“Fakat iki Devlet üçüncü bir Devlete karşı gerçekten savaşa girseler bile, ikisi ortak düşmanın imha edilmesi veya kimin tarafından imha edileceği konusunda aynı şeyi düşünmezler. Mesele çoğu kez bir ticari alışveriş gibi halledilir. Her iki taraf teşebbüse 30 bin veya 40 bin asker tutarında bir hisse ile katılır, bunun miktarını maruz kaldığı tehlikeye veya umduğu avantajlara göre saptar ve yatırımından fazlasını kaybetmeye istekli değilmiş gibi hareket eder.”1
“Savaş”la ilgili okuduğum hemen her yazıya bir yerinden bulaştırıldığı için Clausewitz’den kendi çalışmalarımda hep uzak durmaya gayret etmişimdir. Ancak bu sefer olmadı, notlarımın arasında yukarıdaki pasajı görünce dayanamadım.
Şu hisse meselesinde hükümete yüklenen burjuva siyasetçilerinin ikiyüzlülüğüyle başlayabiliriz. Bu işler böyledir. Bu işlerde “pazarlık” yapmayınca “ülke çıkarlarını korumamak”la, pazarlık yapınca “dilencilik”le suçlanırsınız. Irak Savaşı öncesinde yaşananlar, yanlışlığın Abdullah Gül veya Recep Tayyip Erdoğan’da değil de sistemde olduğunun bir başka kanıtıdır.
Gül ve Erdoğan’ın asıl suçu bu sistemin adamı olmalarıdır. Düzen adına konuşup onları eleştirenlerden daha “acemi”, daha “tüccar”, daha “kişiliksiz” davranmış olmalarının özel bir önemi yoktur. Bugün Türkiye kapitalizmini ve onun emperyalist dünyadaki yerini sorgulamaksızın AKP yönetimini “memleketi satmak”la veya tam tersine “müttefik ABD’ye ihanet etmek”le suçlayanların herhangi bir “alternatif” oluşturmadığı açıktır. Tam tersine konuya ilişkin sürdürülen tartışmalar, Türkiye kapitalizminin bir çıkış yolu bulmakta zorlandığını açık bir biçimde göstermektedir.
Oldukça büyük bir ABD askeri gücüne Türkiye topraklarını açan tezkerenin 1 Mart günü TBMM’de kabul edilmemesi de yine Türkiye’nin kendisine bir “alternatif” bulduğu anlamına gelmemektedir. “Tezkere” bu açıdan bir kaza, hatta duvara çarpma olarak nitelenebilir.2
Uluslararası hukuka bel bağlamak
Cumhurbaşkanı Sezer ve Meclis Başkanı Arınç ABD’nin saldırısı başlamadan önce hem Irak’a dönük askeri müdahale için hem de bu müdahaleye Türkiye’nin destek vermesi için “uluslararası meşruiyet” koşulunun ortaya çıkması gerektiğini savunuyorlardı. Bu türden bir ayak diremenin tezkerenin Meclis’e takılmasına yardımcı olduğu açık. Ayrıca özellikle Sezer’in tutumunun Irak’a dönük olası bir saldırının geniş bir kesimde sorgulanmasına yardımcı olduğu da söylenebilir. ABD’nin fiili saldırısı başlamadan önce, “savaşın kitaba uygun” hale getirilmesini savunan bu yaklaşımı karşımıza almak konusunda pek istekli olmadığımız açık. İşin doğrusu, savaşı veya bu savaşa Türkiye’nin katılımını engelleyecek ya da geciktirecek en küçük bir etmenin bile bizim açımızdan belli bir dokunulmazlığı vardı. Şimdi savaş başladı. Uluslararası hukuk arayışının gerçek anlamı üzerinde durmanın zamanı geldi.
Önce Türkiye’den başlayalım. Olayların hızlı gelişimi içerisinde unutulmuş bile olabilir. Ancak unutmamak ve bir an önce Anayasa’nın 92. maddesinin değişmesi için mücadele etmek gerekiyor. Neden mi?
Ne diyor bu madde?
“Milletlerarası hukukun meşru saydığı hallerde savaş hali ilanına ve Türkiye’nin taraf olduğu milletlerarası andlaşmaların veya milletlerarası nezaket kurallarının gerektirdiği haller dışında, Türk Silahlı Kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesine veya yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunmasına izin verme yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisinindir.”3
Anlamak biraz güç ama az bir çabadan sonra durum netleşiyor. Anayasa’nın ilgili maddesi “yabancı asker bulundurma ve asker yollama” konusunda hiçbir biçimde uluslararası meşruiyet aramıyor. Tekrar etmek gerekirse, savaş hali ilan etmek uluslararası meşruiyet gerektirmektedir ve TBMM’nin vereceği bir karardır. Yabancı asker bulundurma ve asker yollama ise belli koşullar varsa hükümet tarafından bile karara bağlanabilir. Bu koşulların ortaya çıkmaması halinde, yetki TBMM’dedir.
Türkçesi bozuk 12 Eylül Anayasası, Türkiye’nin askeri maceralara atılmasını akıl almaz bir biçimde kolaylaştırmıştır. Türkçesi bozuk da olsa, devlette 92. maddeyi anlayacak kimsenin bulunmadığı elbette düşünülemez.
O halde?
Sezer biraz Almanya ve Fransa’nın başını çektiği kamptan aldığı ilhamla, biraz Irak’la komşu olmanın yarattığı sıkıntıları hafifletmek uğruna, biraz da eline fırsat geçmişken AKP’yi hırpalamak isteğiyle 92. maddeye yaslanmayı düşündü. Bu düşüncesini ayrıntılandırmadı, savaşa karşı tavır almadı, “karar meclisin” dedi ve küsmüş gibi davrandı.
