Sosyalist mücadelenin en önemli sorunlarından birisi, mücadelenin bilfiil içinde olan kadroların dışında kalan insanların, bugünden dört başı mamur bir şekilde tahayyül edemeyeceği bir gelecek projesine sahip olmasıdır. Sosyalizm, hala sürmekte olan tüm tartışmalara rağmen aslında bir iktidar sonrası toplumu betimler; sosyalistler bir şekilde iktidara gelecek ve birtakım toplumsal dönüşümleri yaşama geçireceklerdir.
Sosyalizm bugün dünyada birkaç ülke dışında muhalefette olan bir harekettir. Hem de insanların karşılaştığı güncel sorunların önemli bir kısmının çözümünü, üretim ilişkilerinin dönüştüğü bir toplumsal formasyona referansla anlatmak zorunda olan bir hareket…
Sorunun bir siyasi özne için daha belalı kısmı da zaten burada başlar. Bir siyasi hareket insanların muhatap olduğu güncellikle ilgilenmek zorundadır. Başka türlü siyaset yapmak mümkün değildir.
Ama ilgilenilen güncellik basbayağı kapitalizmin insanlığa dayattığı güncellik değil midir? Dünyada veya Türkiye’de güncel sorunlar denince akla gelenler, örneğin Irak’taki savaş, özelleştirmeler, işten çıkarmalar, dinsel gericilik ve benzerlerinin hangisi komünistlerin açtığı bir gündemdir?
Aslında akış genelde şöyle gerçekleşmektedir. Kapitalizm harekete geçmekte, sol da erken veya geç bu saldırıya bir yanıt üretmektedir. Üretilen yanıtın zamanlamasının, erken veya geç olmasının siyasi açıdan elbette bir önemi vardır, ama mücadelenin gündeminin kimin tarafından belirlendiği sorunu açısından bu zamanlama bir parametre değildir.
ABD Irak’a saldırmaya karar vermiştir. Savaş yıllardır geliyorum demektedir. Siyasi açıdan yeterli ve uyanık hareketler, kendi ülkelerinin koşullarını da dikkate alarak uygun bir zamanlamayla bu savaşa karşı harekete geçerler. Kimileri de bombalar düşmeye başladığında bile ne yapacağını bilemez. Ancak ABD’nin Irak’a saldırma kararının altında solun imzası yoktur. ABD Irak’a saldıracak, sol da bu durumda üstüne düşeni yapacak, ABD’yi protesto edecek, kendi ülkesinin ABD’ye yardım etmesine, işbirlikçilik yapmasına engel olmaya çalışacak, Irak halkına elinden geldiğince yardım edecektir. Dahası sol bununla yetinmeyecek, ABD’nin Irak’a saldırısının arkasındaki gizli emelleri de açığa çıkaracaktır elbette…
Diğer örnekler için de, Irak savaşı örneğinde olduğu kadar belirgin olmasa da, durum pek farklı değildir. Aslında meseleye tamamen dışardan bakan mekanik bir gözlemci için, ortada gayet makul bir işbölümü vardır. Kapitalizm saldırmakta, tarihsel olarak işçi sınıfını temsil eden sol da temsilcisi olduğu sınıf adına, aynı sınıfı harekete geçirmeye çalışarak direnmektedir. Sol bu işbölümü çerçevesinde üstüne düşeni yapmakta, tarih de böyle ilerlemektedir.
Siyasi mücadele biraz da böyle bir şeydir diye itiraz edilebilir… Sınıflar mücadelesinin tanımını zorladığımızda böyle bir manzarayla karşılaşabiliriz diyerek şerh de konulabilir…
Ama yine de tam bu noktada şu sualin ortaya konması anlamlıdır: Kapitalizme ve emperyalizme karşı verilen mücadele sistemin kendisi tarafından ne kadar belirlenmektedir? Dahası, bu belirlenme düzeyi düzene karşı verilen mücadelenin geleceğini nasıl etkilemektedir?
Peki ama bu belirlenme ilişkisine hiç girmeden, şayet gündeme hapsolmak diye bir tuzak varsa bu gündemi hiçe saymak ne kadar mümkündür?
