Türkiye siyasetinin yönünü tayin eden eksenlerden biri her zaman dinci gericilik ile aydınlanmacılık arasına yerleşmiştir. Ancak açıkçası bu eksenin adlandırılmasındaki sorunlar dizisi bile hem eksen hem de yön hakkında tereddütler doğuruyor. Ne demeli, dinci gericilik mi, irtica mı, siyasal İslam mı, kökten dincilik mi? Ya diğer taraf için; aydınlanmacılık mı, laisizm mi, ilericilik mi, çağdaşlık mı, yoksa, olumlayarak veya tersi, kemalizm mi? Bu yazı adında bile bu kadar rivayet olan bir çelişkinin güncel biçimlerinden, bugün nereye akmakta olduğundan söz edecek. Adlandırma, çoğu zaman bir terim seçiminden, neredeyse nötr bir işlemden ibaret değildir ve bu yazıda arada geçerken arkasında ideolojik seçişleri gizleyen ad tercihlerine de değineceğim.
Gericilik-aydınlanmacılık taraflaşmasında solun dünyasında ilk göze çarpan akıl karışıklığıdır. Liberalizmin etkisi altındaki akıl karışıklığının kimi kesimleri şu sorgulamaya ittiğini biliyoruz: Sol, İmam Hatip Liseleri’ nin öğrenci kaybetmekte olması, mezunlarının başka orta öğrenim kurumlarının mezunlarına göre kimi “dezavantajlar” la karşılaşmalarına bir demokrasi sorunu olarak bakacak ve eşitsizliğin giderilmesi için talepte mi bulunacaktır? Böyle olacaksa aynı duyarlılık kuşkusuz türban konusunda da gösterilmelidir. Ama eğer böyle bir tutum alınacak ise dinci akımların genel olarak demokrasiye dışsal oldukları görüşü düzeltilmek zorundadır. Egemenliğin kaynağını insanlardan, halktan mı alması gerektiği, yoksa yine egemenliğin tanrısal güçler ile bu güçlerin dünyamızdaki temsilcileriyle ilgili bir kavram mı olduğu tartışması çok eskidir ve tarihsel yanıtını burjuva demokrasisi ile almıştır. Acaba şimdi bu tartışmanın dinsel safları kendi içlerinde modernize mi olmuştur?
Peki ya bu işin içinde İslama (aslında bütün dinlere) aykırı olmadığı bilinen bir takiyye varsa, yani Cumhuriyet gazetesinin iddia ettiği gibi kravatlı imamlar aydınlanmanın bütün izlerini silmeyi amaçlayan bir komplonun parçasıysalar? Bu durumda çare “Devrim Yasalarının” uygulanması olabilir mi? Peki Atatürk döneminin Devrim Yasaları mı üstündür, Avrupa Birliği Anayasası mı? Türkiye’ nin uygarlık hamlesinin tarihsel dönemeci olarak Mustafa Kemal mirası ile günümüzün “uygarlık projesi” birbirleriyle çelişebilir mi?
Genel olarak solda bu soruların yanıtlarının formüle edilmiş seçenekler halinde köşelere yerleşmediği söylenebilir. Burada tek tek solcu (veya solcu kabul edilen) aydınların zihinlerindeki iç tutarlılığı sorguluyor değilim; genel olarak solcu bir düşünce dünyasını paylaştığını varsayan kesimlere farklı formüllerin mal edilme veya yayılma halini kastediyorum. 2005 Türkiye’ sinde “solcuyu” resmetmek hayli güçtür. 2005′ in solcusu Milliyet’ te Fethullah Gülen röportajını ilginç bulup “adama yazık olmuş” diye hayıflandıktan sonra, Cumhuriyet gazetesini açıp bilmem hangi bakanlığın müsteşarının aslında koyu tarikatçı olduğunu okuyabilir ve bu takiyye karşısında küplere binebilir. Belki o gece çok merak ettiği İslamcı korku filmi Büyü’ yü izleyecek ve Türkiye’ de de artık kaliteli korku filmlerinin yapılmaya başlanmasından keyif alacaktır. Zaten Ramazan’ da oruç tutmamış olsa bile iş arkadaşlarıyla iftar yemeğine gitmekte de bir tuhaflık yoktur… Yoksa AB yolundaki bir ülkenin bu tür şeylere alışması mı gerekmektedir?
Tehdit azaldı mı?