Şimdi başa dönelim ve 92. maddenin cumhurbaşkanının iddia ettiği gibi “uluslararası meşruiyet” koşulunu talep ettiğini varsayalım. Nedir uluslararası meşruiyet? Anayasa’da bu da tarif edilmiyor ama anlaşıldığı kadarıyla bu konuda söz söyleyen hemen herkes ilk önce Birleşmiş Milletler kararına işaret ediyor. Ancak burada nokta koymamak ve Sezer’le birlikte “uluslararası hukuka uygunluk” tezini savunanların önemli bir bölümünün Türkiye’nin üyesi olduğu NATO’nun da meşruiyet kaynağı olabileceğini vurguladıklarını hatırlatmak gerekiyor. Yani, Birleşmiş Milletler veya NATO karar verdiğinde bir ülkeyi bir başka ülke ya da bir grup ülkenin işgal etmesi meşru hale geliyor.
Bu türden bir meşruiyet anlayışına ancak tükürülür.
Zamanında Kore, Sovyetler Birliği’nin protesto ettiği bir BM toplantısında alınan karar bahane edilerek ABD ve kuyruğuna takılan ülkeler tarafından işgal edilmişti. Bugün durum daha da vahimdir. Birleşmiş Milletler on yılı aşkın bir süredir mutlak olarak emperyalizmin denetimine girmiş ve “uluslararası bir saldırı” aracı haline gelmiştir. Her ne kadar çeşitli nedenlerle bu kurumun varlığını sürdürmesi ve kurumun yapısının “yoksul ve mazlum” ülkeler lehine iyileştirilmesi için uluslararası bir mücadele vermekten kaçınılamayacağı açık olsa bile, bugün Birleşmiş Milletler dahil olmak üzere, uluslararası kurumlara bel bağlamak mümkün değildir.
Birleşmiş Milletler emperyalist hegemonyanın bir aracı, az sayıdaki sosyalist ülke ve kimi başka ülkeler için ise küçümsenmeyecek bir mücadele alanıdır.
Sezer ve başkaları her şey hukuka uygun olsun diyebilirler; oysa bizim aradığımız şey adalettir. ABD, bir başka emperyalist ülke veya NATO gibi kurumların adil bir davranış içine girmeleri söz konusu olamaz. Dünyada bazı solcuların “demokratikleşme” süreçlerini “uluslararası hukuk”un müdahalesiyle hızlandırma girişimlerine alkış tutması utanç vericidir. Uluslararası hukuk, ancak kimi durumlarda devrimcilerin kendi haklarını aramaları için bir zemin oluşturabilir. Bunun dışında Sovyetler’in dengeleyici ağırlığının kalmadığı bir dünyada, ABD ve öteki kurtların denetlediği mekanizmaların insanlığın hayrına kullanılacağı düşünülemez.
Bu başlıkta ciddi biçimde uyanık olmak gerekiyor. Zamanında Şilili faşist diktatör Pinochet’nin kendi ülkesinin dışında yargılanmasının “tehlike”lerine işaret etmiştik. O sıralar kimileri bayram ediyordu. Öyle ya, uygar Avrupa geç de olsa binlerce kişinin katilinden hesap sormaktaydı. Oysa bunun tek tek ülkelerin içişlerine müdahale konusunda hiç kimsenin itiraz etmeyeceği bir örnek olarak kurgulandığı açıktı. Zaten bir işe de yaramadı. Bizdeki çeteciler gibi ani hafıza sorunlarıyla karşılaşan faşist, ülkesine geri yollandı.
Sonra ne oldu? Bir başka devlet başkanı, NATO’nun belirlediği “uluslararası meşruiyet” kurallarına uygun olarak saldırılan, parçalanan ve kısmen işgal edilen Yugoslavya’nın devlet başkanı Miloseviç, Lahey’de bir tiyatro sahnesinin ortasına “sanık” diye yerleştirildi. Bu tiyatroya karşı ses yükseltmek için Miloseviç aşığı olmak gerekmiyordu. Bugün “savaşa hayır” diyen milyonlarca insan nasıl Saddam’ın temsil ettiği kanlı düzeni onaylamıyorsa, dün Yugoslavya’ya dönük emperyalist müdahaleye karşı çıkanlar Sırp milliyetçiliğinin arkasında durmuş olmuyorlardı.
Yugoslavya’nın yıkım sürecinde üzerine düşeni yapmayan Avrupa solunun bugünkü savaş karşıtlığı hem dikkatli biçimde incelenmeli, hem de şu gerçeğin altı çizilmelidir: ABD’nin Irak saldırısının önünü Yugoslavya deneyi açmıştır.
Yugoslavya’ya karşı yürütülen emperyalist operasyonun bütün aşamalarında ülkemizde yaşanan suskunluk da utanç vericidir. Solcu olduğunu iddia eden bazı yayın organlarında Yugoslavya’nın demokratikleşme sürecinden söz edilmekte, parçalanmaya yol açan iç savaş ve müdahale alkışlanmakta, Miloseviç’in ülkesinden alınıp kurgulanmış bir yargılama sürecine teslim edilmesi “insan hakları”nda bir devrim olarak selamlanmaktaydı.
Hangi demokratikleşme, hangi uluslararası meşruiyet? Bosna’da, Kosova’da, Makedonya’da veya Yugoslavya ortadan kalktıktan sonra geride kalan Sırbistan’da bugün bırakın demokratik olanını, bir “devlet” olduğu bile tartışmalıdır. Yugoslavya büyük oranda işgal altındadır.
Amerika Birleşik Devletleri işte böylesi bir “hukuk”u takmamıştır. Ancak bu umursamazlık abartılmamalıdır. BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinin veto hakkı, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra fiilen emperyalist ülkelerin egemenliğini pekiştirici bir işlev görmeye başlamıştır. Üstelik BM’de ABD’nin yalnız kaldığı örnekler hiç de az değildir. Sadece İsrail’in Filistin halkına karşı giriştiği katliamların durdurulmasını talep eden karar tasarılarını sayacak olursak, ABD “veto” hakkını 80’e yakın kez kullanmıştır.
