Sosyalist Kore (Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti – KDHC), ABD Başkanı George Bush’un 2002 yılı Ocak ayında yaptığı “Birliğin Durumu” konuşmasında “şer ekseni” ülkelerden biri olarak tarif edildiğinden bu yana, Bush yönetiminin bölgeye yönelik yeni macera arayışları konusunda “samimi” olma olasılığından kaygı duyuyordu. (Oğul) Bush, iktidara geldiği 2001 Ocağı’ndan itibaren, KDHC’ye yönelik politikada bir “sertleşme” başlatacağı mesajını zaten vermişti. Ancak Washington’un “haydut devletler” listesinde bulunan KDHC’nin bir de “şer ekseni”ne dahil edilmesi, yeni bir aşamaya işaret ediyordu. Bu tehdidin ardından taraflar karşılıklı olarak birbirlerinin niyetlerini test edecek adımlar attılar. Sonbahar aylarında, ABD’nin tehditlerine karşı direnmenin kendisine bir fayda sağlamayacağını anlayan ve enerji krizi canına tak eden KDHC, bölgedeki hassas dengeleri de değerlendirerek kritik bir tercih yaptı. ABD’nin germekte olduğu ipin ucunu bıraktı ve kurallarını kendisinin koyacağı anlaşılan bir siyasi rota belirledi.
Irak’a saldırıya hazırlanan Amerikan emperyalizminin, Sosyalist Kore’nin de bu savaşın ardından gereken dersi alarak kendisine “sorun çıkarmayacağını” hesap ettiği anlaşılıyor. Ancak KDHC, dersini almadan önce “sorun çıkarmayı” tercih etti. ABD’nin bu sorunla nasıl baş edeceği konusunda verdiği sinyaller ise, geniş bir yelpazeye yayılıyor.
Bugün için yapılacak olan bir değerlendirmede, bu sinyallerin hangi dengelerin izdüşümü olduğuna bir göz atmakta yarar var.
11 Eylül ile birlikte ABD, emperyalist sistemin yapmak zorunda olduğu bir tercihin “gerekçesini” elde etti. Bu gerekçenin elde edilmesinde, hangi öznelerin ne şekilde rol üstlendiği tartışmalı ve tercihlere açık bir konu. Bu yazının ilgi alanı açısından ise, fazla bir önemi yok.
Emperyalist sistem, bir bütün olarak içinde bulunduğu krizden çıkış için iradeyi esas olarak ABD’li petrol ve silah tekellerine teslim etme tercihini yaptı. Bu tercihin ABD’nin kendi devlet aygıtı ve bunun “tabi” olduğu uluslararası hukuk açısından yarattığı gerilimler hafife alınmaması gereken ancak bugün için daha çok emperyalist odaklar arası güç dengeleri alanını ilgilendiren bir sorundur. O da bir yere kadar…
ABD, uluslararası anlaşmalardan birer birer çekilip herhangi bir diplomatik meşruiyet bir yana diğer ulus-devletler nezdinde asgari bir rasyonalitesi dahi bulunmayan “önleyici vuruş” doktrinini açıklarken, buna karşı çıkacak bir “hukuk” veya güç dengesi dünya üzerinde tanımlı değildir.
Emperyalizm, kendi açmazlarıyla boğuşuyor. Bugün, emperyalist krizden kurtulmanın yolu (kurtarıcı özne olarak atanmış olanların bulduğu yol), “uluslararası hukuğun” feshini gerektiriyor. “Uluslararası hukuk” ise, emperyalist sistemin olmazsa olmazlarından. Birilerinin çıkıp “bundan vazgeçtik” demesiyle ortadan kalkması mümkün değil.
Dolayısıyla uluslararası sistem de çelişki biriktiriyor. Bu durum “tehdit altındaki” Sosyalist Kore için manevra alanının genişlemesi demektir. KDHC’nin son aylarda sergilediği performans, bu alanın farkında olduğunu gösteriyor.
ABD’nin gerilimi yükseltmesindeki kritik evrelere ve KDHC’nin son adımlarına tekrar dönülecek. Öncesinde, ABD’nin Asya/Pasifik stratejisinin gelişimine ve Soğuk Savaş sonrası “ikilemlerine” ilişkin kimi notlar düşelim.
Amerikan emperyalizminin Soğuk Savaş dönemindeki Asya/Pasifik stratejisi, tüm bölgesel tercihlerinde olduğu gibi, Sovyetler Birliği tehdidini veri alarak oluşturuluyor. Japonya ve Kapitalist Kore’de (Kore Cumhuriyeti – KC) büyük bir nükleer ve askeri yığınağın oluşturulması, bu stratejinin en önemli bileşeni. ABD’nin bölgedeki kritik üslerinden biri olan KC, ekonomik, siyasi ve ideolojik olarak tümüyle bir Soğuk Savaş “varlığı” olarak şekillendiriliyor. Bu sürecin özetinde ise, on yıllara yayılan askeri diktatörlükler, muhalif hareketlere dönük her türden “cezai” yaptırım, bunların yetmediği noktada büyük katliamlar, KC ekonomisinin “ihtimamla” geliştirilmesi için gerekli tüm önlemlerin alınması ve “Güney Kore mucizesi”nin yaratılması, zorba diktatörlerin de içinde bulunduğu yönetici elit bir tabakanın “kendi evlatlarıyla aynı standartlarda” yetiştirilmesi gibi uygulamalar var. Soğuk Savaş stratejisinin önemli bir başka “kazanımı” ise, KC’nin daha önce sömürgecisi olan Japonya ile barıştırılması oluyor.
Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin ardından ise, ABD açısından ekonomik ve ideolojik tüm becerilerine karşın bir türlü hazmettiremediği Asya’daki askeri varlığı, sorun yaratmaya başlıyor. KC’deki 37 bin ve Japonya’daki 59 bin kişilik askeri birliklerle bölgede 100 bin asker gücünde bir ordu barındırmayı sürdürmek isteyen ABD emperyalizmi, buna “gerekçe” üretme ihtiyacı duyuyor.
Gerekçe üretim merkezleri hızla faaliyete geçiyor; örneğin, New York Times’da Leslie Gelb, Körfez Savaşı sona erer ermez, bir sonraki “hain” devletin KDHC olduğunu ilan ediyor. “Ahlaksız bir diktatör tarafından yönetilen, SCUD füzelerine ve bir milyon silahlı adama sahip olan, birkaç yıl içinde nükleer silah yapması olasılığı bulunan” KDHC bir sonraki hedef olmalıdır.1
ABD yönetimi, Soğuk Savaş sonrası Yeni Dünya Düzeni döneminde Amerikan Barışı’nı dayandıracağı temel düşmanı zaten ilan etmişti: Haydut devletler.