28 Şubat’ ın darbe nedeni olduğunu güncellediği dinci gericilik tehdidinin yerini, düzenin baskın rüzgarlarına bakılırsa “hoşgörü” almış bulunuyor. Saygın bir sivil toplum kuruluşu olarak NATO’ nun 2004 İstanbul Zirvesi sırasında sivil(!) forumlara ev sahipliği yapan TESEV, İmam Hatiplerin (artık) gerici kadro beşiği olmaktan çıktığını, tersine uygarlık ve modernizm projesinin parçası haline gelebileceğini öne süren bir araştırma raporu yayınladı. İmam Hatipler modern kurumlar; çünkü, örneğin;
“Öğretmen ve idarecilere göre kız öğrenciler daha başarılı, bunu kızların kent kökenli olmalarına bağlıyorlar. Kız öğrencilere ‘İHL’ye gitmeseydiniz başka okula gider miydiniz?’ diye sorduğumuzda yarıya yakınından ‘Hayır gitmezdim’ karşılığını aldık.”1 Çünkü örneğin, “Görüştüğümüz öğrenciler arasında İHL’ de okuduğuna pişman olan kimseye rastlamadık. Memnuniyet gerekçeleri şöyle sıralanabilir: 1) Başörtüsü takabilmek (yasağın olmadığı yerlerde); 2) Normal eğitimle birlikte dini eğitim almak; 3) İyi arkadaşlık ilişkileri; 4) Öğretmen ve idarecilerle dostane ilişkiler, aile havası; 5) Kötü alışkanlıklardan uzak olmak.”2
Tersi durumda eğitimden yoksun kalacak olan kızları okulla buluşturan, içinde son derece “memnun” (bu sıfatta kavgacılık değil dinginlik yükseliyor) olunan bir kurumun toplum üzerinde tehdit oluşturması, ya da ülkeyi ortaçağ karanlığına geri götürecek bir damarı temsil etmesi mümkün müdür? Türkiye’ nin laik ilk öğretim kurumlarında hâlâ modernist öğretmenlerin dayağa başvurabildiklerini hatırlarsak dincilere olağanüstü bir haksızlık yapıldığı anlaşılmaktadır! Yeri gelmişken, kimsenin kuşkusu olmasın, raporu hazırlayan kişiler ve vakfın kendisi dört dörtlük liberaldirler.
İmam Hatip Liseleri’ nden başlayarak ve geriye -varsa- sapkın Bin Ladincileri, katil ruhlu eski tip Hizbullahçıları bırakarak (bunlara da kendilerini düzeltme şansı tanımamak liberalizmin ruhuna aykırıdır) dinsel alanın büyük çoğunluğuna yaygınlaştırılan hoşgörü, ortada tehdit kalmadığını varsaymaktadır. Bugün bu varsayım okullar örneğinde olduğu gibi yasal düzenlemeler biçimini almamıştır ama hükümetin, sivil toplumun, bu arada stratejik müttefik ABD’ nin, AB’ ci kurum ve akımların böyle düşündükleri açıktır. Başörtüsü konusunda yasakları sürdüren Fransa’ nın laisizm uygulaması açısından model alınmasında tarihsel bir yanlışlık olduğu da sık dile getirilmektedir.
Evet liberalizme göre din herhangi bir şekilde tehdit oluşturmuyor. Din veya dinci gericilik kültürel zenginliğin bir parçası olarak kapsanmalıdır. Çağdaş demokrasi böyle emretmektedir… Bu yaklaşım, muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak için çabalayan kemalistleri kimlik bunalımına sokmak pahasına yayılıyor. Bu kesim ancak Cumhuriyet gazetesinin tirajı sınırlı saçağının altına sığınarak intihara sürüklenmekten kurtulabilir. Zira artık Türk Silahlı Kuvvetleri’ nin de eski tip tepeden inmeci modernizme itibar etmediği anlaşılmaktadır.
Liberal ve sol aydın kamuoyunda bu eğilimlerin kemikleştiği düşünülmemelidir. Tersine aslolan kafa karışıklığı ve farklı bakış açıları arasındaki geçişkenlik. Dolayısıyla sosyalist ideolojik mücadele açısından içinde bulunduğumuz dönem, atak olunması gereken, toplumun müdahaleye alıcı olacağı bir dönemdir aynı zamanda.
Peki tehdit gerçekten azalmış mıdır, ya da irtica/laisizm kavgasında 28 Şubat kazasından bu yana değişen nedir?
Tehdit konsepti ve bazı model tartışmaları
Yanıtı şu yolla yakalayabiliriz belki de: Türkiye’ yi modernize etmekte olduğu varsayılan AKP’ nin kadroları kokteyllerde içki içmemekte, eşleri başlarını örtmekte ama aynı kadrolar, kurumsal ve temsili kimlikleriyle ne içkiye yasak getirmekte, ne de başkalarının başını örtmeye kalkışmaktadırlar. Kısaca ortama hoşgörü egemen olmuştur. Bu arada bu yeni konsepti kafası almayanlara her iki tarafta da rastlanmakta ve çift yönlü yasakçılar tarihsel uzlaşmayı sağından solundan çekiştirmektedirler.
Dinci gericilik açısından değişenin ne olduğu açık: Dinci gericilik ayrı ve bağımsız bir siyasal parti/taraf olarak yani düzenin diğer siyasal taraf/partilerine rağmen, kendi siyasal iktidarını kurma iddiasını, en azından geri çekmiştir. Adeta “siyasal iktidar”, parti siyasetinden özerkleşmekte, dokunulmazlık kazanmaktadır. Siyasal partiler iktidarı kazanmaya aday ideolojik ve kendi aralarında çatışmalı taraflar değil, birer hizmet ekibidir. Aralarındaki fark ideoloji ekseninden teknik yeterliliğe, iş yapma ehliyetine kaydırılmaktadır.
Liberalizmin bu saf ve kaçınılmaz olarak demagojik modelinin reel sosyalizmin dünya siyasetinden çekilmesinden sonra inandırıcılık kazandığını ve denenme imkanı bulduğunu biliyoruz. Modelin esası siyaset ile toplumsal sınıflar arasındaki bağın kopmasıdır. Bu durumda siyaset teknik işlere indirgenmekte veya, eski anlamıyla, yok olmaktadır. AKP ile birlikte söz konusu liberal modele dinci akım da dahil edilmiştir. Dinci akımın kapsanmadığı bir modelin Türkiye kapitalizminde geçerlilik taşımayacağı açık olduğuna göre, bu kapsama/kapsanma adımının karşılığında, “dönüşmüş” dinciliğe yönetim erkinin teslim edilmesi makul bir alışveriş olmuştur.
