Ne Türkiye solu ne de burjuva düşünce dünyası içinde Türk dış politikasının doğasını kavramaya, onun tarihindeki süreklilik ve kırılma noktalarını incelemeye dönük derinlemesine bir teorik çalışmaya rastlamak pek mümkün olmuyor. Marksist devlet kuramı çerçevesindeki genel ihtilaflara ek olarak, Türkiye’deki devlet-sınıf ilişkilerinin tarihine dönük teorik bir zenginliğin olmadığı göz önüne alındığında, Türkiye solundaki bu eksikliğin yapısal bir sorundan kaynaklandığı düşünülebilir. Burjuva düşüncesinde bu alanın teorik anlamda son derece güdük kalmasının nedeni ise, bu düşüncede “dış politika” denilen alanın nasıl kavrandığından bağımsız düşünülmemelidir. Dış politikanın, iç politikadan farklı olarak, devletin sorgulanamaz ortak aklının realize olduğu hassas bir alan olarak düşünülmesi; dış politika tercihlerinin, kapsamı ve içeriği kendinden menkul “ulusal güvenlik” ve “ulusal çıkar” kaygıları temelinde şekillenen siyasetler ve ideolojiler üstü hamleler olarak görülmesi; kısacası dış politika alanının sorgulanamaz ve önüne geçilemez ‘gizli bir ele’ ve mekanizmaya sahip olduğuna dair kanaat, dış politikayı burjuva düşünce dünyası için analiz dışı özerk bir alan kılmıştır.1
Bu özerk alanda cirit atma hakkını da doğal olarak dış politika hamlelerinin bizzat failleri, yani bürokratlar, devlet erkanı ve büyükelçiler ellerinde tutmaktadırlar. Zira dış politika alanı, halihazırda belirlenmiş ve sorgulanamaz siyasi hamlelerden oluştuğundan, bu konuda ancak içeriden birileri, yani dış politikanın o aşkın mekanizmasına bir yerinden dahil olanlar söz edebilir. Bu konuda konuşma hakkını en çok kullananlar da hemen her olayı “ben aslında bu durumu gördüm, bakanlığa bildirdim, dediklerimi yaptılar ve daha sonra her şey iyiye gitti” şeklindeki öznelliğin sınırlarını zorlayan bir ego-determinizmle aktaran büyükelçiler olmuştur. Feridun Cemal Erkin’in anıları2 bu konuda fazlasıyla ün sahibidir. Kısacası ne sağdan ne de soldan üzerinde konuşulacak analizlerin üretilmediği noktada, dış politika tarihine dönük neredeyse sınırsız serbestlikte bir “atış alanı” oluşmuş, bunu da büyükelçi bürokrat konumunda bulunmuş “içeriden” kişiler, gönüllerince değerlendirmişlerdir. Hatta denebilir ki, dış politikanın bu özgül kavranışı sebebiyle burjuva düşünce dünyasının bu alana dönük ufku, resmi ideolojinin analizleriyle sınırlı olmuş, resmi ideoloji ile burjuvazinin egemen ideolojisi en fazla bu alanda birbirine bu kadar yaklaşmıştır.
Resmi ideolojinin dış politika analizlerinde güdük kalması, bu ideolojinin kapitalizmin yeniden üretilmesine katkıda bulunan güçlü mesajlar taşıdığı gerçeğini değiştirmiyor. Ne kadar çiğ olursa olsun, resmi ideolojinin Türk dış politikasına dönük analizlerinin arkasında kavranabilir bir mantık vardır. Bu mantığın temelinde devletin dış politikada eylediği her şeyin ulusal çıkarı aramaya ve ulusal güvenliği sağlamaya dönük olduğu argümanı vardır. Bu argüman bir kez kabul edildiğinde, resmi ideolojiyi ve onun meşrulaştırdığı Türk dış politikasını genel hatlarıyla sorgulamanın “devletin bekasına aykırı” olması bakımından marazi bir durum olduğu da kabul edilmiş sayılır.
Resmi ideolojinin dış politika anlayışı Türkiye’de son derece güçlüdür ve hatta hegemoniktir. Buna rağmen, onun dışında yorum geliştirmenin, dış politika tarihini onun dışında yorumlamanın da etkili olduğu zamanlar olmuştur. Lakin, Türkiye solunun siyasete daha müdahil olduğu 1960’lardan önce resmi tarih anlatımına alternatif bir dış politika tarih yazımının var olduğunu söylemek pek mümkün görünmemektedir.
Bunu sadece solun yükselişine bağlayamayız. Resmi ideolojinin tarih yazımının üzerindeki sorgulanamazlık zırhına dönük ilk kılıç darbelerinin 1960’larda gelmesinin, Soğuk Savaş’ın özgül doğasıyla bire bir ilişkisi vardır. Sosyalizm ve kapitalizm arasında yürütülen açıktan bir ideolojik mücadele olarak Soğuk Savaş sürecindeki kutuplaşmayı, uluslararası güç dengelerinin biçimlendirdiği sıradan bir kamplaşma olarak görmek olanaksızdır. Soğuk Savaş idealleri, dünya ölçeğinde birbirleriyle mutlak çatışan iki ideolojinin savaşıdır ve bu savaş içinde yapılan her dış politika hamlesi, aynı çerçeve içinde anlamlanacaktır. Bu durum, kendisini daha önce ideolojiler üstü tarif ettiği, “ulusal çıkar” ve “ulusal güvenlik” gibi kavramlar üzerinden kuran resmi ideolojinin ezberinin bozulduğu noktadır. Resmi tarih yazımının, Türkiye’nin Soğuk Savaş süresince kendisini ‘tehlikeli oyunlar’ içine sokacak boyutta, ABD ve kapitalist blok yanlısı bir dış politika hattı içine girmesini, örneğin salt ‘ulusal güvenlik’ söylemiyle açıklaması mümkün değildir. Keza resmi tarih yazımı bu dönemi anlatırken, geleneksel sorgulanamaz “ulusal çıkar” söyleminin ötesine geçen bir anti-komünizm düzlemi üzerinden çözümleme yapmak durumunda kalmıştır.
Anti-komünizm alanı ise resmi ideolojinin sorgulanabilirlik alanına girdiği bir noktadır. Bu alan, örneğin “ulusal çıkar” ile sınırlı kalan alan kadar dışarıdan gelebilecek eleştirileri savuşturabilecek gizemliliğe sahip değildir; çünkü bu alanda dış politikanın artık ideolojiler üstü bir mantık tarafından değil, bizzat belirli bir ideolojik duruş tarafından şekillendiği iddia edilmektedir. “Ulusal çıkar” gibi hayali bir olgu ile anti-komünizm gibi ideolojik bir konumlanışın resmi tarih söylemi içinde her zaman uyumsuz bir birliktelik içinde bulunduklarını iddia ediyor değilim. Lakin, şurası bir gerçektir ki, Türkiye’nin Soğuk Savaş süresince son derece “zorlu” maceralar içine girmesi, kimi özel gündemlerdeki söylemi, ulusal çıkarın ötesine geçen çıplak bir anti-komünizmden ibaret kılmıştır. Bu bakımdan, 1960’lı yıllar ile birlikte resmi tarihin dışında alternatif tarih yazımsal yaklaşımların yükselişinin arkasında sadece solun etkisinin artmasını değil, aynı zamanda Soğuk Savaş’ın resmi tarihi samimi bir anti-komünizm yapmaya zorlamasını da aramak gerekir.