Eğer piyasa ve demokrasinin zafer kazandığı ve barışçı bir dünyaya geçiş, ABD’nin dünyanın dört bir yanında üslendiği coğrafyaları boşaltması anlamına da gelmeyecekse, bir düşman yaratılması zaten zorunluydu. 11 Eylül’den sonra ihtiyaç duyulan gerçek biçimine kavuşan “düşman” formülasyonunun bu ilk hali, Irak, KDHC, İran, Suriye, Sudan, Kore ve Libya’yı kapsıyordu (Bush’un “şer ekseni” tarifiyle hedef listesini keskin hale getirmesinden sonra daha az telaffuz edilmekle birlikte “haydut devletler” kavramlaştırması ABD politikasında geçerliliğini sürdürüyor).
Yeni Dünya Düzeni’nin ABD emperyalizminin savaş ve petrol ekonomisine dayanmama olasılığının bulunduğuna inanan Amerikalılar da vardı elbette. Buna inanan solcuların da olduğunu, hatta sosyalist hareket içinde bu tartışmaların bir dönem kritik bir yer tuttuğunu ise, hatırlamak ve hatırlatmak istemiyorum.
Soğuk Savaş sonrası dönemde, dünyanın dört bir yanındaki askeri varlık, ABD’de tartışılır hale geldi. KC’de bulunan ABD askerlerinin ülkeye dönmesi daha uygun olmaz mıydı? Neden ABD Japonya’da onca asker bulunduruyordu? Ya diğer coğrafyalar?..
1991 Eylülü’nde ABD Başkanı George (Baba) Bush, KC’deki 100 nükleer silah da dahil olmak üzere ABD’nin farklı ülkelerdeki tüm nükleer silahlarının geri çekileceğini açıkladı. ABD’nin diğer askeri varlıkları ile ilgili bir açıklama ise yapılmadı.
1991, Kore Yarımadası’nda başka gelişmelerin de yaşandığı bir yıl oldu. Aralık ayında KDHC ve KC, Kuzey-Güney Uzlaşma, Saldırmazlık, Ticaret ve İşbirliği Anlaşması’nı imzaladılar. 31 Aralık tarihinde, iki ülke, yarımadanın nükleer silahlardan arındırılmasını amaçlayan bir deklarasyonu açıkladılar. Buna göre, her iki ülke de nükleer denemeleri, nükleer silah üretimini, alımını, stoklanmasını ve kullanılmasını durduracaklardı. Ancak, ABD’nin KC’deki askeri varlığına ilişkin herhangi bir değişiklik gündeme getirilmedi.
ABD emperyalizmi, “en demokrat” Başkan Bill Clinton döneminde (1993-2000) bile, uluslararası alandaki askeri önceliklerinden feragat yönünde tek bir tercih yapmadı. Kore yarımadası söz konusu olduğunda Clinton’ın “havuç-sopa” taktiği olarak adlandırılan ve esas hedefi KDHC-KC birleşmesinin de Almanya örneğinde olduğu gibi “piyasa düzeninde” sağlanması olan politikalar uyguladığını görüyoruz. Bölgedeki ABD askeri varlığını “sorgulatmadan” elbette.
ABD emperyalizminin askeri “tutuculuğu” bir yana, Asya/Pasifik bölgesi söz konusu olduğunda gerçekten de “koruması” gereken çok somut çıkarları olduğunu da hatırlamak gerekiyor. Clinton yönetiminin 1995 tarihli “Doğu Asya-Pasifik Bölgesi İçin ABD’nin Güvenlik Stratejisi” belgesi, bölgeyle yapılan 374 milyar dolarlık ticaret üzerine temellendirilmiştir. Çerçevesi, Japonya ile ittifakı güçlendirmek, Koreler’le ilişkileri korumak ve Çin ile yakınlaşmak şeklinde özetlenen bu stratejiye göre, ABD’nin bölgedeki askeri varlığı, “güvenlik ve istikrarın” temel güvencesidir.2
Japonya’daki ABD askeri varlığının çerçevesini çizen 1960 tarihli Karşılıklı Güvenlik Anlaşması’nın (AMPO) yenilenmesi de bu çerçevede gündeme geliyor. Nisan 1996’da, ülkedeki Amerikan askeri varlığına dönük tepkileri de sahtekarca bir manevrayla hafifletmeyi amaçlayan Japon Başbakanı Hashimoto, Bill Clinton ile bir araya gelerek Japonya ile ABD arasındaki Karşılıklı Güvenlik Anlaşması’nı “yeniliyor”. Yenilemenin sonucu ise, Japonya’nın daha militer bir yönelime girmesi, “savunma” harcamalarını arttıracağı sözü vermesi oluyor. Ülkede bulunan 100’ün üzerindeki üste yerleşik 59 bin ABD askerinden bir tanesinin bile geri dönmesinden söz edilmiyor. Aksine ABD üslerinin kalıcılığı teyit ediliyor. Üslerin Soğuk Savaş sonrası dönemde de ne kadar gerekli olduğu vurgulanıyor.
Çin ve Rusya’nın bölgede etki alanlarını genişletmesi olasılığından tedirgin olan ABD’nin bölgedeki askeri varlığından vazgeçmesinin beklenemeyeceği açık. KDHC ile KC’nin hedef olarak gösterilen “Tek Kapitalist Kore” çatısı altında birleşmesinden sonra bile ABD askerlerinin bu ülkede kalacağını açıklayan Amerikan yönetimi, bunun birleşmenin önünde engel oluşturabileceği yönündeki uyarıları önemsemiyor. Son gelişmelerle birlikte, piyasalı ya da piyasasız birleşme olasılıklarının yerlerini başka olasılıklara bıraktığı Koreler’in tarihine kısaca bir göz atarak bugünkü gerilimin ABD açısından yarattığı sıkıntıların gelişimini ele alalım.
KDHC: “Özgüven”in kökeni
Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti 1948’de, 38. paralelin güneyini ABD yanlısı Kore Cumhuriyeti’ne bırakarak uluslararası kimlik kazanıyor. ABD’nin kukla yöneticisi Syngman Rhee aracılığıyla gerçekleştirdiği provokasyonların ardından KDHC 1950’de güneye giriyor. 1953’te imzalanan ateşkes anlaşmasına kadar yaşanan savaş, emperyalizmin saldırgan sicilinde özel bir bölüm oluşturuyor.
1953 ateşkesiyle Koreler bir kez daha 38. paralelin iki tarafına dönüyorlar. Ateşkes dışında savaşı bitiren bir barış antlaşması imzalanmadığı için, Soğuk Savaş döneminde (ve bugün de) Koreler’in savaşı devam ediyor. KDHC ve KC, sosyalist ve kapitalist tercihlerin Soğuk Savaş dönemindeki gelişimine dair özel örnekler oluşturuyor.