Aslında kemalizmin din faktöründe gördüğü tehdit de buydu ve yaşanan dönüşüm devletin güvenlik konseptini de değişime itmektedir. Ancak içinde bulunduğumuz bu tarihsel dönemeçte Türkiye burjuva devletinin güvenlik konseptinde din faktörüne atfettiği tehdit ile Türkiye’ nin ilerici birikiminde din faktörünün kazandığı tehdit anlamı arasında derin bir açı oluşmaktadır. Türkiye’ de kapitalist devlet hiçbir döneminde şeriatçı bir yönelim içine girmemiştir ama çok verilen örnekte olduğu gibi 12 Eylül’ ün şefi mitinglerde Kuranı Kerimi temel referans olarak kullanmış, laik devlet Kanlı Pazar’ ı, şeriatçılıkla içli dışlı komando kamplarını hoş görüp kollamış, Maraş’ ta, Çorum’ da, Sivas’ ta devletin korunması için mezhepçi terör ve katliam eylemlerine kapıyı açmıştır. Kürt devrimcilerinin karşısına Hizbullahçıların çıkartılmasında beis görülmemiştir. Ancak ilerici hareketlerin ezilmesi ve bunların dayandığı tabanların sindirilmesi için başvurulan din faktörünün zamanında Menemen’ de veya 1980′ de 12 Eylül’ den önce Erbakan’ ın Konya mitinginde kendi özerk siyasal iktidar perspektifiyle yükselttiği bayrak, veya 1990′ larda dinci partinin ayrıksı yükselişi güvenlik konseptinin sınırlarına girmektedir.
Verilen örneklerin çoğunun faşizm veya faşist yönetim yöntemlerinin egemen sınıf tarafından gereksinildiği momentlere denk düşmesi yanıltıcı olabilir. Kanımca, doğrudan kemalist devrime ait olan bir tasarruf olarak, Türkiye’ de Diyanet İşleri Başkanlığı’ nın bir devlet kurumu olarak örgütlenmesi, sistemin din faktörünü her daim el altında bulundurma tercihini yansıtan iyi bir örnektir. Din gerektiğinde kullanılacak bir alet (kemalist devrim ve kuruluş dönemlerinde bu kullanımın alanının son derece sınırlı olması, hatta kimi konjonktürlerde sıfırlanması doğaldır), her zaman kontrol altında tutulması gereken, yani kontrolsüzlüğe yatkın bir toplumsal dinamik olarak görülmüştür. Devletin koltuğu altında bir örgütlenme, hem dinin toplumsal yapıda kök salmasının, cemaat örgütlenmesinin derinleşmesinin, ayrı bir güç odağı olmasının önüne geçmeyi öngörüyor hem de dini istenilen sınırlar ölçüsünde yaygınlaştırma olanağını merkezi iktidara tanıyordu.
Bu modelin eleştirisiyle gündeme getirilen “demokratik” alternatifler Diyanet İşleri’ nin ya lağvedilmesini, ya da herkesi kapsamasını içermektedir. Birinciye göre, Türkiye Cumhuriyeti’ nin, Osmanlı’ nın Şeyhülislamlık kurumunu Diyanet İşleri Başkanlığı’ na çevirdiği yapı reddedilmeli, dinsel örgütlenme ile devlet arasındaki bağ tümüyle kopartılmalıdır:
“Öyleyse, öte dünya veya din küresi, bu dünyanın veya maddenin küresine müdahale etmediği (ve tersi) sürece laiklik vardır, aksi takdirde yoktur…
1. Din küresinin kendi kısmiliğine geri çekilmesi için;
a) Diyanet işlerinin lağvedilmesi,
b) dinsel konuların düzenlenmesinin cemaatlere bırakılması,
c) her tür din okulunun kurulma ve işletilmesi işinin cemaatlere bırakılması, kamusal sektörün bu alandan çekilmesi,
d) din adamı kadrolarının lağvedilmesi ve din adamlarının ücret ve diğer ihtiyaçlarının cemaatler tarafından karşılanması,
e) tarihi ve mimari özelliği olanları dışında, tüm dinsel binaların cemaatlere devri ve buralara ayrılmış ödeneklerin iptali,
f) kimlik cüzdanlarındaki ‘dini’ ve ‘mezhebi’ hanelerinin kaldırılması,
g) Milli Eğitim’ de din derslerini kaldırılması vb.
2. Dünyevi kürenin kendi kısmiliğine çekilmesi için;
a) toplumla birey arasındaki bağın yalnızca vatandaşlık esasına göre kurulması,
b) dinsel cemaatlere yönelik her tür baskının kaldırılması,
c) dinin tamamen bireysel bir konu olarak kabul edilmesi vb. gerekir.”3
Dinsel cemaatlere tanınan bu bütünüyle özerk örgütlenme ve tasarruf alanının dini tamamen bireysel bir konu olarak mı kurumsallaştıracağı, yoksa cemaatin adı üzerinde kollektif bir kimlik ve yeri geldiğinde toplumsal, siyasal bir odak olarak önünün açılmasını mı güvence altına alacağı sorusunun yanıtı bu yaklaşımda bulunmamaktadır. Türkiye’ nin tarihsel pratiğinin ikinci yolu beslediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu noktada karşımıza bariz bir liberal-dinci ittifak çıkmakta, liberal laiklik modeli dinci hareketi özgürleştirmektedir.
