“Sanki büyük bir gürültüyle devrilecekmişçesine sallandı kavak.
O her an oluşan, değişen şeyleri görmeyenler
sezmediler bunu.”
(Sevgi Soysal, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti)
Türkiye işçi sınıfının tarihi, Türkiye’de işçi sınıfının oluşumunun tarihidir. Bir başka deyişle, işçi sınıfının öyküsü, proleterleşmenin öyküsüdür. Tarlasız kalan köylünün kente göçmesinin, küçük burjuvazinin dükkanı kapatıp tulum giymesinin, mühendisin işsiz kalmasının, işportacının fabrikada iş bulmasının hikayesidir.
Türkiye işçi sınıfı talihsiz bir sınıftır. Kimseyi gücendirmeden nasıl söylenir bilmiyorum ama siyasi temsiliyet açısından, tarihsel bir maluliyet sınıfın peşini bırakmamıştır; Türkiye işçi sınıfının siyasi temsilcisi konumundaki Türkiye solu, sınıfa güvenmek ve inanmak konusunda yıllarca bocalamıştır.
1930’lu yıllarda burjuvazi sınıfsız bir toplum ideali peşinde koşarken, sınıflar mücadelesi için sınıfın maddi koşullarına bağlı bir yeter şart arayan Türkiye solu 60’lı yıllarda “işçi sınıfı devrime öncülük edebilir mi” sorusuyla uğraştı.
Türkiye kapitalist miydi, değil miydi? Şayet kapitalistse, Türkiye kapitalizmi fazlasıyla özgün, bir o kadar da çarpık değil miydi? Eğer Türkiye kapitalizmi özgünse, Türkiye işçi sınıfı da özgündü herhalde. Peki ya çarpıksa, söz meclisten dışarı, işçi sınıfı da mı çarpıktı?
Tam bu tartışmalar aşılmıştı, Türkiye solu işçi sınıfına kavuşmuştu ki ’80’lerde burjuvazinin o korkunç ideolojik saldırısı geldi. Türkiye belki de yıllar önce durduğu yere, sınıfsız toplum idealine geri dönüyordu: marksizm ne öngördüyse yanlışlanmış, Sovyetler Birliği çözülmüş, artık sınıfların bir anlamı kalmamıştı!
Her dönemin tartışma başlığına anlamlı ve doğru yanıtlar üretenler de oldu elbette. Ama bu yanıtların siyasette kendiliğinden olumlu sonuçları olamazdı ve bu çabalar solun işçi sınıfıyla doğru bir siyasi ve ideolojik çerçevede buluşmasının önündeki engelleri kaldıramadı.
Bugün Türkiye komünist hareketinin öncelikli amacı bu buluşmayı sağlamaktır. Türkiye komünist hareketinin işçi sınıfının sosyalist devrim yolundaki önemine dair şüpheleri yoktur.
Türkiye işçi sınıfı önemlidir. Bugün Türkiye işçi sınıfı, yalnızca Türkiye için değil, tüm dünya için önemlidir.
Enternasyonal önem
Tüm dünya işçilerinin ortak düşmanlarına karşı bütünsel bir mücadele yürütüyor olmaları, enternasyonalist anlayış ve onun getireceği dayanışma zemini ne kadar önemliyse, her ülkenin işçi sınıfının ve onun öncü partisinin ulusal ölçekte yürütecekleri mücadele de o kadar önemli. Kimsenin enternasyonalizmin arkasına sığınıp kendi sorumluluk ve görevlerinden kaçma lüksü bulunmuyor. Ama bu sorumluluk ve görevlerin de yine enternasyonalizm tarafından üst belirlendiğini ve dünya komünist hareketinde bu dinamik ve karmaşık belirlenme ilişkisinin kolaycılık ve sorumsuzluk üretilmesi için uygun konjonktürü yarattığını ise hiç unutmamak gerekiyor. İnsan her zaman bariz, örneğin fiziki zorluklarla mücadele etmek zorunda değil ki. Rehavetle mücadele etmenin kolay olduğu söylenebilir mi? Ama komünistlerin de rehavet tuzağına düştüğüne insanın inanası gelmiyor.
Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin tarihsel olarak bir tane bile olumlu sonucu olmamıştır. Olamaz da. Bir solcunun, insanlığın tanık olduğu en ileri yönetim biçiminin emperyalistlerce yenilgiye uğratılmasına bu gözle bakabilmesi için, marksizmle tüm bağlarını koparıp, insanoğlunun kaderini yazan bir tanrının veya aynı anlama gelmek üzere tüm yaşamımızı denetleyen ve belirleyen bir piyasanın mevcudiyetini, sonsuz bir tevekkülle idrak etmesi gerekir.
Böyle de oldu zaten. Reel sosyalizme dönük utangaç eleştirilerle başlayan bu ulvi yolculuk, liberalizmin epistemik şiddetinin de katkısıyla, kapitalizmin huzur dolu kollarında sona erdi.
Ama bu tablodan komünistlerin payına Sovyetler Birliği’ne dair “keşke” ile başlayan naif hayıflanma cümleleri düşmüyor. Sosyalist mücadele her dönemde, dönemin gerekleriyle uyumlu bir şekilde devam ediyor. Sovyetler Birliği’nin varlığında veya yokluğunda, yalnızca komünist hareketin tarihinde değil, dünya tarihinin en önemli olaylarından birisinin dönemin koşullarındaki çok yoğun değiştirici etkisine rağmen, aslında aynı enternasyonalist anlayışa sadık kalarak…
Sovyetler Birliği’nin varlığı kimseye rehavete kapılma hakkı vermiyordu; bugün de yokluğu umutsuzluk için bir neden olamaz. Sosyalistler, dünya dengelerinde işçi sınıfının evrensel çıkarlarını temsil edecek bir gücün var olmadığı bir konjonktürde reel sosyalizme küfredip emperyalizme karşı global direnişi önerenlerin çelişik yaklaşımlarından uzak duracaklar. Elbette enternasyonalizmi hiç unutmadan; doğru enternasyonalist tavrın, ulusal bağlamda örülecek mücadelelerden güç alacağını, dünya komünist hareketine aktarılacak gücün ülke sınırları içerisinde biriktirileceğini bilerek.
Dünya komünist hareketi içerisinde, enternasyonalizm çerçevesinde, her zaman öncelikli mücadele başlıkları, öne çıkan teorik konular vardır. Bu konu ve başlıkların gündeme gelmesinin nesnel olduğu kadar, öznel nedenleri de vardır.
Dünya devriminin siyasi coğrafyasından kaynaklı, dünya kapitalizminin doğasıyla ilgili yapısal nedenler ile partilerin özgül güçlerine dayalı nedenler, yine bir sistem olarak kapitalizmin içsel dinamikleri gereği içiçe geçmiştir. Eşitsiz gelişimin emperyalizmin zayıf halkalarında biriktirdiği gerilimden faydalanan komünist hareketlerin, elbette iktidarda olanların yanı sıra, öne çıkmasından daha doğal ne olabilir?
Bugün Türkiye işçi sınıfı, dünya devrim coğrafyasının en kızgın bölgesinin ortasında, Türkiye’de iktidara aday bir sınıftır. Türkiye sosyalist devrimini yalnızca Türkiyeli değil, dünyanın her köşesinden işçiler için önemlidir. Çünkü Türkiye işçi sınıfı iktidara geldiğinde, dünya kapitalist sisteminin en sorunlu bölgesinde, uluslararası ölçekte krizi daha da derinleştirmek, yeni devrimleri tetiklemek üzere de iktidara gelmiş olacaktır.
Emperyalist sistemde, ülkelerin önemi yalnızca başta ekonomik faktörler olmak üzere kapitalizmin doğrudan yapısal dinamikleri tarafından belirlenmez; çünkü aynı dinamikler eşitsiz gelişen bir dünya sistemi olan kapitalizmin geciken unsurlarını, emperyalist zincirin kopuşa en yakın halkaları haline getirecektir. Ama yine eşitsiz gelişim gereği, en gecikeni değil gecikmiş ile gelişen arasında en çok çelişki biriktireni…
Emperyalist hiyerarşi sınıflar mücadelesinden bağımsız düşünülemez; Türkiye işte bu nedenle çok önemli bir ülkedir.
Dünya kapitalizminin en fazla çelişki biriktiren coğrafyasının, bu çelişkilerden nasibini fazlasıyla almış ülkesi, hiç de sürpriz olmayan bir şekilde bölgenin en gelişkin işçi sınıfına sahiptir. Türkiye bölgenin en geri kalmış ülkesi değil, en çok çelişki biriktiren ülkesidir.
Bu bağlamda Türkiye’de sosyalist devrimin güncelliği, Türkiye işçi sınıfını yalnızca Türkiye burjuvazisi için değil, emperyalizm için de önemli bir sınıf haline getirmektedir. Alınan önlemler de bu önemin gerektirdiği şekilde olacaktır. Ama verilecek mücadele de…
Kronikleşmiş sorunlar
Türkiye solu, ülkede güncel durumu değerlendirirken, Türkiye işçi sınıfının evrensel öneminin ışığında yalnızca sınırların içine değil, dışına da bakmayı bilmelidir. Bu şartlarda ne yapısal nedenler gerçek dışı bir iyimserliğe yol açmalı ne de emperyalizmin tüm dünyadaki hızlı ilerleyişi ve Türkiye işçi sınıfının somut durumuna dayanarak yapılan karamsar tahliller mücadelenin hızını kesmelidir.
Türkiye işçi sınıfından umudu kesmek için neden çok; ama bir o kadar neden de umudu büyütmek için var.
Türkiye solunun bu ülkenin işçi sınıfına güvenmek konusunda hep sorunları oldu. Ama asıl sorun bu problemlerin kronikleşmesiyle çıktı. Geçmişteki güvensizlikten kaynaklı mahcubiyet, sınıfın keşfiyle birleştiğinde uvriyerizm kaçınılmaz ve yaygın bir sonuç olarak belirdi.
1960’lı yıllarda Türkiye’nin feodal mi kapitalist mi olduğunu tartışan solda ilk tezin sahiplerinin asıl derdi aslında Türkiye işçi sınıfıydı. Türkiye’de feodalizmin egemen olduğunu iddia edenler bu yaklaşımlarıyla uyumlu bir biçimde işçi sınıfının tarihsel misyonlarını yerine getirmeye muktedir olmadığını öne sürerken, bu açığı kapatmak için Türkiye kapitalizmiyle çıkar çelişkileri olabilecek başka katmanlar aramaya başladılar ve köylülük başta olmak üzere, emperyalistlerle sıkı ilişkileri olan küçük bir komprador grup dışında kalan tüm katmanları müttefikler listesine katmakta beis görmediler.
“Bu akla hayale sığmaz ekonomist yaklaşım, ülkede herkesin mutlak anlamda ekonomik çıkarlarının bilincinde hareket ettiğini varsaymakta, siyasal tutumları buna bağlamaktadır. Galiba bu yeteneğin atfedilmediği tek istisna da işçi sınıfı. İşçiler, hesap bilmediklerinden midir nedir, sömürü ilişkilerinin farkına varamıyor ve ne büyük bir gücü temsil ettiklerini de fark edemiyorlardı. Ama öte yandan işçi sınıfının muhayyel devrimci öncüsü, toplumun çeşitli kesimlerine dağıtacağı çiçekleri işçi sınıfı adına planlayacak ve ardına küçük bir oligarşinin dışında kalan tüm kesimleri toplayacaktı.” 1
Oysa 1960’lar Türkiye işçi sınıfı açısından önemli bir dönüşümün yaşandığı yıllardı. Solun bu yanlış tutumu 15-16 Haziran 1970’de ülkenin en büyük kentinde yaşamı durduran yüz binlerce işçiyle anlamlı bir ilişkinin kurulmamasıyla sonuçlanacak, sol açısından 60’lardaki olumlu tablonun en zaaflı kesitini oluşturacaktı. Hem de yine aynı dönemde yaşanan TİP-DİSK ilişkisinin literatüre geçecek kadar yaratıcı olmasına rağmen.