KDHC, merkezi planlama ile yönetilen sosyalist bir ekonomiye sahip. Kritik sanayi kuruluşlarının devletleştirilmesi ve toprak reformu Kore Savaşı’nın öncesinde uygulamaya sokuluyor. Savaşın ardından Sovyetler Birliği, Çin ve Doğu Avrupa ülkelerinin desteğini de arkasına alan KDHC, savaşın yarattığı tahribatı ve sosyalist kuruluş görevlerini bir arada gerçekleştirme yoluna giriyor.
Kooperatif tarzda örgütlenen tarımın geleneksel yöntemlere dayanmasına karşın, tarımsal kesimin yaşam standartlarının yükseltilmesine özel önem veriliyor. İlk 3 Yıllık Plan, 1954-56 yılları arasında uygulamaya konuyor.
5 Yıllık Plan (1957-60) döneminde ise, ağır sanayinin gelişimine verilen önem vurgulanıyor; tüketim malları üretimi daha geri planda kalıyor. Sovyetler’deki kuruluş modelini esas alan bu strateji ile 1950’li ve ‘60’lı yıllarda, ülke ekonomisinde önemli hamleler gerçekleştiriliyor.
1957 sonunda çok sayıda sınai malın üretimi 1949 seviyesine ulaştırılıyor. İkinci 5 Yıllık Plan döneminde yeniden inşanın diğer başlıkları ve gıda ve barınak sorunu gibi toplumsal başlıklar, devlet tarafından planlanarak yoluna konuyor. Ekonominin tüm sektörlerinin kamulaştırılması 1958 yılında tamamlanıyor. Tarımda devlet çiftlikleri ve kolektif çiftliklere geçiş yapılıyor. Dönemin büyüme rakamları, KC’deki “ekonomik gelişmeyi” yaya bırakacak düzeyde: 3 Yıllık Plan döneminde ekonominin yıllık büyüme oranı yüzde 30, 5 Yıllık Plan döneminde ise, yüzde 21 olarak kaydediliyor.
Bu dönemde, ekonomide kimi sorunlara yol açan “sektörler arası dengesizlikler”in giderilmesi için bir “geçiş yılı” tarif ediliyor ve bir sonraki plan dönemi bir yıl sonraya erteleniyor.
1961-67 yılları arasına yayılan Birinci 7 Yıllık Plan döneminde KDHC, Sovyetler Birliği ile ilişkilerin bozulması ve Sovyet yardımının durmasıyla birlikte, Çin’e yöneliyor.
Bu yıllar, ekonominin yaygın büyümeden yoğun büyümeye geçtiği dönem olarak tarif ediliyor. Ağır sanayiye verilen öncelik sürerken, savunma vurgusu ön plana çıkıyor. Bunun temel nedeni ise, dönemin KC’de General Park Chung Hee’nin (1961-79) darbeyle iktidara geldiği ve ABD’nin Vietnam’da gerilimi yükselttiği dönem olması. Beklenen performansın yakalanamaması Birinci 7 Yıllık Plan’ın fiili olarak 1970’e kadar, 3 yıl daha uzatılmasına neden oluyor.
1971-76 döneminde gündeme getirilen 6 Yıllık Plan’da ise, büyüme beklentileri düşük tutuluyor. Bu defa vurgu, teknolojik ilerleme ve sınai hammadde üretiminin kendi kendine yeter düzeye getirilmesi, ürün kalitesinin arttırılması, farklı sektörler arasındaki dengesizliklerin düzeltilmesi, enerji ve madencilik sektörünün geliştirilmesi üzerine yapılıyor. Ulaşım kapasitesinin geliştirilmesi planın vurguladığı bir başka hedef oluyor. KDHC yönetimi, Ağustos 1975’te 6 Yıllık Plan hedeflerine ulaşıldığını açıklıyor, ki bu tarih öngörülenden 1 yıl 4 ay öncesine tekabül ediyor.
1977 yılı da “geçiş yılı” olarak tarif ediliyor ve hedefleri “özgüven modernleşme ve bilimselleşme” olarak belirlenen İkinci 7 Yıllık Plan Dönemi (1978-84) başlatılıyor. “Özgüven”, esasen KDHC’nin temel ideolojik yapısında köklü bir yeri olan bir tema, 3 cancak bunun plan hedefleri içinde altının çizilmesi, 1970’lerin ortalarından itibaren ülkenin Batı’dan büyük miktarlarda makine ve teçhizat ithal etmiş olması ile ilişkili.
İkinci 7 Yıllık Plan’ın önemli başlıklarını, sanayinin ihtiyaç duyduğu yakıt, enerji ve diğer kaynakların daha gelişkin bir biçimde elde edilmesini sağlayacak bir teknolojik yenilenmenin sağlanması, belli hammaddelerin ülke içinde elde edilmesini sağlayacak altyapının oluşturulması, demiryolu, karayolu ve deniz taşımacılığının yaygınlaştırılması, ulaşım sisteminin yoğunlaştırılması ve merkezileştirilmesi ve tarımsal tekniklerin geliştirilmesi oluşturuyor. Teknolojik yenilikler ve buna uygun emek gücünün geliştirilmesi için eğitime özel bir vurgu yapılıyor. 11 yıllık temel eğitim süreci, uzmanlaşma alanları gözetilerek yeniden düzenleniyor.
Ancak, İkinci 7 Yıllık Plan’ın hedeflerine ulaşmak konusunda kimi sorunlar yaşanıyor. Yıllık büyüme hedefi yüzde 9.6 oranında öngörülürken, bunun yüzde 8.8 düzeyinde olduğu açıklanıyor.
Bundan sonraki Üçüncü 7 Yıllık Plan (1987-93) döneminde “Sosyalist ekonominin inşası için 1980’lerin uzun vadeli 10 temel hedefi” tarif ediliyor. Bu dönemde yıllık ekonomik büyümenin yüzde 7.9 civarına düştüğü kaydediliyor.
1989’da, Üçüncü Yedi Yıllık Plan’ın bir parçası olarak duyurulan 3 Yıllık Plan’da tüketici ihtiyaçları gözetilerek, yaşam kalitesinin yükseltilmesine vurgu yapılıyor. Üçüncü Yedi Yıllık Plan’da, ilk kez dış ticaretin ve ortak yatırımların geliştirilmesine büyük önem veriliyor. Ülkenin Temmuz 1989’da 13. Dünya Gençlik ve Öğrenci Festivali’ne evsahipliği yapmak için otoyol, tiyatro, otel, havaalanı ve diğer hizmetler için gereken birimleri inşa etmesinin tarımsal ve sınai gelişmeyi olumsuz etkilediği belirtilirken, uzun vadede bu adımların toplumsal yapının gelişimine katkıda bulunduğu saptanıyor.