Diğer seçenek ise Diyanet örgütlenmesinin bütün din ve mezhepleri kapsar hale gelmesi, devletin yalnızca Sünniliğe değil, her kesime kaynak aktarmasıdır. Örneği sağcı Alevi hareketinden aktarayım:
“İzzettin Doğan’ ın (Cem Vakfı Başkanı-AG) devletten taleplerinin başında, Diyanet İşleri Başkanlığı’ nın yeniden yapılandırılarak, her inancın yoğunlukları oranında orada temsiline olanak tanıyacak bir şekle bürünmesi isteği gelmektedir. Yine bunun paralelinde bütçeden Alevilere pay ayrılmasını, zorunlu din derslerinde Alevi İslam inancının da anlatılmasını, devletin televizyonlarından Alevi İslamı tanıtıcı yayınların yapılmasını devletten talep eder.”4
Din yalnızca siyasallaştığında, yalnızca ayrı bir siyasal parti olarak örgütlendiğinde ve iktidara adaylığını kendi toplumsal modeli (elbette kapitalizm içi bir varyant olarak) ile ilan ettiğinde mi tehdit veya sorun oluşturur? Devletin milli güvenlik konseptine göre böyledir. Dinci birikimin kendi göbeğini kesme olasılığının derecesine göre cemaatlerin bir devlet kurumu eliyle massedilmesi ve kontrol edilmesi gerekecektir. Liberalizmin tezi bir toplumsal durum haline geldikçe, yani din siyasal alan üzerindeki her tür iddiasını iptal ettiği ölçüde, yeni bir olasılık ortaya çıkacaktır. Dinci akımlar milli güvenlik sorunu olmaktan yapısal olarak çıkarlar ve pekala bu denetim ve yönlendirme mekanizması kaldırılarak cemaatlere özgürlük verilebilir. Bu konuda devletin sınırlarını gören üvey evlatlar ise mekanizmanın sınırları içine kendilerinin de alınmasını talep etmektedirler.
Ancak bütün bunlar dinin burjuva algılanışının oluşturduğu bir problematiğe aittir. Dinin burjuva algılanışında birinci ilke durağanlıktır. Kalıcı bir model kurulacak, “artık böyle olacak”, din tanımlı bir işleve oturup oradan kalkmayacaktır. Oysa tarih hiç de böyle değildir. Dinsel ideoloji, kurum ve örgütlenmelere burjuva siyaseti son derece hareketli, değişken roller vermektedir. Bugün ABD’ de dinsel ideolojinin devlet katında, Amerikan kapitalizminin açılımlarında, bu açılımların ülkenin önemli bir kesiminde kitlelere sunuluş biçiminde ağırlıklı bir yeri olduğunu görüyoruz. Eski sosyalist ülkelerde kapitalist restorasyon, din ve kilisenin büyük bir yükseliş yaşamasını sağladı. Emperyalizm bir yandan terörist İslam’ ı karşısına almakta ama bir yandan da Afganistan’ da İslamik bir düzene dayanmakta, Irak’ ta İslami dinamiklerden yararlanmaya çalışmaktadır. İsrail’ in bir dönem halkçı-solcu Filistin hareketlerine karşı İslamcı örgütlere örtük bir destek verdiği, direniş ekseninin soldan sağa kaymasını tercih ettiği bilinmektedir…
İkinci sorun bizi, sosyalist iktidarı düşünenleri daha doğrudan ilgilendiriyor. Hem iktidar mücadelesinde hem de sosyalizmin inşası sürecinde… Türkiye tipi bir ülkede serbest bırakılmış cemaatlerin karşı devrimci bir odak olarak yapılanacakları çırılçıplak bir gerçek. Nasıl İmam Hatipler ilerici filizlerin boy atmasına karşı yapılan yığınağın en gözde unsurlarından birini oluşturmuşsa, olası “özgür cemaat okulları” da yine devrimci dinamizmi yalıtmak için en önemli aletlerden biri olmaya adaydır.
Kemal (Okuyan) arkadaşımın birkaç yıl önceki bir yazısından yardım alarak devam ediyorum:
“Sosyalist kuruluş sürecinde ise bu sorun iyice karmaşıklaşır.