Her şeyden önce, kapitalizm koşullarında eğer bir siyasi hareket kapitalizme karşı mücadele etmek hedefine sahipse, yapısal olarak bu mümkün değildir. Aslında özneyi yola çıkartan hedefin kendisi belirleme ilişkisinin başlangıcıdır. Zaten bu yapısal boyunduruk gereği, yalnızca kendi gündemleriyle hareket ettiklerini iddia eden hareketler siyasi olarak komik, zaman zaman da ne yazık ki trajik durumlara düşmekten kurtulamazlar. Siyaset hiçbir zaman bir “delilik” gösterisine indirgenemez.
Elbette kapitalizme karşı mücadele etmekten ne anlaşıldığı da bir o kadar önemlidir. Kapitalizme karşı mücadele etmeyi, örneğin yaz aylarında bir komün kurarak sistemin bir parçası olmaktan kurtulmak şeklinde anlayanlar için, komünün ekonomik gereksinimlerinin kapitalist olmayan bir yoldan karşılamanın ne denli mümkün olduğu, komünün Bodrum’da mı, Gökova’da mı kurulacağı, sanatsal faaliyetlerin hangi alanlarda yoğunlaşacağı gibi ağır teorik sorunsallar zaten yeterince büyük bir sorun oluşturmaktadır. Hayat da hedefin kendisini düşünmek, buna kafa yormak için fazlasıyla kısadır. Daha gelecek komünün sponsoru olacak bankayla bile anlaşılmamıştır…
Sol ideolojik olarak burjuvaziye yardımcı mı oluyor?
Belirlenme ilişkisi ideolojik olarak ele alındığında mesele daha da garipleşmekte ve karmaşıklaşmaktadır…
Burjuvazinin kapitalizm koşullarında kendini hakim sınıf olarak yeniden üretmesi oldukça karmaşık bir süreçtir. Bu süreç içinde bilinçli müdahaleler olduğu kadar, bir anlamda doğal olarak nitelendirebileceğimiz, zaman içinde sürecin bir parçası haline gelmiş etkileşimler de mevcuttur. Farklı ideolojik pozisyonları, toplumsal formasyonun bütününün o anki koşullarına bağlı olarak, kendisine eklemleyen egemen ideoloji böylesi bir oluşumdur mesela…
Saldırı ve direniş ikilisinin egemen ideolojinin oluşması bağlamında ilginç bir yeri olduğu açık olsa gerek.
Yine ABD’nin Irak’a saldırması örneğine geri dönecek olursak, solun savaş öncesinden başlayıp bugüne dek hararetle sürdürdüğü savaşın gerçek nedenlerini açıklama işinin mutlaka ele alınması gereken sonuçları olmuştur.
ABD’nin Irak’a, demokrasi veya teröre karşı savaşmak adına değil petrol veya başka çıkarlar için saldırdığı konusunda bugün dünyada gözlemlenen netlikte solun uzun süreli çabasının etkisi büyüktür.
İstanbul’da patlayan bombaların, Irak’taki savaşın ideolojik alandaki yansımalarına mutlaka etkisi olacaktır. Ancak savaşın neden çıktığı konusunda ulaşılan konsensüs konusunda bir değişiklik olmasını beklememek gerekir. Ayrıca böylesi gelişmelerin her ülkenin kendi özgünlüğü çerçevesinde farklı ideolojik ve siyasi sonuçlar doğuracağı unutulmamalıdır. Ama Türkiye özelinde başımıza tüm bu belaları bizzat ABD’nin kendisinin açtığı konusundaki yargı değişmeyecektir.
Ancak tartışılması gereken savaşın geri planındaki emperyalist emellerin deşifrasyonu hedefinin, solun ne denli işine yaradığıdır. Hem Türkiye’de, hem dünyanın başka ülkelerinde…
Savaşın nedenleri konusunda bizzat solun değişik bölmeleri arasında bile pek çok farklı açıklama yapıldı. Ama önemli olan, bugün herkesin savaşın nedenlerinin ABD’nin ileri sürdüğü sebeplerden farklı olduğunu bilmesidir. Bu olgu hiç tartışmasız egemen ideolojinin bir parçası haline gelmiştir.
O zaman soru hala ortada durmaktadır: İnsanların, ABD’nin “gizli” hedeflerle hareket ediyor olduğunu ama bu gizli hedeflerin herkes tarafından bilindiğini ve ABD’nin de herkesin kendi gizli hedeflerini bildiğini bilmesinin, bilgisine sahip olması emperyalizm için bir dezavantaj mıdır?