Üçüncü 7 Yıllık Plan döneminin sonlarına yaklaşıldığında ise, artık sosyalist sistemin çözülmekte olduğu ve KDHC’nin ekonomik sıkıntılarının başlayacağı bir döneme girilmektedir. KDHC, bu yıllarda, GSMH’sinin yüzde 20’den fazlasını savunmaya harcamalarına kaydırıyor.
KDHC, ‘90’lı yıllara, Çin-SSCB anlaşmazlığının dışında kalarak belli iniş çıkışlarla da olsa sürekliliğini sağladığı sosyalist sistemin desteğini yitirerek giriyor. Bu, son dönemde SSCB ile özellikle askeri alanda ciddi bir yakınlaşma sağlamış olan KDHC’nin sıkıntılı döneminin bir başlangıcı oluyor.4
KDHC’nin Soğuk Savaş döneminde inşa ettiği sosyalist düzeninde, KC’de yaşanan siyasi iniş çıkışlar gözlemlenmiyor. Halkın sevgilisi “Büyük Lider” Kim İl Sung ve Kore İşçi Partisi’nin iktidarı, barış ve “istikrar” dolu bir siyasi atmosfer yaratıyor.
KC: Bakıma muhtaç akraba
ABD emperyalizminin, komünizm tehdidinden “kurtardığı” Kore Cumhuriyeti’nin tarihi, yukarıda da değinildiği gibi, zorbalıklarla bezenmiş bir piyasa “mucizesi” olarak şekilleniyor. Ülkedeki ABD askeri varlığı ise, tarihi boyunca kanayan bir yara oluyor KC için.
Kore Savaşı sonrası ABD tarafından atanan Syngman Rhee’nin yönettiği KC, KDHC’nin sosyalist inşa sürecinde gösterdiği performansa yetişme sorunu yaşıyor. Bu dönemde, “komünizm tehdidi” ülkede yoğun baskı uygulanmasını gerektiriyor. KDHC’den farklı olarak KC’de siyasi iktidarlar defalarca değişiyor. “Demokratik bir değişim” süreci olarak etiketlendirilemeye olanak vermeyecek kadar “darbelerle dolu” bir süreç yaşanıyor. Ülkede 1986’ya kadar askeri darbeler durmak bilmiyor. Bu tarihten sonrası ise, yıllarca baskı altında tutulan Amerikan karşıtlığının, uluslararası alanda yaşanan gelişmelerle birlikte daha fazla dizginlenemeyeceğinin anlaşılmasıyla birlikte, “ABD demokrasisine” geçişin zorunlu hale geldiği dönem oluyor.
KC’nin darbeci yönetimleri, tüm baskı ve zorbalıklarına karşın, kendilerini yasalarla da güvence altına almayı ihmal etmiyor. 1948 tarihli Ulusal Güvenlik Yasası, ‘80’lerin ikinci yarısındaki kaçınılmaz “demokratikleşme” dönemine kadar, ülkede yeşeren en hafifi Amerikan karşıtlığı olmak üzere muhalif hareketlerin baskı altında tutulmasının temel aracı olmuştur. Bu yıllarda, Koreliler’in itaat etmek zorunda bırakıldığı ideolojik motif, ABD’nin Wilson İlkeleri doğrultusunda kendilerine “destek” veren bir ülke olduğu temasıydı. ABD’nin ülkedeki askeri varlığını sorgulamak, doğrudan marksist-leninist ve vatan haini olmak anlamına geliyordu. KC’deki “demokratikleşme” süreciyle birlikte, Amerikan karşıtlığı vatan hainliğinden uzaklaşarak “ulusal” bir kimlik haline geldi ve bu dönemden sonra da deyim yerindeyse “dizginlerinden boşandı.”
Kore Cumhuriyeti’ndeki askeri varlığını yalnızca askeri diktatörlüklerle idame ettirmesinin mümkün olmadığının farkında olan ABD emperyalizmi, bu ülkeye aktardığı fonlarla KC’de bir “piyasa mucizesi” yaratmak için de elinden geleni yaptı. 1965’te tarihsel düşmanı Japonya ile ABD baskısı altında bir anlaşma imzalayan dönemin diktatörü Park Chung Hee, eski sömürgecisinden önemli bir ekonomik destek görecektir. Meksika-ABD ilişkilerine benzetilecek olan Japonya-KC yakınlaşmasının5 bu dönemdeki en önemli sonucu, ülkede tekstil ve çelik merkezli imalat sektörünü geliştirecek olan 1 milyar dolarlık Japon yardımı oluyor. KC, ilk “ihracatını”, Vietnam Savaşı’ndaki ABD ordusuna giysi, ayakkabı vb. satarak gerçekleştiriyor. KC’nin piyasa mucizesinde önemli bir ayak olan “ihracat rejimi”nin, Vietnam Savaşı’na gönderilen paralı askerler gibi “mamulleri” de kapsadığını ekleyelim.
ABD’nin ayrıcalıklı gümrük tarifelerini içeren GSP programından yararlanan KC ekonomisinin bundan sonraki gelişimi, büyük ölçüde ABD pazarını kaplayan “Made in Korea” mallara dayanıyor. KC aynı zamanda ABD malları için uygun bir pazar olma özelliği taşırken, Amerikan şirketlerinin yatırımlarında da, ABD’deki sendikal hareketin işsizlik yaratma suçlamasına maruz kalacak ölçüde kucak açıyor. ABD yönetiminin izniyle ABD silah teknolojisini kopyalayan KC, Filipinler ve Tayland için önemli bir silah tedarikçisi konumuna geliyor.6
KC’deki “piyasa mucizesi” diktatörlerin gölgesinde bir sermaye sınıfını şekillendirirken, bu sınıfın tümüyle ABD patentli olması, sınıfsal çelişkilerin Amerikan karşıtlığında cisimleşmesi sürecinin de önünü açıyor. KC patronları, tümü ABD üniversitelerinde eğitilmiş ve Amerikan tarzını benimsemiş bir “tabaka” olarak belirginleşiyor. Mucizenin diğer tarafında ise, 6 günlük çalışma haftası ve ağır sömürü koşulları altında bugünkü mücadeleci kimliğini kazanan Güney Koreli işçiler yer alıyor.
İndirgemeci bir ifadeyle, KC işçi sınıfı, iktisadi mücadelesinde bile Amerikan karşıtlığına mahkum oluyor!
Kore Cumhuriyeti’nin “piyasa mucizesi”nin, “demokratikleşme” sürecinde yol verdiği bir başka sonuç ise, ülkenin “demokratik” yönetimlerinin her türden “yolsuzluk”la malul olması oluyor. Bu durum, KC’nin siyasi yapısında bir başka kriz dinamiği olarak varlığını sürdürüyor.
