Türkiye burjuvazisinin dış politika gündeminde üç temel başlık var: Kıbrıs, Avrupa Birliği (AB) ve Irak. Birbiriyle bağlantılı bu üç başlıkta son derece önemli gelişmeler yaşanıyor. Türk ve Kürt emekçileri yoksullukla boğuşurken, bir yandan bu meselelerin kendi gelecekleriyle ne tür bir ilgisi olduğunu anlamaya çalışıyorlar.
Başlıklardan ikisi kabaca Türkiye’nin Irak’a ve Avrupa Birliği’ne girip girmeyeceği sorularında odaklanıyor. Burjuva medyasının her şeyi, ama en başta insan yaşamını hiçleştirici tarzının da etkisiyle bu ülkenin sokaklarında, kahvelerinde komşu bir ülkenin topraklarını nasıl ve ne kadar işgal edeceğimize ilişkin sapkın bir tartışma yürüyor. Ve bu tartışmaya fetihçi damarımız bir de batıya doğru yürüyüşümüzü ekliyor: “Avrupa Avrupa duy sesimizi…”
Kısacası Türkiye’nin bir yerlere girip girmeyeceği tartışılıyor. Üçüncü başlıkta ise Türkiye’nin yıllar önce girdiği bir yerden çıkıp çıkmayacağı sorusu gündemde. Bu sorunun yanıtlarını bu dergide defalarca vermeye çalıştık, gelişmeler üzerinden önümüzdeki aylarda Kıbrıs konusunu ele almaya devam edeceğiz.
Irak ve AB ise bu yazının konusu…
Türkiye ve Irak
Amerika Birleşik Devletleri’nin Afganistan’a müdahale etme kararının 11 Eylül’den çok önce alındığını daha önce yazmıştık. New York ve Washington’da gerçekleştirilen eylemleri takip eden aylarda ABD’nin bu kararının arkasında hangi saiklerin yattığı daha açık bir biçimde ortaya çıktı. Bunları yeniden hatırlamakta yarar olduğunu düşünüyorum. Ancak Afganistan’a dönük müdahalenin mantığını kavrayabilmek için, ABD’nin genel olarak neyin peşinde olduğunu anlamak gerekiyor. Başlıklar halinde özetleyecek olursak şunlar söylenebilir:
ABD yönetimi,
siyasal açıdan sürekli gerginlik hatta savaş politikası ile egemenliğini sürdürmek ve pekiştirmek; Avrupa Birliği’ni kendi politikalarına mahkum etmek; tüm dünyada emekçi sınıflara karşı psikolojik bir üstünlük kurmak; kendisini dışarıda bırakan bölgesel ittifak arayışlarını engellemek; uluslararası hukuk alanında uzun bir süredir gerçekleştirmek istediği düzenlemelere hız kazandırmak; sosyalizmin boşalttığı Doğu ve Orta Avrupa’ya doğru genişlemekte olan Avrupa Birliği’nin yeniden yapılanmasına müdahil olmak; NATO’nun faaliyet alanını hem konu hem coğrafya itibariyle geliştirmek; genel olarak batılı toplumları bir savaş hali içine sokarak terörize etmek; Avrupa’da uzun bir süredir sorgulanan askeri varlığını hem meşrulaştıracak hem de oradaki göreli geri çekilişini dengeleyecek yeni üsler oluşturmak
ekonomik açıdan ülkedeki durgunluğu bertaraf edecek ya da en azından sonuçlarını hafifletecek bir canlanmayı hızlı bir militarizasyonla elde etmek; hisse senetlerinin akıldışı bir biçimde değer kazanarak ekonomiyi şişirmesi sonucu ortaya çıkan tehlikeli tablonun bir çöküşe neden olmaması için sektörel ağırlıkların yer değiştirmesini sağlayacak bir yeniden yapılanmayı zorlamak; bütün dünyada güvenlik kaygılarını tetikleyerek silah satışlarını artırmak; Anti Balistik Füze (ABM) anlaşmasını feshederek yeni jenerasyon nükleer silahların yapımının önünü açmak; Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya enerji kaynakları üzerinde hakimiyet sağlamak; şantajcı bir politikayla gerilimli noktalarda yer alan ülkelerin bağımlılığını pekiştirici adımlar atmak; genel olarak yeni pazarlara yönelmek niyetindeydi.