“Çünkü artık işçi sınıfı iktidardadır. Ve sorun sadece ‘din’ i siyasal alanın dışına çıkartmak değildir (…), aynı zamanda onu besleyen tarihsel, ekonomik, ideolojik yapıları da zamanla ortadan kaldırmaktır. (…)
“Çok açık ki, önce din-siyaset, din-ekonomi bağlantıları zayıflatılacak. Ancak din kurumu bir bütün olarak ortadan kalkmadan bu bağların tümüyle kopması olanaksızdır. Demek ki, sözünü ettiğimiz bir defaya mahsus bir müdahale değil, süreklileşmiş bir kamu denetimi…
“Konu siyaset olunca bu göreli daha kolay. Ancak sıra ekonomiye geldiğinde ne yapacaksınız? Dindar insanlar (…) kendi işlerini kendileri görsünler ve ibadetleriyle dini eğitimleri için gerekli kaynakları kendileri yaratsınlar…
“Yani (…) emperyalist ülkeler tarafından yaratılacak fonlara yönelsinler ve daha önemlisi geçiş toplumunda her zaman bir sorun olan ‘toprak’ taki değişik mülkiyet biçimlerinden beslensinler, üstüne ilkel bir sermaye birikim modeli oluştursunlar! (…)
“(…) devrimden sonra sosyalist iktidarın bir ‘din politikası’ mutlaka olmalı ve işler kendi haline bırakılmamalıdır. (…)
“Bütün bunlardan sonra, sosyalist iktidarın ‘din’ politikasının dinamik ve laisist olması gerektiğini, pedagojik alanda ise ateizmin üzerindeki örtüyü kaldırmasının zorunlu olduğunu söyleyebiliriz.”5
Dinci gericiliğin ayrı bir siyasal iktidar modelini hedeflemek yerine liberal modelin temel direği olarak dönüşüm geçirmesi, 28 Şubat ile içinde bulunduğumuz AKP dönemini ayırt eden parametredir. Bu dönemin bir süre daha devam edeceği görülmektedir ve dinin nasıl örgütlenmesi gerektiği hakkındaki tartışmalar için ortam elverişli olacaktır. Marksistlerin pozisyonu kapitalist düzenin iç tehdit algılarını veri alamaz ve Marksistler söz konusu tartışma ortamına kendi argümanları ve kavramlarıyla katılmakta tereddüt etmemelidirler. Bizim kalkış noktamız dinci gericiliğin sosyalist iktidar mücadelesi (ya da daha genel bir ifadeyle sınıf mücadeleleri) karşısında nasıl etkisizleştirileceğidir. Burada tehdit algımız farklıdır. Marksistler için insanın gerçeği anlama ve değiştirme çabasına sınır koyan bir düşünce olarak dinci gericilik başlı başına bir tehdittir, veya dinin bir tehdit kaynağı olması için özel olarak siyasallaşması, militanlaşması gerekmemektedir. Tarikatları sivil toplum kuruluşu olarak gören sol liberalizmden ödünç bir kavramla konuşursak, “sivil toplumdaki” kendiliğinden halleriyle bile dinci düşünce ve örgütlenmeler, insanlığın ilerici birikimi ve emekçilerin mücadelesinin önünde barikat ve tehdit anlamına gelmektedirler.
Peki bizim modelimiz ne olacaktır? Yukarıda Kemal Okuyan’ ın da belirttiği gibi denetim. Biz bu denetimin bugün dinci gericiliği beslemek üzere kullanılmasını eleştiririz ama demokrasi ve özgürlük adına denetimin lağvedilmesini solcu bir görüş olarak algılamak onulmaz bir yanlıştır.
Devletin farklı cemaatlere eşit mesafede olması adına, veya pozitif bir anlam yüklenmesini önerdiğimiz -ve pozitif anlam yükleyeceğimiz- denetimin genişlemesi maksadıyla Diyanet’ in kapsayıcılığını artırmak ise başka bir bahis. Bugün Türkiye’ de İslam dışı cemaatler önemli birer dinsel odak haline gelme potansiyellerini bütünüyle emperyalizmden devşirmektedirler. Kendi hallerine bırakıldığında önemsizleşmeye mahkum olacak, siyasal değil daha ziyade kültürel mücadelenin konusu haline gelebilecek mezheplere denetim mekanizması tabelası altında statü kazandırmak gereksiz hatta geriletici bile olabilir. Kuşkusuz emperyalist manipülasyon mesafe katettiği ölçüde sosyalist din politikası bu kurumların denetimine daha fazla önem vermek zorunda kalabilir. Ancak Türkiye’ de temel dinci gericilik kaynağının kilise olma olasılığı doğal ki, yoktur. Şimdilik gericiliğin Hıristiyan kanadına karşı alınacak önlemler anti-emperyalist mücadelenin tamamen içinde kalabilir.
Aleviliğin Diyanet altına alınması biçimindeki sözde eşitlikçi öneri ise aslında Aleviliğin bütünüyle dinselleştirilmesi doğrultusunda verilen bir mücadelenin parçasıdır. Bugün söz konusu kesimlerin sermaye sınıfı ve AB programı doğrultusunda dincileşme yönünde önemli adımlar attıkları doğru olmakla birlikte, Alevi kimliğinin 1960 ve ‘70′ lerde yerel-solcu bir kaynak olarak biçimlendiğini, 1990′ larda yine solla kol kola girebildiğini unutmamak gerekir. Tarihler çok eski değildir ve henüz kitlesel bir sol hareketin Alevi kimliğini dinsel referanslar yerine halkçı-ilerici bir kültürel çerçeveye yeniden çekme şansı sıfırlanmış sayılmaz. Bu mücadelenin sonuçlarına göre Marksistlerin Alevi “mezhebini” denetlemeyi mi, yoksa yerel-solcu bir kültürel öğe olarak dağınık bırakmayı mı tercih edecekleri ayrıca değerlendirilmelidir. Dağınıklığın ölçüsü cemaat yapısının örgütsüz, sermaye biriktirme gücüne uzak, emperyalist manipülasyona kapalı olmasıdır. Yukarıda söylendiği gibi bu başlıklarda durağan bir sosyalist program olması konu dışıdır.