Türkiye kapitalizmi 1960 sonrasında, kısa duraklama dönemleri dikkate alınmazsa düzenli olarak genişleme eğilimindedir. İç pazara dönük bir sermaye birikiminin yaşandığı bu yıllarda, her türlü önlemle korunan ve devletçe desteklenen sanayi sermayesi uygun dünya konjonktüründen de faydalanmayı bildi. Ama sanayi merkezli bu atılımın Türkiye kapitalizmi açısından bir bedeli olacaktı.
1960’tan başlatılıp 1980’e kadar uzatılabilecek bu büyüme modelinin Türkiye’nin sınıflar haritasını önemli ölçüde değiştireceği açıktı. Özellikle de sanayi proletaryası açısından…
Ancak Türkiye’nin ilk sanayileşme atılımının bu olmadığını belirtmek gerekiyor.
Genç burjuva cumhuriyetinin üzerinde yükseldiği tarım sektörü, 1930 yılında dünyada kapitalist ekonomilerin yaşadığı derin kriz neticesinde hızla düşen tarım fiyatlarının etkisiyle kapitalizmi taşıyamaz hale geldi. O yıllarda sanayisinden söz edilemeyecek bir ülke olan Türkiye’nin böylesi bir konjonktürde sanayi sektörünü genişletmekten başka bir çaresi yoktu. Bu derin bunalım, Kurtuluş Savaşı sırasında üstesinden gelinebilmiş komünist tehlikenin tekrar baş göstermesine neden olabilir henüz oturmamış bir düzenin sonunu getirebilirdi. Ama Türkiye burjuvazisinin sanayi merkezli bir büyümeyi sağlayabilecek mecali de yoktu. Çözüm ise, ironik biçimde Türkiye’nin hemen yanı başında, Bolşevik devrimin ana yurdundaydı.
Türkiye kapitalizminin 1930’dan İkinci Savaş’a kadar süren ilk sanayileşme atılımı Sovyetler Birliği’nin damgasını taşır. Kemalist iktidarın 1923’ten bu yana kolladığı ticaret burjuvazisinin sermaye birikimi açısından yetersizliği, ilkel koşullarda üretim yapan tarım sektörünün bu atılımı kendiliğinden destekleyecek potansiyeli barındırmaması, Sovyetler Birliği’ndeki planlı, kamucu kalkınma deneyinin Türkiye’de model olarak uygulanmasına neden oldu. Bilinçli değil, dünya konjonktürünün zorlamasıyla sanayileşme yoluna giren Türkiye kapitalizmi, Sovyet iktidarının görkemli planlamacılığının, “devletçilik” adı altında bir karikatürünü uyguladı.
Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi için bir yöntem olarak tercih edilen devletçilik, bu amaçla uyumlu bir şekilde egemen sınıfın iç kompartımanları arasında da bir krize yol açmadı; tam tersine bugüne değin gelecek uyumlu bir birlikteliğin başlangıcı oldu. Burjuvazi içerisinde o dönemde ağır basan iki unsur olarak ticaret ve toprak sermayesi, kendi iktidarlarını sağlamlaştırmak için girilen bu yoldan, Türkiye’nin devlet eliyle sanayileşmesinden hiç de rahatsız değillerdi.
Ancak aslında kapitalizmin dünya çapında yaşadığı krizi aşmak ve burjuvazinin iktidarını tahkim etmek için yapılan bu operasyonun, kapitalizmin doğası gereği, başka sonuçları da oldu. Türkiye’de 1930 yılında devlet eliyle başlatılan sanayileşme, Türkiye işçi sınıfının nicel olarak ilk sıçramasını müjdeliyordu.
1930: Devlet eliyle proleterleşme
Türkiye’de sanayi proletaryası 1930 ile 1940 arasında on yıllık sanayileşme atılımı sırasında oransal olarak Türkiye tarihinin en yüksek büyüme oranlarından birini yakaladı. Sanayide çalışan işçilerin sayısı bu dönemde yaklaşık olarak iki katına çıktı. 2 İşçi sınıfında benzer bir nicel büyüme için Türkiye, yirmi yıl bekleyecekti.
Türkiye sanayisi bu on yıl içerisinde devlet eliyle bir ilkel birikim dönemi yaşarken, her ilkel birikim döneminde olduğu gibi hızlı bir proleterleşme süreci yaşamıştı. Devletin açtığı fabrikalar işçi bekliyordu. Düzen ihtiyaç duyduğu işçileri tarım sektöründen devşirirken, sürecin olası sonuçlarını hesaplamayı ihmal etmedi:
“Devletten gördüğü teşvik ve himaye sayesinde milli iktisadımız sürekli bir inkişaf göstermektedir. Bilhassa büyük şehirlerimizde toplu bir sanayi ve ticaret doğmaktadır… Bu teknikleşme ve toplanma hareketi modern devletlere yeni vazifeler tahmil etmiştir. Büyük istihsalin doğurduğu kuvvetli işçi kümelerinin cemiyet için muzır kuvvetler haline gelebilmesinin önüne geçebilmek için devletler iş hayatını milli bakım noktasından tanzim etmek mecburiyetinde kalmışlardır.” 3
1930’lu yıllarda Türkiye kapitalizminin geçirdiği dönüşümün yan etkilerine karşı alınacak önlemler, Birinci Plan’ın metninden alınmış bu satırlardan daha yalın ve güzel anlatılabilir mi?
Türkiye burjuvazisi sanayileşme planı hazırlarken, aynı planın içerisine sanayileşme ile meydana çıkacak işçi sınıfına karşı alınacak önlemleri de ihmal etmiyor. Öyle ki, çok yerinde bir tespitle, bunun modern kapitalist devletin görevlerinden biri olduğu da vurgulanıyor. Türkiye burjuvazisi gecikmişliğin avantajlarını kullanıp, Avrupa’daki erken gelişen kapitalist ülkelerdeki sınıfdaşlarının, sanayileşme döneminde geçirdikleri acı tecrübeyi yaşamamaya çalışıyor.
Türkiye’nin egemen sınıfı, tarihsel olarak önünde giden İngiltere, Fransa ve Almanya burjuvazilerinin deneyimlerinden belli ki çok önemli dersler çıkarmıştır. Geniş kitleleri zorla üretim araçlarından kopararak işçi sınıfının saflarına katan kapitalizm, gelişmiş kapitalist ülkelerde bu süreçte iktidarda kalmasını, işçi sınıfının oluşum zeminini radikal bir biçimde devrimcileştiren öncü partinin olmayışına borçludur.
Yalnızca ekonomik değil aynı zamanda ideolojik ve siyasi bir süreç de olan proleterleşmenin kendinden menkul hiçbir sonucunun olmaması, önce gelişmiş Avrupa kapitalizmlerinde sonra da Türkiye gibi gecikmiş ülkelerde gözlemlenmiştir.
Kapitalizmin eşitsiz gelişimle belirlenen doğası ülkelerin işçi sınıflarının oluşum süreçlerine ve bu sırada yaşanan sınıf mücadelelerine damgasını vurmuştur.
Gecikmiş Türkiye, yapısal zaafları ve sanayileşme atılımına kalktığı 1930’lu yıllardan çok daha önce emperyalizm aşamasına yükselmiş olan kapitalizmin dünya genelindeki dinamikleri gereği, nicel olarak Avrupalı ülkelerle karşılaştırılamayacak zamana yayılmış bir ilkel birikim dönemi yaşadı. Bu birikimin tepe noktalarından biri olarak görülebilecek 30’lu yıllar bile, erken kapitalistleşen ülkelerle karşılaştırıldığında oldukça cılız kalır. Türkiye kapitalizminin bu yapısı, proleterleşmenin nicel dinamiklerini belirledi. Rakamlar söz konusu olduğunda Türkiye’de sanayileşme sırasında işçi sınıfına katılan kitlenin büyüklüğü gelişmiş ülkelerle karşılaştırılamaz. 4
Bu bağlamda 1930’lu yıllar Türkiye işçi sınıfının nicel olarak ilk atılımının yaşandığı yıllardır ama nesnel olarak bu büyümenin önemsenmesi oldukça zordur. Ama siyasetin, olasılıklar dahilinde varolan nesnel dinamiklere hükmetmek olduğu unutulmamalıdır. 1930’larda burjuvazinin de farkında olduğu, korktuğu bu olasılıklardır işte. Olasılık, maddi olarak zayıf bir sınıftan devrimci bir kitle hareketi yaratmak değil oluşum sinyalleri veren bir sınıfla ilk organik bağları tesis etmektir. Oysa bu işi başaracak komünistlerin öznel durumu bu dönemde hiç de parlak değildir.
Ancak burjuvazinin öznel durumu söz konusu olduğunda tablo tersine dönmektedir. Sınıf bilinci açısından, zamansal değil dönemsel bir karşılaştırma yapıldığında Türkiye burjuvazisinin Avrupalı öncüllerine göre çok daha gelişkin olduğu görülmektedir. Eşitsiz gelişim, sınıfların farklı ülkelerde benzer deneyimleri farklı zamanlarda yaşamalarına yol açarken, değiştirilemez tek bir zaman ekseni olmasından hareketle, sınıfların daha önce yaşanan deneyimlerden faydalanmasına olanak tanır.
Türkiye burjuvazisi işçi sınıfıyla ilk ciddi karşılaşmasında, Avrupa’daki ilk mücadelelerin deneyimlerinden sonuna kadar faydalanmıştır. Ancak burjuvazinin erken dönem işçi hareketleri sırasında Avrupa’da hiçbir bilince sahip olmadan, şaşkınca hareket ettiği de düşünülmemelidir. Tüm dünyada hakim sınıflarca ortaklaşılan bu bilincin Avrupalı burjuva sınıflarınca, sınıf mücadelelerinde, işçi sınıfının kanı pahasına oluşturulduğu unutulmamalıdır. Uzun soluklu bir devrim deneyimi yaşayan Türkiye burjuvazisi bu dönemde kendine has özellikleri de bu ortak bilince eklemeyi öğrenmiştir.
Ancak bu bilinç Türkiye burjuvazisini sınıflar mücadelesinde kendine güvenen bir sınıf haline getirmeye yetmemiştir. İşin iyi tarafı, burjuvazi korkusunda çok geçmeden haklı da çıkacaktır. 1960’lar Türkiye’de burjuva iktidarının kitlesel bir sol hareketle sallandığı yıllardır.
1930 sanayileşmesiyle eşzamanlı olarak yaşanan ama nicel olarak zayıf kalan proleterleşmenin Türkiye işçi sınıfı tarihinde derin bir iz bırakmamasının nedenlerini yalnızca yapısal engellerde arayanların, Avrupa’nın en geri ülkesinde iktidara gelmeyi başarmış Rusya işçi sınıfı hakkında bir kez daha düşünmeleri faydalı olacaktır.
1930’ların mütevazı büyüklükteki Türkiye işçi sınıfıyla, devrim öncesi büyük kentlerin en büyük gücü haline gelmiş Rus işçi sınıfı aynı kefeye konulamaz elbette. Ama nicel olarak Avrupalı sınıf kardeşlerinin çok gerisinde olan Rus işçileri, Lenin’in partisinin öncülüğündeki iktidar yürüyüşlerini muzaffer kılmayı başarırken, bu nicel parametreler üzerine düşünmeye pek az zaman bulabilmiştir. Peki 1930’larda Türkiye kapitalizminin önemli bir yapısal dönüşümüyle sonuçlanan sanayileşmesinden işçi sınıfı mücadeleleri adına geriye ne kalmıştır? Bu sorunun yanıtı birkaç münferit ve ne yazık ki önemsiz vaka sayılmazsa hiçtir.