Birleşmiş Milletler’in ne halde olduğunu daha iyi kavramak için bugün yaşananlardan hareket edebiliriz. Evet ABD bu kez Irak’a saldırmak için BM’den vize almadı; tek uluslararası askeri güç olmanın avantajlarından yararlanarak “vize kullanmıyorum” tavrı sergiledi. Şimdi “uluslararası hukuk” ABD’nin saldırısını durdurabilmek için herhangi bir karar almaktan aciz! Çünkü dün Fransız veya Rusların veto tehdidi ABD’yi durduramazken, bugün savaşın durdurulmasını talep edecek bir karar tasarısı savaşan iki ülkenin vetosuna takılacaktır.
Kısacası ABD’nin Irak’a saldırıyı başlatmasının meşruiyeti yoktur ama savaşın sürmesi meşrudur!
Sol, adalet duygusunun bu şekilde hırpalanmasına izin vermemelidir. Fırsat bulunursa Cumhurbaşkanı Sezer’e Birleşmiş Milletler’de alınan ve ABD’nin önünü açan 8 Kasım tarihli 1441 numaralı kararın Irak halkını iyice kuşatmasının ne tür bir meşruiyeti olduğu sorulmalıdır. Şu sıralar “gördünüz mü beğenmediğiniz Avrupa’yı” diyerek bize emperyalist Almanya ve Fransa’yı pazarlayanlar, söz konusu kararın arkasında bu ülkelerin de durduğu gerçeği ile susturulmalıdır. On yılı aşkın bir süre boyunca bir ülkenin egemenlik hakları yarı yarıya gasp edilmiş, savunma olanakları “barışçı” ya da silahlı müdahalelerle sürekli zayıf düşürülmüş ve yüz binlerce kişinin ilaç ve yiyecek sıkıntısından ölmesine neden olunmuştur.
Yaşasın uluslararası meşruiyet!
Bu başlıkta son olarak, Sezer’in cumhurbaşkanı olduğu ülkenin BM kararlarını ciddiye almama konusunda oldukça iddialı olduğunu hatırlatmak zorundayız. Hoş bunu “ABD’yi küstürmeyelim, uluslararası meşruiyet koşulu da nereden çıktı şimdi” diyen savaş sevdalısı koro gündeme getirdi ama biz yine de söylemiş olalım.
Yarın Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti ya da bir başka ülkeye “meşru” bir saldırı gündeme gelir ve Türkiye burjuvazisi bunu ABD ile ilişkilerde ortaya çıkan pürüzleri gidermek için bir olanak olarak görürse, Çankaya’dan “Kore nükleer silahları sınırlandıran uluslararası anlaşmaları ihlal etmiştir” açıklaması yapılmasın diye…
Avrupa’nın tavrı
Ara başlığın “Avrupa’ya tavrımız” olması belki daha uygun düşerdi. İçinden geçtiğimiz süreçte, ABD’yi dizginleme veya dengeleme adına Avrupalı emperyalistlere “ayrıcalık” tanınması gerektiğini söyleyenlerin sayısında ciddi bir artış olacağı açık. Bu bağlamda ABD ile Avrupalı emperyalist ülkeler arasındaki rekabet ve gerilimin kaynağına ya da geleceğine girmeden, Irak Savaşı’nın bu gerilim üzerindeki etkilerini incelemeye, Alman-Fransız emperyalizminin geniş kitlelerden “onay” almasının yaratacağı tehlikelere işaret etmeye çalışacağım.
ABD’nin Irak politikasına dönük olarak Fransa ve Almanya’da ortaya çıkan endişenin “gerçek” olduğunu söyleyerek işe başlamak gerekiyor. Amerika Birleşik Devletleri “önleyici savaş” doktrini ile yalnızca “tehdit” olarak ilan ettiği ülkelere silahlı operasyon yapacağını söylemiyor, savaşı aynı zamanda rakip emperyalist odakların daha fazla güçlenmesini “önlemek” için bir araç olarak kullanacağını da göstermiş oluyor. Bu açıdan bakıldığında saldırılan tek başına Irak değil, kimi emperyalist ülkelerin bölgede yıllardır yürüttükleri “ekonomik giriş” politikalarıdır da.
Almanya’nın İran, Fransa’nın Irak ağırlıklı girişimlerinin ABD’nin her iki ülkeyi tecrit etmeye dönük politikalarını zayıf düşürdüğü, Washington’un yıllardır açık bir hoşnutsuzluk içerisinde olduğu biliniyordu.
Ancak Berlin-Paris hattında ortaya çıkan kaygı, yalnızca ABD’nin Ortadoğu kapılarını kapatmaya çalışmasından kaynaklanmıyor. Emperyalist karar mekanizmalarında ABD’nin giderek tekleşmesi ve Avrupa’nın bu mekanizmalardaki ağırlığının entegrasyon süreci geliştikçe artacağına ilişkin beklentilerin boşa çıkması, her iki ülkeye frene basmaktan başka çare bırakmamıştır.
Ancak “süper gücün freni yoktur” sözü ne kadar doğruysa, süper gücü Fransa ve Almanya’nın ayak freniyle durdurmalarının oldukça güç olduğu da o kadar doğrudur. Dolayısıyla bugün en fazla, rakiplerinin ABD’ye karşı uzun süreli bir “yıpratma” mücadelesi içine girdiğini söyleyebiliriz. ABD’nin bu süreyi yeni mevziler elde etmek için değerlendirmekte olduğu hesaba katıldığında, dünyanın geçmiş emperyalist paylaşım girişimlerinden oldukça farklı bir gerilime tanık olduğunu rahatlıkla ileri sürebiliriz. Bu gerilim, ekonomik gücü hegemonik devleti aşacak ölçüde eşitsiz bir hızda artan bir odağın “hak talep” etmesinden kaynaklanmamaktadır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nın öncesinde Almanya’nın revizyonist bir tutum almasının temel nedeni ekonomik gücüyle orantısız bir siyasal etkiye sahip olması, dolayısıyla gelişme trendindeki ekonomisini karşılayacak bir uluslararası dengeden yoksunluğudur. Oysa bugün oldukça farklı bir durumla karşı karşıyayız.