Soğuk Savaş’a yönelik bugünkü tarih-yazımsal çeşitliliğin de kaynağını 1960’lardaki tartışmalardan aldığını söyleyebiliriz. Elimizdeki resmi tarih yazımı dışındaki çalışmalar, ya 1960’larda üretilmişlerdir, ya da ilhamlarını 1960’larda üretilen fikri çerçevelerden almışlardır. Bu çeşitliliği, üç ana düşünce hattı içine sokup sınıflandırmak mümkün. İlki, temel mantığını yukarıda açımladığımız resmi-tarih yazımı; ikincisi, Türkiye’nin Soğuk Savaş boyunca izlediği ABD yanlısı siyaseti Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları üzerinden anlamlandırmaya çalışan marksist tarih yazımı; üçüncüsü ise düşünsel arka planı Türkiye’nin henüz sosyalist bir devrim aşamasında olmadığı, öncelikle ulusal kalkınma hamlesini başarması gerektiğini savunan aşamacı MDD’ci tezlerden oluşan ve Türkiye’nin Soğuk Savaş politikasını, onun “tarafsızlık” ve “bağımsızlık” gibi sorgulanamaz kemalist ilkelerinin ihlali olarak değerlendiren sol kemalist tarih yazımı.
Genel olarak Türk dış politikasının, özel olarak da Soğuk Savaş’ın tarih yazımıyla ilgili bu üç farklı yaklaşımın mahiyetini, iç mantığını ve söylemini kabaca tarif ettikten sonra, bunların Soğuk Savaş sürecindeki Türk-Sovyet ilişkilerini ilgilendiren kimi somut olayların değerlendirilmesinde hangi özellikleri sergilediğini inceleyeceğim. Şimdilik kaba halleriyle bıraktığım bu üç düşünce hattının genel çerçevesinin bu şekilde daha netlik kazanacağını düşünüyorum. Bunu yapmak, bu üç farklı söylemin ve yaklaşımın somut olaylar alanında nasıl işlerlik kazandığını ve çatışan diller ve argümanların varlığında tek bir somut olayın birbirinden çok farklı biçimlerde nasıl yansıtılabileceğini göstermek açısından önemli olacak. Böylelikle, bu üç farklı tarih yazımının yukarıda soyut bir biçimde anlatmaya çalıştığımız iç mantığı, daha kavranabilir kılınabilecek. Bunu yaparken Soğuk Savaş içindeki olgular arasından 1945 yılında Türkiye-SSCB arasındaki saldırmazlık antlaşmasının iptal edilmesini ve 1957 yılında Türkiye ile Suriye arasında sıcak bir savaşın eşiğine gelinmesini seçeceğim. Bu olayları rastgele seçmiyorum. Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkilerini ilgilendiren pek çok olay arasında özellikle bu ikisi, bu ilişkilerin doğasını en yalın biçimiyle yansıtanlardan bazılarıdır ve bu bakımdan Türk Dış Politikası tarih yazımının farklı biçimleri ve söylemleri, en keskin ve en görünür biçimiyle bunlar üzerinden somutlanır. İkincisi, farklı tarihlerde ve farklı hükümetler (CHP ve DP) zamanında gerçekleştikleri halde bu olayları değerlendirirken bu üç farklı tarih yazımının yukarıda bahsettiğimiz mantık çerçevesinde söylemlerine sadık kalmaları, argümanlarının arkasındaki düşünüş tarzının bu münferit olayları aşan bir mantıktan beslendiğini ve böylelikle de bahsettiğimiz tarih-yazımsal ayrımların arkasında sistematik bir düşünüş tarzının ve en önemlisi bir ideolojinin yattığına dair başta ortaya koyduğumuz iddiamızı güçlendirecektir. Üçüncüsü, bu iki olayın Soğuk Savaş’ın birbirinden farklı veçheleri olmasına ve özellikle ikincisi Türk-Sovyet ilişkilerini dolaylı olarak ilgilendirmesine rağmen, Türk-Sovyet ilişkilerine dair başta bahsettiğimiz genel yaklaşımın ikisine de neredeyse aynı yoğunlukta gömülmesi, Türk-SSCB ilişkilerinin tarih yazımının bağımsız değil, Soğuk Savaş perspektifinin bir parçası ve Soğuk Savaş’ın diğer mevzularıyla ilişki içinde yaşam bulan bir söylem olduğunu gösterecek.
Örneğin, 1957 yılındaki Türkiye-Suriye gerginliğinin tarih yazımını tartışırken Türkiye’nin Soğuk Savaş dönemindeki Ortadoğu politikasının anlatımının, Türk-Sovyet ilişkilerinin anlatımıyla nasıl ilişki içinde var olduğu açığa çıkacak. Tüm bunlar da, başta da söylediğimiz gibi, Türk-Sovyet ilişkilerinin tarih yazımının genel bir Soğuk Savaş algılayışının ve yorumunun bir parçası olduğunu gösterecek.
1945’te Türkiye ile SSCB arasındaki saldırmazlık anlaşmasının iptali
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından, Türkiye ile Sovyetler Birliği ilişkilerinin eskisi gibi devam etmeyeceğinin en önemli göstergelerinden birisi, Sovyetler Birliği hükümetinin 1925’te imzalanan Moskova Antlaşması ile karara bağlanan saldırmazlık antlaşmasının yenilenmesini reddetmesi ve ancak Türkiye’den -içeriği tartışmalı- birtakım isteklerinin yerine getirilmesi durumunda yeniden bir antlaşma yapmaya niyetli olduğunu belirtmesi olmuştur. Olayın başlı başına kendisinin Türk-Sovyet ilişkilerinin bozulmasında önemli bir rol oynayıp oynamadığı tartışılır; fakat şurası da bir gerçektir ki, bu iki ülke arasındaki gerginliğin diplomatik alanda somutlanarak bir resmiyet kazandığı ilk olaydır bu. Tabii olaya verilen önem ve onun nasıl ele alındığı, Türk dış politikasına ve Soğuk Savaş konjonktürüne nasıl yaklaşıldığına göre değişir; bu bakımdan, ele aldığımız üç farklı tarih yazımsal anlayışın, başta bahsettiğimiz genel perspektifleri uyarınca, 1945’te ortaya çıkan bu durumu kendilerine göre değerlendirmeleri kaçınılmazdır.