Bu acayip durumun farkında olan insanların, herkesin her şeyi bildiği bir ortamda bile ABD’nin dünyada tüm istediklerini yapabilecek kadir-i mutlak bir güç olduğu sonucuna ulaşması gayet doğal değil midir? Hele de 1991’den bu yana böyle bir yargının oluşması için başka kanallardan da uğraşılıyorken…
Ama tam bu noktada egemen ideolojinin bir parçası haline gelen her şeyin illa da solun aleyhine olması gerektiği gibi bir yanlış anlaşılmanın önüne geçmek lazım. Tam tersine, sol ne kadar çok kendine ait öğeyi egemen ideolojinin bir parçası haline getirmeyi başarırsa, o ölçüde siyasi olarak hareket serbestisi kazanacaktır. Dolayısıyla sorun bu değil…
Sorun solun güncellik içinde devinirken, ürettiği ideolojik öğelerin bir tür transformasyondan geçerek egemen ideolojiye burjuvazinin lehine eklemlenmesi ve böylece istemeden de olsa, egemen ideolojinin burjuvazinin lehinde şekillenmesine yardımcı olması.
Ancak çözüme dair ilk ipucu da tam bu noktada ortaya çıkıyor…
Güncellik ve uzun vadeli yönelimler
Güncel birtakım gelişmeleri izlemek ve bunlara siyasi ve ideolojik yanıtlar üretmek zorunda olan sol, güncelliğin kendiliğinden derinlik kazanıp, ideolojik açıdan elle tutulur veya nüfuz edilebilir bir somutluk haline dönüşmeyeceği gerçeğini akılda tutmalıdır. Bu somutluğun kendisi bizatihi ideolojik bir üretimin sonucudur.
İnsanlar, örneğin Irak’taki savaşı kavramaya çalışırken, aslında Irak’taki savaşı değil, Irak’taki savaşın ideolojik bir süreçten sonra ortaya çıkmış bilgisini kavrarlar.
İşte sol, bu sürece katkısı konusunda son derece dikkatli olmalı, yine Irak savaşı örneğinde görüldüğü gibi tek boyutlu bir ideolojik anlayıştan kaçınmalıdır. Siyasi mücadelede ideolojik olarak tek boyutlu bir anlayışın ciddi sakıncaları vardır.
Savaşın gerçek nedenlerini anlatmak, ABD’ye ve emperyalizme karşı mücadele etmek için elbette bir noktada gerekli olabilir, ama asla yeterli olmayacaktır. Her şeyden önce bu gelişmeleri tarihsel bir çerçeveye oturtmak solun işidir.
Olgu ve olayları tarihsel çerçeveye oturturken de mümkün olduğunca zengin bir ideolojik zemin kullanılmalı, meseleyi daha da karışık bir hale getirmeden farklı siyasi gündemler arasında basit ama etkili ilişkiler kurulmalıdır.
Ama bu çabalar da ne yazık ki her durumda olumlu sonuç vermemektedir…
Kapitalizmin kendi karşısındaki siyasi hareketleri güncellik bağlamında nasıl etkilediği sorusuna yanıt ararken, güncellik diye adlandırdığımız olgunun o ana özgü, kesintili bir durum olarak algılanmaması gerekir. Güncellik bir süreç içinde algılanmadığı sürece, doğru yolu bulmak pek mümkün görünmemektedir.
Sermaye sınıfı kendisini hakim sınıf olarak yeniden üretirken, yalnızca kısa vadeli anlık tercihler yapmaz; burjuvazi, iktidarının sürdürebilmek için daha uzun vadeli yönelimlere de sahiptir. Aslında kısa vadeli tercihleri önemli ölçüde etkileyen de bu uzun vadeli yönelimlerdir.
Görünürde burjuvazinin kısa vadeli ataklarına karşılık üretmekle uğraşan sosyalist hareket, bu yönelimlerle anlık tercihlerin arasındaki bağlantı noktaları ve gerilimlere hem bir olanak hem de bir tehlike olarak azami ölçüde dikkat etmelidir.
Güncel gelişmeleri tarihsel bir bağlamın içine oturtmak ve dolayısıyla solun ürettiği ideolojinin kendisine karşı kullanılmasını engellemek için kapitalizmin uzun vadeli yönelimlerini, bu yönelimlerle hakim sınıfın anlık tercihleri arasındaki ilişkileri ve gerilimleri anlamak, bu gerilim ve bağlantı noktalarından hareketle siyasi ve ideolojik üretimde bulunmak, sol için bir ciddi bir olanaktır. Ancak aynı uzun vadeli yönelimlerin sınıflar mücadelesinin genel seyri üzerindeki ağırlığı, solun farklı bir düzeyde ve zamansallıkta bu yönelimlerin de etkisi altında kalmasına yol açacaktır.
