karışıklığını veri aldığımızda, “hareket”in karanlıkta kalan yönlerine işaret etmenin büyük yararı var. Ancak “küreselleşme karşıtlığı”nın bütünüyle bir sermaye projesi olduğunu ileri sürmek, hem saçma hem de, ortaya çıkan olanakların küçümsenmesine neden olacağı için akılsızca bir şey olacaktır.
Evet uluslararası sermaye kimsenin inkar edemeyeceği ölçüde işin içine girmiştir. İşçi sınıfının geleneksel örgütlerini kuşatan NGO’lar burunlarını yalnızca alternatif toplantılara değil sokak etkinliklerine de sokmaktadırlar. Hareket küresel boyutta olunca yalnızca insanlar değil, büyük miktarlarda paralar da harekete geçmektedir.
Yine “hareket”te ciddi bir ağırlığa sahip olan anti-komünizmin yalnızca bir orta sınıf tepkiselliği ya da ipin ucunu kaçıran “devrimci marksizm” varyantlarından kaynaklandığı düşünülmemelidir. Örgütsüzlüğü savunan, örgütlü çalışmaya ambargo koyan bu “hareket”e alabildiğine örgütlü olan sermaye sınıfının yön vermesi son derece doğaldır. Bugün bu “hareket”in kritik kararlarının (örneğin alternatif toplantıların yerlerinin belirlenmesi hangi hareketlerin “hareket”ten dışlanacağının saptanması, hangi zirveye ağırlık verilip hangi zirvenin boşlanacağının netlik kazanması) taban inisiyatifinin ürünü olduğunu düşünmek büyük bir safdillik olacaktır. Sermayenin gücü “hareket”in amorfluğunun arkasına saklanmaktadır.
Komünist hareket bu faktörlerin hepsini hesaba katan ama onlardan korkmayan bir tarz geliştirmek zorundadır.
Önümüzdeki dönem “küreselleşme karşıtları”nın bütünüyle “düzenin ıslahatı”na yardımcı olan bir kurumsallaşmaya dönüşmeleri bir dizi nedenle mümkün gözükmemektedir. Her şeyden önce “hareket” uzun bir süredir çıkış arayan, hatta kimi durumlarda varoluş sorunları yaşayan geleneksel sendika ya da partilere can simidi işlevi görmüştür. Bu örgütlerin bir bölümü, kendi varlık nedenlerini “hareket”in genel çıkarları uğruna geriye çekmeye gönüllüdürler.
Ayrıca Avrupa dahil, dünyanın birçok bölgesinde emekçi kitleleri hareketlendirici bir nesnellik yaşanmaktadır. İşçi sınıfı partilerinin etkisiz kaldığı bir konjonktürde sınıf karakterinin zayıflamasını göze alan ama daha geniş bir toplamın içerisinde devinmenin göreli avantajlarından yararlanmak isteyen emekçi bölmelerinin sayısı hiç de az değildir.
Porto Allegre’de yaşananlar “hareket”in ayrışma dinamiklerinin ağır işleyeceğinin kanıtıdır. “Yıkıcı” sokak gösterilerinden yapıcı alternatif politikalara geçişi güçleştiren karmaşık mekanizmalar işlemeye başlamıştır. Örneğin “hareket” üzerinde bir dizi aktörün hegemonya mücadelesine giriştiği görülmektedir. Bu mücadelenin sonuçları büyük ölçüde belli olmakla beraber, uzun bir süredir üzerinde politika yapacak bir nesnellik arayan değişik siyasal aktörlerin kendilerince bir damar buldukları söylenebilir.
Üstelik ortada bir damar olduğu açıktır.
Bu damardan kelimenin gerçek anlamıyla işçi sınıfı hareketine kan aktarılması için, “hareket”in içinde değil de, ona müdahale mesafesinde durmak gerekmektedir. “Burada partilere yer yok” diyenlere boyun eğmek ya da onlarla inatlaşmaya girip anlamsız bir sidik yarışına soyunmak yerine, tek tek ülkelerdeki mücadelelerle bağlantı kurulabildiği ölçüde “hareket”e sınıfsal bir içerik katmak, örgütlü mücadelenin üstünlüklerinden yararlanarak orta sınıfları baskı altına almak, ama en önemlisi dünya devrim sürecine ilişkin derli toplu ve bölgesel açılımlara yer veren stratejiler üretmek gerekiyor…