Türkiye-Sovyetler ilişkisinin artık eskisi gibi olamayacağını açığa çıkaran bu gelişmenin öznesinin Sovyetler Birliği olması, yani antlaşmanın bizzat SSCB’nin isteğiyle iptal edilmesinin istenmesi, Türkiye’nin kapitalist blok içinde yer almasının en büyük nedeninin Sovyetler Birliği kaynaklı tehditler olduğunu iddia eden resmi tarih anlayışı için önemli bir dayanak noktası olmuştur.3 Resmi tarih anlayışının barındırdığı, daha önce bahsettiğimiz ulusal güvenliğin oluşturduğu gereklilikler ve anti-komünizm/demokrasi söylemlerinden birincisine vurgu yapıldıkça 1945’teki bu olayın da değerlendirilmesi daha zorunlu haline gelir; çünkü Sovyetler Birliği’nin Moskova Antlaşması’nı yenilemeyi reddetmesi, Türkiye’nin kapitalist blok yanlısı dış politikasını hararetlendirmeye başladığı bir döneme rastlamaktadır.4 Bu da, resmi tarih anlayışına sahip bir grup yazarın Türkiye’nin ulusal güvenlik kaygıları ile onun kapitalist blok içindeki aktif faaliyetleri arasında bir neden-sonuç bağlantısı kurmasını mümkün kılan önemli bir etkendir. Resmi tarih anlayışının, Türkiye’nin Soğuk Savaş politikasını salt “Sovyet saldırganlığı” ve ulusal güvenlik kaygılarıyla açıklamaya çalıştığı yerlerde, SSCB hükümetinin bu hamlesi aslında bir dönüm noktası teşkil eder. Bu, halihazırda var olan ve sürdürülebilir bir “dostluğun sona erişi”5 anlamına gelmekte ve yalnız kalan Türkiye’yi kapitalist bloğa yanaşmaya zorlamaktadır.
Resmi tarihin, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye saldırganca bir politika izlediğine dönük iddiasını temellendirirken üzerine basa basa vurguladığı iddialardan birisi ve belki de en önemlisi, SSCB’nin saldırmazlık antlaşmasının yenilenmesi karşılığında boğazlarda üs talep etmekle kalmayıp bir de Kars Ardahan ve Batum’u kendi sınırlarına dahil etmek istediğidir. 6 Dönemin Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov’la Türkiye’nin Moskova’daki büyükelçisi Selim Sarper arasındaki diyaloglara ve Sovyet basınında çıkan haberlere dayandırılan bu iddia, resmi tarih için, Sovyetler Birliği’nin ileride Türkiye’yi teslim almaya dönük aşırı isteklerinin ilk halkasını teşkil etmesi ve Türkiye’yi acilen bir güvenlik önlemi almaya zorlaması bakımından büyük önem taşımıştır.7 Rıfkı Salim Burçak’ın aşağıdaki ifadeleri resmi tarih anlayışının ulusal güvenlik temelli perspektifini son derece iyi temsil etmektedir:
“(İkinci Dünya Savaşı’nın ardından…) Moskova, ilkin yirmi yıldır yürürlükte bulunan 1925 tarihli Türk-Sovyet dostluk ve tarafsızlık paktını feshetmiş, arkasından da Doğu Anadolu’da toprak ve boğazlarda üsler istemişti. Türkiye bu talepleri yiğitçe reddetmiş ama çok zor ve tehlikeli şartların içine girmişti. Batı ülkeleri Sovyet tehdidine karşı kendi aralarında Atlantik paktını teşkil ettikleri halde, bu türlü bir güvenlik tedbirine her devletten ziyade ihtiyacı olan Türkiye’nin en büyük davası milli güvenlik davası idi.(…) Türkiye kendi güvenliğini ancak Batı ile ve özellikle Birleşik Amerika ile kuracağı dostluk ve ittifakta bulabilirdi.”8
Kısacası, bu anlayışa göre, Sovyetler Birliği 1945’te böyle bir politika değişikliğine gitmemiş olsaydı, Türkiye’nin Soğuk Savaş içindeki konumu çok farklı olabilirdi. Gürün’ün sözleri bunu özetler nitelikte:
“Eğer Rusya, 1925 anlaşmasını feshederek Türkiye’den arazi ve üs istemeye kalkışmamış olsa idi, Türkiye’nin NATO’ya girmesi çok büyük ihtimalle hem düşünülmez, hem de Rusya’nın muvafakatini almak mecburiyeti dolayısıyla mümkün olmazdı. O takdirde, Batı ile ilişkileri kopuk, yegane ittifakı Rusya ile olan Türkiye’nin bir Finlandiya durumuna düşmesi tehlikesi her zaman ortada olurdu.” 9
Resmi tarih anlayışı, Türkiye’nin kapitalist blok yanlısı politikalarını yalnızca ulusal güvenlik ve ulusal çıkar kaygıları çerçevesinde değil, aynı zamanda anti-komünizm içerikli bir ideolojik konumlanış üzerinden savunduğunu daha önce söylemiştik. Resmi tarih yazımının bu ideolojik konumlanışının daha da açıkça dile getirildiği noktalarda Saldırmazlık Antlaşması’nın iptali hadisesine verilen önemin arkasında başka bir mantık yatmaktadır; çünkü, saldırganlığın ve yayılmacılığın komünizmle özdeşleştirildiği bir düşünsel çerçeve içinde 1945’teki bu olay, SSCB’nin dengeleri bozacak dönemsel bir dış politika değişimine gittiğini gösteren bir gelişme olarak değil de, Sovyetler Birliği’nin komünist kimliğinin kaçınılmaz biçimde ortaya çıkardığı daha küresel bir siyasetin bir parçası olarak10 önüne geçilmesi mümkün olmayan ve beklenen bir durum olarak algılanır. Kamuran Gürün’ün dediği gibi “ele alınan akrebin doğal olarak sokması” hadisesidir bu.11 Kısacası, bu durum, ilişkilerin bozulmasının bir nedeni değil, zaten Sovyetler Birliği’nin komünist olmasından ötürü bozulacak olan ilişkilerin kötüye gitmekte olduğunun güçlü bir emaresidir. SSCB’nin gene komünist kimliğe sahip olduğu 1945 öncesindeki ilişkilerin neden dostane bir vaziyette seyrettiği sorusunu da, resmi-tarih, bu ilişkilerin öz itibariyle daha baştan, yani Bolşevik Devrimi’nin olmasının ardından kan uyuşmazlığı içinde olunduğu iddiasıyla yanıtlamaya çalışır:
“O dönemlerde (Cumhuriyet’in ilk yıllarında, C.S) Rusya’nın yeni Türkiye’de Bolşevik Rejimi’ni yerleştirmeği hedef tutan bir politika takip ettiğini görüyoruz. Rusya bunda da başarıya ulaşamayınca, bunu günün birinde tahakkuk ettireceği nihai hedef olarak, o an için zihninin gerisine atarak, Türkiye ile bir saldırmazlık ve dostluk anlaşmasını 1925 yılında imza etmiş ve ileriki tarihlerde buna eklenen protokollerle Türkiye’yi kendisine danışmadan ve mutabakatını almadan başka devletlerle anlaşma yapamaz duruma getirmiştir.”12
Peki, resmi tarih anlayışı bir yandan, Soğuk Savaş’ın doğasına uygun biçimde anti-komünizm temelli bir ideolojik konumlanıştan, bir yandan da geleneksel olarak ulusal güvenlik kaygıları çerçevesinden 1945’teki hadiseyi değerlendirirken bir çelişki yaşamamakta mıdır? 1945’te Saldırmazlık Antlaşması’nın iptalini, Türk-Sovyet ilişkilerinin bozulmasının nedeni saymak ile göstergesi saymak arasında ciddi bir fark var. Aynı şekilde, Türk-Sovyet ilişkilerinin bozulmasının kaçınılmaz olduğunu savunmakla, bu sürecin aslında 1945’teki olay ile başladığını savunmak arasında büyük bir pozisyon farkının olması gibi. Aynı çelişki, resmi tarih anlayışının Türkiye’nin kapitalist blokla entegrasyonunu, hem ilkesel bir anti-komünizm ve demokrasi yanlılığının zorunlu bir sonucu, hem de 1945’te Moskova’nın bu tutumuyla ortaya çıkan dönemsel bir ulusal güvenlik kaygısının icap ettirdiği stratejik bir adım olarak değerlendirmesine neden olmuştur. Kısacası, Türk dış politikasının resmi tarih yazımının, Soğuk Savaş sürecinin özgül ideolojik doğası sebebiyle geleneksel ideolojiler ve siyasetler üstü olarak sunulan ulusal güvenlik paradigmasının ötesine geçerek anti-komünizm gibi bir açık ideolojik konumlanıştan argüman üretmesi, Sovyetler Birliği’nin 1945 yılında Moskova Antlaşması’nı iptal etme isteğinin yorumlanış tarzının barındırdığı çelişkilere yansımıştır.