Burjuvazinin uzun vadeli yönelimleri, kapitalist sistem içerisinde yapısal olarak adlandırabileceğimiz dönüşümlere işaret eder. Bu dönüşümler elbette kapitalizmin genel işleyiş yasalarına, sözgelimi sömürü mekanizmalarına, emek ile sermaye arasındaki genel ilişki biçimine, belki daha doğru bir ifadeyle üretim ilişkilerine ve bu ilişkilerin toplumsal formasyonu belirleme mekanizmalarının genel kurallarına dair değildir. Ancak 19. yüzyıl kapitalizmi ile 21. yüzyılın başındaki kapitalist sistem arasındaki farkı gözardı etmek işimizi kolaylaştırmayacak, tam tersine bizi garip bir marksizm yorumu ve bu yoruma doğal olarak eşlik edecek siyasi ve ideolojik açmazlarla başbaşa bırakacaktır.
Ama tehlikenin kaynağı, ilk akla geldiği gibi bu dönüşümleri veya değişimi görmezden gelmek değil, siyasi mücadele biçimlerinin bu değişimlerden nasıl etkilendiğini görememektir.
Siyasi mücadelenin biçim ve içeriği zaman içinde bir şekilde değişmektedir. Bu değişim uluslararası bir sistem olarak kapitalizmin yapısal dönüşümleri ile ilişkilidir. Dönüşümler ile siyasi mücadelenin biçim ve içerik değiştirmesi arasındaki ilişki elbette doğrudan müdahalelerle değil birtakım dolayımlar aracılığıyla kurulmaktadır.
Bu bağlamda, Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Sol Partisi girişimi iyi bir örnek olabilir.
Avrupa Birliği projesi emperyalizmin eski kıtada yaşama geçirmeye çalıştığı en uzun soluklu projelerden bir tanesidir. Bu tarz bir entegrasyonun birliğe üye ve üye olmayı bekleyen ülkelerdeki siyasi gelişmeleri etkileyeceği ve solu farklı siyasi mücadele biçimlerini tercih etmeye zorlayacağı olgusunu yok saymanın bir manası yoktur.
Ama Avrupa Birliği süreci sol açısından ortaya bir garabet çıkarmış, yakın zamanda ilkiyle ilgili olarak daha beterini çıkartması da muhtemeldir.
İlk garabet Avrupa Parlamentosu’dur. Avrupa Birliğinin karar mekanizmalarında hiçbir etkisi olmayan bu kuruma bugün AB üyesi ülkelerde veya Türkiye’de insanlar hala bir değer atfediyorsa bunun tek sorumlusu soldur.
Avrupa solunda yıllardır varolan parlamenterist gelenek, AP özelinde sınırötesi bir hal almış, bir tür dost meclisinden öte bir işlevi olmayan bu kurum “emeğin Avrupası” mücadelesinin temel aracı haline gelmiştir. Avrupa Parlamentosu’nda kendince kıyameti koparan da soldur, sonra bu kıyamete bakıp kendi kendine gururlanan da…
Şimdi amaçlarından biri de bu parlamentoda daha etkili bir grup kurmak olan Avrupa Sol Partisi projesi, ulusal sınırlar dahilinde siyasete olağanüstü zararlar vermek üzere kapıdadır.
Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Sol Partisi hakkında uzunca bir değerlendirme yapılabilir ama uzun vadeli dönüşümlerle siyasi mücadele biçimleri arasındaki ilişki açısından önemli olan nokta, Avrupa solunun temel mücadele birimi olarak ulus devletin önem kaybettiği yanılsamasına kapılmasıdır.
Yalnızca Avrupa’da değil, tüm dünyada, 1991’den sonra hızlanan bir biçimde, ulus devletlerin, uluslararası kapitalist sistemle entegrasyon biçimleri değişmektedir. Ancak bu değişim ulusal sınırlar içerisinde iktidarın fethi perspektifine yaslanan devrimci bakışı revize etmeyi gerektirecek kadar köklü değildir.
Ama kapitalizmin dönüşümü ile siyasi mücadele biçimlerinin değişimi arasındaki ilişki Avrupa solunun onlarca yıllık ideolojik alışkanlıkları dolayımıyla kurulmuş ve Avrupa solu bu dönüşüme aslında yanıt vermemiş, basbayağı burjuvazinin lehinde olmak üzere uyum sağlamıştır.