Türkiye burjuvazisi 1933 tarihli Birinci Sanayi Planı’nın metninde belirtilen önlemleri somutlamakta gecikmeyecektir:
“Esasen, tümüyle Mussolini İtalyası’ndan alınmış olan Ceza Yasası’nda 1933’te yapılan değişiklikle grev yasağı bazı müeyyidelerle takviye edilmiştir. Keza, 1936 tarihli İş Kanunu da aynı modelden esinlenilerek biçimlendirilmiştir. Bu yöndeki evrim, 1938’de Cemiyetler Kanunu’nda yapılan değişiklikle sendika hakkının yasaklanması noktasına vardığı bir sırada savaş patlak vermiştir.” 5
Bu verilere eklenmesi gereken nokta 1928 ile 1938 arasında hukuken mümkün olmasına karşın kemalist iktidarın sendikaların kurulmasına fiilen izin vermediğidir. CHP 1931 yılında sendikaları ikame etmek üzere partiye bağlı olarak işçi dernekleri örgütlemeye çalışacaktır.
Tüm bunlardan Türkiye burjuvazisinin işçi sınıfını 1930’dan sonra keşfettiği sonucu çıkarılmamalı. 1930’dan önce TKP’ye karşı verilen mücadele, tek başına burjuvazinin düşmanının farkında olduğunun en iyi göstergesidir. Ancak burjuvazinin anti-komünist geleneklerinin 1930 öncesine dayanması, 1930’lu yıllarda kemalist iktidarın proleterleşme sürecine hazırlıklı olmasının ve bu nedenle işçi sınıfı üzerinde özellikle durmasının önemini azaltmıyor.6 Dönemi sarsıntısız atlatan Türkiye burjuvazisinin başarısının nedenlerini yalnızca yapısal dinamiklerde aramak yanlışından özellikle kaçınmak gerekiyor.
Kemalist iktidar 1930’lu yıllarda işçilere karşı önlem almak için yalnızca zoru kullanmadı. İşçileri kazanmak için sadece CHP’ye bağlı olarak kurulan işçi derneklerine başvurmadı. Türkiye burjuva devriminin, Kurtuluş Savaşı momenti dışında, kitleleri pek işe karıştırmama çabas, dönüşümlerin üstyapı kurumları merkezli gerçekleşmesine yol açmış, ama Türkiye burjuvazisinin kitleleri bağlamak amacıyla bir ideoloji üretimi gereksinimi de olmamıştır. Ancak Türkiye kapitalizminin bu önemli eksiklikle yola uzun süre devam etmesi düşünülemezdi. Tamamlama girişimlerinin her defasında yarım kalmasına, Türkiye kapitalizminin yapısal olarak eksiksiz bir ideolojik korunakla kendini tahkim etmesinin olanaksızlığına rağmen, burjuvazi bunu hep denedi.
1930’lar Türkiye burjuva devriminin eksik kalmış ideolojik ayağının sağlama alınmaya çalıştığı yıllar olarak okunabilir. Bu gerilim, egemen ideolojinin 30’lardaki versiyonunun kimi zaman ilerici, kimi zaman gerici olmasını da açıklar. İlerici üstyapı dönüşümlerine devam eden kemalistler, komünistlere karşı acımasız, işçi sınıfının potansiyeline karşı dikkatlidir. Aynı gerilim, kendilerine karşı yürütülen sistemli zorun aleniliğine rağmen komünistleri de düzene karşı mücadelelerinde zaman zaman kararsız bırakacaktır.
Ancak komünist bir öznenin yokluğu, hem siyasi hem de ideolojik açıdan ülkeyi burjuvazi için dikensiz bir gül bahçesine dönüştürecektir. 1930’lu yıllarda komünistler vardır ama ne yazık ki TKP yoktur. Nâzım’ın, Şefik Hüsnü’nün, Kıvılcımlı’nın ve diğer komünistlerin bireysel çabaları, örgütün yokluğunda, tüm değerlerine rağmen o dönemde yeni oluşmakta olan işçi sınıfının nezdinde etkisiz kalacaktır. Elbette bu saptama komünistlerin onurlu ve inatçı çabalarının değerini azaltmamaktadır. Bıraktıkları miras Türkiye solu için her zaman çok değerli olmuştur; hâlâ da çok değerlidir.
Düzenin ideolojik tahkimatı, proleterleşmenin olası etkilerinden korunmak için burjuva sınıfının alması gereken önlemlerle zamansal olarak çakışmıştır. Bu çakışma konusunda burjuvaziye özel bir bilinç atfetmek ise yanlış olacaktır.
Türkiye kapitalizminin sanayileşme hamlesinin zamanlaması dış dinamiklerce belirlenmiştir; ancak bir sistem olarak kapitalizmin yapısal dinamiklerinin zaman içerisinde Türkiye’yi benzer bir hamle yapmak zorunda bırakacak olması unutulmamalıdır. Sanayileşmenin devlet eliyle yürütülmüş, ilk işçilerin kamu sektöründe istihdam edilmiş olması hakkında da benzer saptamalar yapılabilir; hem dünya konjonktürü, hem de sermaye birikiminin yetersiz oluşu hamlenin yöntemini belirlemiştir.
Türkiye ilk proleterleşme deneyimini burjuvazi açısından çok uygun bir ideolojik ve siyasi atmosferde yaşamış, Türkiye burjuvazisinin gecikmişlikten kaynaklı gelişkin sınıf bilinci proleterleşmenin işçi sınıfı lehine siyasi ve ideolojik sonuçlar doğurmasını engellemiştir.
Türkiye işçi sınıfı 1930’larda oluşumunun ilk sinyallerini verirken elbette nicel olgunlaşmasını tamamlamış değildir. Ancak bu maddi zayıflıktan daha önemlisi, bu açığı kapatabilecek, burjuvazinin proleterleşme sürecinin etrafına ördüğü siyasi ve ideolojik duvarı delebilecek bir devrimci öznenin olmayışıdır.
Sermaye sınıfı bir dahaki sefere bu kadar “şanslı” olmayacaktır…
1960: Farklı bir dünya
1960’ların Türkiyesi, ’30’ların Türkiyesi’nden farklıdır. 1960’ların dünyası da ’30’ların dünyasından.
1930’larda işçi sınıfı ve insanlık için bir büyük tehlike olarak baş gösteren faşizmin İkinci Savaş’taki yenilgisi, Sovyetler Birliği’ne ve dolayısıyla sosyalizme haklı bir prestij sağlamıştır. ’30’lu yıllarda başlattığı görkemli sanayileşme atılımını, savaşa kadar büyük bir başarıyla sürdüren Sovyetler Birliği, İkinci Savaş’ta kapitalist bloğun üzerine saldırttığı Alman faşizmini Stalingrad’dan geri çevirmiş, Berlin’e kadar kovalamış, Kızıl Ordu’nun Avrupa içlerine uzanan bu yolculuğu, Doğu ve Orta Avrupa’da art arda kurulan halk cumhuriyetleri ile taçlanmıştır.
Zaferin ardından, tüm dünya işçi sınıfları için, Sovyetler Birliği imrenilen ülke, sosyalizm somut bir tercihtir artık.
Ancak Türkiye için aceleci değerlendirmelerden kaçınmakta fayda vardır. Türkiye’de aydın ve yarı aydın kesiminin, ülkenin gecikmişliği merkezli çıkışı dünyadaki sol havanın etkisiyle yüzünü sosyalizme dönmüştür. Bu ideolojik yönelişin işçi sınıfını etkilemesi zaman alacaktır.
Sovyetler Birliği savaşta kaybettiği milyonlarca değerli evladının, 20. Kongre faciasının bedelini ödeyecektir; sosyalizmin bu görkemli yükselişi, etkisini anında göstermeyen bu kayıp ve hataların telafisi için yeterince çaba harcanmamasına da neden olmuştur.
1945’te atom bombasıyla sosyalizmin Avrupa’daki ilerleyişini durduran emperyalistler, 1956’ya kadar belirgin bir üstünlük sağlayamasalar da, savaşın ideolojik olarak galibi Sovyetler Birliği’ni “doğu”ya hapsetmeyi başardılar. Sovyetler Birliği Komünist Partisi sosyalizmin müthiş prestijini ve ekonomik başarısını Avrupa’da ikinci bir atakla yeni mevzilere taşımaktansa, anlaşılması olanaksız bir biçimde Stalin’le uğraşmayı tercih etti.
“1960’lara gelindiğinde Avrupa’da duruma hakim olan gerici güçler, başka topraklardaki gelişmelerle sarsıldılar. Sömürgeciliğin çözülmesi 20. yüzyıl tarihine damga vuran bir süreçti. Ancak 50’lerin sonunda Avrupa’dan çekilen Sovyetler Birliği’nin bu sürece daha fazla müdahale etmeye başlamasıyla birlikte, emperyalist ülkeler NATO’nun görev alanına girmeyen bir coğrafyada yeni bir gerçekle karşılaştılar: Avrupa’da kazanıyor Latin Amerika Asya ve Afrika’da kaybediyorlardı…” 7
Süreç ’80’lerde Avrupa’dan güç alan emperyalizmin bu coğrafyalara müdahale etmesiyle durduruldu. Ancak 1960’tan 80’e kadar geçen yıllarda ekonomik sorunlar da yaşayan kapitalizm, Avrupa’daki gelişmiş kapitalist ülkeler dışında rahat edemeyecekti. İdeolojik olarak sosyalizme kaybedilen mevzilerin geri alınması, Sovyetler Birliği’nin neredeyse terk ettiği Avrupa’da bile zor oldu. Kapitalist kampın Türkiye gibi gecikmiş ülkelerinde ise tablo burjuvazi açısından gerçekten vahimdi…
1960: Farklı bir Türkiye
Türkiye kapitalizminin 1960’lardaki genişlemesinin kökleri İkinci Savaş’ın ertesinde kendisine kapitalist kampta bir yer arayan ülkenin, o yıllarda bu arayışla uyumlu bir şekilde yürütmeye çalıştığı dönüşüm projesinin başarısızlığında aranmalıdır. Çok partili bir siyasi yaşam denemesi ve ardından gelen Demokrat Parti iktidarı, kapitalizmin ertelediği sayısız gerilimi açığa çıkaracaktı. Kemalistlerin baskısından kurtulan gerici güçlerin kapitalizme ayak bağı olmaları, bu ilerlemeye engel unsurlara özellikle ordu içerisinde büyüyen tepkiler, 27 Mayıs’a doğru büyürken, ekonomik alanda da sanayileşmenin finansmanında tarımdan aktarılamayan kaynağın dışardan bulunmasını zorunlu kılıyordu. Oysa emperyalistler, Truman Doktrini ile Türkiye’ye yardım etmeye karar vermiş olsalar da, çerçevesi yine aynı doktrince çizilmiş emperyalist işbölümü uyarınca, bu finansmanın geniş ölçekli bir sanayileşme hamlesinde kullanılmasını istemiyorlardı.
Hepsi birer kriz dinamiği haline gelen bu sorunların çözümü için 27 Mayıs’la başlayan süreç, bütünsel bir projeye dönüşmemiş olsa da, Türkiye kapitalizminin ekonomik olarak 1977’ye kadar sürekli büyümesine de denk düşer. Bu büyüme dönemi Türkiye işçi sınıfının maddi olarak rüştünü ispatlayacağı dönemdir.