Bütün bunların tek bir hamleyle, ya da tek bir başlıkla elde edilmesi olanaksızdır. Aslında söz konusu olan ABD emperyalizmi olsa bile yukarıdaki bütün başlıklarda mutlak bir başarıya ulaşılması da olanaksızdır. Bu nedenle ABD’nin stratejisinin ne 11 Eylül’le birlikte yürürlüğe konduğunu, ne ondan ibaret kalacağını, ne de dikensiz bir gül bahçesinde yaşama geçirileceğini düşünebiliriz. Zaten dikkatli bir biçimde incelendiğinde Washington’daki insanlık düşmanı siyaset yapıcıları Afganistan’a dönük müdahaleyi daha geniş bir çerçevede ele alarak bu ülkedeki kısa vadeli ABD beklentilerini bir kenara koymayı göze almışlardır.
Bu açıdan baktığımızda Afganistan’a dönük saldırının daha geniş ve uzun soluklu bir plan için son derece iyi bir zemin sunduğunu görüyoruz. Bu zemini yine özetle tarif edecek olursak, Amerika Birleşik Devletleri 11 Eylül’den hemen sonra yüzünü Afganistan’a dönerek eski Sovyet topraklarının yanı başına sokulma fırsatı yakalamış; Rusya ile bütün dünyadaki dengeleri sarsıcı bir pazarlık yapmak için koşulları olgunlaştırmış ve değerlendirmiş; yeni bir saldırganlık dalgasını uluslararası alanda hiçbir prestiji olmayan bir ülke ile başlatmış; Ortadoğu ve Kafkaslara sıçranabilecek bir bölgede yeni askeri üsler elde etmiş; etkisi hala süren Vietnam sendromunu aşmak için uygun bir dekor oluşturmuş; Çin Halk Cumhuriyeti’ni doğrudan tehdit edebilecek bir coğrafyaya yerleşmiş; NATO’nun doğuya doğru genişlemesi için ortam hazırlamış; başta uyuşturucu olmak üzere bölgedeki bütün “olağan dışı” para kaynakları üzerindeki kontrolünü artırmış ve bunları kapitalist sisteme daha az fireyle dahil etmek konusunda adım atmış; Irak’a dönük bir askeri saldırıya yardımcı olacak bir bölgesel yığınak yapmış; Türkiye, Pakistan, Hindistan, Suriye gibi ülkelere dönük müdahale ve şekil verme girişimlerinin etkisini artırma olanağı bulmuş; Sovyetler dağıldıktan sonra havada durmaya başlayan İslami hareketlerin denetlenmesi, denetlenemeyecek kısmının burnunun sürtülmesi için ortam yaratmış; kendi halkını ve Avrupa kamuoyunu Afganistan görüntüleri ile bir güzel korkutmuş; bölgede gerginliklerin kontrolünü eline alarak her an yeni müdahaleler için olanak yaratabilecek hassas bir doku ortaya çıkarmıştır.
Bütün bunların olup olmadığını tartışmak bir yerden sonra anlamsızdır. Eğer devrimci siyaset cephesinden konuşuluyorsa, yapılması gereken, her zaman söylediğimiz gibi ABD planlarının karşısında nasıl durulacağı üzerine kafa yormak ve gerek bölgede gerekse ülkemizde ortaya çıkan yeni olanakları değerlendirmektir. Nihayetinde hiç değilse üç ayda nelerin olamayacağı anlaşılmış, bizim teorik ve siyasal referans noktalarımız hızlı bir biçimde doğrulanmıştır. Örneğin dinci gericiliğin sırtını yüz milyonlara dayasa bile, tutarlı ve dirençli bir anti-emperyalist tutumu bir kenara koyalım, kalıcı bir anti-Amerikan konumlanış için bile uygunsuz olduğu görülmüştür. Örneğin AB ile ABD arasındaki çelişki ve rekabetin emekçi sınıfları rahatlatacak sonuçlar doğurmayacağı ortaya çıkmıştır. Örneğin bağımlı kapitalist ülkelerin ABD emperyalizmine “dur” demek yerine “olur” demesinin bir tercih değil, bir zorunluluk olduğu anlaşılmıştır. Örneğin Putin’in Rusya’yı yeniden kişilikli bir ülke haline getirmekte olduğuna ilişkin beklentilerden geriye bir şey kalmamıştır. Örneğin Vietnam’daki devrimci gerillalarla Afgan gericilerini ve Vietnam halkıyla bir kez daha kabileleştirilmiş Afgan nüfusunu bir tutmanın saçmalığına tanık olunmuştur. Hâlâ görmeyen ve anlamayanların olması herhangi bir önem taşımamaktadır. Onları Kamer Genç’in davullarına ve sineklerine teslim ediyoruz…
Bu tabloda dünya solunun özellikle üzerinde durması gereken iki başlık var. ABD hem kamuoyunu alıştırmak, hem de her an herkesin başına bela olabileceğini hissettirmek için listeyi oldukça geniş tutmayı tercih ediyor. Irak, Suriye, Sudan, Somali, Kolombiya ve hatta zaman zaman Küba’nın adı zikrediliyor. Ancak herkes biliyor ki, bunlardan Suriye ve Küba yakın gelecekte siyasi baskının askeri olmayan biçimleriyle karşı karşıya kalacak. Sudan ve Somali’de ise ABD’nin savaş planlarının her an hayata geçebilecek olması ile her iki ülkenin ABD’nin müdahaleci stratejisinde kritik bir rol üstlenemeyecek oluşu kesinlikle birbirini çelmiyor.