Peki ama tehlike böyle tarif edilebiliyorsa, olanaklar nerede aranmalıdır?..
İki farklı dönem
Kapitalizmle, solun düzene karşı verdiği mücadelenin biçim ve içeriğinin ilişkisi hakkında, çok genel olarak, biri güncel gelişmelerle, diğeri kapitalizmin uzun vadeli yönelimleri ile ilgili olmak üzere iki ayrı boyut varsa, bu iki boyutun birbirleriyle olan ilişkisi üzerinde biraz daha durmakta fayda var. Çünkü solun güncel siyasi mücadelede, çoğu kez kapitalizmin gündemini takip etmek zorunluluğundan kaynaklı sorunları aşmanın ipuçlarına yine de bu iki boyut arasındaki ilişki incelenerek ulaşılabilir.
Bir başlangıç olarak, ilk bakışta yanlış gibi görünse de, hangisinin siyasi mücadeleyi belirlemek açısından daha etkili olduğu sorusu ortaya atılabilir.
Yanlışlık gerçek yaşamda böylesi ağırlık merkezlerini tanımlamanın çoğu zaman olanaksız olmasındadır. Hem güncel gelişmelerin, bu uzun vadeli yönelimlerin dolaylı sonuçları olarak ortaya çıkması da bir veridir. Ama yine de, sol açısından öznel bir ağırlık merkezi aramakta oluşumuz, bu denemenin sakıncalarını biraz olsun azaltır herhalde…
Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün ardından, solun geri çekilişinin somut olarak gözlenebildiği 1990lı yıllardaki süreçle, Sovyetler Birliği’nin emperyalist blok karşısında dengeleyici bir faktör olarak varolduğu yılları, örneğin İkinci Savaş sonrası süreci kabaca karşılaştırdığımızda, siyasi mücadelenin biçim ve içerik değiştirmesi açısından güncel gelişmelerin ağırlığı açısından bir farklılık göze çarpmaktadır.
Sınıflar mücadelesinin dünya üzerinde daha dengeli seyrettiği bir dönemde kısa vadeli gelişmelerle sol siyasetin arasındaki ilişki önem kazanırken, Sovyetler Birliği’nin yokluğunda emperyalizmin belirleyiciliği altında geçen dönemde uzun vadeli yönelimler ağırlığını arttıracaktır.
Uluslararası sistemde emperyalizmi dengeleyici bir unsurun varolduğu bir konjonktürde emperyalizmin uzun soluklu projeleri bu odağı dikkate almak zorundadır. Hem sınıflar mücadelesinin dinamikleri, emperyalist odaklarının canlarının istediklerini yapmasına da izin vermeyecektir. Bu durum süreç üzerindeki uzun vadeli denetimi neredeyse olanaksız hale getirecektir.
Elbette mutlak bir denetimin olmayışı, plan ve projelerin yapılmasına, yürürlüğe konmasına engel değildir. Hatta, emperyalizmin reel sosyalizm karşısında ilan ettiği zaferi, böylesi bir plana bağlayanlar çıkabilir. Ama böyle bir plan varsa dahi, sınıflar mücadelesi, en az kendisi kadar güçlü bir başka öznenin varlığında, bunun eksiksiz bir şekilde uygulanmasını olanaksızlaştıracak bir yapıya sahiptir.
Aslında bir adım daha ileri giderek, böylesi bir dönemde tarihin daha karmaşık bir akış dinamiğine sahip olduğu bile söylenebilir. Bu karmaşıklık çerçevesinde güncel gelişmelerin sol üzerinde daha belirleyici olduğu da…
Ama 1991 öncesi dönemde, kapitalizmin kendisinin uzun vadeli yönelimlerinin sola ideolojik ve biçimsel etkisinin sınırlı olduğunun altını çizmek gerekiyor. Çünkü tarihin akışı açısından karmaşıklıkla tarif edilmeye çalışılan bütün, farklı bir düzlemde, bir tür denge ile de tarif edilebilir. Ancak bu durumda dahi sonuç pek değişmeyecektir. Etkili olan, kapitalizmin uzun vadeli yönelimi değil, bir tarafında reel sosyalizmin durduğu dengenin kendisidir.