1940’tan 1960’a kadar süren yirmi yıllık dönemde sanayi proletaryası, 1930’u takip eden on yıldaki kadar büyümemiştir. ’60’dan ’80’e kadar devam eden süreçte ise sanayi proletaryası nicel büyüklüğünü yaklaşık olarak yine ikiye katlayacaktır.8 Ama ulaşılan nokta ’30’lardan çok daha anlamlıdır: 1980’de Türkiye’de çalışan her beş kişiden biri sanayi işçisidir.
Nicel olarak aynı dönemi belirleyen bir diğer önemli olgu, tarım sektörünün bu yirmi yıl içerisinde toplam işgücü içerisindeki ağırlığını kaybetmeye başlamasıdır; ’60’larda Türkiye’de kırdan kente yoğun bir göç yaşanmıştır. 9
Ancak 1960’ı takip eden yirmi yıllık dönemde sanayi büyüyen tek sektör değildir. Ondan da daha fazla büyüyen hizmet sektörü bu yıllar incelenirken mutlaka dikkate alınmalıdır. 10
Ekonominin üretken olmayan kesiminin sanayiden daha fazla genişlemesi ideal şartlarda kapitalist ekonomilerin ileri aşamalarında rastlanan bir özelliktir. Ancak Türkiye kapitalizminin yapısal zaafları bu üretken olmayan büyüme ile kendisini göstermektedir. Bu yapısal özellik, 1980’den sonra, sanayiinin çok daha az büyüdüğü bir konjonktürde adlı adınca “sanayisizleşme” halini alacaktır.
Kapitalist gelişme yolunda ancak gelişkin bir sanayi altyapısıyla daha ileri olabilecek bir modelin, yapısal olarak taşınamayacağı bir zeminin üzerine oturtulmaya çalışılmasını eşitsiz gelişimden başka ne açıklayabilir?
Hizmet sektörlerinin yıllara göre karşılaştırılması, ’60’lardaki sanayileşme atılımının ’30’lardan, nicel büyüklük ve tarım sektöründe hızlı azalmayla birlikte bir başka farkını daha gözlemleme olanağını verecektir. Hizmet sektöründeki şişme, kırda üretim araçlarından koparılan köylünün proleterleşmesinde, fabrikadan başka bir uğrağı göstermektedir.
Büyük kentlerin eteklerinde serpilmeye başlayacak olan gecekondu mahallelerini, hizmet sektöründe çalışan emekçiler, sanayi işçileriyle paylaşacaktır. Sanayiinin ekonomi içerisindeki payını artırmakta neredeyse yüz yıl geciken Türkiye’de sürecin tam da yüz yıl öncesinde olduğu gibi akması beklenebilir mi?
Ancak onlarca yıl sonra Türkiye’de yaşanan sürecin batıdaki öncüllerine göre farklılıklar içermesi kapitalizmin değişmeyen dinamiklerine dair şüpheler üretmeyi haklı çıkarır mı?
Türkiye ekonomisi ’60’larda tarım sektöründen devşirilen emek gücünün, sanayi dışında da kullanılabilmesi için gereken esnekliği gösterdi ve kentleşme yalnızca sanayileşmeye dayalı olarak gerçekleşmedi.
“Sadece sanayileşmeye dayalı bir kentleşme, bu nüfus akımını sanayi işçiliği ile işsizlik seçenekleri arasında karşı karşıya bırakarak sınırlayacak iken, hizmetlerin ve marjinal-verimsiz faaliyetlerin şişkinliği böyle bir sınırlamayı önemli ölçüde gevşetebilmektedir. Gecekondu bölgelerinde kırsal hayatı kısmen de olsa yeniden üretebilen; … aşağı sınıflara dayalı bir kentleşme süreci, sanayi devriminin her an patlamaya hazır barut fıçılarını andıran ve proletarya-burjuvazi çelişkisi üzerine kurulu Batı Avrupa kentleşmesine göre egemen sınıflar açısından önemli istikrar unsurları taşımaktadır.” 11
Ama acaba “sadece sanayileşmeye dayalı bir kentleşme” dünyanın herhangi bir ülkesinde, herhangi bir zamanda yaşandı mı?
Bu soruyu hayır diye yanıtlamak gerekiyor. Ne kapitalizmin en ideal gelişim çizgisini izlediği İngiltere’de, ne de onu takip eden Almanya ve Fransa da, ilkel birikim döneminin hemen ardından yaşanan hızlı kentleşme “sadece” sanayileşmeye dayanmaz. Proleterleşme Batı’da da homojen, doğrusal bir süreç olarak yaşanmadı. Bugün marksizmin klasik eserlerinde rastladığımız lumpen proletarya kategorisi neyin sonucu olarak ortaya çıkmıştır? Peki evde daha ilkel bir üretim tarzıyla süren imalatın bir süre daha tüm zorluklara karşın devam etmesini nasıl açıklayacağız? İngiltere’de 19. yüzyılın sonunda kırda kimse kalmamıştır; ama bu göç sonucunda kentlere yerleşen herkes sanayi işçisi olarak çalışmaya başlamamıştır ki. İngiliz işçi sınıfı içerisinde ağırlığını 1840’tan sonra hissettirmeye başlayan sanayi proletaryasının sınıf içindeki liderliği tartışmasızdır; ancak bu olgu İngiliz işçi sınıfının homojen, çelişkisiz bir topluluk olduğu anlamına gelmemektedir. İşçi sınıfının genel bir özelliği olarak iç eşitsizliklerden söz etmek anlamlıdır; Batı Avrupa işçi sınıfları da istisna değildir.
Kentleşme sırasında, nüfus akımının temel nedeni sanayileşmenin kentlerde yarattığı çekim gücüdür ama tarımdaki tasfiye sürecinin bu denli bilinçli ve kentlerdeki ihtiyacı karşılayacak şekilde işlediği düşünülmemelidir. Tarımdaki çözülüş ve sanayileşme, artık ve işgücü transferi gibi dolayımlar aracılığıyla eşzamanlı yürümektedir, ancak bu süreçlerin arasındaki uyumun mutlaklaştırılması, egemen sınıfın kendi iç gerilimleri, kapitalist üretim biçimine eklemlenen daha geri üretim biçimlerinin varlığı, emek gücünün de bir meta olarak alınıp satılması gibi kapitalizmin temel özellikleri nedeniyle mümkün değildir.
Türkiye kapitalizminin gecikmiş karakterine rağmen yüz yıl öncesinden kalma üretim araçlarıyla yola koyulduğu zannedilmemelidir. Üretim araçlarındaki bu gelişkinlik bile, benzer birikim hızlarında, Türkiye kapitalizminin yüz yıl öncesinin Avrupa ülkelerine göre farklı istihdam alışkanlıkları sergileyeceğinin göstergesidir.
Dünyanın hiçbir yerinde sanayileşme olmadan kentleşme yaşanamaz. Ama bu sürecin en ideal halinde bile varolan çelişki ve gerilimleri görmezden gelmek, işçi sınıfının temel özellikleri hakkında birtakım yanılgılara kapı aralamaktadır.
Kentlerin kapitalizmin zayıf karnını oluşturması ve bu nedenle sosyalizmin kentlerde kazanacak olmasının temel nedeni elbette burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişkinin en yoğun olarak kentlerde yaşanmasıdır. Ama işçi sınıfının devrimci isyanının zemini çıplak bir emek-sermaye çelişkisi olmayacaktır ki. Bırakalım 20. yüzyıldaki işçi hareketlerini bir kenara, 19. yüzyıldaki şanlı Komün deneyinde bile işçiler öncelikli olarak sevgili Parislerinin Prusya çizmesi altında ezilmesine karşı direndiler.
Kapitalist sömürünün gerçekleşmesi için doğrudan bir siyasi müdahaleye ihtiyaç duyulmaması ve emeğin sermayeye bağımlılığı aynı tarihsel kesitin özelliği olarak ortaya çıkmış iki olgudur. İşçi sınıfının oluşum aşamasında belirleyici olan bu yapısal özellikler, erken dönem işçi hareketleri dışında işçi sınıfının ekonomik bilincinin siyasi bilince dışarıdan bir müdahale olmaksızın evrilememesi sonucunu doğurmuştur. Bu iki olgunun sanayileşmeyle birlikte yerleşiklik kazanmasının ardından, Batı Avrupa’daki erken dönem işçi hareketlerini incelerken de dikkatli olmakta fayda vardır. Dönemin işçi hareketlerinin siyasallık düzeyi sanayileşme öncesi ve sonrasında ciddi farklılıklar gösterir. Sanayileşme sonrası işçi hareketlerinde siyasal bilinçle belirlenen eylemler istisnadır. Genel kural, bu eylemlerin ekonomik isteklerle sınırlı kalmasıdır. Kapitalizmin işçi hareketleri karşısında taşıdığı en önemli avantaj bu yapısal özellikler ve bu maddi zeminin üzerinde yükselen ideolojik korunaktır.
1960’lardaki sanayileşme dalgasının burjuvazi açısından sorunsuz atlatıldığını söylemek, Türkiye sol tarihinin en önemli kitleselleşme deneyimine haksızlık olur.
TİP’in ve DİSK’in hem aralarındaki ilişki hem de yaptıkları işler açısından 60’lara damga vurmuş olmaları inkar edilebilir mi? Devrimci öğrenci eylemlerinin kısa bir süre için de olsa bir kriz dinamiği oldukları unutulmamalıdır.
Ancak Türkiye işçi sınıfı adına dönemin nasıl geçtiğini anlamak için iki güne bakmak yeterli olacaktır. Nesnel olarak uzun zamandır var olan Türkiye işçi sınıfı 15-16 Haziran’da rüştünü ispatlamıştır. Bir sınıf olarak özgüven kazanmış sendikası DİSK’in önünü açmıştır.
Sol proleterleşmenin neresinde durdu?
1960’ta tüm dünyada soldan esiyor görünen rüzgarın Türkiye işçi sınıfına kendiliğinden sirayet etmesi olanaksızdır. Hele de sosyalizmin anayurduyla komşu olan bir ülkenin hakim sınıfının, sayısız coğrafyada yükselen bir çizgi tutturan sosyalizme karşı daha da gelişkin bir bilinçle sınıflar mücadelesinde taraf olduğu bir durumda… Burjuvazinin 1930’larda somut bir politika olarak tercih etmeye başladığı düzen içi işçi hareketleri, sınıfın kontrollü olarak sisteme bağlı bir şekilde örgütlenmesini sağlasa ve Türk-İş’le bir kurumsal kimliğe kavuşsa da, bu yapı stabilitesini uzun süre koruyamayacaktı.
“1960’ların ileri ama eksik kendiliğindenlik-öncülük denkleminin bir ayağı işte bu düzen içi kanaldan (Türk-İş – e.a.) çıktı. Önce TİP sonra DİSK kurucusu sendikacılar kuşağının tarihi kökeni burjuva sendikalizmidir. Burjuva sendikalizminin iç ayrışmaya uğrayıp kendisini inkar eden ileri kollar doğurmasında ise sosyalizmin toplumsal düzeyde ideolojik ve politik etkinliğinin izini aramak beyhude bir çaba olacaktır. Türkiye’de, ilerici, sol sendikacılığın burjuva sendikalizminden kopuş zemini, sosyalizmin zaferleriyle değil kapitalizmin gedikleriyle örülüdür.” 12
Sosyalist hareketin, burjuvazinin gecikmiş bir ülkede kaçınılmaz olarak vereceği açıkları, kalıcı olarak doldurabilmesi için öznel müdahaleler zorunludur. Tüm eksikliklerine rağmen Türkiye işçi sınıfı tarihinin gördüğü en ileri model olan TİP-DİSK birlikteliğinin de kalıcı olabilmesi ancak bu müdahaleler aracılığıyla mümkündü; ama olmadı. Yaşanan hızlı ve yoğun proleterleşme ve kentleşmenin solun yükselişinin maddi zeminini tanımladığı bir dönemde sosyalizmin adım adım yükselen ideolojik ve politik etkinliği, geleneksel bir öncü partinin yokluğunda nihayete erdirilemedi. Dönemin büyük kazanımlarından DİSK’in ’70’lerde, TKP’nin hatalarının da yardımıyla burjuvazi tarafından sosyal-demokratlaştırılarak fethedilmesi, 60’lardaki bu sürecin devamıdır.