Oysa Irak ve Kolombiya başlıkları hem ölçek hem de içerik itibariyle diğerlerinden oldukça farklı ele alınmayı hak ediyor. Kolombiya’da ülkenin önemli bir bölümünü elinde tutan FARC-EP gerillaları ve kentlerde giderek daha ciddi bir güç haline gelmeye başlayan komünist hareket ABD’nin arka bahçesinde sanıldığından daha büyük bir dert açmış durumda. Her ne kadar bu ülkede bir “denge hali” ortaya çıksa, yani devrimcilerin daha ileri bir siyasi mevziye yönelme şansı bugünkü koşullarda pek bulunmasa da, tersinden ABD’nin bu ülkenin yurtsever güçlerini kolayca alt etmesi de mümkün gözükmüyor. Yıllardır uyuşturucu kaçakçılarına karşı mücadele bahanesiyle devrimcileri köşeye sıkıştırmaya çalışan ama umduğunu bulamayan ABD, uluslararası alanda yakaladığı yeni fırsatı, kendisine çok yakın ve giderek istikrarsızlaşan bu bölgede değerlendirmek için can atmaktadır. FARC-EP üzerindeki baskı ve kuşatmayı artıran Washington yönetimi “İslamcı bir örgütten sonra solcu bir hareketi bastırmanın harika bir şey olacağı”nı sık sık tekrar etmektedir.
ABD’nin son derece iyi örgütlenmiş, Latin Amerika’nın diğer gerilla hareketleriyle kıyaslandığında emekçi kimliğini tamamen öne çıkartmış, marksizmle bağlarını canlı ve sıkı bir biçimde korumayı becermiş bu hareketin elinde tuttuğu dağlık ve ormanlık araziye sınırlı ya da kapsamlı bir saldırıya cesaret edemeyeceğini umarak ama dünya solunun aktif bir dayanışma görevi ile karşı karşıya kalmasının olası olduğunu hatırlatarak Irak konusuna geçiyorum…
Irak konusunda ABD yönetimi kararını vermiş durumda. Eğer Irak bir “mesele”yse onlar için bu mesele ele alınacak. Şu andaki tereddütlerin merkezinde başka ülkelerden gelecek olan tepkilerin olduğunu düşünenler yanılıyor. ABD hala Irak’a dönük bir operasyonun siyasal hedeflerini belirginleştirememiş durumda. Her ne kadar ABD için savaş zaman zaman bir araç olmaktan çıkıyorsa da, Irak’a dönük tanımlanmamış bir müdahalenin Washington’u güç durumda bırakacağı açık. Bu nedenle bir kez daha ama bu defa daha sistematik bir biçimde Irak’taki Kürt, Arap ve Türkmen unsurlara “Saddam sonrası”nı masada empoze etmek için çaba sarf ediyor. Bu çabalardan anlaşılıyor ki, ABD’nin Irak stratejisi ilk evrede Saddam’ı ortadan kaldırmak ya da düşürmek değil, Irak’ta yeni oluşumlara yol vererek onu provoke etmek ve sınırlı askeri operasyonları kapsamlı bir savaşa dönüştürmek. Ancak ondan sonra Irak sınırlarının kesin bir biçimde düzenlenmesi gündeme gelecek.
Burada Türkiye’nin de kararını verdiği bilinmelidir. Türkiye burjuvazisi ABD’nin Irak kararının değişmeyeceğini bir süredir kavramış durumda. Bu kavrayış Türkiye’yi işin dışında kalmamaya zorluyor. Dolayısıyla Türkiye’nin Irak’a dönük müdahaleye karşı olması bir yerden sonra kendi başına herhangi bir değer taşımamaya ve sadece bir pazarlık unsuru olarak devreye girmeye başlıyor.