1945’te cereyan eden bu olay, Türkiye’deki marksist/sosyalist tarih yazımına tabii ki çok farklı biçimlerde yansımıştır. Daha önce de bahsettiğimiz gibi marksistler Türkiye’nin kapitalist blokla entegrasyonunu bir güvenlik sorunu olarak değil de, kapitalist Türkiye’nin sosyo-ekonomik konumunun zorunlu kıldığı burjuva bir proje olarak tanımladıklarından, 1945’te saldırmazlık antlaşmasının iptali ile Türk-Sovyet ilişkilerinin gerilmesi arasında doğrudan bir analitik bağlantı kurmazlar. Marksistler için 1945’teki bu hadise, Türkiye burjuvazinin ve onun resmi tarih yazımının, Türkiye’nin kapitalist blok yanlısı politikalarını meşrulaştırmada kullandığı bir malzeme bir manipülasyon aracıdır.13
Bu bakımdan, marksist tarih yazımı açısından saldırmazlık antlaşmasının iptali, Soğuk Savaş sürecinin kilit gelişmelerinden biri olarak ele alınmaz. Bazı marksist çalışmalarda böyle bir hadisenin sözü bile edilmez. Fakat, bunu sadece marksistlerin analitik veya teorik bir tercihi olarak göremeyiz. 1945 yılındaki bu olayı önemsiz göstermek veya ondan hiç bahsetmemek sosyalist tarih yazımının Sovyetler Birliği’ni kavrayış biçimiyle çok yakından ilgilidir. Haklı olarak, Soğuk Savaş süreci içerisinde saldırganlık ve yayılmacılık gibi faaliyetleri tamamıyla kapitalist bloğun lideri ABD’yle özdeşleştirip, sosyalizmin dünyanın değişik yerlerinde yayılmasını sınıflar mücadelesinin bir neticesi olarak gören marksist tarih yazımının, 1945 yılında Sovyetler’in Türkiye’nin doğusundan bazı bölgeleri talep etmesi gibi bir olguyu açıklamasında bazı güçlükler olduğu açıktır. Bu zorluğun Türkiyeli marksistlerin Sovyet yanlılığı ölçüsünde artacağını söyleyebiliriz. Fakat, bu zorluğu “radikal” bir biçimde aşmayı deneyen marksistler de yok değil. Örneğin, konuya resmi tarih anlayışına göre çok az önem veren veya konuyu tamamıyla geçiştirme yolunu deneyen marksist çalışmalardan farklı olarak Yalçın Küçük 1945 yılında Sovyetler Birliği’nin Moskova Antlaşması’nı redderken Türkiye’den toprak ve üs istediği yolundaki iddiaların tamamıyla geçersiz ve uydurma olduğunu ifade eder. Küçük’e göre böyle bir iddia, Türkiye’nin kapitalist blokla olan bütünleşmesini meşrulaştırmaya dönük ideolojik bir dezenformasyondan başka bir şey değildir. Ona göre, böyle bir talebin var olduğuna dair hiçbir inandırıcı kanıt yoktur:
“Şu Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den toprak ve üs istemesi, üstüne üstlük bir de tehdit etmesi masalı herkesin işine yarıyor. Türkiye burjuvazisinin işine yarıyor. Beraat ediyor. Çünkü ‘tehdit’ olmasa Amerika’nın kucağına atılmayacak. Bu bir. Sonra İsmet Paşa’ya da yarıyor. Çaresiz kalınca koskoca İsmet Paşa ne yapsın Bu iki. (…) Şimdi hepsini tersine çevirmenin zamanı gelip geçiyor. Türkiye burjuvazisinin, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den toprak ve üs istediği masalı ile ilgili olarak ortaya koyabileceği ve belge sayılabilecek tek bilgi, olayların birinci derecede kahramanı Feridun Cemal Erkin’in anılarını da içeren monografisidir.”14
Yalçın Küçük’ün bu tezinin marksist tarih yazımı içindeki diğer çalışmalar tarafından kabul gördüğünü pek söyleyemeyiz. Fakat bu, sosyalist tarih yazımının bütününün 1945’te Saldırmazlık Antlaşmasının iptalini ve buna eşlik eden Sovyet taleplerini bir saldırganlık olarak değerlendirmemek ve bunu Türkiye’nin kapitalist blok yanlısı eğilimlerinin bir gerekçesi veya nedeni olarak görmemek gibi anlamlı bir ortak noktada buluştukları gerçeğini değiştirmez.
Sol-kemalist tarih yazımının Türkiye’nin Batı yanlısı dış politikasının başlangıç tarihi olarak 1939’da İngiltere ve Fransa ile yapılan ittifak antlaşmasını temel aldığını söylemiştik. Bu bakımdan, 1945’te Türk-Sovyet Saldırmazlık Antlaşması’nın iptal edilmesi, kemalist tarih yazımı için de Türk dış politikasında bir kopuşa veya kırılmaya sebebiyet verici dönüm noktalarından biri olarak ele alınmaz.