Proleterleşmenin kendinden menkul hiçbir siyasi ve ideolojik sonucu yoktur; Türkiye’de 1960’lar bunun en güzel örneğidir. Yeterli sayıda parametrenin soldan yana işlev gördüğü bir konjonktürde, Türkiye işçi sınıfının oluşum aşamasında sol sınıf içerisinde kalıcı mevziler elde etme fırsatını kaçırmıştır. Hem de bu denli yaklaşmasına rağmen… 13
Türkiye tarihinin en büyük işçi kalkışması olan 15-16 Haziran’da bile durum sol açısından farklı değildir. Böylesi büyük bir kalkışmada örgütlü solun etkisinin son derece sınırlı olması ne kadar düşündürücüdür! Dönemin önemli gücü devrimci demokrasinin, işçi sınıfı ile bağlarının zayıflığında şaşılacak bir yan bulunmuyor. Ama TİP’in böylesi mazeretlere sığınma hakkı bulunmuyor. 60’ların ikinci yarısında önemli bir kitlesel güce ulaşmış, ama sonra gençliği devrimci demokrasiye emanet etmiş, işçileri de sahipsiz bırakmış bir partinin yüz binlerce işçinin İstanbul’u iki günlüğüne teslim almasını tribünden izlemesinin doğal olduğunu söylemek, TİP’i böylesi bir çaresizliğe mahkum eden öznel hataları görmezden gelmek mümkün değildir.
Ancak proleterleşmenin içinde akacağı ideolojik kanalın dönemin hakim ideolojik havasından farklı olamayacağını da en iyi 15-16 Haziran gösteriyor:
“… yüz binlerce işçinin açığa çıkardığı ortalama ideolojik renk, Türkiye sol hareketinin ortalama renginden hiç de geri değildir. MDD’ciliğin tamamen yanlış kurulan stratejisi, sosyalist devrimciliğin ise sosyalistlik ile devrimcilik arasında yarattığı anlaşılmaz gerilim, ortaya tamamen anayasacı bir ideolojik atmosfer çıkartmıştır ve işçi kitleleri de bu atmosfer içerisinde hareket etmişlerdir.” 14
Kendinden menkul ideolojik ve siyasi sonuçları olmayan proleterleşmeyi, tarihsel sonuçlarına götürecek öncü örgütünün varolmadığı partinin bilinçli müdahalelerle sınıfın içinde nefes alıp verdiği doğal ideolojik atmosferde devrimci gedikler açamadığı bir konjonktürde, solun işçi sınıfıyla kalıcı ilişkiler kurma fırsatını kaçırması kadar doğal ne olabilir ki!
Türkiye solu 1960 ile 1980 arasında hem sınıfın içindedir, hem de dışında. Siyasi ve ideolojik çerçevesi doğru kurgulanmamış bir kitleselleşmenin yalın haliyle pek az anlamının olduğu bu dönemde görülmüştür. İşçi sınıfının oluşum sürecine müdahalenin, siyasi ve ideolojik olarak doğru bir hat üzerinde toplumsallaşan bir sol hareketle mümkün olacağı da…
Bu bağlamda, tüm kitleselliğine rağmen işçi sınıfının oluşumunu uzaktan izlemekle yetinen sol, dönemine göre, ya sınıfın bir türlü harekete geçmemesinden şikayet edecek, ya da kaçan fırsatların arkasından hayıflanıp çareyi bir koçaklama edebiyatına sığınmakta bulacaktır.
Ama bir yol daha var elbette. Bugün sınıfı uzaktan izlememek var, geçmişte düşülen hatalardan ders almak var, ders alırken bir tarihe sahip çıkmak var…
1970’den sonra Türkiye ekonomisinin yönelimleri nesnel olarak değişmedi. Ama ’70’lerin başında bu maddi zeminin güç verdiği sol yükselişi kontrol altına alan burjuvazi, 1974-77 arasında yine zorlanmıştır; 1977’den sonra ise solun yenilgisi kesinleşmiştir.
Ancak ’60’ların Türkiye siyasetinde bıraktığı kalıcı iz, işçi sınıfının bu sahnenin değişmez bir aktörü olacağıdır. Proleterleşme süreci somut siyasi ve ideolojik sonucunu bu ağırlıkla açığa vurmuştur. 70’den sonra da bu ağırlığa dair, ’77 ve ’78 1 Mayısları, Tariş Direnişi başta olmak üzere sayısız örnek verilebilir. Ama bu noktasal örneklerden daha önemlisi, ’60’dan sonra Türkiye siyasetinin temel dinamiğinin büyüyen ve güçlenen işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sert kavga olmasıdır.
Ancak bu yorumun abartılı hali, birtakım yanlışları beraberinde getirmektedir:
“27 Mayıs öncesi Türkiyesinde modern kapitalist topluma özgü sınıf mücadeleleri henüz toplumsal değişimin ana motoru haline gelmemişti. Sınıflar arasındaki mücadelenin belirleyici ekseni çeşitli mülk sahibi sınıflar arasındaki çatışmalardan oluşuyordu. Bu yüzden, kentsel koalisyonun tabi bir destek sınıfı olarak işçi sınıfına tanınan haklar, hakim sınıflar ve bu arada sanayi burjuvazisi açısından bir tehlike oluşturacak gibi görünmüyordu.” 15
Teorik olarak işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki çelişki, emek gücünün bir meta olarak alınıp satılmasıyla başlar. Ama siyaset bağlamında somutlanan sınıflar mücadelesinin tarihini o kadar geriye götürmeye gerek bulunmuyor. Burjuvazinin iktidar perspektifi ile hareket etmeye başladığı ilk andan itibaren, işçi sınıfı siyaset alanında da burjuvazinin rakibidir.
Burjuvazinin egemen sınıf olma mücadelesini ilk anları yoğun olarak, eski düzenin hakim sınıflara karşı verilen mücadeleyi içerir ve hatta burjuvazi bu süreçte becerebiliyorsa, işçi sınıfını müttefik olarak kullanmaya da isteklidir. Ama burjuvazi kapitalizmin ilkel dönemlerinde bile işçi sınıfını kollamayı asla ihmal etmez. Proletaryanın bir güç olarak kendini ilk gösterdiği anda ise, ana düşman bir daha değişmemek üzere belli olacaktır. Bu nokta burjuvazi açısından müttefik politikasının da değiştiği andır; proletarya karşısında eski düzenin kalıntısı sınıflarla ittifak yapılması konusunda tarihte hiç kararsız kalınmamıştır. Kronolojik bir tartışmada Marx’ın saptamasına sadık kalıp bu dönemeç için 1848’i tercih etmekte fayda vardır.
Bu bağlamda, Türkiye’de modern sınıf mücadelelerini başlatmak için 27 Mayıs’ın bir milat olarak seçilmesi anlamlı değildir. Uzun soluklu burjuva devrimi boyunca, işçi sınıfını siyasi bir rakip olarak görmeye başlayan Türkiye burjuvazisi şiddetini sınıfın siyasi temsilcileri üzerinde yoğunlaştırmaktan hiç çekinmemiştir. 1923’ten sonra da hiç kesilmeyen bu mücadele, 1930’dan sonra işçi sınıfı için daha rafine, daha kitlesel önlemler almaya dönüşmüştür. Özellikle bu andan itibaren, ne kentsel koalisyonun tabi bir destek sınıfından ne de bu sınıfa tanınan rahatsız edici olmayan haklardan söz etmek anlamlıdır. Grevlerin ve sendikalaşmanın yasaklanmasını bir kenara bırakalım, CHP’ye bağlı kurulan işçi derneklerinin, Türk-İş’in ve diğer örneklerin, sınıfa tanınan haklar olarak görülmemesi gerektiği herhalde açık olmalıdır.
1980: Sanayisizleşme ve enformelleşme
1930’lar Türkiye işçi sınıfının maddi oluşumunun ilk belirtilerinin görüldüğü yıllardı; 1960’larsa nicel bir güç haline gelen sanayi proletaryasının, bu güçlenmeyle uyumlu bir biçimde, tüm eksikliklere rağmen Türkiye siyasetine damgasını vurduğu dönem.
1980’den sonra ise, Türkiye sanayisizleşme ve enformelleşmeden dolayı işçi sınıfının kompozisyonun değişmesine tanık oldu.
1980, Türkiye ekonomisinin köklü bir dönüşüme tabi tutulmasının başlangıç yılıdır. Türkiye, hem emperyalizmin istekleri doğrultusunda hem de iç dinamiklerin zorlamasıyla, ekonomisini dünya pazarlarına açarken, farklı bir sermaye birikim modeli tercih etti. Bu tercih önemli yapısal dönüşümlere işaret ediyordu.
1980 dönüşümü ile birlikte genelde yurtiçi talebe dönük üretim yapan ve hem korumacı politikalarla hem de KİT’lerin ucuza ürettiği ara mallarla sağlanan dolaylı sübvansiyonlarla palazlanan sanayi burjuvazisi farklı bir büyüme modeli tercihi nedeniyle daha dolaylı bir transfer ve kaynak aktarım mekanizmasına ihtiyaç duyacaktı. Bu dönüşümün etkisi ise elbette sanayi burjuvazisi ile sınırlı kalmadı.
Kapitalist üretim biçimi için ana düzenleyici meta değişiminin kendisidir; ama bu düzenleyicilik dünyada ve ulusal sınırlar içerisinde eşitsiz gelişimin dinamiklerinden bağımsız değildir. Sermaye birikim süreçlerine politik müdahalelerin zamanı ve koşullarını kapitalizmin gelişkinlik düzeyi belirler.
Bu bağlamda devlet aygıtının yeniden örgütlenmesi sorunu ise yalnızca egemen sınıfın ihtiyaçları açısından değil, sınıflar mücadelesindeki gereksinimler doğrultusunda okunmalıdır. Sınıflar mücadelesinin farklı gerilimlere sahip olduğu Türkiye gibi ülkelerde, birikim süreçleri açısından zayıf olan burjuvazi ile devlet arasında, görece daha geri modeller kullanılarak ilişki kurulması şaşırtıcı değildir. Zaman zaman devletin sınıflar üstü görünümünden ödün verme pahasına olsa bile…
1980 Türkiye’de devletin iktisadi işlevleri açısından farklılaşmaya başladığı yıldır. Bir başka deyişle Türkiye kapitalizminde ekonomi ile siyaset arasındaki ilişki ’80’den sonra farklı bir gelişim çizgisi izlemiştir. Kapitalizmin modern devletinin öyküsü, ekonomi ile siyaset alanlarının arasında kurulan bağların da öyküsüdür.
Ancak 1980, Türkiye kapitalizminde tüm özelliklerin bir anda değiştiği bir yıl değildir. Dahası bu değişikliklerin bütünsel olarak planlandığı, müteakip yıllarda ne yapılacağına bütün ayrıntılarıyla karar verildiği bir yıl da değildir. Kapitalizmin karar süreçleri bu denli derinlikli mekanizmalar içermez.
Tersine; 1980 kapitalizmin büyüyen krizine karşı alınmış önlemlerin plansız bir bütünüdür. Tepkisellikler üzerine oturtulmuş bu müdahalenin bir bütünsel projeye dönüşmesi zaman alacaktır.