“Demokratikleşme”nin bedeli
On yıllardır askeri diktatörlüklerle yönetilen KC, yukarıda da değinildiği gibi, ‘80’lerin ortasında,7 kendisinin 1988’de yapılacak seçimlerde barışçı bir şekilde iktidarı devredecek ilk KC başkanı olacağını söyleyen Chun’un süresinin dolmasını beklemeden, “demokrasi”ye geçiyor. 1987 Yazı’nda Koreliler yalnızca ülke yönetimine değil, ABD’ye de kafa tutuyor. Koreliler artık Amerikan karşıtlığının “vatan hainliğiyle” özdeşleştirildiği dönemi kapatıyorlar.
Bu dönemde Kore’yi ziyaret eden bir araştırmacı, Amerikan karşıtlığının temellerini inceliyor. İlk elde saptadığı, ABD’nin KC’deki askeri varlığının çok “göze battığı”. Seul’deki Yongsan Üssü’nde konuşlanan ABD birlikleri golf alanları, gölleri ve 1950’ler Amerikan stili evleriyle dikkat çekerken, KC’nin üst düzey şirket yöneticileri ile patronlarının Amerikancılığının da olumsuz bir faktör olduğu belirtiliyor. Neredeyse tümü ABD üniversitelerinde eğitim görmüş bu kesim, ağır sömürü koşulları altında yaşayan Güney Kore işçi sınıfının milyonlarca üyesince “sevilmiyor”.8
Devlet başkanlığı seçimlerinin uygulamaya konmasının ardından Roh Tae Woo ve Kim Young Sam iktidarları yaşanıyor. “Demokratikleşme”nin kritik dönemeci ise, cezaevinden 1982’de çıkarılan ve ABD’de tedavi gören eski muhalefet lideri Kim Dae Jung’un 1997’de iktidara gelmesiyle yaşanıyor.9
Kim, ABD’de gördüğü tedaviyle de ilişkili olsa gerek, yolsuzluklara boğazına kadar batan aileye sahip olması, işçi hareketinin üzerine baskı politikalarıyla gitmesi ve ABD demokrasisi sürecinin bir tür devamcısı olmasının yanında çok önemli başka özelliklere de sahip. Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD’nin temel bir hedefi olan “Birleşik Kapitalist Kore” hedefiyle Kore halkının Amerikan karşıtı ve birleşme yanlısı yurtsever muhalefeti arasında bir “buluşma halkası” yaratmaya yönelik politikaları gündeme getiriyor. KC liderinin üstlenmek zorunda kaldığı bu zorlu misyon, geçen Aralık ayında yapılan seçimlerle yeni Devlet Başkanı Roh Moo Hyun’a devroldu. Bir miktar daha zorlaşarak elbette.
Kim Dae Jung’un en önemli politik adımı, “Günışığı Politikası” olarak adlandırılan birleşme politikasını gündeme getirmesi oldu. 1991’den sonra iki Kore arasındaki yakınlaşma sürecinin hızlandırılmasında önemli bir dönemeç olan Kim dönemi, ABD-KDHC ilişkilerinde de çoğu zaman ABD’yi zor durumda bırakan ve KDHC’nin bugünkü avantajlı konumuna gelmesini sağlayan bir dönem olarak görülebilir.
Bu dönemin de araladığı kapıdan, Aralık ayında yapılan seçimlerde, Amerikan karşıtlığı ile arasındaki sınırları baştan çizmiş de olsa, “daha bağımsız bir dış politika izlemeyi” taahhüt eden Roh Moo Hyun devlet başkanlığına seçildi. Roh, “Günışığı Politikası”nı sürdüreceğini, öte yandan KC’deki ABD askeri varlığının çerçevesini çizen Birliklerin Durumu Anlaşması’nı (SOFA) yeniden görüşmeyi gündeme alacağını açıkladı.10
SOFA’nın yeniden görüşülmesinin yeni devlet başkanı için “gerçek” bir hedef olduğunu düşünmek mümkün değil. Ancak, KC için artık ABD askeri varlığının daha doğrudan sorgulandığı bir dönemin başladığı görülüyor.11
Kapitalist Kore’deki bu manzara, Amerikan emperyalizminin Kore siyasetindeki “can yakıcı” verilerden biri olarak duruyor.
Sosyalist Kore’nin meşruluk sınavı
Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün ardından, KDHC ile KC 1991’de Birleşmiş Milletler’e üye oldular. ABD, KC’deki tüm taktik nükleer silahların çekileceğini açıklarken, iki ülke, Kore Yarımadası’nı nükleer silahlardan arındırmalarını öngören bir anlaşmaya imza attılar.
Bundan sonra, ABD tercihleri açısından yukarıda değinilen (elbette, askeri olarak varlığını sürdürmeyi gözettiği) “Birleşmiş Kapitalist Kore” hedefinin belirleyici olduğu dönem başladı. KDHC için ise, sosyalist sistemin olmadığı bir dünyada varlığını/mevzilerini korumak ve bunu yaparken -ve bunu yapabilmek için- manevra alanını genişletmek temel hedef oldu. Sosyalist Kore, elbette birleşmeden “Tek Kapitalist Kore”yi anlamadı. Ancak, “birlik” politikası yönündeki vurgunun bu dönemde artması anlamlı ve doğru bir tercihti.
KDHC’nin bu dönemde “kendini savunma” konusunda attığı adımlar, emperyalist saldırı planlarıyla kritik dönemeçlerde çakıştı ve çatıştı. Ancak, bugün sahip olduğu konum ve gelinen noktadaki “haklılığı”, bu çakışma ve çatışmalardan pozitif sonuçlar aldığını gösteriyor.
Birinci kritik çakışma/çatışma dönemeci, 1994’de ABD ile yapılan Çerçeve Anlaşması ile sonuçlanan gerilimdir.
Kore Yarımadası’nın nükleer silahlardan arındırılması anlaşması çerçevesinde, KDHC’deki nükleer santrallerde Birleşmiş Milletler (BM) denetimleri başlıyor ve bu denetimler çeşitli aşamalarda gerilimlere yol açıyor. Sosyalist Kore’nin “nükleer silah üretme kapasitesine” sahip olduğundan şüpheleniliyor. Denetimlerin -her zamanki- siyasi niteliğinden rahatsız olan KDHC, 1993’te kimi koşullara itiraz ederek, 1985’te imza attığı Nükleer Silahsızlanma Anlaşması’ndan (NPT) çekilebileceğini ilan ediyor. Bunun üzerine iplerin gerilmesi ile birlikte BM yaptırımları gündeme getiriliyor ve 38. paralel çevresinde savaş tamtamları çalınmaya başlıyor. KDHC, NPT’den çıkma kararını geri alıyor, denetimler ve gerilimler yeniden gündeme geliyor. Nihayet, ABD ile KDHC Cenevre’de nükleer silah sorununu bir “hukuka” bağladıkları, Çerçeve Anlaşması’nı imzalıyorlar. Buna göre, ABD, KDHC’nin nükleer programını durdurması karşılığında, ülkenin enerji sorununun çözümüne yönelik “yardım” taahhüdünde bulunuyor. Anlaşmanın çerçevesi açık: Sosyalist Kore, denetçileri kabul edecek. ABD, KDHC’nin enerji ihtiyacının çözümü için iki hafif su reaktörünün inşasını -2003’te tamamlanmak üzere- sağlayacak. Bu tarihe kadar ise, enerji sorunu petrol sevkıyatı yoluyla çözülecek.