Zaten kemalist tarih yazımı için 1925 antlaşmasının, Türkiye’nin tarafsızlığına halel geldiği 1939’dan itibaren bir anlamı kalmamıştır.15 Bu bakımdan İngiltere ve Fransa’yı emperyalist ülkeler olarak gören Sovyetler Birliği’nin antlaşmanın iptal edilmesini istemesi gayet meşru ve makuldur.16 Bu durum başlı başına bir tehdit unsuru olarak ele alınmaz. Kemalist tarih yazımı için makul ve kabul edilir olmayan asıl şey, Sovyetler Birliği’nin bu antlaşmanın feshini istemesinin ardından Türkiye’den üs ve toprak talep etmesidir. Her ne kadar “bağımsızlık ve tarafsızlık” temalarıyla ona farklı bir içerik verip, farklı biçimde yorumlasa da kemalist sol tarih yazımının da resmi tarih anlayışının yaptığı gibi ulusal çıkar ve ulusal güvenlik nosyonları üzerinden çözümleme yaptığını söyleyebiliriz. Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den üs ve toprak istemesi bu bakımdan Türkiye’nin toprak bütünlüğüne yönelik bir ulusal tehdittir ve gene aynı bakımdan, Türk dış politika elitinin böyle bir talebi derhal reddetmesi gayet yerinde, onurlu bir tepkidir.17 Fakat resmi tarih anlayışının iddia ettiğinin aksine. sol-kemalist tarih yazımı için bu durum Türkiye’nin Soğuk Savaş süresince ABD ve İngiliz yanlısı bir politika izlemesinin bir gerekçesi veya mazereti olamaz. Onlara göre Türkiye’nin yapması gereken şey. aynı İran’ın yaptığı gibi, Sovyetler Birliği ile daha ciddi diplomatik temaslar kurup böyle talepleri geri çekmesini sağlayarak, ilişkileri eski ‘normal’ haline getirmeyi başarmak olacaktır. 18 Kısacası, resmi tarih anlayışının aksine, sol-kemalist tarih yazımı, Türk-Sovyet ilişkilerinin bozulmasını kaçınılmaz veya geri döndürülemez bir süreç olarak algılamaz. Sol-kemalistlerin 1945 antlaşmasını böyle algılamasını mümkün kılan iki özelliği vardır: Birincisi, resmi tarih anlayışının yaptığının aksine, sol-kemalist tarih anlayışı Sovyetler Birliği’nin rejimi itibariyle içkin bir saldırganlık taşıdığını iddia etmez. Bu bakımdan da Sovyet taleplerini bizzat Sovyetler Birliği ile gerçekleşecek diplomatik süreçler içinde geri çektirmek mümkün olacaktır. İkincisi ve belki de daha önemlisi, yine resmi tarih anlayışının aksine sol-kemalizm, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye dönük toprak ve üs taleplerinin Sovyetler Birliği’nin gerçek ve resmi dış politika siyaseti olduğundan, en azından, şüphe duyar. Avcıoğlu’na göre, örneğin, Molotov’un Sarper’e “sözlü” olarak ilettiği bu taleplerin aslı astarı olup olmadığı ve neden ortaya sürüldüğü Türk dışişleri yetkilileri tarafından kasıtlı olarak incelenmemiştir.
“Böyle bir şey (toprak ve üs talebine dair diplomatik görüşmeleri kastediyor, C.S.), tutumları ve düşünce yapıları belli Molotov, Sarper, Erkin’ler düzeyinde değil, liderler düzeyinde ancak gerçekleştirilebilirdi. Bu mümkün müydü? Yoksa Rusya, boğazları ele geçirmeyi kafasına koymuş muydu? Bilemeyiz. Fakat liderler düzeyindeki bir görüşme, en azından durumun aydınlanmasına yaradı ve Ankara Hükümeti’nin Angloamerikan ittifakını araması tam bir haklılık kazanırdı. 1945 ve 1946 yıllarının sinir savaşı günlerinde, Churchill ve Truman’ın hiç hoşuna gitmeyecek böyle bir görüşmeyi Sovyet liderleri ister görünmüşlerdir. Türk Dışişleri Bakanlığı’nın “beyni olan kişileri” ise, bir ara İngiltere’nin bile yanaştığı bir ikili görüşmeyi, ‘sonra Ruslar başbakanı davet ederler, Karadeniz Devletleri Konferansı oldu-bittisi yaparlar’ gibi akıl dışı bir korkuyla redderler. Kitaplarında övünerek yazdıkları üzere Anglosaksonlara yalvar yakar olurlar.” 19
Kısacası, farklı bir analitik arka plandan da olsa, sol-kemalist tarih yazımı da, marksistlerin yaptığı gibi, 1945 Saldırmazlık Antlaşması’nın iptal edilmesini ve içeriği ve ciddiyeti tartışmalı Sovyetlerden gelen toprak ve üs talebini, Türkiye’nin kapitalist blokla bütünleşmesinin inandırıcı bir nedeni saymaz. Kemalistler için Türkiye’nin Soğuk Savaş siyasetinin yönü 1945’te değil, 1939’da İngiltere ve Fransa ile yapılan ittifak antlaşmasıyla esasen şekillenmiş bulunmaktadır.
1957 yılındaki Türkiye-Suriye gerginliği
1950’lerin ortalarından itibaren Suriye’de, Mısır ve Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler kurma eğilimi gösteren ve Arap Birliği yanlısı Baas Partisi’nin etkisini gittikçe arttırması ve Suriye kabinesinin içine her geçen gün daha fazla sosyalist eğilimli bakan girmeye başlaması üzerine, Türkiye’nin öncülük ettiği tüm Ortadoğu’yu kapsayacak Bağdat Paktı projesinin de etkisi daralmaya, anlamı kaybolmaya başladı. Resmi veya gayri resmi yollarla ABD ve diğer kapitalist blok ülkelerinin desteğini alan Bağdat Paktı projesine karşılık, Mısır ve Suriye’nin oluşturmaya çalıştığı Arap Bloğu da Sovyetler Birliği’nin siyasal ve iktisadi desteğini almaya çalışıyordu. Bu durum, Bağdat Paktı ile Ortadoğu’da ABD yanlısı aktif bir politikayı egemen kılmaya çalışan Türkiye’nin hedeflerini sekteye uğratacak bir hal kazanmaya başladığı noktada Türkiye ile Suriye arasındaki gerilimler artmaya başladı. 6 Ağustos 1957’de Suriye’nin Sovyetler Birliği ile yaptığı ekonomik ve askeri yardım antlaşması ile halihazırdaki gerilimli ilişkiler, diplomatik ve siyasi bir krize doğru evrilmeye başladı. Suriye-Sovyet yakınlaşmasının Türkiye’nin güvenliğine tehdit oluşturduğunu iddia eden resmi makamlar, Suriye yakınlarında askeri manevralar düzenleyerek ve sınıra asker yığarak Suriye’yi “uyarma” ihtiyacı hissettiler. Suriye’nin mevcut konumundan taviz vermeyi reddetmesi ve Türkiye’yi sert bir diplomatik dille uyarması sonucu gerilim, sıcak bir çatışmaya dönüşme noktasına geldi. Lakin, böyle bir sıcak çatışmanın ortaya çıkması, Ortadoğu’daki Soğuk Savaş dönemine özgü tüm dengelerin alt üst olması anlamına gelirdi ki bu, mevcut gerilimin ve çatışmanın iki taraflı veya bölgesel mahiyette kalmasını da olanaksızlaştırırdı. Sovyetler Birliği ve ABD de bu kaygılar temelinde gerilimin kendi çıkarları doğrultusunda atlatılmasında aktif bir rol oynamaya başladılar ve bu da görünüşte Ortadoğu ile sınırlı olduğu düşünülen sorunun aslında bir Soğuk Savaş problemi olduğunu açık bir biçimde ortaya koydu. O tarihlerde Sovyetler Birliği-ABD ilişkilerinin yumuşama dönemi içinde olmasının da etkisiyle, 1958 yılına doğru kriz sönümlendi. Zaten 1958 yılında da Mısır ile Suriye, Birleşik Arap Cumhuriyeti isimli kısa sürecek bir birlik kurmuşlar ve Suriye’deki siyasi hayat, Sovyetler Birliği’nden çok Mısır tarafından şekillendirilmeye başlanmıştır. Şimdi bu olayın bahsettiğimiz bu üç farklı tarih yazımı biçiminde Sovyetler Birliği-Türkiye ilişkileri bağlamında nasıl incelendiğine bakalım.