Karmaşıklık ve denge diyalektiğinin belirlediği dönemde sol, hem uluslararası düzlemde, hem de ulusal sınırlar çerçevesinde bu denge halinin dolayımlarıyla karşılaşacaktır. Hem ulusal, hem de uluslararası bağlamda uzun vadeli siyasetin Sovyetler Birliği’nin eline bırakılması güncel olana odaklanmanın öznel bir nedeni olarak göze çarpmaktadır.
Bu dönemde özellikle Avrupa solu, ideolojik bir tembellikle kapitalizmin uzun vadeli yönelimleriyle, güncel gerilimler arasındaki ilişkiyi kavramaya yönelik bir çabaya girişmemiştir.
Aslında farklı denebilecek gelişim ve beslenme kanallarına sahip Türkiye solu ise, teorik yetersizlik gibi öznel nedenlerin de katkısıyla, farklı bir rota izlemeyecektir.
Bu durumun belki de tek istisnası, özel koşulları nedeniyle ulusal kurtuluş hareketleri olacaktır.
Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ile talihin akış dinamikleri açısından karmaşıklık ve denge sona erdi. Artık tek kutuplu bir dünyada, son derece güçlü bir hegemonik bir gücün belirlediği bir döneme giriliyordu. Emperyalist hiyerarşinin tepesinde duran tek bir özne, diğer emperyalist öznelerle arasındaki çelişkilere rağmen, bu ülkelerin kendisine rakip olamayacak durumda olmalarından faydalanarak, tarihin akışma etkide bulunmaya başlayacaktı.
Uluslararası sermaye adına hareket eden ABD’nin uzun vadeli yönelimleri eskisine oranla çok daha önemli hale geldi ve bu yönelimlerin güncel gelişmeler üzerindeki doğrudan baskısı arttı.
Yeni bir dönemin başladığı konusunda hemfikir olan sol, bu yeni döneme kendi içinde çok farklı tepkiler verdi. Ama işin ilginç yanı, geçmişle, belki de zorunlu bir hesaplaşma yaşayan solun, özellikle bu hesaplaşmayı en ağır yaşayan kesimlerinin, bu muhasebenin bazı konularda hakkını verememesiydi.
Bugün anti-sovyetik konumlarıyla bilinen solun bazı kesimleri, güncellikle uzun vadeli yönelimler arasındaki ilişkiyi yorumlarken hala fazlasıyla “sovyetik”tir.
Yeni dönem edebiyatına herkesten daha şiddetli sarılanlar, hiç sürpriz olmayan bir şekilde, önceki dönemden devralınmaması gerekenleri almak konusunda oldukça başarılı oldular. Bunlardan belki de en önemlisi, ideolojik tembellik ve dolayısıyla güncel gelişmeler karşısında verilen siyasi tepkiler oldu. Sol açısından en büyük talihsizlik ise, bu kalıtsal hastalığın görüldüğü çevrelerin, yalnızca anti-sovyetik veya reformist hareketlerle sınırlı kalmayacak olmasıydı.
Solun büyük bir kısmı bugün güncel gelişmeleri yorumlarken, her ne kadar tam tersini iddia etseler de, sermaye sınıfının uzun vadeli yönelimlerini tamamen ihmal etmekte, güncelliğin yarattığı siyasi ve ideolojik çerçevenin içine sıkışıp kalmaktadır.
Konuyu biraz olsun somutlaştırmak için Türkiye örneği üzerinde durursak, savaş, özelleştirme, gericilik, AB ve IMF ile ilişkiler gibi sayısı çoğaltılabilecek başlıkların tamamında, solun güncel tepki ve reflekslerden sıyrılamadığı, bu nedenle solun çıkışlarının önemlice bir kısmının, zamanla burjuvazinin kullanabileceği ideolojik öğeler haline geldiği görülmüştür.
Şaşırtıcı olan, farklı ideolojik konumlara sahip hareketlerin, bu konumlarıyla bağlantılı olarak birbirinden farklı tavırlar almalarına rağmen, benzer sonlardan kurtulamamalarıdır. Bu durum, başka bir soyutlama düzeyinde, güncel gelişmelerin sermayenin uzun vadeli yönelimlerle olan ilişkileri bağlamında, bu hareketlerin ortak ideolojik hareket noktalarına sahip olduğunu da göstermektedir.
Direniş kültüyle, emeğin Avrupası söylemi arasındaki mesafe sanılandan çok daha kısadır. Her ikisi de, kapitalizmin kısa vadeli ataklarına karşı özünde savunmacı ama daha önemlisi bir gelecek perspektifine sahip olmayan tavırlar üretmektedir.