Başlıklar halinde sıralayacak olursak, Avrupa Birliği’nin ekonomik entegrasyon süreci onun henüz bir “blok” olarak dünya siyasetine ağırlığını koymasını sağlayacak olgunluğa ulaşmamıştır; son krizde ABD’nin karşısına çıkan ve oldukça iddialı bir siyasal entegrasyon projesini bu krizin orta yerinde ilan eden Almanya-Fransa ikilisi arasında kolay çözülemeyecek çelişkiler vardır; Almanya Sovyetler dağıldıktan sonra kendi “arka bahçesi” olarak gördüğü alanda ABD’nin siyasi ve askeri etkinliğini kırmak bir yana, bu etkinliğe muhtaç olmuştur; ABD’nin nüfuz alanını genişletmesinden şikayetçi olan Avrupalı emperyalistler kendi nüfuz alanlarını genişletmek konusunda herhangi bir projeye sahip değillerdir (bu açıdan Türkiye ilginç bir örnektir); Almanya ve Fransa’ya güç veren AB projesi aynı zamanda bu iki ülkenin zayıf karnı haline gelmiştir…
Başka şeyler de söylenebilir. Bütün bunlar Avrupa Birliği’ni veya birliğin motor gücü olan emperyalist ülkeleri küçümsemek için ortaya atılmıyor. Bunlar ortaya atılan bir tezin etrafını örmek için kullanacağımız dolgu malzemeleridir.
Tezimiz aynı zamanda siyasetimizdir: İnsanlığın, ABD emperyalizminin Avrupalı emperyalistler tarafından köşeye sıkıştırılması için bekleyecek zamanı yoktur.
Avrupalı emperyalistlerin böyle bir niyeti olup olmadığı ayrı bir meseledir. Bugün ABD ekonomisinin sürükleneceği ciddi bir krizin ilk önce Avrupa’yı vuracağı, ABD’nin şu veya bu başarısızlığın ardından izolasyonist bir politikaya geri dönmesi halinde Avrupa’nın ortaya çıkacak boşluğu hiçbir biçimde dolduramayacağı açıktır.
Bu nedenle kimse kendisini aldatmasın. Örneğin Avrupalı emperyalistler ABD’nin Irak’ta burnunun sürtülmesini elbette isterler, ama oradan defedilmesini asla!
Ayrıca bugün ABD’nin askeri açıdan elde ettiği güç tekeli karşısında Avrupalı emperyalistlerin tavrının son derece ilginç olduğu unutulmamalıdır. Bu ülkelerin daha fazla silahlanması, savunma bütçelerinde kısıntı yapmamaları gerektiğini söyleyen rakip emperyalist ülke ABD’dir!
Yine unutulmaması gereken bir başka şey, Alman kamuoyundaki “savaş karşıtı” havaya rağmen ABD ile işbirliği konusunda son derece istekli bir tavır içerisinde olan Hıristiyan Demokratlar’ın yakın gelecekte “hükümet”e yerleşmesi durumunda Avrupa içi dengelerde ciddi bir oynamanın gerçekleşecek oluşudur. Bu olasılık hükümet değişikliklerinin emperyalist ülkelerin temel politikalarında değişikliğe yol açmayacağı düşüncesinin bir saplantıya dönüşmemesi için önemsenmelidir. İspanya’da Aznar, İtalya’da Berlusconi “belli” bir rota değişikliğine yol açmışlardır. Bush da ABD dış politikasına kayda değer özgün bir tarz yerleştirmiştir. Bu tarzın Al Gore’u alt ettiği, seçimin öncesinde çok bilmiş stratejistlerin iddia ettiği gibi “ABD’nin yurtdışındaki askeri varlığını azaltmak”la bir ilgisi olmadığı görülse de…
Bütün bunlardan sonra belki en başa yazmamız gereken bir “sorun” var, Avrupa’nın ABD’yi ıslah edeceği düşüncesinde. Henüz daha savaşın başlamadığı bir sırada, Al-Ahram’ın haftalık İngilizce baskısında Samir Amin’in “İmparatorluğa Karşı Koymak”4 başlıklı uzun ve oldukça ilginç bir yazısı yayınlandı. Amin yazısında liberal paradigma içinde kalarak ABD’ye karşı koymanın olanaksız olduğunu vurguladıktan sonra “Avrupa ya solcu olacak ya da bir hiç” diyordu. Amin’in nasıl bir solculuk öngördüğü burada çok önemli değil. Önemli olan Avrupa Birliği’nin kutsal kitabı olan “piyasa”nın öncelikle ABD’ye hizmet ettiğinin, piyasaya tapınarak “demokrasi”ye ulaşılamayacağının kavranmasıdır.
Ara başlığın sonuna gelirken ABD ile AB arasında bu türden gerilimlerin belli bir tarihi olduğunu da hatırlatmak gerekiyor. Paris-Washington ilişkilerinin bugünkünden daha “limoni” olduğu dönemler oldu. NATO’nun askeri kanadından çekilme küçümsenebilecek bir gelişme değildi. “Düşman” ülkelere tavır konusunda da Avrupalı müttefikleri ABD’yle hep anlaşmazlık yaşamışlardı. Komünizmle mücadelenin piri üstat George Kennan’ı okurken Soğuk Savaş ve sonrasında Avrupalıların Beyaz Saray’daki dostlarını ne kadar üzdüğünü anlıyoruz. Kenan “Biz komünist dünyayı kuşatmak için didinirken Avrupalılar ticaret peşindeydi” diye yakınıp, Avrupa’nın sosyalist ülkelerle ekonomik ilişki hacminin ABD’ninkinden tam 25 kat daha fazla olduğunu belirtiyordu.5
Fark bugünkü “terörle mücadele” yerine o zamanlar “komünizmle mücadele”nin gündemde oluşu. ABD müttefiklerini bu mücadeleyi savsaklamakla suçluyor.
Bizim söyleyeceğimiz benzer bir şeydir: ABD’nin yanı sıra Avrupalı emperyalistlerle mücadele asla savsaklanmamalıdır. Bugün Avrupalı emperyalistlerin ABD’yi yıpratma stratejisinde “sol”un payına ciddi bir rol düşmektedir. “Sol” bu rolü benimsediği ölçüde ölümü ensesinde hissedecektir. Oysa ABD ile Avrupa arasındaki gerilim sol için bağımsız bir alan da açmaktadır. ABD emperyalizmini geriletecek, hatta mağlup edecek olan bu bağımsız alanı kullanarak sermayeye meydan okuma olanağına kavuşacak dünya proletaryasıdır.