Su reaktörlerinin inşası için, birkaç ay sonra, ABD, KC ve Japonya’nın inisiyatifiyle Kore Yarımadası Enerji Geliştirme Organizasyonu (KEDO) oluşturuldu. KEDO’nun faaliyetlerine asıl yardımcı olacak firma, ise General Electrics olarak belirlendi.
Bu anlaşma ile birlikte, KDHC’nin uluslararası alanda kimi avantajlar elde ettiğini ve ABD emperyalizminin, “Birleşik Kapitalist Kore” rüyası çerçevesinde bu kazanımı fazla ciddiye almadığını not edebiliriz.
Elde ettiği bu kazanıma karşın, bundan sonraki dönem Sosyalist Kore için zorlu bir dönem olarak kayıtlara geçiyor. 1994’te “Büyük Lider” Kim İl Sung’un dünyevi varlığı sona eriyor ve bu KDHC için büyük soru işaretlerini beraberinde getiriyor. Ancak, “zorlu dönem”in kimilerinin beklediği gibi, Kim İl Sung’un kaybıyla ilgisi yok. KDHC’de Kim Jong İl döneminde, 1995 yılındaki büyük bir sel felaketi ve ardından yaşanan kuraklık, sosyalist sistemin çözülüşünden sonra zaten zor duruma düşmüş olan ekonomi için büyük bir yıkım getiriyor. Yarım milyon kadar insan yaşadığı yerlerden ayrılmak zorunda kalıyor, ülkenin büyük bölümünde yiyecek kıtlığı baş gösteriyor.
Bu yıllarda ciddi bir varoluş mücadelesi veren KDHC, BM denetimleri-gıda yardımı-savunma-enerji denklemlerini kendi lehine çevirmek konusunda da büyük çaba harcıyor. ABD, BM aracılığıyla sürekli bir “teslim alma” çabasını sürdürürken, Sosyalist Kore, dönemsel olarak yaptığı çıkışlarla, “teslim olmaya niyetli olmadığı” mesajını veriyor.
ABD Çerçeve Anlaşması’nın gereklerini yerine getirme konusunda elini ağırdan alırken, KDHC 1998’de, Japonya’nın üzerinden Pasifik’e düşen uzun menzilli bir füzenin denemesini yapıyor. ABD Savunma Bakanı KDHC’yi ziyaret ediyor, “silahsızlanma” önerisi yapıyor. KDHC füze denemelerini “donduracağını” söylüyor, Bill Clinton ekonomik yaptırımları hafifletme kararı alıyor. Hemen ardından KEDO, Kore Elektrik Kurumu’yla hafif su reaktörlerinin yapımına ilişkin anlaşmayı imzalıyor.
Karşılıklı tehdit ve şantaj mekanizmalarının işlediği ve iniş-çıkışlı bir seyir izleyen bu sürecin bir evresinde ABD kuşatma araçlarının bir “çözülme” sonucu vermeyeceğini anlamış olmalı ki, Clinton yönetiminin son yılı, “birleşme” politikası üzerinden yeni bir zorlamanın gündeme getirildiği dönem oluyor.
2000 yılı Temmuzu’nda KDHC ve KC liderleri, “uluslararası toplum” gözetiminde bir araya gelerek “birleşme” yönünde çok önemli bir zirve gerçekleştiriyorlar. Zirve için Pyongyang’a giden Kapitalist Kore lideri Kim Dae Jung, aynı yıl Nobel Barış Ödülü ile “onurlandırılıyor.”
Yine 2000 yılı KDHC’nin diplomatik hamlelerine sahne oluyor. Tek Kapitalist Kore’nin yolunun açılacağına inanılan bu süreçte, “uluslararası toplumun” aktörleri, büyük bir “huzur” içinde, KDHC ile resmi ilişkiler kuruyorlar. ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright sonbaharda KDHC’yi ziyaret ediyor.12 Başkan Clinton da bir ziyaret planlıyor. Ancak, görev süresi yetmiyor ve ABD emperyalizminin bu tablo içinde “istediği yönde fazla yol alamayacağı” bir kez daha anlaşılıyor.
Bu dönemdeki gelişmeler, büyük ölçüde KDHC lehinedir. Sosyalist Kore, ABD’nin “haydut devletler” listesindedir; ancak diplomatik olarak avantajlı bir konuma geçmiştir.
Birleşme politikalarının Kore halkı için oluşturduğu pozitif “birikim” de ek bir avantajdır.
ABD emperyalizminin “birleşme” yönündeki politikalarının KDHC lehine bir süreci beslemiş olması bir başka “can yakıcı” veridir.
Sosyalist Kore haklıdır
2000 yılının sonunda devrini tamamlayan Clinton Sosyalist Kore’yi ziyaret edemedi. Yeni Başkan George (oğul) Bush’un böyle bir geziyi “kişi olarak” yapmaya “muktedir olup olmadığını” tartışamayız, bunun bir önemi de yok. Ancak, Bush iktidarıyla birlikte, artık ABD emperyalizminin, Clinton dönemi politik tercihlerinin tükendiği bir döneme girdiğini saptamak gerekiyor. Kore politikaları için de bu geçerlidir. Tarihler ve kişiler “sembolik” önem taşıyor. Ancak, uluslararası reel politikanın hâlâ bu sembol üzerinden yol almakta olduğunu da unutmamak gerekiyor. Dolayısıyla Bush dönemi, Koreler için yeni bir dönemdir.
ABD Başkanı Bush, ilk yılını sağa sola hırlayıp düşmanlarını ve tehdit unsurlarını saptayarak geçirdi. KDHC, bu hırıltılardan payını alıyordu. Yaz ortalarında, Sosyalist Kore, füze denemelerine başlamayı düşündüğünü söyleyerek tehditlere pabuç bırakmayacağını ilan etti. ABD, önceki dönemden farklı olarak, bunu “tehdit”ler listesine not etmekle yetindi. Bush, 2001 sonunda Irak ve KDHC’yi “kitle imha silahları geliştirmemeleri” konusunda uyarırken, aynı zamanda düşmandan bekledikleri tehditlerin de “adını koyuyordu”. Nükleer tehlikesi olmadı, kitle imha silahı tehlikesi…
Nihayet beklenen dönemeç geldi. Ocak 2002’de “11 Eylül” koalisyonunu arkasına aldığına inanan Bush, Irak perspektifinin ilanı anlamına gelen “şer ekseni” konuşmasını yaptı. Arada KDHC’nin adı da telaffuz edildi ve Irak’ı hedef alan “tehdit” Sosyalist Kore’ye de savrulmuş oldu.