Kapitalizmin solun üzerindeki manipülatif etkisi, bu çerçevede, komplo senaryolarında olduğundan çok daha fazladır.
Tek kutuplu dünya dinamikleriyle uyumlu bir biçimde bugün, özellikle anti-emperyalist mücadeleden tehlikeli sinyaller gelmektedir.
Anti-emperyalist hareket ve emperyalizmin dinamikleri
Güncel siyasi gündemin bir parçası olmak zorunda olan solun, anti-emperyalist mücadele söz konusu olduğunda her iki boyutta da dezavantajları artmaktadır.
Sovyetler Birliği sonrası dünyasının tek hegemonik gücünün tarihin akışındaki etkisi artmış ve bununla ilişkili olarak solun bu gündemde güncel gelişmelere müdahale etme şansı iyice azalmıştır.
Bu durum, hatırlanacağı gibi çift yönlü bir baskıyı beraberinde getirmektedir. İlki, yapısal denebilecek baskıdır. Emperyalizmin yapısal değişiklikler için baskı uyguladığı ülkelerde, köklü ekonomik, siyasi ve ideolojik değişiklikler gündeme gelmektedir. Siyasi mücadelenin bu değişikliklerden etkilenmesi kaçınılmazdır.
İkincisi, solun, zorunlu olarak tamamen kontrolünün dışında gibi görünen güncel gündemlere müdahale etmeye çalışmak zorunda oluşudur. Daha önce de değinildiği gibi, bunun en güzel örneği ABD’nin Irak’a saldırmasıdır. Gündeme müdahil olması gereken; ama bu saldırıyı nasılsa engelleyemeyeceğini düşünen sol, saldırının gerçek nedenlerini halka anlatmak gibi aydınlatıcı ve öğretici bir yolu tercih ettiği ölçüde ideolojik olarak çuvallamıştır.
Oysa, çıkışı yok gibi görünen bu ikili kapandan kurtulmak imkansız da değildir…
Öncelikle emperyalizmin köklü değişiklikleri dayattığı Türkiye gibi ülkelerde, bu yapısal değişikliklerin solun siyasi ve ideolojik bağımsızlığı üzerinde baskı yarattığı görülmelidir. Sol her şartta düzenden siyasi ve ideolojik olarak bağımsız kalmaya mecburdur.
Örneğin, Avrupa Sol Partisi girişimi bu açıdan da okunabilir. Bu partinin kurulmasıyla, Avrupa Birliği içerisinde küçük veya büyük devrimci partilere yaşam hakkı tanınmayacaktır. Devrimci partiler, büyük gövdeli üç dört reformist partinin ortaklaşa oluşturacağı siyasi yapının içinde, tüm hareket alanları daraltılarak ya likide edilecek, ya da yok edileceklerdir.
Avrupa Birliği özelinde, veya daha genel olarak düşünüldüğünde emperyalizmin farklı bir evresini idrak ettiğimiz, değişik ülke gündemlerinin benzer emperyalist politikaların etkisinde ortaklaştığı şöyle bir dönemde, Avrupalı partilerin birbirleriyle daha sıkı ilişkiler kurması, eşgüdümlü çalışmayı başarmaları elbette önemli ve kaçınılmazdır. Ancak bu zorunlu dönüşüme veya gereklilik diyebileceğimiz duruma dair üretilecek yanıt, düzenin içinden çıkmamalıdır.
Dönüşüme uyum sağlamak değil, dönüşümün doğru analiziyle yola çıkılarak bu dönüşüm içerisinde mücadele edebilecek bir siyasi üretim hedeflenmelidir. Siyasi ve ideolojik olarak bağımsız kalarak devrimci projeler üretmek her zaman mümkündür.
Bu yolla emperyalizme karşı mücadele eden öznenin, sistemin yapısal dönüşümü ile uyumlu ve son tahlilde düzenin bir parçası olma ihtimalini barındıran biçim ve içerikle hareket etmesi önlenerek, emperyalizmin yapısal değişiklikleriyle birlikte devinmesi, bu çerçeveyi veri alarak siyaset yapması sağlanabilir. Bu değişiklikleri dikkate almayan bir siyasi hareket ise, zaten oyunun dışında kalmaya mahkumdur.
Emperyalizmin dayattığı güncel gündemler söz konusu olduğunda ise, öncelikle çaresizlik edebiyatının her türünden kaçınılmalıdır.