Resmi tarih yazımının Soğuk Savaş ve Sovyetler Birliği ile ilgili daha önce tarif etmeye çalıştığımız konumlanışının izlerine bu olayın ele alınış tarzında da açıkça rastlamak mümkündür. Suriye ile Sovyetler Birliği yakınlaşmasını, Türkiye’nin güney sınırının güvenliğini tehlikeye atacağını iddia eden resmi tarih, Türkiye’nin bunu savuşturmaya dönük girişimlerini tamamıyla meşru bulur. Fakat, Suriye’nin 1957 yılında neden birdenbire ulusal tehdit haline geldiğini açıklarken resmi tarih anlayışı anti-komünist söylemini ve mantığını bir kez daha devreye sokmak zorunda kalır.
Şöyle ki, geçmişte Suriye ile Türkiye arasında bu iki ülkeyi sıcak bir çatışmanın eşiğine getirecek büyük sorunlar yaşanmadığı gibi, Suriye hükümeti de 1950’lerde Türkiye’yi doğrudan hedef alan bir faaliyet içine girmemiştir. Bu noktada resmi tarih, Suriye’nin 1957 yılında bir anda bir tehdit unsuru olarak ortaya çıkmasının nedenlerini incelerken, bu ülkenin Sovyetler Birliği ile olan yakınlaşmasına odaklanır. Kısacası, resmi tarih yazımı bakımından, Türkiye için sorun olan şey Suriye’nin ekonomik olarak kalkınma olanağı bulması veya silahlanma faaliyeti içine girmesi değil, bunu Sovyetler Birliği’nden yardım almak suretiyle yapmasıdır.
Görünüşte sadece Suriye ve SSCB’yi ilgilendiren bir mesele olan “Sovyet yardımının” başlı başına ulusal güvenliği tehdit edici bir unsur olduğunu iddia edebilmek için resmi tarih anlatımının Sovyetler Birliği’nin ve onun komünist ideolojisinin “yayılmacı karakterine” vurgu yapması zorunlu hale gelir. Bu dönemde, Sovyetler Birliği’nin Türkiye ile yakınlaşma amaçlı bir takım diplomatik ve siyasi adımlar atmaya çalıştığını da düşündüğümüzde, bu mecburiyetin ne kadar yakıcı olduğu daha da iyi anlaşılır. İşte bu nokta, kimi örneklerde çelişkili aktarımlara yol açan “ulusal güvenlik söylemi” ile “anti-komünist ideolojik konumlanışın” birleştiği ya da analitik olarak birbirini tamamladığı noktadır: Sovyetler Birliği’nin komünist ideolojisi yayılmacıdır ve taktik icabı bir takım yakınlaşma çabaları içine girse de aslında Türkiye’yi de etkisine almak istemektedir; SSCB’nin Suriye üzerindeki etkisinin artmasının arkasında komünizmin, Türkiye’nin de içinde bulunduğu Ortadoğu’da yayılma hedefleri vardır. Bu bakımdan da Suriye-Sovyetler Birliği yakınlaşmasını, Türkiye’nin tehdit olarak algılamasından ve buna karşı önlemler almasından daha doğal olan bir şey yoktur. Gönlübol, bu düşünce hattının en tipik örneklerinden birini sunuyor:
“Suriye’nin iç durumundan faydalanan Sovyetler Birliği, bu ülkeyi kendi nüfuzunu Ortadoğu’ya yaymak için elverişli bir alan olarak seçmiş; fakat komünizmi bu bölgeye indirmek istemeyen Batılılar da Sovyetler Birliği’nin Suriye’ye yerleşmesine engel olmak istemişlerdir. Bu işle Batılılar arasında en yakından ilgilenecek devlet de şüphesiz Türkiye idi. Çünkü, Türkiye’nin Suriye ile uzun bir sınırı olduğu gibi, Suriye’de kurulacak bir komünist düzen de en önce Türkiye’nin güvenliğini tehdit edecekti. Bu bakımdan, Türkiye Suriye’de olup bitenleri bu devletin iç gelişmeleri olarak değil, aynı zamanda Sovyetler Birliği’nin kendisine yönelttiği davranışlardan biri olarak değerlendirmiştir.” 20
Resmi tarih anlatımı bu mantığın doğruluğunu Suriye bunalımının en üst seviyeye çıktığı dönemlerde Kruşçev’in, ünlü “savaş çıkarsa Türkiye bir gün bile dayanamaz” tehdidine dayandırmaya çalışır. Aslında böyle bir düşünce tarzının çekirdeğinde basit bir “kendi kendini doğrulayan kehanet” vardır. Suriye-Sovyetler Birliği yakınlaşmasının ardından Türkiye’nin Suriye sınırına asker yığmasından; bu yakınlaşmanın kendisini tehdit ettiğini öne sürerek, kapitalist bloktaki müttefiklerini Sovyetler Birliği’ne karşı yeniden harekete geçirmek suretiyle sorunu bir Soğuk Savaş gerilimi çerçevesine sokmasından çok sonra ortaya çıkan Kruşçev’in tehdidini, Suriye-Sovyetler Birliği yakınlaşmasının aslında Türkiye karşıtı olmasının bir göstergesi olarak sunmak, 21 Sovyetlerle yakınlaşan Suriye’nin bir tehdit oluşturacağı kehanetinin kendi kendisini doğrulamasına dayanan bir mantığa oturmaktadır.
Türkiye’nin kendisinin dışında olduğu bir diplomatik ve siyasi yakınlaşmayı engellemeye çalışması, onun kendisinin yürüttüğü ikili ilişkileri aşan bir perspektife sahip olduğunu, ilgisinin, kendisinin de bir özne olduğu ilişkilerle sınırlı kalmadığını gösteriyor. Bu Türkiye’nin küresel bir boyut kazanmış olan Soğuk Savaş gerginliğinin aktif bir tarafı olmasının yansımasından başka bir şey değildir. Türkiye, Soğuk Savaş süresince komünizmin Ortadoğu’da yayılmasını önlemek gibi uluslararası planda aktif bir rol üstlenmiştir ve bu rol çözümlenmeden “Suriye buhranının” anlaşılması pek mümkün değildir. Bu yüzden, resmi tarih anlatımının da Türkiye’nin Ortadoğu’da önlemeye çalıştığı komünizme neden karşı olduğunu mantıklı bir şekilde izah etmeden Suriye ile yaşanan gerilimi açıklaması ve haklı bulması olanaksızdır.