’80’den sonra ihracata dayalı bir sanayileşmeyi önüne koyan Türkiye kapitalizminin, işçi sınıfına vurduğu ilk ekonomik darbe, bu tarz bir büyüme modeliyle uyumlu bir şekilde reel ücretler üzerinde korkunç bir baskı kurmasıdır. 12 Eylül faşizmiyle desteklenen bu modelin, işçilerin değişime direnmek için tüm haklarının elinden alındığı bir konjonktürde bile, sürdürülebilirliğinin bir sınırı vardır. Ücretler üzerindeki bu baskıya işçiler 1989 yılında cevap vermeye başlayacaktır.
Ancak işçi sınıfı için yaşanan dönüşüm sadece ücretlerin baskı altına alınması değildir. Zaten Bahar Eylemleri ile başlayan süreçte burjuvazi reel ücretleri önce ’93’e kadar yükseltmiş sonrasında da düşürmeye devam etmiştir.
Reel ücretlerdeki bu yükselmenin bölüşüm ilişkilerini burjuvazinin aleyhine bozmaması için alınan iki temel önlemden birisi kamu sektörünün ürettiği malların fiyatlarını düşük tutarak nihai mal üreticisi olan özel sektöre devlet eliyle kaynak transferinin sağlanmasıdır. İkincisi ise, devletin iç borçlanma senetleri ile borçlandırılarak, burjuvazinin rant yoluyla kazanmasının önünün açılmasıdır. 16
1980’de başlayan iktisadi dönüşüm, hem ’89 ‘da yükselen sınıf mücadelelerinin zorlamasıyla, hem de emperyalizmin gecikmiş ülkelere bir zorunluluk olarak dayattığı “finansal serbestleştirme” politikaları sayesinde, devletin ekonomik alana daha dolaylı, ama daha aktif müdahaleleriyle sürdürülmüştür.
İşçi sınıfı için bu dönemde yaşanan dönüşüm, yalnızca reel ücretlerde gözlenen iniş çıkışlarla değil, sanayisizleşme ve enformel sektörün büyümesi ile birlikte değerlendirilmelidir.
Türkiye kapitalizminin yapısal sorunları ’80’le birlikte ağırlaşmaya başlamıştır. Genelde sanayileşmeyle birlikte anılan 1960’lar, hizmet sektörünün de hızlı büyümesiyle geçirilmiş, hem istihdam oranlarında hem de hasıladan alınan pay olarak hizmet sektörü, sanayi sektöründen daha hızlı büyümüştü. 17
1980’den sonra da aslında genel eğilim değişmemiştir. Türkiye ekonomisi üretken olmayan sektörlerdeki şişmeyle, büyüyor görünmüştür. Sanayi sektörünün toplam hasıladan aldığı payın ’80’lerde de artmaya devam etmesinin temelde iki nedeni vardır. Birincisi, sanayide kapasite kullanım oranlarının artmasıdır. İkincisi ise emek üretkenliğinde gözlenen yükseliştir.18 Nispi artı değer sömürüsünün artırılması yoluyla Türkiye burjuvazisi kâr marjlarını korumayı başarmıştır.
Bu bağlamda ’80’den sonra sanayi sektörünün toplam istihdam içindeki payının artmaması şaşırtıcı değildir.19 Türkiye burjuvazisinin sanayiden kaçışı, ekonomik büyümenin istihdam yaratmaması sonucunu ortaya çıkarmıştır.
Son yirmi yıl içerisinde Türkiye’de sanayi proletaryası nicel olarak kesinlikle azalmamış olsa da, önceki yıllar gibi hızlı bir genişleme de yaşamamıştır.
Ancak sanayisizleşme politikaları ve bunun sonucunda Türkiye’de sanayi proletaryasının büyüme hızının düşmesi, oransal olarak ise neredeyse durması, Türkiye işçi sınıfının nicel olarak daralması anlamına gelmemektedir; Türkiye kapitalizminin tercihleri, Türkiye işçi sınıfını daraltmamakta ama işçi sınıfının kompozisyonunu değiştirmektedir.
İşçi sınıfının kompozisyonunun değişmesinin Türkiye solu için çok önemli bir gelişme olduğu ise aşikardır.
Sanayisizleşme ile atbaşı giden bir süreç olan enformelleşme, kayıtsız çalışan işçilerin sayısını tüm sektörlerde artırmış, emek gücünün burjuvazi tarafından daha esnek ve keyfi kullanılması sonucunu doğurmuştur.
Kayıtsız, tüm güvencelerden yoksun ve örgütsüz olan işçiler, işçi sınıfının yıllarca süren mücadeleleri sonucunda kazandığı hakların hiçbirinden faydalanamamaktadır. Burjuvazinin denetimsiz sömürüsüne maruz kalan işçilerin sayısı sanayi sektörü de dahil olmak üzere tüm sektörlerde çok önemli boyutlara ulaşmıştır; bugün Türkiye’de işçilerin yarıya yakını kayıtsız çalışmaktadır. 20
Burjuvazinin ihtiyaç duyduğu emek gücünü, giderek artan ölçülerde kayıtsız olarak karşılaması, Türkiye’de emek piyasasının, tam da burjuvazinin istediği şekilde, esnekleşmesiyle sonuçlanmıştır. Bugün burjuvazinin her fırsatta Türkiye’de emek piyasalarının esnek olmamasından şikayet etmesi, varolan durumla yetinmeyen saldırgan sermayesi sınıfının işçileri daha fazla sömürmek için çaba harcaması şeklinde okunmalıdır.
Ayrıca enformellik ve esneklik kavramlarının beraber ele alınması, Türkiye’de kayıtlı sektörün esnek olmadığı şeklinde anlaşılmamalıdır. Özellikle yaşanan ekonomik krizlerin işçiler üzerinde oluşturduğu baskı, formel sektörlerde de, bilhassa ücret temelinde esnekleşmeye yol açmıştır. Ekonomik kriz sırasında, burjuvazi tarafından iş güvencesi ile ücret arasında bir seçim yapmaya zorlanan işçilerin her sektörde istisnasız iş güvencesini seçtikleri gözlemlenmektedir. 21 İşçilerin sermayeye gerçek bağımlılığının doğrudan bir sonucu olan bu refleks, yalnızca burjuvazinin krizi bir enstrüman olarak nasıl kullandığına dair güzel bir örnek değil, Türkiye’de işçilerin doğal örgütleri olan sendikaların hiçbir iş yapmadıklarının da göstergesidir.
Belirleyici eğilim: Tekelleşme
1980’ler Türkiye kapitalizminde tekelleşme eğiliminin hız kazandığı yıllardır. Tekelleşme eğilimi doğal olarak daha büyük işyerleri doğurmakta, birtakım istisna yıllar dışında küçük işyerlerinin sayısı azalmaktadır. 22
Proleterleşme sürecinin bir parçası olarak, ekonominin ağırlığının daha büyük işyerlerine doğru kayması olağan şartlarda işçi sınıfının lehine işleyen bir süreçtir. Kapitalizmde merkezileşme, yalnızca sosyalist iktidarın maddi altyapısının kurulması için uygun şartların oluşmasını sağlamaz; aynı zamanda daha fazla işçinin bir arada bulunması nedeniyle, sınıfın örgütlenmesi için büyük potansiyeller doğurur. İşçi sınıfının tüm tarihi, hem dünyada hem de Türkiye’de, sınıfın kalabalık olarak çalıştığı büyük işyerlerinde daha fazla hakka sahip olduğunun ispatıdır. Tarihin büyük direnişlerinin, işçi kalkışmalarının da mayaları hep bu büyük işyerlerinde atılmıştır.
Burjuvazinin tekelleşme ile birlikte kaçınılmaz olarak ortaya çıkan üretimde merkezileşme eğilimine karşı aldığı önlemlerden birisi, taşeronlaşma yoluyla daha fazla kayıtsız işçi çalıştırmaktır. Bu bağlamda tekelleşme ile kayıtsız çalışan işçi sayısındaki artışın aynı zamanda gözlemlenmesi şaşırtıcı değildir. Burjuvazi, proleterleşmenin önemli ayaklarından birisini oluşturan, daha fazla işçinin aynı işyerinde bir araya gelmesi olgusuna karşı önlem almaktadır. Halen Türkiye işçi sınıfının en örgütlü, en fazla hakka sahip olan ve görece en yüksek ücret alan kesimi, sanayi proletaryasının büyük fabrikalarda çalışan kısmıdır. Hizmet sektöründe çalışıp onlardan daha yüksek ücret alan, bankacı mühendis gibi meslek gruplarının hiçbir hakka sahip olmadıkları son kriz sırasında işinden atılan yüz binler aracılığıyla görülmüştür.
Türkiye’de tekelleşme yol aldıkça, büyük sermaye gruplarının hakimiyeti belirginleştikçe, burjuvazi düzenli ve kayıtlı işçi çalıştırmaktan kaçınmak için başka yollar da bulacaktır. Türkiye komünist hareketi, kayıtsız çalışan işçileri işçi sınıfının değişmez, kalıcı bölmelerinden biri olarak görmek durumundadır.
Emperyalizmin son dönem eğilimleriyle uyumlu olmak üzere emek gücü piyasasının da deregüle edilmesi, burjuvazinin tekelleşme ile baş gösteren sıkıntıları aşmak için tercih edebileceği bir yol olarak görünmektedir. 23 Emek gücü piyasası için deregülasyondan kasıt, emek süreci boyunca burjuvazi ile proletarya arasında kurulan tüm ilişkilerin taraflar arasında pazarlığa açık hale gelmesi ve bütün yasal kural ve yaptırımların ortadan kalkmasıdır.
Emek sürecinin yasalar yerine karşılıklı anlaşmalar ve toplu sözleşmelerle düzenleneceği bir yapı ilk bakışta işçiler için ne değişeceği sorusunu sordurtsa da durum, sınıfın verili örgütlenme düzeyi ile birlikte ele alındığında niyetin vahameti ortaya çıkmaktadır.
Devletin emek sürecine dair son işlevlerinin de ortadan kaldırılmasıyla birlikte, ekonomi ve siyaset alanlarının ayrılığında başka bir aşama da geçilmiş olacaktır.
Yalnızca Türkiye’de değil tüm dünyada hali hazırda var olan yasalar yalnızca burjuvazinin isteklerini karşılamak üzerinden çıkarılmamıştır. Bu yasalar sınıf mücadelelerinin sonucudur ve işçi sınıfının tarihsel kazanımlarını da içermektedir. Yasaların bu özelliği, işçi sınıfının hakları açısından varolan yasaların geriye gidilecek son nokta olması anlamına gelmektedir; yoksa yasalar sınıfın mücadelesinin ileriye dönük ufkunun sınırlarını çizmemektedir.
Sınıflar mücadelesinin kolektif ürünlerinden herkesin faydalanmasına dönük işlevleri olan yasaların, emek sürecinden tamamen kaldırılması, sınıfın bir bölmesinin kazandığı haklardan bir başkasının yararlanamamasıyla sonuçlanacaktır. Burjuvazi deregülasyonla, işçi sınıfının kazanımlarını, hiç olmazsa, kazanıldığı işyeri veya işkolunda sınırlı tutmayı hedeflemektedir. Sınıf içerisindeki farklılıkları da şiddetlendirecek bu olgunun, sınıfın bir bütün olarak hareket etme yeteneğine vuracağı darbe de hesaplanmalıdır.
Deregülasyon sonrası, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki ilişkilerde düzenleyici faktörün pazarlık ve toplu sözleşme olduğu konjonktürde, bu süreçte işçileri temsil edecek sendikaların burjuvazi tarafından teslim alınmış olması gerçeği de hesaba katıldığında, sürecin burjuvazi tarafından bütünsel olarak değerlendirildiği ortaya çıkmaktadır. Tüm eksikliklerine rağmen, 1970 öncesi DİSK’in varlığında devletin süreçten çekilmesini burjuvazinin göze alamayacağı açık olmalıdır. Ayrıca kapitalizmde ekonomi ile siyaset alanları arasındaki tüm düzenlemelerde, gerektiğinde daha ilkel bir yola başvurmak için gerekli tüm önlemlerin de alınacağı unutulmamalıdır. Türkiye burjuvazisi deregülasyon hedefini bir gün gerçekleştirse ve ideolojik mekanizmaların ağırlık kazanacağı daha rafine bir işleyişle emek süreçlerini düzenlemeyi başarsa dahi, bir aksilik durumunda müdahale etmek için tüm zor aygıtları görevlerinin başında olacaktır.