Çaresizlik edebiyatı, savaş örneğinde görüldüğü gibi, açıkça “biz bu işe engel olamayız” demekten ibaret değildir. İlk anda olumlu bir tavırmış gibi görünen siyasi ataklar bile daha sonra solun aleyhine bir öge olarak egemen ideolojinin bir parçası haline gelebilmektedir.
Çaresizlik edebiyatı aslında güncel gelişmelere dair oluşturulan; ama siyasi ve ideolojik açıdan yalnızca verili güncelliği kapsayabilen tavırların hepsine içseldir. Örneğin, özelleştirmeler veya işten çıkartmalar bu olgunun istisnası değildir… Ancak bu gündemlerde güncellikle sınırlı diye adlandırabileceğimiz siyasi manevralarla bile küçük de olsa geçici başarılar elde etme şansı vardır.
Anti-emperyalist mücadele için böyle bir durum söz konusu değildir. Anti-emperyalist mücadele içinde elde edilecek başarılar dahi çok kısa sürede anlamsızlaşma tehlikesini her zaman barındırırlar. Çünkü mücadele edilen düşman alabildiğine güçlüdür; elde edilen mevzinin elden çıkması veya emperyalizmin başka bir atağıyla hiçbir manasının karflmaması an meselesidir.
İşte bu nedenle, emperyalizm karşıtı mücadelenin uzun soluklu bir perspektifi olmak zorundadır. Örneğin, Türkiye’de savaş karşıtı mücadele veren sol, bu mücadeleyle neyi hedeflediğini açıkça anlatmalı, mümkün olabildiğince somut hedefler koymalıdır. rfKoyulan hedeflerin bazılarına ulaşamamaktan korkarak hedef belirlememenin bedeli, her zaman bu hedeflere erişememekten daha ağır olacaktır. Hem kastedilenin adım adım ilerlenen, bir takım ara hedeflerden geçilen aşamalı bir mücadele olmadığı açıktır.
Bu bağlamda sol, direne direne değil, ilerleyerek kazanacaktır.
Böylesi bir perspektifle hareket etmek ancak uluslararası sermayenin uzun vadeli yönelimlerini ve bu yönelimlerin güncel gelişmelerle olan bağını anlayarak mümkündür. Bu ilişkiler doğru kurulduğunda, birbirinden oldukça farklı ve ilgisiz görünen gündemler arasında siyasi ve ideolojik gel gitler olanaklı hale gelecek, güncelliğin ideolojik açıdan işlenmediği durumda fakir ve zor algılanan karmaşıklığının, alan daraltıcı baskısından kurtulmak için avantaj sağlanacaktır.
Siyasi bir denklem olarak, güncelliğin esiri olmanın karşısında, apolitizm, ertelemecilik veya teorisisizm yer almaz. Bir siyasi özne, güncelliğin esiri olmamak için, apolitik, ertelemeci ve teorisist olmak zorunda değildir.
Bağımsız ve uyanık bir siyasi hat güncellikle baş ederek, daha doğrusu güncelliği kendi lehinde kullanarak yol alabilir.
Sol, güncel gelişmeleri bu tarihsel çerçevenin içine oturtmak zorundadır. Yoksa bir siyasi hareket burjuvazinin günlük gazeteleri gibi gündem takip edemez. Eğer ederse başına gelecek olan bellidir: Güncelliğin olağanüstü ideolojik dağınıklığının altında ezilecek, ürettikleri de doğal olarak sermaye sınıfının kendisini hakim sınıf olarak yeniden üretmesine hizmet edecektir.
Hayat da, güncellik de dağınıktır. Her ikisini de toparlama, düzenleme ve tarihsel olarak yerlerine oturtma görevi solun omuzlarındadır.
Sol öznelerin üzerindeki yapısal baskının önemi burada bir kez daha kendisini hissettirmektedir. Çünkü öznenin siyasi ve ideolojik bağımsızlığı güncel değil uzun vadeli bir sorundur. Yapısal baskıyı göğüsleyebilen, uygun devrimci biçim ve içerikle yola devam eden, her şartta siyasi ve ideolojik olarak bağımsız kalan siyasi bir özne, doğru tarihsel perspektifle, güncelliği örgütlemeyi başaracaktır.
İşte ancak tam bu noktada, egemen ideoloji içerisinde sosyalizmin lehine öğeler yaratabilmenin önü açılabilir ve anti-emperyalist mücadele, ülkedeki iktidar değişikliği için bir manivela hizmeti görebilir.