ABD ile mücadele etmek
ABD ile mücadele etmek için kendi alternatifimizi öne çıkartmak, Washington’un hegemonik davranışlarından rahatsız olanlara bu alternatifi sunmak durumundayız. Çünkü bugün ABD’ye karşı sokağa dökülen kitlelerin kafası ideolojik açıdan muazzam ölçülerde karışıktır. Ancak “sol”daki kafa karışıklığı kitlelerdeki kafa karışıklığından daha önemsiz değildir. Solda savaş ve terör başlıklarını yan yana koyan ve mücadelenin her ikisine karşı yürütülmesi gerektiğini savunan “istikrar polisleri”ne giderek daha sık rastlanmaktadır. Aralarında “teröre karşı mücadelede ABD’nin yöntemlerini beğenmeyen”lerin bile bulunduğu bu polislerin oldukça geniş bir etki alanı bulunmaktadır. Yine solda Miloseviç’ten başlayarak Saddam ve başka aktörlerin “uluslararası demokratik güçler” tarafından hizaya getirilmesini talep eden veya savunan ancak ABD’nin bu işi yaparken başına buyruk davranmasından şikayetçi olanların sayısı da az değildir. Onlar kendilerini “demokrasi bekçisi” olarak görevlendirmişlerdir. Örneğin Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin dünya barışını tehdit ettiğini ilan etmek de onların işidir. Avrupalı ortalama solcu, dünyanın önemli bir bölümünü “terbiye edilmesi” ve bu nedenle Avrupa’nın uygarlık düzeyine ikna edilerek ya da zorla çekilmesi gereken antropolojik bir olgu olarak görmektedir. Filistin halkıyla, Kürtlerle ya da başka ezilen kitlelerle iletişimleri de genellikle bu tarz bir Avrupa merkezcilik barındırmaktadır.
Buradan çıkan sonuç şudur: ABD’ye karşı mücadele ne piyasadan, ne de burjuva demokrasisinden hareketle başarıya ulaşabilir.
Avrupalı bir bakış açısıyla dünyayı adam etmekle, Bush ve arkadaşlarının son derece açık hedefler doğrultusunda sağa sola müdahale etmesi arasındaki ayrım, aynı yemeğin elle ya da çatal-bıçak kullanılarak mideye indirilmesi kadardır. Bu anlamda Hardt ve Negri’nin yaklaşımının bir kısım Avrupa solcusunun kafasının bir köşesinde durduğunu bilmemiz gerekiyor.
“(…) bugün biz İmparatorluğun modern iktidarın zalim rejimlerini ortadan kaldırdığını ve aynı zamanda özgürlük potansiyelini çoğalttığını görüyoruz.”6
İmparatorluğun şu sıralar “aptal ve kural tanımaz” kriminal insanların elinde olması bizim için sadece geçici bir rahatlama sağlamıştır. Çünkü ABD’nin her zaman bu ölçüde “çıldırmış” bir görüntü vermesine ihtiyaç yoktur. Avrupa “sol”unun “otoriter rejimlerin ve siyaset tarzının tasfiye edilmesi” saplantısında, ABD sadece dengeleyici bir aktördür. “Terör”e, diktatörlere, zalimlere karşısınızdır, bununla beraber ABD’ye de karşısınızdır.
ABD’ye karşı mücadele ederken Avrupa Birliği’ne karşı mücadelenin ihmal edilmemesi gerektiğine ilişkin uyarıların ideolojik referanslara sahip olması büyük gerçeği, bugün ABD’nin bir kez daha uğruna işgalci savaşlara kalkıştığı piyasanın egemenliğinin Avrupalı emekçiye göreli bir “refah” sağladığı gerçeğini önemsizleştirmiyor. Bu anlamda “savaş ve ABD karşıtlığı” kendi içerisinde nasıl ABD ve diğer emperyalist ülkelere örtülü bir meşruiyet sağlıyorsa, “küreselleşme karşıtı hareketler” de aynı “piyasa”nın yanından dolaşarak “daha adil bir dünya” peşinde koştukları ölçüde onun radikal bir sorgulanışının önüne geçmektedirler. Marksizme her zaman mesafeli bakan ama uzun yaşamında bir burjuva demokrat olarak tutarlı bir çizgi tutturan İngiliz düşünürü Bertrand Russell’in Vietnam Savaşı sırasında Vietnam halkı için yazdığı gibi,
“Onların efendiliği ve yumuşaklığı kadar hiçbir şey yürek paralayıcı olamaz. Onlar bizim halkımızın kokuşmuş olduğunu biliyorlar. Amerikalılar ve Avrupalılar, Vietnam halkının mücadele ettiği sömürüden yararlanan insanlar olmuşlardır.”7
Sözün özü, Amerika Birleşik Devletleri’yle veya giderek içi boşaltılan bir kavram haline gelen “ABD emperyalizmi”yle mücadelede konvansiyonel kimi araçları bir an önce terk etmek, en azından bu araçların sınırlarını iyi bilmek gerekmektedir.
Nedir bu araçlar?
Örneğin uluslararası hukuka bel bağlayarak ABD emperyalizmini geri püskürtmek ciddi ölçülerde güçleşmiş durumdadır. Beyaz Saray’ın uluslararası anlaşma ve teamülleri hiçe sayan bir küresel zorba olduğunu argüman olarak ileri sürmek elbette mümkündür, ancak bu zorbayı “uluslararası hukuk”la terbiye etmeye kalkmak bu yazıda öne çıkarılan nedenlerle gerçekçi değildir.