1980’den sonra emek süreçlerinin esnekleştirilmesi konusunda sanayi sektörü tarafından kat edilen yol, en iyi, Anadolu’daki bazı kentlerin kayıtsız işgücünün yoğun kullanımıyla geçirdiği dönüşüm aracılığıyla gözlemlenebilir. Türkiye’nin bu kentler aracılığıyla sanayileştiği iddiası ise aynı kentlerin sektördeki paylarının değişmediği gerçeğiyle çelişmektedir. 24 Türkiye ne bu kentler aracılığıyla sanayileşmiştir, ne de Türkiye sanayisi bu kentlere doğru bir göç yaşamıştır. Ucuz emek maliyeti nedeniyle, burjuvazi kendi açısından rasyonel bir tercihle, emek yoğun sektörleri bu kentlere kaydırmıştır.
Türkiye’nin ilk kuşak sanayi kentlerinin sektör içindeki stratejik ağırlıklarında ’80’den sonra bir değişiklik gözlemlenmemektedir. Ancak geleneksel sanayi kentlerinin bu ağırlığından, ikinci kuşak sanayi kentlerinin yaşadığı nesnel dönüşümü yok sayma sonucu çıkarılmamalıdır. Bu kentlerde örgütlenmek üzere bekleyen işçiler vardır.
Ancak Türkiye kapitalizminin, ilk aşamada kentleşen, geleneksel sanayi şehirleri fethedildiğinde yıkılacağı hiç unutulmamalıdır. Bu bağlamda, büyük kentlerin komünist hareket için merkezi öneminin hiç değişmeyeceği de…
Büyüyen hizmet sektörü
Türkiye’de proleterleşmenin 1980’lerdeki ana gövdesi sanayi sektöründe gerçekleşmemiştir. Hizmet sektörünün sınıf içerisinde düzenli olarak artan ağırlığı sol için bir veridir. Ancak sınıfın gelişkin ve kentli bir kompartımanı olan sanayi proletaryasının stratejik önemi de başka bir veridir. Burjuvazinin ideolojik ve siyasi kuşatması ise sınıfın tamamı için geçerlidir.
1960’tan sonra düzenli olarak sanayiden daha hızlı büyüyen hizmet sektörü, ’80’den sonra sanayileşmenin duraklamasıyla birlikte daha da öne çıkmıştır. Aslında hizmet sektörünün büyüme eğilimlerinde ’80’den sonra radikal bir değişiklik yoktur. Ama sanayiinin her geçen yıl büyüyen istihdamdan daha az pay alıyor olması, hizmet sektörünü öne çıkarmıştır. Türkiye ekonomisinin bu yapısal bozukluğu ’80 sonrasına, ’60’lardan mirastır.
’80 sonrasında hızlı büyüyen hizmet sektörü, ücretli emeğin yaygınlığı açısından, ilki ticaret ve turizm sektörlerinin olduğu grup, ikincisi ise ulaştırma, haberleşme, finans, sigorta, kamu hizmetleri, sosyal hizmetlerin oluşturduğu grup olmak üzere iki ana grupta toplanabilir. Tahmin edileceği gibi ilk grup ücretli emeğin oranının daha az olduğu bir gruptur. Ama bu sektörde bile ücretlilerin oranı yarıya yakındır. Diğer grubun alt sektörlerinde çalışanların ise ezici çoğunluğu ücretli emekçilerdir. Sektörün tamamı için yapılacak bir inceleme, hizmet sektöründe çalışanlar arasında da ücretli emekçilerin, sanayi sektörünün oransal olarak gerisinde kalınsa da, açık farkla en büyük grubu oluşturduğunu göstermektedir. 25
Türkiye’de hizmet sektörünün büyümesi, işçilerin üretken olmayan sektörlerde toplanması sonucunu doğursa da, proleterleşme sürecinin yavaşladığını göstermemektedir.
Ayrıca tekelleşme sürecinin doğal bir uzantısı olarak ortaya çıkan geleneksel küçük burjuvazinin tasfiyesi de hizmet sektörünün kendi iç dengelerini ücretli emekten yana değiştirmektedir.
Türkiye sanayisinin, tarımın ve geleneksel küçük burjuvazinin tasfiyesi ile süren ve klasik şemayı izleyen proleterleşme sonucunda açığa çıkan ücretli emek dinamiğini soğurma kapasitesinin olmaması, bu geniş kesimin büyük ölçüde enformel olarak hizmet sektörünün içine dağılmasına yol açmıştır.
Yine hizmet sektörüne dahil olan ve yüksek ücretlerle çalışan eğitimli grup da, tekelleşmenin dinamiklerine uygun bir yoksullaşma yaşamaktadır. 1994 ve 2001’de yaşanan krizlerde hız kazanan gelişmelerin, bu kesimi ekonomik olarak geri dönüşü olmayan bir şekilde burjuvaziden kopartması, genelde üniversite mezunlarından oluşan bu grubun kendiliğinden proleterleşmesini sağlamayacaktır.
Proleterleşmenin ideolojik ve siyasi ayaklarının dışarıdan örgütlü bir müdahale olmaksızın tamamlanamayacağı tarihsel örneklerle sabittir. İşçi sınıfının en eğitimli ve bu anlamda sınıflar mücadelesinin ideolojik olarak en önemli kesimi, siyasi ve ideolojik bir kopuş için örgütlü bir müdahale beklemektedir.
Yeni bir dönem
1980’lerde Türkiye işçi sınıfı sanayisizleşme ve enformelleşmeden yoğun olarak etkilendi. Siyasi olarak 12 Eylül faşizmin çıplak zoruyla açılan, dönem burjuvazinin kapsamlı ideolojik saldırısıyla sürdü. Reel sosyalizmin çözülüşünün ardından, tüm dünyada ve Türkiye’de daha da şiddetlenen ideolojik saldırı işçi sınıfında derin izler bıraktı.
Bu kapsamlı saldırı öylesine yoğundu ki, kullanılan ideolojik temaların bütünü Türkiye kapitalizminin İkinci Savaş’tan bu yana biriktirdiği gerici kriz dinamiklerinin kontrolsüzleşmesinin temel nedenlerinden biri haline geldi. Yükselen Kürt hareketinin sıkıştırıcı etkisiyle burjuvazinin girdiği karşı devrimci arayışların, bu birikimi Türkiye kapitalizminin soğuramayacağı hale getirmesiyle, düzenin yeniden yapılandırılması kaçınılmaz hale gelecekti.
1980’li yıllarda sanayi proletaryasının son çıkışı Bahar Eylemleri’dir. Türkiye kapitalizminin ekonomik dönüşümünün yarattığı baskıya direnen işçiler yine yalnız kalmıştır.
Bahar Eylemleri, solun 12 Eylül sonrasında geçici olarak yakaladığı öğrenci gençlik dinamizmini tüketmeye başladığı, geleneksel solun rotasını kaybettiği bir döneme rastladı. Liberal kuşatma yalnızca işçi sınıfının değil, solun da etrafındaki çemberi daraltıyordu. Bu kuşatmanın ardından solun büyük bir kesimi ya likidasyona ya da uvriyerizme yelken açtı.
Bahar Eylemleri’nin 1990’dan sonra yükselecek kamu emekçi hareketine devredecek bir mirası yoktur. Hızla AB’ci ve teslimiyetçi bir hat tarafından teslim alınan kamu emekçi hareketinin de bugüne…
Aynı şekilde hızla genişleyen enformel sektörlerde çalışan kent yoksullarının merkezinde durduğu dinamiğin de kalıcı izler bırakamayacağı daha o günlerden aşikardır.
Ancak bu süreksizliğin sadece 1980’lere veya bugüne özgü olduğu düşünülmemelidir.
Proleterleşme ile üretim araçlarından kopartılan bireyler tarihsel özellikleriyle işçi sınıfının bir parçası haline gelirler. Bu anlamda bir süreklilik barındırıyor görünen süreç, ideolojik ve siyasi parametreler söz konusu olduğunda belirleyici süreksiz karakterine kavuşmaktadır. Bir bütün olarak değerlendirilmesi gereken sınıfın oluşum süreci, insanların yaşamak için emek güçlerini satmak zorunda kalmasından ibaret değildir.
İşçiler sınıf kimliklerine, sınıf mücadeleleri sırasında kavuşurlar. Sınıf mücadeleleri sırasında edinilecek bilincin karakterinde, sınıfa dışarıdan müdahale eden öznenin başarısı belirleyicidir. Ama her şartta, dışarıdan müdahalenin sınırlı kaldığı kendiliğinden hareketlerin ardından bile, edinilen deneyim ve yetişen öncü kuşakların sonraki hareketlere aktarılmaları işçi sınıfının kendi başına yapabileceği bir iş değildir. Sınıf adına, sınıfın kolektif deneyimini kuşaktan kuşağa taşıyacak olan örgütlü öznedir. İşçilerin bilinçlenmesi, bir sınıf halinde hareket etme reflekslerini kazanmaları sürecinin de proleterleşmenin bir parçası olduğu unutulmamalıdır.
Bu bağlamda örgütlü özne, işçi sınıfıyla doğru ideolojik ve siyasi zeminde kalıcı ilişkiler geliştiremediği sürece, işçi sınıfı hareketleri bu anlamda bir kesintililikle malul olacaktır. Sınıfın bilincinde gözlenen kesintili sıçramalar ise maluliyetin değil, leninizmin tarihsel meşruiyetinin göstergesidir.
Türkiye işçi sınıfı hareketinin ’30’lardan ’60’lara, ’60’lardan ’80’lere, ’80’lerden bugüne bir süreklilik göstermemesinin nedeni, Türkiye solunun aynı dönemlerde bir süreklilik gösterememiş olmasıdır.
Türkiye işçi sınıfının kompozisyonu 1980’den sonra yaşanan sanayisizleşme ve enformelleşme sürecinden yoğun olarak etkilendi. Bu bağlamda, bir bütün olarak düşünülmesi gereken proleterleşme sürecinin istisnai, değil eşitsiz gelişim gereği, doğal aşamalarından birini enformel hizmet sektörlerinin büyümesi oluşturmaktadır. Proleterleşmenin erken safhalarında bekleyen bu emekçilerin kırla devam eden geçici bağları birtakım yanılgılara yol açabilmektedir.
Oysa Türkiye işçi sınıfı hızlı bir nicel büyüme yaşadığı 1960’larda kırla bağlarını geri dönüşü olmayan bir şekilde koparmıştır. İşçi sınıfının oluşumunun doğal bir yanı olarak zaman zaman gözlenebilen ekonomik savunma mekanizmalarının, kalıcı olmayan maddi unsurlar olduğu bilinmelidir. Türkiye işçi sınıfının ’60’lardan bugüne geçirdiği evrim bunun en güzel örneğidir.
Türkiye işçi sınıfı kentli bir sınıftır. Tüm diğer işçi sınıfları gibi…
Ne kırdan kente göç ne de kente yeni ayak basan işçinin aynı gün köyle bütün ilişkisini kesememesi Türkiye’ye özgü kavramlardır. Türkiye işçi sınıfı, Türkiye kapitalizmi ne kadar özgünse, o kadar özgündür. Tüm diğer ülkelerin işçi sınıfları gibi…
Türkiye kapitalizminin eşitsiz gelişimin çizdiği bir çerçevede bu uyum mekanizmalarının bugün Türkiye işçi sınıfının belirleyici özelliği olmadığı hiç hatırdan çıkarılmamalıdır.