Türk dış politikasının Soğuk Savaş siyasetini onaylama eğilimindeki resmi tarih anlatımı da bu bakımdan Türkiye’nin Suriye gerginliği esnasındaki tutumunu, onun Soğuk Savaş dönemindeki kapitalist blok yanlısı ve komünizm karşıtı konumunu meşrulaştırmadan yapamaz. 22 Kısacası, bir kez daha Soğuk Savaşın ideolojik doğası resmi tarih yazımını açık bir ideolojiler tartışmasının içerisine girmeye mecbur bırakmıştır. Kapitalist ABD’den askeri ve ekonomik yardım almanın etik ve meşru, sosyalist SSCB ile yakınlaşmayı gayri meşru ve tehditkar olduğu iddiası 23 ancak bu ideolojiler tartışması alanının içinde bir taraf olmakla mantıklı ve anlaşılır bir zemine oturabilir. Denilebilir ki, resmi tarih anlatımının anti-komünist dokusu olmaksızın Suriye bunalımında Türkiye’nin tutumunu açıklaması ve haklı bulması mümkün değildir. Sovyetler Birliği’nin Türkiye ile yakınlaşmak için diplomatik ataklar yaptığı bir dönemde, Suriye ile Sovyetler arasındaki karşılıklı ekonomik ve siyasi yardımlaşmanın, kendiliğinden tüm Ortadoğu için bir “tehlike” 24 arz etmesi başka nasıl açıklanabilir?
Resmi tarih yazımının aksine marksist tarih yazımı, SSCB ile Suriye yakınlaşmasını Ortadoğu’da Türkiye’ye yönelik bir güvenlik tehdidi olarak algılamaz. Burada, marksizmin sınıf temelli analizlerinin bir yansıması olarak tam tersine bölgede Türkiye’nin izlediği ABD yanlısı siyasetin, bölgenin emekçi sınıflarını tehdit ettiği savunularak, Ortadoğu’da asıl sorunun Batı müdahalesi olduğu vurgulanır. Türkiye ile Suriye ilişkilerinin 1957’de gerilimli bir hal alması, Türk dış politikasının doğasına ve onun işleyişine dönük marksist savları doğrulayan bir olgu olarak ele alınır. Marksistlere göre SSCB ve ABD arasındaki ilişkilerin ve Soğuk Savaş’ın Kruşçev’in girişimleriyle yumuşamaya başladığı böyle bir dönemde Türkiye’nin, Suriye ve SSCB ile içerisine girdiği siyasi kriz, umudunu, Türkiye’nin Soğuk Savaş şiddetlendikçe önem arz eden jeopolitiğini pazarlamak suretiyle kapitalist bloktan akacak fonlara ve yardımlara bağlamış Türkiye burjuvazisinin gereksinim duyduğu ve böylece de bilinçli bir şekilde, isteyerek dahil olduğu bir krizdir. Marksistler, Türkiye-Suriye gerilimini o dönemki Türkiye kapitalizminin içinde bulunduğu durumla ilişkilendirerek anlamaya çalışır.
“Suriye bunalımı, Soğuk Savaş’ta sonun başlangıcı oluyor. Küba bunalımına kadar sürüyor. Soğuk Savaş’ın başlamasında Türkiye çok aktif bir rol oynuyor. Türkiye burjuvazisi, kendi sınıfsal korkusu ile Amerika Birleşik Devletleri’nin güvencesine sığınmak ihtiyacını duyuyor. Bunun için savaş arıyor. Türkiye burjuvazisi, 1957 Suriye’ye saldırarak Soğuk Savaşı sıcağa çevirmek için gayret gösteriyor. Burada Türkiye kapitalizminin içine düştüğü ekonomik sorunlar ve bunalım çok önemli bir rol oynuyor. 1957 yılında Türkiye, son on yılın en ağır ekonomik bunalımını yaşıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nden 300 milyon dolarlık yardım sağlayarak bu ekonomik bunalımdan kurtulmak istiyor.” 25
Türkiye, dış politikası, Soğuk Savaş esnasında “ABD’nin Ortadoğu’daki jandarması” olma rolünü o kadar imanla benimsemiştir ki Suriye ile girdiği tüm bölgeyi ve hatta dünyayı savaşa sürükleyecek böylesine çılgınca bir hamle, ancak SSCB’nin “iyi niyetli” ve soğukkanlı çabalarıyla önlenebilmiştir. 26 Marksist tarih yazımı, baştaki indirgemeci hattını devam ettirir şekilde krizin bu şekilde sonuçlanmasının Türkiye burjuvazisini yeni bir dış politika yönelimine sürüklediğini savunarak ve burjuvazinin güncel kavrayışı ve çıkarlarıyla güncel dış politika tercihleri arasında bir belirlenim ilişkisi kurmaya dönük kuramsal bakış açısını krizin nedenleri için olduğu kadar sonuçları için de yeniden işler kılmış olur. Küçük’e göre örneğin Suriye krizinden sonra SSCB’nin gücünü kavrayan Türkiye burjuvazisi Menderes ayağıyla SSCB’ye yaklaşmanın yollarını aramaya başlamıştır. 27
Marksist tezlerde de olduğu gibi, MDD tarih yazımı için de, Suriye ile Sovyetler Birliği’nin yakınlaşmasının bölgede Sovyetler Birliği’nin Suriye aracılığıyla Türkiye’ye karşı tehdidini artırması anlamına gelmemektedir. Resmi tarih yazımından farklı olarak özel bir anti-komünist hassasiyet içinde olmayan ve akılcı bir dış politikanın temel ölçütünü bağımsızlık ve tarafsızlık politikası olarak kodlayan MDD’ci tez, SCCB ile Suriye yakınlaşmasını iki ülkenin birbirilerinin işlerine karışmaksızın gönüllü olarak girdikleri kabul edilebilir bir durum olarak ele alır. Bu yüzden de Türkiye-Suriye geriliminin yaratıcısı ve sorumlusu olarak ne Sovyetler Birliği’ni ne de Suriye’yi değil, Türkiye yönetimini ve özellikle de Adnan Menderes’i görür. Lakin, özellikle bu gündemde Türkiye burjuvazisinin kısa dönemli iktisadi ihtiyaçlarının analizini yapan marksistlerden farklı olarak, MDD tarih yazımı 1957 vakasını daha çok Türkiye’nin Eisenhower Doktrini çerçevesinde, Ortadoğu’da ABD yanlısı oynadığı rolün bir parçası olarak değerlendirir. Bu bakımdan, Türkiye’nin kendisini böyle bir gerginlik içinde bulmasının sorumlusu, acil iktisadi ferahlamaya ihtiyaç duyan Türkiye kapitalizmi ve onun burjuvazisi değil, bölgede ABD yanlısı politika izleyip Atatürk’ün tarafsızlık politikasını zedeleyen siyasi iktidarlardır. Bu yüzdendir ki, Menderes’in kişisel konuşmalarına ve açılımlarına klasik marksist tarih yazımında görülmeyen bir düzeyde yer verilerek, bunların tayin edici olduğu iması yapılır.