ABD emperyalizmine karşı mücadeleyi İkinci Dünya Savaşı’nı andıran bir “uluslararası koalisyon” oluşturarak alt etme fikrinin ortada bu koalisyonun hemen hiçbir aktörü yokken bile çekici gelmeye başlaması şimdilik önemsenmeyebilir ama “baş düşman”la mücadelede emek güçleri ile sermaye güçleri arasında bir işbirliği, en azından geçici bir konsensüs sağlanması gerektiğini düşünenler her zaman olduğu gibi, bu koşullarda da ciddiye alınmak zorundadır.
Dün bu perspektifin meşru olduğunu asla söylemiyorum. Ancak bilinmelidir ki bugün bu türden bir perspektife yaslanarak, yalnızca devrimci olanaklar heba edilmeyecek, aynı zamanda emperyalizme barbarlığı restore etmek için çok değerli bir süre, altın tepside sunulacaktır.
Bugün “savaş” koşullarında bile emperyalist ülkeler arasındaki gerilim ancak belli sınırlar içerisinde kalıyorsa; emperyalist ülkelerin davranış kalıplarını belirleyen etmenler arasında “ekonomik çıkar”ların özel bir yeri olduğu, emekçi sınıfların zihninde açık bir gerçeğe dönüşmüşse; kapitalist dünya, ABD’ye duyulan öfkeden yararlanarak ona alternatif bir “burjuva model” üretmek için gereken istek ve olanağa sahip değilse; savaşın yarattığı yıkım, tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi yoksul sınıfların açlığını unutturmuyor, tam tersine emperyalist saldırganlıkla dünyadaki eşitsizlikler arasında yüzeysel de olsa bir bağ kurmalarına yardımcı oluyorsa; bugün sosyalizm perspektifi her zamankinden daha günceldir, bir başka deyişle toplumsal mücadele alanında sosyalizmden kaçmak düne göre çok daha zordur.
Bugün sosyalizm perspektifine sahip olmayan ilerici hareketlerin inandırıcılık sorunu vardır. Tersinden söyleyecek olursak, bugün “savaş” nedeniyle sosyalist devrimci bir programı geriye çekmek için hiçbir neden bulunmamaktadır; bu program mümkün olduğu oranda ağırlığını koymalıdır.
İşe yaraması giderek güçleşen konvansiyonel araçlar arasında gericilikle mücadelenin bugün yaygın olan biçimi de sayılmalıdır. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra fundamentalizm yalnızca ilerici hareketlerin gündemine yerleşmedi. NATO’nun tehdit algılamasında bile baş sıralara yerleştirilen “radikal islam”, gericilik başlığının dünya kamuoyundaki yegane algılanış biçimi haline geldi. Bizim buralarda yapabilecek fazla şeyimiz yoktu; Türkiye’de “kilisenin gerici rolü”nü merkeze koymak hiçbirimizin aklına gelmedi.
Ne var ki, dinci gericiliğin siyasal boyutu öne çıkarıldıkça ve mücadele “islami gericilikle” sınırlandıkça işin “ideolojik” boyutu ciddi ölçülerde ihmal edilmiş oldu. Bu durumdan en fazla yararlanan bir kez daha emperyalist güçlerdi.
Hiç düşündünüz mü, neden dünyada “siyonizm”le mücadele bu kadar önemsenirken kimse siyonizmin “ideolojik” ve “teolojik” yapısı ile ilgilenmez? Siyonizmin museviliğe indirgenebileceğini elbette iddia etmiyorum, ancak ona güç veren, ona toplumsal bir ağırlık tanıyan tutkalın “din” olduğunu görmezden gelerek siyonizmin geriletebileceğine inanmıyorum.
Benzer bir ihmal “hıristiyan alemi”nde de göze çarpmaktadır. İlerici düşünce, aydınlanmanın kalesi olarak bilinen Fransa dahil olmak üzere, sermaye egemenliğinin en önemli ideolojik silahlarından birisi olan “din”le mücadeleyi bir kenara bırakmıştır. Dinci gericilik başlığının, sadece ve sadece dünyanın yoksul bölgelerindeki insanlar “gerici bir ideoloji”nin etrafında çarpık ve sonuçsuz ama oldukça radikal biçimlerde mücadeleye soyunduklarında akla gelmesi, emperyalist ideolojinin “sol” üzerinde ne kadar kapsamlı bir etkiye sahip olduğunun bir diğer kanıtıdır.
Arap dünyasında ABD’ye karşı giderek büyüyen öfkenin “islami ton”lar taşıması önemli bir veridir ve bu bölgede gericilikle mücadeleyi özellikle sorunlu hale getirmektedir. Bu mücadelenin ertelenmesini asla önermiyorum, ancak bugün dinin doğrudan siyasi uzanımlarıyla mücadele etmek yerine insan aklını özgürleştirici daha zahmetli bir mücadelenin, ideolojik boyutu öne çıkarılmış bir mücadelenin planlanması gerektiğini düşünüyorum.
Gericilikle mücadelede ideolojik boyutun öne çıkması bizi “islami gericilik”in ötesine taşır ve emperyalist merkezlerin insan aklına karşı giriştiği aptallaştırıcı tutumla hesaplaşmaya zorlar. ABD’nin bugünkü saldırganlığının ideolojik açıdan son derece ciddi bir dini ağırlık taşıdığını görmezden gelerek anti-emperyalist mücadeleyi yeni bir evreye taşımak olanaksızdır. Marksistlerin, ABD’ye karşı Ortadoğu’daki direnişin islami yönünü bir zafiyet olarak görmekle yetinip, Beyaz Saray’dan bütün dünyaya yayılan mistik kokuları görmezden gelmesi ciddi bir sorun yaratacaktır. Mücadelenin batı-merkezli bir ideolojik çerçeveye sıkışıp kalmaması için Edward Said’in aşağıdaki tespiti ciddiye alınmalıdır:
“Amerika dünyanın alenen en dinsel ülkesidir. Tanrı’ya yönelik referanslar, bozuk paralardan binalara kadar ulusal hayata ortak deyimler minvalinde nüfuz eder: Tanrı’ya çok şükür, Tanrı’nın ülkesi, Tanrı Amerika’yı korusun ve bu böyle gider.”8
Burada bizi ilgilendiren Bush’un kendisini bir mesih olarak görmesi filan değildir, dinci ideolojinin emperyalist saldırganlığın temelleri konusunda, yalnızca o saldırganlığın yanında duran toplum kesimlerini değil, ona karşı koyanların davranışlarını da belirleyen (kısıtlayan) bir etki yaratmasıdır.