Türkiye işçi sınıfının ne Türkiye kapitalizminin ekonomik, siyasi ve ideolojik yönelimlerinden bağımsız bir karakteri vardır, ne de kendi dinamikleriyle kendine özgü bir kültür yaratma şansı. Türkiye’de proleterleşme, bir başka deyişle Türkiye işçi sınıfının oluşum süreci içinde aktığı siyasi ve ideolojik kanal tarafından belirlenecektir. Bu kanalı belirleyecek olan ise sınıflar mücadelesidir.
Sınıflar mücadelesine ağırlığını doğru siyasi ve ideolojik temalar aracılığıyla koyamayan Türkiye solu, bu süreci çoğunlukla dışarıdan izlemek zorunda kalmıştır.
Artık Türkiye solunun ne izleyici sırasında oturma ne de ideolojik ve siyasi yanlış yapma lüksü bulunuyor. Doğru siyasetin kitlesel bir sınıf hareketiyle buluşması gerekiyor.
Türkiye işçi sınıfının oluşum süreci ancak o zaman yeni bir evreye girecek. Proleterleşme ancak o zaman Türkiye’nin aydınlık geleceği açısından bir anlama sahip olacak.
İşçiler ancak o zaman bir sınıf olacak. Ülkesinin, bölgesinin, yaşadığı dünyanın kaderini ellerine almış bir sınıf…
Dipnotlar ve Kaynak
- GÜLER Aydemir, “Sosyalist Devrim ve Yurtseverlik”, Gelenek, Haziran 2001, S.64, s.14.
- DIE rakamlarına göre 1930 yılında 391.000 olan toplam işçi sayısı 1940 yılında 658.000’e çıkmıştı. Oransal olarak da sanayi işçilerinin toplam çalışan nüfusa oranı aynı on yıl içerisinde yüzde 6’dan yüzde 9’a çıkıyordu. 1930 ile 1940 arasında faal nüfus içerisinde tarım sektörünün payı yüzde 88’den yüzde 86’ya düşerken ticaret sektörünün de payı 1 puanlık düşüşle yüzde 6’dan yüzde 5’e iniyordu. Bkz. İstatistik Göstergeler, 1923-1995 DİE Ankara, Temmuz 1996, s.98.
- 1933 tarihli Birinci Sanayi Planı’ndan, KÜÇÜK Yalçın, Türkiye Üzerine Tezler I içerisinde, Tekin yay., İstanbul 1997, s.203. Ancak bu planın ilk halinin hazırlanmasında katkısı olan Sovyetler Birliği’nden fazlasıyla etkilenmiş A. Şerif Önay gibi Türk bürokratlarının da hakkını yememek gerekiyor. Celal Bayar ekibi tarafından tasfiye edilen bu dürüst ve namuslu kadrolara benzer insanların devlet kademelerinde hep varolduğuna inanmak için o kadar çok nedenimiz var ki. Ama yalnızca üst düzeylerde değil elbette. 25 yıl boyunca devlete hizmet eden anne ve babamın o 25 yıl boyunca kamunun çıkarlarını her şeyin üstünde tuttuklarını ve onlar gibi daha yüzlerce insan olduğunu biliyorum.
- İngiltere 20. yüzyılın başında tarımda çalısanların faal nüfus içerisindeki payını yüzde 10’un altına indirmişti. 1860’da ABD’de nüfusun yarısı tarımda istihdam edilirken 1920 ile 1940 arasında bu oran hızla yine yüzde 10’un altına inecektir. Fransa ise tarım sektöründe zamana yayılmış ama düzenli bir tasfiye yaşanmıştır. Ama Fransa’da dahi Birinci Dünya Savaşı öncesi tarımsal istihdam için gözlenen yüzde 40’lık rakamın Türkiye rakamlarıyla arasında neredeyse bir uçurum vardır. Rakamlar için bkz. GÜRSEL Seyfettin ve ULUSOY Veysel, Türkiye’de İşsizlik ve İstihdam, Yapı Kredi yay., İstanbul, Ağustos 1999, s.18-19.
- IŞIKLI Alpaslan, “Türkiye’de İşçi Hareketi” ,11. Tez Kitap Dizisi, Şubat 1987, S.5 s.29. Ama Işıklı aynı makalede bu bilgileri verdiği paragrafın dip notunda kemalizmi savunmaya çalışırken ilginç saptamalar yapmaktadır. Yasaların kopyalandığı ülkeden hareketle, kemalizmi faşizmin Türkiye versiyonu olarak nitelemek teorik açıdan elbette yanlıştır. Ama kemalizmin sosyal politikasını tüm ulusun çıkarlarının sendikalara gerek kalmaksızın devlet tarafından korunabileceği beklentisiyle açıklamaya çalışan Işıklı’nın, işçi sınıfının bağımsız bir güç olarak sahneye çıkmasını engellemek için tipik bir burjuva iktidarı ne yapıyorsa onu yapan kemalist iktidarı sınıflar üstü bir zemine oturtmaya çalışması, kendi ampirik bulgularıyla bile çelişiyor. Işıklı “çok iyi niyetli” olan kemalistlerin, Avrupa’nın “kötü” çocukları olan faşistlerin etkisinde kalıp “kötü” işler yaptığını söylemeye çalışıyor! İnsanın okuduklarına kendi araştırma sonuçlarına inanmamak için bile çaba göstermesi ne acı… Bkz. a.g.m., s.29.
- Birçok ilginç örnek verilebilir. Nâzım Hikmet 1931 yılında İçişleri Bakanlğı’nın emriyle ilk beş kitabındaki şiirlerinde “bir zümrenin başka zümreler üzerindeki hakimiyetini temin etmek gayesiyle halkı suça teşvik ettiği” savıyla yargılanır. İddianamedeki sınıfsallık alenileşmiştir
- HEKİMOĞLU Cemal, Türkiye’de Sosyalizmin İktidar Arayışı, Gelenek yay., Istanbul, Kasim 2000, s.39.
- 1940 yılında 658.000’de bıraktığımız sanayi işçileri sayısı 1960’ta önce 1.370.000’e sonra 1980’de 3.304.000’e çıkar. Sanayi sektörü oransal olarak da 1960’da yüzde 11 olan toplam istihdam içindeki payını 1980’de yüzde 20’ye kadar arttırmıştır. Bkz. Istatistik Göstergeler, 1923-1995, s.98-99.
- 1960’ta yüzde 75 olan tarım sektörünün oranı 1980’de yüzde 54’e düşmüştür. Bkz. a.g.e., s.99.
- Hizmet sektöründe çalışanların toplam istihdam içindeki oranı yüzde 14’den yüzde 26’ya çıkmıştır. Bkz. a.g.e., s.99.
- BORATAV Korkut, Türkiye İktisat Tarihi, 1908-1985, Gerçek yay., Istanbul 1993, s.106-107. Boratav daha yakın tarihli bir çalışmasında bir alan çalışmasının sonuçlarına dayanarak ’80’lerde ortaya çıkan uyum mekanizması olarak daha kentli bir kategoriden konut rantından söz ediyor. Zamana göre farklılık gösteren uyum mekanizmalarının işçi sınıfına etkilerini incelerken azami dikkat göstermek gerekiyor. Bkz. BORATAV Korkut, İstanbul ve Anadolu’dan Sınıf Profilleri, Tarih Vakfı, Yurt yay., İstanbul, Mart 1995, s.50-51.
- GÜLER Aydemir, Son Kriz, Gelenek yay., İstanbul, Mayıs 1999, s.18.
- İşçi sınıfının oluşum sürecine dair teorik bir çerçeve için bkz. ASLAN Egemen, “Zor Zamanlar: Zor Alan ve Zaman Değiştirirken”, Gelenek 69, Kasım / Aralık 2001 ve ASLAN Egemen, “İşçilerden Sınıf Yapmak”, Gelenek 70, Ocak 2002.
- HEKİMOĞLU Cemal, “15-16 Haziran’a Övgü: İki Gün İki Sınıf”, Gelenek, Aralık 1996, S.53 s.49.
- SAVRAN Sungur, Türkiye’de Sınıf Mücadeleleri, Kardelen yay., İstanbul 1992, s.103.
- Rakamlar ve ayrıntılı bir analiz için bkz. YELDAN Erinç, Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi, İletişim yay., İstanbul, 2001, s.60-61.
- Gayri Safi Milli Hasıla’da sanayinin payı 1960’ta yüzde 15.7 iken, 1980’de yüzde 20.5 oldu. Aynı dönemde hizmet sektörü ise aldığı payı yüzde 46.8’den yüzde 55.4’e çıkardı. Bkz. İstatistik Göstergeler 1923-1995, s.431. 2001’in ikinci çeyreğinde ise sanayi sektörünün payı yüzde 26.3 iken, hizmet sektörünün payı yüzde 61.1’di. Bkz. Türkiye Ekonomisi İstatistik ve Yorumlar, DİE, Ankara, Temmuz-Eylül 2001, s.9.
- Emek üretkenliğindeki artış için bkz. YELDAN E., a.g.e., s.71.
- Sanayi sektörünün 1980’de yüzde 20 olan payı, 2001’in ikinci çeyreğinde yüzde 22’dir. Aynı dönemde hizmet sektörünün payı yüzde 26’dan yüzde 38.5’e çıkmıştır. Bkz. Türkiye Ekonomisi İstatistik ve Yorumlar, s.127.
- Kayıtsız çalışan işçiler konusunda yeterli veri olmasa da, 1997 yılı değerleri toplam istihdam içerisinde enformel olarak çalışan işçilerin oranının yüzde 48 olduğunu göstermektedir. bkz. YELDAN E., a.g.e., s.95. Bu rakamın bugün azalmış olması için hiçbir neden yoktur.
- 1994 krizinin bu bağlamda incelenmesi için Bkz. ANSAL Hacer vd., Türkiye’de Emek Piyasası’nın Yapısı ve İşsizlik, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı yay., İstanbul, Kasım 2000, s.88.
- Rakamlar için bkz. a.g.e., s.39.
- Deregülasyon 1994 ve 1995 yıllarında ayrıntılı olarak TİSK ve MESS içerisinde tartışıldı. Bkz. a.g.e., s.61. Deregülasyon tartışmalarının 1994 kriziyle eşzamanlı olarak işçi sınıfının önüne gelmesi rastlantı değildir. O dönemde sendikalar patronların kayıtsız işçi çalıştırma isteklerine boyun eğmiştir. Deregülasyon bugün TÜSİAD içerisinde de hakim eğilimdir.
- Söz konusu “Anadolu Kaplanları”nın (Adıyaman, Çorum, Denizli, Edirne, Gaziantep, Kahramanmaraş, Konya) sanayideki payları için bkz. KÖSE Ahmet H. ve ÖNCÜ Ahmet, “1980 Sonrası Dönemde Türkiye İmalat Sanayi”, Toplum ve Bilim 86, Birikim yay., İstanbul, Güz 2000, s.85-86.
- İlk grup için ücretli emekçileri oranı yüzde 40 civarındadır. Diğer grupların toplamında ise oran yüzde 80 düzeyinde. Sanayi sektöründe ise bu oranın yüzde 90’ın üzerinde olduğunu vurgulamak gerekiyor. Oranlar için bkz. ANSAL H., a.g.e., s.36. Bu oranlar DİE’nin alt sektörler için verdiği istihdam rakamlarıyla beraber incelendiğinde gerekli işlemlerin yapılmasının ardından hizmet sektörünün tamamı için ücretli emek oranı olarak yüzde 70 rakamına ulaşılıyor.