Alternatif model tartışmalarını kapatalım. Bugün emperyalizmin uluslararası yönelimi bağımlı ülkelerin özerk manevra sahalarının daraltılması, kapitalist dünya hiyerarşisinin orta ve alt kademelerinin güçsüzleştirilmesidir. Ulus-devletin sonu hakkında çalınan çanlar emperyalist bağımlılık bağlarının çok daha sıkılaştırılması anlamına geliyor. Bu ana yönelimin din konusuna nasıl yansıyacağı bellidir. Ulus-devletin dinsel örgütlenme üzerindeki denetiminin zayıflatılması, cemaatlerin liberalizasyonu… Doğrusu, Marksizmin bu basınca karşı direnç göstermesidir. Bu direnç hiç de bir tür cumhuriyet şeyhülislamlığını savunmak anlamına gelmeyecektir. Ancak dinin sadece siyasetten değil, toplumun dokularından da uzaklaştırılması için ülke geleneklerinin ve toplumsal meşruiyet kriterlerinin cemaat özgürlüklerini dışlamasında, denetimin olağan kabul edilmeye devam edilmesinde yarar vardır.
Gerçek tehdit
Sonuç olarak “bizim” güvenlik konseptimiz köklü biçimde farklıdır. Ve bu açıdan bakıldığında AKP ile kodlanabilecek, ancak bir hükümetten ibaret olmayan bugünkü süreç dinci gericilik tehdidinin azaldığını değil, tam tersine arttığını göstermektedir. Örnek olarak ilk akla gelenin 2004 sonlarında çok tartışılan zina yasası olacağını tahmin edebiliyorum. Örnek yanlış değildir ama yetersiz olduğu gibi bazı tuzaklar da içermektedir. Dinin en fazla kadın haklarını baskı altına aldığı doğrudur. Ancak dinci gericiliği bu çok önemli ama kısmi alanda tasavvur ettiğinizde, AKP iktidarı kadın-erkek eşitliğine yönelik sus paylarını hemen dağıtabilmiştir. Ağızlarına bu yolla bir parmak bal çalınan, bu arada AKP’ nin parçası olduğu AB sürecinde kadın örgütlenmelerinin kullanımına sunulacak olan mali fonların da cazibesine kapılan kesimler, gericilik tehdidinin geride kaldığı düşüncesine kolayca kapılabilmektedirler.
Mesele Cumhuriyet gazetesinden de çıkarsanamaz. Sonuçta yarın öbür gün AKP yöneticilerinin Kubilay törenlerindeki CHP tekelini kırmaları işten bile değildir. Bu noktada AKP’ nin doku uyuşmazlığı olduğu kesinlikle iddia edilemez. Bu partinin paylaştığı liberal yaklaşıma göre laik cumhuriyetçi Kubilay figürü ile şeriatçı tarikat şeyhleri tek ve biricik bir toplumun kültürel alt kimliklerini oluşturabilirler. Aslolan bu unsurları çatışma tarafları olmaktan çıkartmak ve her isteyene istediği çiçeği dikip sulayabileceği bir saksı vermektir. AKP’ nin Avrupa’ da kendisini “Hıristiyan” demokratlara denk gördüğünü açıklaması bu yönden de önemli bir mesaj olarak okunmalıdır. Sonuç olarak benzeri manevralar karşısında toplumsal ölçekte ikna edici taraf dinci gerici parti, maraza çıkartma eğilimindeki kesim ise Cumhuriyet gazetesi tipi laikler olacaktır.
Bu arada yine güncel bir örnek olarak, hastalara hekimin cinsiyetini tercih etme şansı veren düzenleme hatırlanabilir. Buna yönelik itirazların, sokaktaki insan veya genel olarak “halk” katında fazla ikna gücü olmayacaktır. Liberal gericilik uç yorumlardan ziyade popülerlik kapasitesi yüksek başlıklarda iş görmektedir ve bu yönelim Cumhuriyet laikliği için elverişli değildir. Üstelik konu tercihe bırakılmaktadır; yani tıp ilişkisinin hekim ve hastanın cinsiyetlerine aşkın olduğunu ve bunun tersini düşünenlerin farklı tercihleri karşıtlık durumundan çıkartılmakta, mozaiğimizin (!) kültürel renkleri haline gelmektedir. Yeri gelmişken bu yeteneğin bizim hükümete veya gericilere vergi olmadığının, çağdaş kapitalizmin başat yöneliminin bu yönde olduğunun altını çizmekte yarar var.
Şimdi, gelin biz, gericilik tehdidinin hiç de azalmadığını tersine artış kaydettiğini görmek için uzağa gitmeyelim ve birlikte bir günlük gazetenin kültür ilanları sayfasını açalım:
“Tarihin en büyük gizemi: Napolyon’ un sırrı.” Bu bir sinema reklamı.
“Tıp, Büyü ve Din… İnsanbilim alanında büyük katkılar sağlamış olan Profesör Rivers’ ın tıp biliminin doğuşuyla ilgili çalışmaları pek çok araştırmacıya kaynaklık etmiştir… Büyü, insanoğlunun kendi güçlerini sınama aracı mıdır? Tıbbın büyü ve dinle ilişkisi var mıdır? …” Bu bir araştırma kitabı.