Milli Demokratik Devrimci tez için Suriye’nin Sovyetler Birliği ile olan iktisadi ve siyasi yakınlaşma politikası, resmi tarih yazımının iddia ettiğinin aksine, hiçbir şekilde Suriye’nin Sovyetler Birliği’nin güdümüne girdiği veya komünistleştiği anlamına gelmemektedir. 28 Tam tersine, bu durum, Suriye’nin aynen Türkiye’nin Atatürk döneminde yaptığı gibi kendi ulusal kalkınmasını gerçekleştirmesini sağlama amacı anlamına gelmektedir ve bu bakımdan da takdir edilmesi gerekmektedir. 29 Görüldüğü gibi böyle özel bir gündemde de MDD tarih tezi, akılcı ve kabul edilebilir bir dış politika tercihinin ölçütü olarak Türkiye’deki kemalist deneyimi temel almaktadır. Hem Suriye hem Mısır, hem de bölgedeki ve hatta dünyadaki ABD yanlısı politika izlemeyen ve aynı zamanda komünist blok içinde de bulunmayan bütün ülkeler, MDD tarih tezi için Soğuk Savaş düzeni içinde en ideal politikayı izleyen devletler olarak Türkiye’nin aslında potansiyel müttefiki olmalıdırlar. Gelgelelim, Türkiye’nin ABD yanlısı politikası, “ulusal kalkınmacı ve anti-emperyalist” siyasi iktidarlarla böyle bir yakınlaşmayı mümkün kılmamaktadır. Bu durum, MDD tarih tezi için sömürgecilik dönemi sonrası bağlantısız hareketinin etkisinin git gide artmasıyla birlikte Türkiye’nin bölgede yalnızlaşmasına ve Sovyetler Birliği’nden daha da uzaklaşmasına yol açacak, ardından 1960’ların ortalarından itibaren Kıbrıs meselesinde hiçbir anti-emperyalist güçten yeterince destek alamamasıyla bunun bedelini ağır ödeyecektir. 30 Velhasıl, son tahlilde Türkiye’nin Soğuk Savaş içinde Sovyetler Birliği ile girdiği gerilimli ilişkiler, Türkiye kapitalizminin zorunlulukları içinde değerlendirilmeyip Türkiye’deki siyasi iktidarların birtakım yanlış siyasi açılımların ürünü olarak ele alındığında, bu yanlış açılımlar daha bağımsızlıkçı ve ulusalcı bir siyasetle ikame edilir, bu düzenin sınırları içinde geri döndürülebilir ve düzeltilebilir olarak görülür.
Sonuç
Görüldüğü gibi hem 1945 Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki Saldırmazlık Antlaşması’nın feshedilmesi, hem de 1957’deki Türkiye-Suriye ilişkileri dolayımıyla Sovyetler Birliği ile yaşanan olağanüstü gerilim ele alınırken her üç tarih tezi de başta bahsettiğimiz Türk dış politikasına yönelik genel kavrayışlarına sadık kalmışlar ve onu yeniden üretmişlerdir. Aynı şeyi diğer pek çok çetrefilli dış politika olayının ele alınış biçimi için de söylemek mümkündür. Bu durum genel olarak Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkilerine dönük Türk dış politikası tarih yazımının 1960’lardan itibaren farklı söylem ve savlarıyla bu üç ayrı hattan ilerlediğini gösteriyor.
Soğuk Savaş’ın özgül doğasının bir sonucu olarak, özünde Türk dış politikasının savunusunu yapmak gayretindeki resmi tarih yazımının öncelikle ve özellikle Soğuk Savaş dönemindeki Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkileri konusunda en şiddetli ve en açık eleştirilere maruz kalması vesilesiyle, siyasetler üstü bir sorgulanamazlık zırhı büründürülmeye çalışılan Türk dış politikasının kendisi daha sorgulanabilir hale gelmiştir. Resmi tarih yazımının “ulusal çıkar” ve “ulusal güvenlik” kavramları üzerinden kurmaya çalıştığı savunma siperinin, özellikle marksist tarih tezleriyle ilk defa Türkiye-SSCB ilişkileri gündeminde ciddi bir saldırıya uğraması, bugün resmi dış politikayı ve onun resmi tarih yazımına yönelik olası eleştirilerin önünü açmış olması bakımından anlamlıdır. Bugün eski etkisinden uzak marksist tezler, en azından Türk dış politikasının ve resmi tarihin cesaretle eleştirilebileceğini göstermiş ve onun “ulusal güvenlik” maskesini bir nebze olsun düşürebilmiştir.
Dipnotlar ve Kaynak
- Burada analiz derken, Türk dış politikasının güncel yönelimlerini yorumlamaya dönük spekülasyonlardan bahsetmiyorum. Tam tersine güncel dış politika spekülasyonu ve falcılığı bakımından Türkiye son derece gelişkindir. Herhangi bir dış politika gündemi yakıcılaştığında “stratejist”, “akademisyen”, “eski komutan” ünvanıyla maruf her kim varsa televizyonlar aracılığıyla sağolsunlar bizleri “uzman görüş-leri”nden mahrum bırakmamaktadırlar. Analiz derken Türk dış politikasını kendi tarihselliği içinde kavrayıp onun doğasını anlamaya dönük zihinsel bir çabadan bahsediyorum ki, bunu burjuva düşünce dünyası içinde bulmak pek mümkün değil.
- Feridun Cemal Erkin, Dışişlerinde 34 Yıl: II.Cilt, 1. Kısım, Ankara: TTK, 1996
- Mehmet Gönlübol, Olaylarla Türk Dış Politikası, İstanbul, Alkım, 1989, s. 311.
- Hüseyin Bağcı, Demokrat Parti Dönemi Dış Politikası, İmge, 1990, s. 12.
- Kamuran Gürün, Dış İlişkiler ve Türk Politikası: 1939’dan Günümüze Kadar, Ankara, SBF Yayınları, 1983, s. 276.
- Gönlübol, s. 192-193
- Suat Bilge, Güç Komşuluk: Türkiye Sovyetler Birliği İlişkileri 1920- 1964, Ankara, Türkiye İş Bankası, 1992, s. 265.
- Rıfkı Salim Burçak, On Yılın Anıları, Ankara, Nurol, 1998, s. 66 ve 67. Vurgular bana, dilbilgisi hataları yazara ait.
- Kamuran Gürün, Türk-Sovyet İlişkileri, Ankara, TTK 1991, s.315.
- Gönlübol, s. 213.
- Gürün, 1983, s. 270.
- Gürün, 1983, s. 205.
- Cem Eroğul, Demokrat Parti: Tarihi ve İdeolojisi, İstanbul, İmge, 1990, s. 4.
- Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler Cilt II, İstanbul, Tekin, 1987, s.304.
- Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi: 1838’den 1995’e, İstanbul, Tekin, 1978, s. 1578.
- Avcıoğlu, s. 1590.
- Avcıoğlu, s. 1580.
- Avcıoğlu, s. 1606.
- Avcıoğlu, s. 1606.
- Gönlübol, s.299
- Bilge, s.332.
- Erkin, s.117
- Armaoğlu, s. 507.
- Bağcı, s. 95.
- Küçük, s. 511.
- Küçük, s. 509.
- Küçük, s. 511.
- Avcıoğlu, s. 1654-1655
- Avcıoğlu, s. 1655.
- Avcıoğlu, s. 1664.