Nitekim yıllardır liboş cenah tarafından “Saddam dostu” olmakla eleştirilen Ecevit’in, ocak ayının ortasında ABD’ye yapacağı gezi kesinleşir kesinleşmez “Irak konusunda hassasız, Körfez savaşında ve sonrasında Türkiye çok zarar gördü. Bir daha aynı duruma düşmek istemiyoruz” açıklamasını yapması ne Saddam, ne Irak’ın bütünlüğüne duyulan aşkla ilgilidir. Stratejik önemini ve asker gücünü pazarlamaya alışan bir ülkenin başbakanı olarak Ecevit bir kez daha “malımı satmaya geliyorum iyi fiyat isterim ha” demektedir.
ABD’nin yanıtı bu açıdan son derece açıklayıcıdır. Bush yönetimi Ecevit’le Kıbrıs ya da Irak sorununu değil de ekonomik ilişkileri konuşacaklarını ilan ederek “alıcı” olduğunu peşinen dile getirmiştir. Gazetelerde Ecevit’in bu tavrı “Eğilim böyleyse, memnuniyet verici. Çünkü ben de ABD Başkanı ile yapacağımız görüşmede ağırlığın ekonomide olması gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’nin de ABD temaslarındaki önceliği ekonomik işbirliğinin artırılması olacak. ABD’ye iyi bir hazırlıkla gideceğiz” biçiminde değerlendirdiği yazıldı. Yazılan kısmı doğruydu. Yazılmayan ise şuydu: Ocak 2002’de Bülent Ecevit’in ABD’ye gitmesinin nedeni ABD’nin Türkiye’ye uyguladığı tekstil kotasının kalkması ya da elde kalan bazı bankalara alıcı bulmak olamazdı. Bu türden işleri Derviş hallederdi. Oysa Ecevit’e Irak ve Kıbrıs konusundaki bazı ayrıntılar sunulacak, “iyi hazırlık yapan” başbakanımız ise bu ayrıntılara onayını çok daha büyük bir fiyata satacaktı.
Hazırlıklar özellikle silah alımlarından doğan borçların bir kısmının silinmesi, bazı silah sistemlerinin satışında ortaya çıkan zorluk ya da kısıtların kaldırılması, Afganistan’ın “onarım” işlerinden pay almak, Hazar petrollerinin güneye ve batıya aktarımının değişik aşamalarında (hat yapım, çıkarma, işleme, taşıma, pazarlama) ortaya çıkacak pastadaki dilimini büyüterek Baku-Ceyhan fiyaskosunu dengelemek başlıklarında yapılıyor. Bunlar konuşulacaksa, doğal olarak Kıbrıs da konuşulacak, Irak da…
Türkiye’nin Afganistan’daki rolünün de aynı görüşmelerde netleşmesi beklenmeli. Başından beri sıcak savaşa katkı koyması ABD tarafından istenmeyen Türkiye’nin gözünü diktiği askeri misyon, Arnavutluk’ta, Bosna’da ve Kafkaslarda olduğu gibi bir kez daha aynı. Ecevit’in ağzından bu rol şöyle özetlenebilir:
“Afganistan’da Türkiye’nin üstlenebileceği rol, uluslararası güce asker vermenin ötesinde. Zaten o konuda hâlâ belirsizlikler var ve zaten Taliban çökmüş durumda. Oysa Afganistan’ın bir devlet haline gelebilmesi için asker ve polis gücünün yeniden kurulması ve eğitilmesi gerekiyor.”
Bazı gazetelerde bu rolü hafife alan değerlendirmelere rastladıkça hayretler içerisinde kalıyorum. Türkiye’nin bölgedeki silahlı güçlerin eğitim ve örgütlenmesinde merkez ülke haline gelmesinin son derece önemli sonuçları olacaktır. Bölge ordularının NATO’yla bağlantılandırılmasında TSK’nın aracılığı yalnızca NATO’nun genişleme sürecini değil, AGSP’yi ve doğrudan Türk dış politikasını etkileyecek, bütün bunlar Türkiye’de sınıf mücadelesinin değişik boyutlarını doğrudan ilgilendirecektir.
Ecevit ABD’ye hiç değilse bunları bilerek gitmektedir.