Bundan sonraki gelişmeler ise, KDHC’nin adım adım ve biraz da zorunlu olarak mümkün olan en avantajlı konuma ne şekilde geldiğini göstermektedir.
2002 Haziranı’nda, Sarı Deniz’de Sosyalist ve Kapitalist Koreler’i karşı karşıya getiren çatışma, “birleşme” politikalarının dinamitlenmesine yönelik bir Amerikan provokasyonudur. Bugün bakıldığında fazla değeri olmayan bir parantezdir. Yalnızca, tansiyonun istendiğinde nasıl yükseltileceğine dair dersler bırakmıştır; tarihsel değeri ise zayıftır.
Sonbahar aylarında Irak Savaşı’nı pişirme konusuna yoğunlaşan ABD’nin Kore politikasında sıkışması ise, KDHC’nin “iyi kullandığı bir fırsat” olarak görülmelidir.
Ekim ayında KDHC yönetimi ülkeyi ziyaret eden ABD heyetine, biraz da tehditkar bir tarzda, 1994’teki anlaşmayı ihlal edecek bir nükleer programına sahip olduğunu “itiraf etti.” ABD zaten bu konuda kimi verilere sahipti ve bunu bir koz olarak kullanmayı tasarlıyordu. Ancak, “Evet, nükleer programımız var, ama bir saldırmazlık anlaşmasının imzalanmasını ve tüm ekonomik yaptırımların kaldırılmasını istiyoruz” yanıtıyla karşılaştıklarında bunun bir “koz” olmadığını kavradılar. ABD yetkilileri, ülkeye döner dönmez, “Kuzey Kore nükleer tehlike, bakın itiraf ettiler” açıklamasını yapmayı tercih ettiler. KDHC’nin, bu “itiraf”la, “Hadi uğraş benimle, potansiyel bir nükleer gücü göz ardı edemezsin” mesajı verdiği ve bunu uygun bir fırsatta, ABD hesaplarını tersine çevirmek için yaptığı düşünülüyor.13
Hemen ardından Başkan Bush, Japonya ve KC yöneticileriyle görüştü ve “barışçı bir çözüm” için faaliyete geçti. Bulunan barışçı çözüm, ülkeye petrol sevkiyatının durdurulması oldu. KDHC’nin bu kendisi için aynı zamanda ölümcül anlam taşıyan karar karşısındaki yanıtı son derece sade oldu. Çerçeve Anlaşması geçerliliğini yitirmişti; Yongbyon’daki nükleer tesisler yeniden faaliyete geçirilecekti. BM’den denetimleri durdurması istendi, BM görevlileri sınırdışı edildi. Tüm bu adımlar, “uluslararası toplumun” yoğun baskıları ve BM’nin ambargo tehditleri altında atıldı. Ancak, KDHC diplomasinin tüm kurallarını yerine getiriyordu. Çerçeve Anlaşması’na uyulmuyordu; kendisini savunmak için gerekli önlemleri alması gerekiyordu, her şey bir yana, ülkenin enerji ihtiyacı yakıcı bir düzeydeydi. BM ambargosu, “savaş nedeni” sayılacaktı.
Sosyalist Kore, Ocak ayında NPT’den çekileceğini açıkladı, Şubat’ta “tartışmalı” tesis faaliyetlerine başladı.
KDHC, tüm bu adımlarını uluslararası meşruiyeti adım adım örerek attı. Bu süreçte, Pyongyang’da defalarca milyonların katıldığı ve yönetime destek veren gösteriler düzenlendi.
Sosyalist Kore haklıydı!
Bu tablo karşısında, ABD’li “düşünce kuruluşları” yönetimin dikkatini çekmek için birbiriyle yarışmaya başladı.
“Bush yönetimi, Clinton’ın ‘havuç-sopa politikasını’ terk ediyor. Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti kendi kurallarıyla diplomatik ilişkilerini sürdürmek istiyor. Başkan Bush ‘Kuzey Kore’yi işgal etmeyeceğiz’ diyor ama Kuzey Kore’nin istediği bundan daha fazla bir şey: Kendisine müdahale edilmemesini istiyor. ABD Kuzey Kore’den nükleer programını durdurmasını talep ediyor. Kuzey Kore de, bunu yapacağını söylüyor, ancak ABD’nin bir ‘saldırmazlık anlaşması’ imzalamasını istiyor. ABD buna karşın, program durmadan hiçbir adım atmayacağını belirtiyor. Diplomasi bir alışveriş. Bush yönetimi ise, hiçbir şey vermiyor…”14
“Pyongyang, Bush yönetiminin 1994 tarihli Çerçeve Anlaşması’nı ihlal ettiğini söylüyor. Enerji tedariki için söz verilen ve sözleşmesi yapılan hafif su reaktörlerinin takvimine uymadığını ve KDHC’yi ‘terörist devletler listesi’nden çıkartmadığını savunuyor.”15
Son durum: ABD uydu fotoğrafları, KDHC’de 8 bin plutonyum çubuğun depolardan çıkarıldığını gösteriyor. Tony Blair, Irak’tan sonra sıranın KDHC’ye geleceğini ilan etti. KDHC Dışişleri Bakanı ise, İngiliz gazetesi The Guardian’a yaptığı açıklamada, Amerikalılar’ın Irak’ta işlerinin bitmesini beklemektense “önleyici bir saldırı” başlatmayı tercih edeceklerini; buna hakları olduğunu söyledi. ABD, Pasifik’teki önemli üslerinden biri olan Guam Adası’na yeni savaş uçakları gönderdi.
Son soru: Amerikan emperyalizmi kaç cephede savaşabilir
Dipnotlar ve Kaynak
- Nathan DEUEL, “The Korean Quagmire”, 13 Şubat 2003,http://www.theatlantic.com/unbound/flashbks/korea.htm.
- Asia/Pasific peace and security issues”, Foreign Policy In Focus, January 1997, Vol. 2, No. 10.
- Juche (özgüven), 1955’te Kore İşçi Partisi lideri ve “Ebedi Lider” Kim İl Sung’un, belki de yaklaşan Çin-SSCB gerilimini sezmesi nedeniyle, parti içindeki Çin ve SSCB yanlılarına dönük önlem alma ihtiyacının ürünü olarak öne çıkarttığı tema. KDHC tarihinde önemli bir dönemeç olarak görülen bu adım, devrimin ilk yıllarında temel alınan marksist-leninist ideolojide bir “yenilenme” olarak tarif ediliyor. Kim, ülkesini Çin ve SSCB kavgasından uzak tutmayı ve bu saflaşmadan zarar görmeden çıkmayı biraz da doğru bir zamanlamayla “milliyetçi” aşıyı ya¬parak başarıyor. 1970’lerin ortalarında juche’nin altının bir kez daha kalınca bir biçimde çizilmesi ise, ülkenin Batı ile kurduğu ticari ilişkilerde bir panzehir işlevi görüyor. Marksizm-leninizmin güncel ve KDHC’ye uygun formunun juche ideolojisinde yeniden üretildiği vurgusu, bağımsızlık ve kendine yeterlilik için gerekli bağlan¬mayı sağlıyor. Bugün de, KDHC ABD’ye kafa tutarken, Kore halkına bağımsızlık sloganları attıran bu ideolojik formasyondur.