Devrimci olanaklar Türkiye’de toplanıyor
Buraya kadar yazılanların Türkiye ile olan ilgisinin oldukça dolayımlı olduğu düşünülebilir. Ancak savaşın Türkiye’ye olan etkisini ele almadan önce “savaş”ın gündeme getirdiği genel başlıklara, Türkiyeli bir çerçeve çizmek gerekmektedir. Eğer becerebildiysem şimdiye kadar söylenenler bizim topraklarımızda ortaya çıkan devrimci olanakların ne olabileceğine ilişkin önemli ipuçları vermiş olmalıdır.
Bu ipuçlarının birbiriyle ilişkilendirilmesi için son bir bölüm gerekiyor. Bütün bunlar bir günde olacak şeyler değil. Dikkat ettiyseniz, burjuvazi adına olayları takip edenlerin bütün sistematiği kayboldu, her gün yeni bir şey keşfediyor, her gün başka bir yöne işaret etmek durumunda kalıyorlar. Savaşın beklenmedik gelişmeleri tetiklemesi olanak dahilindedir, ancak komünistler soğukkanlı olmalı ve eğilimlerin ancak zaman içerisinde belirginleşeceğini unutmamalıdırlar. Aşağıda yer verilen saptamalar bu türden bir bakış açısıyla değerlendirilmelidir.
Türkiye ABD açısından stratejik önemini korumaktadır
Tezkerenin TBMM’de kabul edilmemesinin ardından Türkiye’nin ABD’nin gözünde bütünüyle değersizleştiği ve onun kendi haline bırakılacağı doğrultusunda çok sayıda görüş ileri sürüldü. Bu görüşlerin arka planında böylesi bir gelişmeden duyulan yıllanmış korku ve daha önemlisi Amerikancıların yürüttüğü aşağılık propaganda vardı.
Ancak gerçekçi olmak gerekiyorsa ABD’nin Türkiye’ye verdiği önemi bir anda sıfırlaması için ortada herhangi bir gerekçe bulunmamaktadır. Her şeyden önce emperyalist ülkeler bir eğilim olarak girdikleri yerden çıkmayı değil yeni topraklara yerleşmeyi hedeflerler. Türkiye’de bunun tersini yapmalarını gerektirecek özel bir durum (en azından şimdilik) ortaya çıkmamıştır. Ayrıca Irak Savaşı kendi başına asla ele alınamaz ve kendi başına ele alındığında bile “bitmiş” olmaktan uzaktır. ABD savaşın ilk kısmında göreli bir kontrol sağlasa da, Irak’ta oldukça “güvenilmez” bir zemine yerleşecektir. Bu anlamda Türkiye’nin siyasi ve askeri açıdan daha korunaklı (eğer biz planları bozmazsak) olduğu açıktır.
Üzerinde düşünülmesi gereken bir başka olgu ABD’nin bölgesel planlarının Irak ile sınırlı olmadığıdır. İran, Hazar’daki enerji merkezleri ve genel olarak Kafkaslar’a yönelik bir açılımda, Türkiye’ye belli bir rol vermekten başka çareleri yoktur. Şu sıralar Iraklı Kürt gruplar ve Ankara arasında mekik dokuyan Zalmay Halilzad 2000 Yılında Türkiye-Batı İlişkilerinin Geleceği başlıklı ortak bir çalışmanın en “açık” ifadelerine imza atmış ve Türk yöneticilere “Ya ABD’nin bu bölgedeki planlarına yardımcı olun, ya da üçüncü sınıf bir ülke olarak kalmaya devam edin” mesajını geçmiştir.9 Çalışmanın “Soğuk Savaş”ın geride kalması nedeniyle Türkiye’nin ABD’ye ait bölgesel açılımlara ikna edilmesi için daha “derin” gerekçeler yaratılmasının zorunlu olduğunu belirtmesi de dikkat çekicidir. ABD Türkiye ilişkilerinde tezkere kazası sonrasında yaşanan kriz emperyalistlerin ve Türkiye burjuvazisinin yaratıcılığını elbette artıracaktır. İlişkiler şimdi bu safhadadır.
Türkiye ABD’nin nezdinde önem kaybedebileceği gerçeği ile karşı karşıyadır
Yukarıda söylenenlerle bu saptama arasında herhangi bir çelişki yok. Türkiye burjuvazisinin en büyük korkusu, emperyalistler nezdinde önem kaybetme bir olasılık olmanın ötesine geçmiştir. Yıllarca stratejik değer ve sadakat pazarlayan bir ülkenin bölgesinde en az kendisi kadar arzulu rakiplerin ortaya çıkmasından hoşnut olması mümkün değildir. NATO’nun genişleme sürecinde bir kez daha sadakat duygusuyla hareket eden Ankara’nın şimdi bu genişlemenin sonucunda, Avrupa’nın doğusunda Amerikancı ülkelerin peydahlandığını ve bunun kendi önemini etkilediğini fark etmeye başlamıştır. Afganistan ve şimdilerde Irak’ta ABD’nin son derece kritik değere sahip üsler elde etmeye başlaması, Türkiye’nin kaygılarını artırmaktadır. Irak’taki Kürt oluşumu konusunda Türkiye’nin verdiği tepkiler bir de bu açıdan ele alınmalıdır. Türkiye burjuvazisi, Kürt devletine, yalnızca böyle bir gelişme Türkiye’nin Kürt sorununa yeni bir boyut getireceği için değil, bu devlet ABD’cilikte kendisini bile sollayacağı için de abartılı bir tepki üretmektedir.