Türkiye ve Avrupa Birliği
Ecevit’in ABD’ye giderken bildiği bir başka şey, ABD’nin Türkiye’yi Avrupa’ya doğru ittirmesinin işe yaradığıdır. Ecevit’in bilip bilmediğini bilemediğimiz şey ise, ABD’nin çabaları olmaksızın da AB ile kapitalist Türkiye’nin birbirlerinden kopamayacağıdır.
Ecevit’in mazereti çok. Ancak Türkiye solcusunun bunu bir türlü anlamak istememesinin tek bir açıklaması var. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Türkiye solcusu Avrupa Birliği’ni gözünde öyle büyütmüş durumda ki “bu ülkeyi ne yapsınlar” rahatlığından bir türlü kurtulamıyor. Avrupa Birliği’nden yana olanı da, karşı olanı da aynı kestirime sahip: “Yok canım Türkiye’yi almazlar!”
Kürt sorunu orta yerde duruyor işkence, insan hakları ihlalleri, ekonomi batmış, üstüne üstlük Müslüman bir toplum…
Anlamadıkları birkaç şey var: Türkiye sanıldığı kadar önemsiz bir ülke değil; AB emperyalist ve yayılmacı bir proje; AB yanı başında bütünüyle ABD’ye yaslanan bir Türkiye olduğu sürece kendi egemenlik bölgesine sıkışır; ne Kürt yoksulu, ne işkence gören devrimci, ne de öldüresiye dövülen sendikacı umurundadır AB’nin; birlik halkalar halinde yani belli bir hiyerarşi içerisinde genişleyecek…
Bunları sürekli yazıyoruz. Türkiye üye olsun olmasın, ya iç tarafında ya dış tarafında ama mutlaka AB kapısında duracak diyoruz. Türkiye kapitalizminin başka alternatifi olmadığını vurguluyoruz. Son aylarda yazdıklarımızın, dediklerimizin, vurguladıklarımızın doğrulanması ise sinirimizi bozuyor.
Bazı konulardaki pazarlıklar lastik gibi uzamasına rağmen, Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki görüşmelerde gelinen nokta önemsenmek durumundadır. Bu noktadan geri dönüşün artık her iki taraf açısından da ciddi sorunlar yaratacağı açıktır. Laeken Zirvesi ile birlikte Türkiye bir labirentin içine girmiştir. Bu labirentin sosyalist devrim dışında çıkışı yoktur; varış noktasına ulaşılmasa bile, dolaşılacak yer belli olmuştur.
Üstelik şimdiye kadar hep AB’nin kendisine haksızlık yaptığından dem vuran Türkiye’nin üslubunda dört ayda çok önemli bir değişim olmuştur. Önce başbakan yardımcılarından birisi “AB haklı” demiş ardından cumhurbaşkanı “AB’nin eleştirileri objektif” diye açıklama yapmış ve son zirveden sonra başbakan “artık üyelik sürecini hızlandırmak bize kaldı” diye buyurmuştur.
Liboşlar ve liboş solcularımız “yok yok bakmayın onların öyle konuşmasına, AB’ye girmek istemiyorlar” diye sızlanadursun, süreç işlemeye devam ediyor. Türkiye burjuvazisi liboş ve liboş solcuların şaşkın bakışları arasında, küçük makyajlarla “demokrasi ve refahın kalesi”ne adım adım yaklaşıyor. Terslik nerede?
Terslik Türkiye kapitalizminde ve emperyalist Avrupa’da!
Bunu anlayabileceklerini hiç sanmıyorum. Askerlerin “TSK’nın AB’ye karşı olduğunu ileri süreni allah çarpar” açıklamasını da…
Anlayamazlar. Türk-İş’in Sezer’e sunduğu AB karşıtı raporun arkasında durmayacağını daha da önemlisi bu raporun Türk-İş yönetimini bağlamadığını, işler yoluna girdikten sonra MHP’nin “AB karşıtı” bir söylem geliştirmeye mecbur kalacağını, ama bunun da herhangi bir önemi olmadığını…
Anlayamazlar.
Avrupa Birliği’nin AGSP konusunda Türkiye’ye neden taviz verdiğini de… Yunanistan’ın itirazlarını sonuna kadar götürmeyeceğini… Türkiye’nin AB üyeliğine en fazla karşı çıkan siyasetçilerden birisi olan Valery Giscard d’Estaing’in AB Konvansiyon Başkanlığı’na atanmasının kaçınılmaz olarak onun bu tavrının yumuşamasına hizmet edeceğini…
Anlayamazlar, anlamak istemezler…
Çünkü onlar Avrupa Birliği’ne özgürlük, refah, demokrasi, insan hakları yakıştırmaktadır. AB üyeliği için varlarını yoklarını vermeye hazır olmalarına karşın, şimdi durumdan hoşnut olmamaktadırlar. Çünkü hesaplar tutmamakta, AB Türkiye’yi “adam etmeye” istekli gözükmemektedir.