“Dikkat! İzleniyorsunuz… Bir gün tüm yaptıklarınız size karşı koz olarak kullanılabilir!” Bu da bir roman reklamı. İsterseniz reklam değil de haber sayfalarını da çevirebilirsiniz. Kırıkkale’ de kent yöneticilerinin doğal gaz duasına çıktıklarını, TMSF Başkanı’ nın 2001 krizini bir ilahi ceza olarak yorumladığını vb. okuyacaksınız… Özetle dinci gericilik, mistisizm biçimini alarak toplumsal dokulara yerleşmektedir. Tarikat ve cemaat örgütlenmesi toplumda taraflar yaratır, kimi kesimleri kapsarken diğerlerini dışlar. Oysa mistisizm sınırsız bir kapsayıcılığa sahip olabilmekte ve girmedik delik bırakmamaktadır. Dinci gericiliğin yeni sanatsal ürünleri, din büyükleri, din şehitleri, kemalist zorbalık örnekleri veya Allahsız, komünist Rusların İslam düşmanlığının ötesine geçmektedir. Düşmanlık üreten bu tür ürünlerin yerine mistisizm ve dinci gericiliğin damarlarınıza zerkedildiği yeni bir dönem söz konusudur. Büyü filminin “danışmanı” Mehmet Metiner’ in bir televizyon programında söyledikleri ibret vericiydi.6 Danışman, filmin dinsel değil, bilimsel ve “öğretici” olduğunu “sihir ve büyü gibi kötülüklere karşı korunma yöntemlerinin öğretilmesi” ile savunuyordu… Hayat akıp gitmekte, fal kafeler çoğalmakta, burjuva dünyası, medyasıyla, sanatıyla, kültürüyle insanlara dünyanın anlaşılmaz olduğunu, dolayısıyla değiştirilemez olduğunu vaaz etmektedir. Kapitalizm bu vaazları ibadet mekanlarının dışına taşımakta, dinselliği tüm topluma yaygınlaştırmaktadır. 1994-97 Refah Partisi toplumda dinsel içerikli bir yarılmayı örgütlerken, 2002-2005 AKP’ si gericiliği toplumun çimentosu haline getirmeyi denemektedir. Tehdit buradadır.
AKP ile yerleşikleşen model, dinci gerici bir siyasi hareketin sola, emekçilere, insanlık değerlerine ve düzenin diğer akımlarına meydan okumasını dışlamakta, toplumun bir bütün olarak gericileştirilmesini, mistikleştirilmesini merkeze almaktadır. Arada değinildiği gibi bu süreç çağdaş kapitalizm ile de tam bir uyum arz etmektedir. Burjuvazinin dine karşı dünyayı “aydınlattığı” dönemin çok geride kaldığını biliyoruz. Bugünkü durum ise egemenliğini bir kez kuran sermaye sınıfının, cephaneliğine halkın afyonu olarak dini katması, sınıf iktidarının bir payandası olarak din kurumuyla uyuşmasından ötedir. Karşımızda karşı devrimci bir yönelim olarak burjuvazinin aydınlanma ve modernitenin düşünsel kazanımlarına ağır darbeler indirmesi söz konusudur.
Bu yazıyı yazarken elinizdeki Gelenek’ te Metin Çulhaoğlu’ nun kaleme aldığı ve “Aydınlanma: Bizi Taşımaz Biz Onu Taşırız” başlıklı çalışmayı da okuma fırsatım oldu. Metin’ in yazısında şu değerlendirme kritik bir yer tutuyor:
“Bu saptamadan önemli bir sonuç çıkacağını sanıyorum: Egemen sınıf olarak burjuvazinin, Aydınlanma’ yı tümüyle karşısına alan, Aydınlanma’ nın tarihsel sonuçlarının hepsini reddeden radikal bir anti-Aydınlanmacılıkla bu egemenliğini sürdürmesi mümkün değildir.”
Dikkatli okurun bu pasaj ile benim yukarıdaki vurgumun ne kadar örtüştüğünü, hiç olmazsa bir an için, sorgulaması beklenir. Burjuvazinin anti-aydınlanmacı olmasının maddi olanaksızlığı ile bugün kapitalizmin aydınlanmacılığa karşı huruç harekatı açmış olması iki yazı arasındaki bir çelişkiye değil, konunun içerdiği devrimci imkanlara işaret etmektedir. Metin Çulhaoğlu’ nun gösterdiği maddi sınır çizgisi, zamanında Lenin’ in sıkça altını çizdiği bir alana da taşınabilir. Lenin’ e göre tekelci kapitalizm veya emperyalizm demokrasinin, barışın, rekabetin reddi anlamına geliyor ve siyasal gericiliğin, savaşın, tekelciliğin önü açılmış oluyordu. Lenin’ in saptaması doğrudur ve bu doğruluk burjuva ideolojisinin demokrasiyi, barış/istikrar fikrini büsbütün terk edebileceği veya kapitalist ekonominin kendi abc’ si olan rekabeti tasfiye edebileceği anlamına gelmiyordu. Söz konusu olan bir “yönelim” di. Ancak ve zaten bu yönelimin mantıksal sonuçlarına ulaşma olasılığının bulunmaması nedeniyle toplumsal çelişkiler kızışacak, dengeler alt üst olacak, süreç krizlere açılacak, devrimci imkanlar doğacaktı. Sanırım, “Aydınlanma’ yı biz taşırız” ifadesi bu imkanları da özetliyor.