Türkiye’de ABD’nin “1923 felsefesi”ne zarar verebileceğini düşünenler vardır
Türkiye’de bugüne kadar sistemin bekası için düşünce üretip pozisyon alanlar içerisinde ABD’nin şu veya bu aktörden (sosyalizm dahil olmak üzere) daha büyük bir tehdit yarattığını, bu açıdan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine zarar vermekte olduğunu düşünerek bir varolma krizine giren ve sistemin ideolojik-siyasi krizini derinleştiren unsurlar olduğu bilinmelidir. Bu unsurların geleceği kendi karar ve tercihlerinden çok sürmekte olan sınıf kavgasının seyri tarafından belirlenecektir.
“Bağımsızlıkçı bir Türkiye kapitalizmi” pazarlık gücünü artırıcı bir fikirdir
ABD ile ilişkilerin gerilmesinin ardından bazı sermaye çevrelerinin bağımsızlıkçı bir Türkiye kapitalizmi için seferberlik başlatma çağrıları, ya emekçi kitleleri aldatmak ve ortaya çıkan ABD karşıtı havadan yararlanmak için geliştirilen bir demagojinin, ya da Türkiye burjuvazisinin emperyalist ülkelerle pazarlığında elini güçlendirmeye dönük bir planlamanın ürünüdür. Türkiye kapitalizminin kendi ayakları üzerinde doğrulması için hiçbir “kaynak” veya “gerekçe” bulunmamaktadır. Bu saçmalıklardan “sol”un etkilenmemesi için yeni bir Türkiye’nin illa ki sosyalist bir Türkiye olacağı ilan edilmeli ve bunun gerekçeleri yalın bir biçimde gösterilmelidir.
Türkiye kapitalizmi ABD-AB arasında bir tercih yapamaz
Türkiye burjuvazisinin ABD’ye sırt çevirerek Avrupa Birliği’ne yönelmesi mümkün değildir. Bu açıdan Türkiye kapitalizmi için ne birinden, ne ötekisinden vazgeçememe olarak özetlenebilecek kısıtlılık hali bugün de sürmektedir. ABD’nin terk edeceği bir Türkiye’yi kapsama ve bir bölgesel aktör olarak yönlendirme konusunda Fransa ile Almanya’nın şu ana kadar ciddi bir strateji oluşturdukları da söylenemez. Kaldı ki Türkiye’nin, Çevik Bir’in deyimiyle “artık komşu olduğu” ABD’yle stratejik ortaklığı bir kenara atarak ABD’den daha az güvenilir bulduğu Avrupalı emperyalistlere bel bağlaması söz konusu olamaz.
Türkiye AB ve ABD karşısında daha teslimiyetçi bir çizgiye oturacaktır
Türkiye burjuvazisinin tezkere kazası sonrasında yaşadığı panik, asker kanadından gelen rahatsızlık sinyalleri ve ardından kamuoyuna dönük olarak başlatılan Amerikancı saldırı zaman zaman daha soğukkanlı ve “kişilikli” yaklaşımlarla dengelense bile, Türkiye burjuvazisinin önümüzdeki dönem daha teslimiyetçi bir çizginin yolunu arayacağı açıktır. Henüz bu yolun Türkiye’nin iç dengelerinde ortaya çıkartacağı sarsıntının nasıl engelleneceğine ilişkin bir öngörüye sahip olmasalar bile, başka bir çıkış göremedikleri ortadadır.
Bütün bu söylenenlerin Türkiye solunun “stratejisi”ne bir şeyler devretmesi gerektiği açıktır. Yurtseverlik bayrağını açmakta tereddüt edilemeyeceği; Kürt ve Türk emekçilerini yeni bir Türkiye’nin kurucu ortaklığına hızla ikna etmenin hayati bir önem kazandığı; ABD’nin askeri ve siyasi varlığının toplumsal algıda bütünüyle gayrı meşru hale getirilmesi gerektiği; Avrupa Birliği’nin Türkiye açısından bir “gelecek” sunmadığının, ortaya çıkan yeni koşulların yardımıyla geniş kitlelere anlatılması; işçi sınıfının bütün bu olup bitenleri kendi dışında gelişmelermiş gibi algılamasının önüne geçilmesi; kapitalist sömürü mekanizmalarıyla bağımlılığın birbirinden ayrı ele alınamayacağı gerçeğinin gündelik siyasi mücadele pratiğine yansıtılması bu açıklığın parçalarıdır.
Bütün bu parçaları birleştirecek olan ise devrimin Türkiye için artık daha yakın olduğunun kavranmasıdır. Türkiye solu anti-emperyalizm veya barış mücadelesi adına çıtayı düşürücü her tür eğilime tavır almalı ve stratejik hesaplarını tamamen “devrimci” bir sürece göre planlamalıdır. Hızlı gelişmelere yanıt üretmenin ve ortaya çıkacak olanakları değerlendirmenin başka bir yolu bulunmamaktadır. Bugün emperyalizme karşı en iyi savunma, ileri atılmaktır.
Bugün değilse ne zaman sorusu en fazla “bugün”ün gerçeklerine uymaktadır.
Dipnotlar ve Kaynak
- CLAUSEWITZ, Savaş Üzerine, çev: Şiar Yalçın, Spartaküs Yay., 1997, s. 308.
- soL dergisinin Nisan 2003 sayısında “tezkere”nin kabul edilmemesinin neden ve sonuçlarını ele almaya çalıştım (“Bir Tezkere Yazısı”). Her iki dergi de aşağı yukarı aynı tarihlerde yayınlandığı için, yazdıklarımı burada tekrarlamayacağım.
- Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, 92. madde.
- Samir AMIN, “Confronting the Empire”, Al Ahram, 27 Şubat 2003, s. 9.
- George KENNAN, On Dealing With The Communist World, Harper & Row, 1964, s. 27.
- HARDT-NEGRI, İmparatorluk, çev: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yay., 2001, s. 68.
- Bertrand RUSSELL, Vietnam’da Savaş Suçları, çev: Niyazi Atakoğlu, Bilgi Yay., 1967, s. 223.
- Edward SAID, “Amerika’ya Bakmak ve Görmek”, Le Monde Diplomatique (Türkçe), 12, Mart 2003, s. 26.
- Zalmay Khalilzad, Ian O. Lesser, Stephen Larrabee, The Future of Turkish Western Relations, 2000.