- KDHC’nin Çin ve SSCB ile ilişkileri, Kim İl Sung’un başarılı manevraları sayesinde iki ülke arasındaki gerilime rağmen sürdürülüyor. Kim, ülkesinin neden “bağımsız” kalması gerektiğini iki tarafa da uygun bir dille açıklamayı beceriyor. KDHC’nin bağımsızlık politikası, ülke tarihinde ilginç bir dış politika dönemlemesi açığa çıkarıyor. 1953-56 dönemi: Sovyetler Birliği tek taraflı yardım sağlıyor ve KDHC’de Çin askerleri bulunuyor. 1957-60 dönemi: Sovyetler Birliği’ndeki destalinizasyon süreci, SSCB-KDHC ilişkilerinde gerilim yaratıyor. Çin ülkedeki birliklerini çekiyor, ancak askeri yardımı arttırıyor. 1961-64 dönemi: Çin ve SSCB arasındaki gerilimin yükseldiği bu dönemde iki taraf da KDHC’ye desteğini azaltıyor. 1965-72 dönemi: SSCB’nin yardımlarını yoğunlaştırması ve Çin’in desteğinde düşüş. 1973-84 dönemi: Çin’in desteğinde artış ve SSCB’den gelen temel yardımlarda düşüş. 1984-89 dönemi: Kim İl Sung’un Mayıs 1984’teki Moskova ziyareti ile dengeler yine tersine dönüyor. SSCB’nin askeri yardımlarındaki büyük artışla birlikte Çin’in desteğinde düşüş görülüyor. Bu dönemde SSCB ile KDHC arasında askeri alanda daha sağlam bağlar kuruluyor. Çok boyutlu bir askeri işbirliği sürecine girilirken, 1986-90 yılları arasında iki ülkenin deniz ve hava kuvvetleri ortak tatbikatlar da gerçekleştiri¬yor.
- http://www.fpif.org/progresp/volume2/v2n05_body.html/crisis.
- Sanford J. UNGAR, “South Korea: Old Ally, New Competitor”, The Atlantic Monthly, December 1983.
- Park Chung Hee 1979’da kanlı bir darbeyle devriliyor ve öldürülüyor. Bundan sonraki kargaşa ve katliam döneminin ardından 1980’de devlet başkanlığına gelen Chun Doo Hwan da 1986’ya kadar ülke yönetiminde kalıyor.
- James FALLOWS, “Korea: The burden of impotence”, The Atlantic Monthly, October 1987.
- Tim SHORROCK, “Korea”, Foreign Policy In Focus, Volume 3, Number 2, February 1998.
- Jeffrey ROBERTSON, “New dynamics in US-Korean relations”, 7 Ocak 2003, www.fpif.org.
- ABD askeri varlığına ilişkin olarak, Kore halkının hassasiyetinde sıçrama yaratan bir gelişme, 16 Haziran 2002’de Seul’un kuzeyindeki Yangju’da gerçekleştirilen bir ABD askeri tatbikatı sırasında iki Koreli kız öğrenci¬nin askeri araç tarafından ezilerek öldürülmesi oldu. Esnafın Amerikan ürünleri satmayı reddetmesi nedeniyle Coca Cola satışlarının durması ve dükkanların kapılarına “Kız çocuğu katillerine hizmet vermiyoruz -Amerikalılar defolun” yazıları asılması gibi gelişmeler yaşandı. Sadece Seul’de değil, ülkenin tüm kentlerinde yüz binlerin katıldığı gösteriler gerçekleştirildi.
- Albright’ın Sosyalist Kore’ye Ekim ayında yaptığı ziyaret ise kendi başına bir “kazanım” olarak değerlendirilmeyi hak ediyor. Başlangıçta, “Kim’den söz aldım, bir daha Taepodong füzesi fırlatmayacak” diye açıklamalar yaparak zaferini ilan eden bu şapşal bakan, bir hafta sonra katıldığı bir televizyon programında KDHC ziyareti sırasında “tuzağa düşürüldüğünü” açıklayacaktır. İşin aslı, Albright’ın Sosyalist Kore macerası hayli neşelidir: Albright, Kim Jong İl’in davetlisi olarak gittiği Pyongyang’da bir “askeri geçit töreni”ne davet edilir. Askeri geçit töreni, Sosyalist Kore’nin kendisini nasıl savunacağına dair bir güç gösterisi şeklinde organize edilmiştir. ABD Dışişleri Bakanı, yaşı yetenlerin hatırlayacağı o salak gülüşüyle bu gösteriyi izlerken, Taepodong füzesinin fırlatılışının resmedildiği bir poster önlerinden geçer. KDHC lideri Kim, Albright’a, “Bu füzenin ilk fırlatılışı ve sonuncusu olacak” diyerek gülümser ve Albright da bundan sonuç çıkartır. Albright, ülkesine döndükten sonra, bu diyalogla yetinmeyen basın mensuplarının “Görüşmelerde bu konuyu açıkça bağladınız mı” sorusuna, Kim’in samimiyetine inanmakta olduğu yanıtını vererek iki ülke füze uzmanlarının bunu karara bağlayacağını söyler. Ancak, bir hafta kadar sonra ABD Dışişleri Bakanı, yıllarını komünizmle mücadeleye adamış olan kendisinin KDHC’de iken, “komünizmi öven resmi geçit töreni”ne katılmasını, “tuzağa düşürülme” şeklinde niteleyecektir. Daveti reddedemeyeceği bir “ortam” olduğunu söyleyen Albright, burada “Kim’i ve Komünist Kore’yi alkışlar duruma düşmüş olmasının” anlamını yeni kavramıştır. Gösteriyi alkışlamasını ise, “gösterinin performansından etkilenmesi”yle gerekçelendirir.
- James T. LANEY – Jason T. SHAPLEN, “How to Deal With North Korea”, Foreign Affairs, March/April 2003.
- John FEFFER, “The time-out method doesn’t work”, 23 Ocak 2003,http://www.fpif.org/commentary/2003/0301timeout.html.
- Dan SMITH (emekli albay), “Iraq, North Korea, and the US Nuclear ‘…or else’”, 13 Ocak 2003,www.fpif.org.