Devrimci olanaklar
Tuzak bellidir. Mozaiğin çimentosu olarak hoşgörü ve bilinemezcilik, dünyayı anlama ve değiştirme eylemini asimile etmektedir. Başka bir alanda “emek örgütlerinin” toplumsal uzlaşmanın partneri, “sosyal taraf” kılınmaları emek ile devrimcilik arasına güçlü bir izolasyon çekiyor. Dinci gericiliğin liberal bir yorumla altyapısını döşediği bir toplumsal yapıda ateistler yakılmayacak ama çiçeklerden biri olarak saksılardan birine ekilecekler. İlerici düşüncenin toplumsal mücadelenin motor gücü olması yasaklanmış, ortaçağ kalıntılarıyla birlikte barış içinde bir arada yaşamasına ise hoşgörüyle yaklaşılmış olacak. Sol-liberalizm veya genel olarak siyasal iktidarı odak seçmemiş bir solculuk, bu oyunun parçası olmaktadır. Dahası bu kesimler açısından model eski tip baskıcı, elitist, tepeden inmeci burjuva düzenlerine oranla bayağı demokratik ve özgürlükçüdür de. Toplumsal dokunun dinci birikimden temizlenebileceği fikri fazla devrimci kaçmakta, bunun yerine kaçınılamayan tarikatlara sivil toplumda ayrıcalıklı bir yer tanınmaktadır. “Dinler arası köprü” lerin, yeni tip sömürgeciliğin sıçrama tahtası olduğu görmezden gelinmekte, demokrasi kültürünün derinleştiği sanılmaktadır. Ancak bu kültür geçmişte olduğu gibi emekçilerin ve aydınların örgütlenmesini, mücadeleyi değil, asimilasyonunu esas almaktadır.
Bu modelin sorunu ise çok derindir. Bir kere modelin hedefi ile varsayımı özdeş: Sınıf mücadelelerinin yokluğu. Bu varsayımın çökertilmesi nesnel olarak mümkündür ancak devrimci özneye özel bir görev yüklemektedir. Açıkçası, kapalı modelin iç tutarlılığı, dışsal bir müdahaleyi zorunlu hale getirmektedir. Gericileşen ve herhangi bir iç dinamik taşımadığı varsayılan model, kendisini devrimci öznenin yokluğuna endekslemiştir ve bu durum müdahaleye karşı dayanıksızlık anlamına gelmektedir. Devrimci olanak burada gizlidir.
Ancak devrimci müdahalenin sonuç alması bir başka unsura daha bağlı. Modelin büsbütün kapalı olduğu ve mutlak bir iç tutarlılığa sahip olduğu doğru değildir. Tekelleşmenin rekabeti bir eğilim olarak yadsıması, ama kapitalizmin bir yasası olmaktan çıkartmaması gibi, mücadelenin yok sayılması da kapitalizm içi dinamikleri kurutmamakta, düzen içi kalkış noktalarına oturan siyasal çelişkiler varlıklarını pekala korumaktadır. Bir önceki paragrafta işaret edilen “devrimci özneye alan açılması” olgusu evrensel bir durumdur. Ancak siyasal çelişkiler dünyaya homojen bir dağılım göstermemekte ve kimi ülkeler ve bölgeler yüksek siyasal çelişki dozajlarıyla devrimci müdahale için elverişli ve verimli bir zemin sunmaktadırlar. Örnek bizden olsun; Türkiye’ nin liberal anlamıyla mozaikleştirilmesinin, merkez kaç dinamikleri açığa çıkartması ve siyasetin bu sorun ekseninde parçalanmaya uğraması kaçınılmazdır. Kapitalist üretim ilişkilerinin, yeniden çizilen ve küçültülen ülke sınırlarında sürdürülmesinin mümkün olduğu başka yerlerde görülmüştür; benzeri bir sürecin Türkiye’ de tekrarlanması ise olanaklı değildir. Kapitalizm bugünkü Türkiye ölçeğini değiştirme eğilimine girdikçe, en büyük olasılık Türkiye toprağının kapitalizmi kusması olacaktır. Ya da yürürlükteki modelin dinci gericiliğe özerk bir siyasal iktidar yolu açmaması, gericiliğin aynı zamanda siyasal bir hareket olduğu gerçeğini zerre kadar değiştirmemektedir. Bu karakterin mevcut yapıyı zorladığı her nokta, ülke siyasetinde yarılmalar yaratacaktır. Kaldı ki, modelin temel varsayımının demagojik olduğu yukarıda da dile getirilmişti. Emperyalizm Türkiye’ den barış mozaiği imal etmeye değil, Türkiye’ yi önemsizleştirerek daha sıkı kontrol altına almaya niyetlidir ve demagojik varsayımlar değil, bu niyet Türkiye’ yi karıştıracaktır. Emperyalizmin karıştırıcı yoklamalarının siyaset alanında büyük bir zenginliği provoke edeceği kesindir. Türkiye’ nin muz cumhuriyetine dönüştürülmesi programı ilerledikçe, bu toprakların emperyalizmi kusması birinci olasılık haline gelecektir. Bu nesnellik Türkiye’ nin devrimci mücadele açısından bereketidir.
Dipnotlar ve Kaynak
- TESEV, İmam Hatip Liseleri Efsaneler ve Gerçekler, 14 Haziran 2004, (Ruşen Çakır, İrfan Bozan, Balkan Talu), Bölüm 4, s.2.
- a.g.y. Bölüm 3, s.6.
- Mehmet Ali Kılıçbay, “Laiklik ya da Bu Dünyayı Yaşayabilmek”, Cogito, No:1, Yaz 1994, 3. Baskı içinde, s.18-19.
- Murat Okan, Türkiye’ de Alevilik, s.157-158.
- Kemal Okuyan, “Marksizm Aydınlatıyor mu?”, Gelenek 65, Temmuz 2001, s.46-47.
- Bilmeyen veya tam çıkaramayanlar için liberal Mehmet Metiner’ in eski bir “akıncı” olduğunu, sonra Milli Görüş’ ün Kürt seksiyonunda görevlendirildiğini, HADEP’ in kapsayıcı parti modeli(!) çerçevesinde bu partiye dacet edildiğini, gerici üretimini Birgün gazetesinde sürdürdüğünü hatırlatayım.