Aslında bir açıdan adam olan Avrupa Birliği’dir. Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün ardından dünya ve Avrupa artık daha farklıdır. Üstelik ABD bu farkı Avrupa’ya sürekli hatırlatmaktadır. Özgürlükler kısılmalıdır, sermayenin önünde hiçbir engel bırakılmamalıdır. Açgözlü Fransa, çıkış yolu arayan İngiltere ve daha iddialı rollere hazırlanan Almanya’nın ABD ile rekabet halinde olmaları, onların da Avrupa’nın artık daha farklı olduğunu ve olması gerektiğini bilmelerine bir engel teşkil etmiyor.
Avrupa Birliği Anayasası’nı hazırlamakla meşguldür. Bu Anayasa sermayenin özgürlüklerine hiçbir kısıtlama getirilemeyeceğini söyleyecektir. Bu Anayasa birliğin emperyalist merkezlerine itiraz hakkını üye ülkelerin elinden alacaktır. Bu Anayasa, Avrupa’nın bugünkü gerçeklerine bol gelen “ulusal Anayasa”ları etkisizleştirecektir.
Avrupa Türkiye’yi öyle değil, “böyle” adam edecektir.
Avrupa Birliği terörle mücadele yasasını bütün üye ülkelere dayatmaktadır. Bu yasayla birlikte sermayenin çıkarlarına karşı olan en barışçı gösteriler bile terör kapsamına alınmaktadır. 11 Eylül’den hemen sonra ABD’nin zorlamasıyla işleme sokulan bu yasa konusunda AB’nin zorlanmaya hiç de ihtiyacı olmadığı hemen görüldü. Avrupa solundaki tereddütlerden ve orta sınıf baskısından yararlanan emperyalistler yasanın kapsamını her geçen gün daha da genişletmekteler.
Daha şimdiden son zirvede alınan bir kararla FARC üye ve temsilcilerine AB’de oturma ve dolaşma izni verilmemesi konusunda adım atılmış durumda. Her geçen gün “terör örgütleri” listesine yeni yeni isimler ekleniyor. Sonra bu listeyi altı ayda bir yenileyecekler. Sırayla…
Bizim solcularımız AB’nin Türkiye’yi adam etmesini bekleye dursun, Türkiye burjuvazisi AB’deki gelişmeleri büyük bir keyifle izliyor. Avrupa Birliği, bünyesinde yeni yeni örgütlenmelere giderek güvenlik başlığını iyice sağlama alıyor. Avrupa Polis Koleji, Güvenlik-İstihbarat Ajansı, Göçmenler Ajansı, Ortak Adalet Ajansı ne işe yarayacak acaba? Bunlarla Türkiye’yi hizaya mı getirecekler?
Denecek ki, karamsarlığa gerek yok. Avrupa’da ilerici güçler de var. Avrupa Parlamentosu’nda bu güçlerin milletvekilleri yer alıyor.
Evet bu doğru. AB’nin emperyalist bir örgütlenme olması, üye ülkelerdeki komünistleri, devrimcileri, ilericileri, sendikaları ortadan kaldırmıyor. Zaman zaman AB’nin kurumsal yapısında bu güçler AB’nin emperyalist karakteriyle çelişen veya onu sınırlayan dinamikleri harekete geçiriyorlar.
Buna karşı AB “seçilmiş” kurumlarını geriye çekiyor, yürütme erkini öne çıkarıyor. Avrupa Parlamentosu’nun yetkileri zaten kısıtlanmış durumdaydı, şimdi onca yürütme organına bir yenisi daha ekleniyor: Avrupa Konvansiyonu. Avrupa’nın geleceği burada tartışılacak. Anayasa’ya burada şekil verilecek. Ve burada aykırı seslere yer olmayacak.
Emperyalistler işlerini sağlama alıyorlar. Onlar işlerini sağlama aldıkça Türkiye burjuvazisi rahatlıyor. Türkiye burjuvazisi rahatladıkça Türkiye’deki kimi şaşkınlar daha çok şaşırıyor: “Hani bizi adam edeceklerdi”
Sizin adam olmanız zor be kardeşim…