Dört yılda bir arpa boyu
11 Eylül 2001 New York ile 7 Temmuz 2005 Londra arasında dikkati çeken bir farklılık bombaların ardından oluşan kamuoylarına ilişkin. Dört yıl önce Batının kapitalist toplumlarında egemen güçlerce körüklenen ve fiilen oluşan ortalama psikoloji, saldırının hesabının sorulması yönündeydi. Oysa bugün başta İngiltere olmak üzere aynı toplumlarda emperyalizmin yeniden dizginlerinden boşanmasına cevaz verir bir hava gözlemlenmiyor. Bunun yerine batılı, ortalama suçun en azından anlamlı bir kısmını kendi egemenlerinin politikalarında aramaya yöneliyor. New York ve Londra belediye başkanları arasında kişi bazında bir fark olmakla birlikte, Ken Livingstone’u alıp dört yıl öncenin ABD’sine götürseniz, kuşkusuz bugünkü zehir zıkkım açıklamalarını yapamazdı.
“Biz bunu hak ettik” yargısı, ilkel kavimlere moderniteyi taşımak (!) türünden bir ilahi görevle donatıldığını iddia eden ABD çizgisiyle bağdaştırılabilir bir unsur değil. Bu yaklaşım sadece emperyalist lider ülkenin vatandaşları için değil, eninde sonunda benzeri bir burnu büyüklük ve körlükle çevrelenmiş sıradan batılılar için de son derece ağır bir özeleştiri anlamına geliyor. Dört yıl önce emperyalist ülkelerde sol hareketler patlayan bombalar tarafından kuşatılıyor ve terörizm safsatası karşısında politik olarak sesini alçaltmaya, ideolojik olarak yalpalamaya zorlanıyordu. 2005 yaz sıcağında sol kamuoyunun eli genel olarak daha rahattır.
Özetle emperyalist yaklaşımın hedef gösterdiği uluslararası terörizm düşmanının bütün somutluğuyla kanıtlanması anlamına gelen saldırıların, ABD saldırganlığının önünü açtığını söylemek zor. Kuşkusuz önü açılmıyor diye emperyalizm saldırganlığını geri çekmeyecek, frene basmayacak. Zira emperyalist mantalitenin belirleyenleri arasında “kamuoyu” birinci sınıf bir etken değil. Ama şimdilik emperyalizmin işinin dört yıllık sürecin sonunda iyiye gitmediğini saptamak mümkün. Dört yıl önce dizginlerinden boşanan emperyalizmin elinde Afganistan’da bir bataklık ve Irak’ta bir direniş var.
ABD emperyalizminin bu sorunları çözmeye çalışıp da içinden çıkamadığını düşünmek doğru olmaz. Emperyalizmin önüne koyduğu sorun, en genel tarifiyle dünya üzerindeki hegemonyasını tahkim etmek, yeniden daha sıkı dokunmuş bir biçimde oluşturmaktır. Bunun ötesinde bir sorun tanımı ve çözüm beklentisi, emperyalist ideolojinin vaaz ettiği “demokrasi taşıma” demagojisini ciddiye almak olur. Sorun şu veya bu ülkede burjuva demokratik olmasa bile istikrarlı bir rejimin oluşturulması da değil. Hegemonya kimi zaman istikrar değil kaos yaratarak da tahkim ediliyor. Ancak bu çerçevede dahi emperyalizmin dört yıllık performansı koskoca bir başarısızlıktır.
Türkiye’nin Afganistan’daki silahlı gücünün yerel halk tarafından benimsenen biricik yabancı güç olduğu iddiaları Türk medyasından inmiyorsa, buradan çıkartılmak istenen başka sonuçlar bir yana, söylenmekte olan bir şey de, emperyalist silahlı gücün Afganistan’da değil otorite, korku bile yaratamadığıdır. Irak’ta ise sürecin ABD’nin kontrolünde olduğunu düşündürecek herhangi bir veri yok.
2001 emperyalizmin dizginlerinden boşandığı moment olarak saptanacaksa, biraz abartmak pahasına, bu haçlı seferinin döktüğü onca kana karşın aslında kendi payına ancak cirmi kadar yer yaktığı söylenebilir.
İşgal veya sıcak savaşların söz konusu olmadığı, bunun yerine emperyalizmin, iç dinamiklerini adım adım ve kimi zaman darbelerle kuruttuğu ülkelerde de onca tantanayı haklı çıkartacak bir tablodan söz edilemez. Türkiye, geniş ve heterojen bir kuşak oluşturan bu ülkeler sınıfına dahildir ve Türkiye’nin nereye gitmekte/götürülmekte olduğu sorusuna emperyalizm adına verilmiş derli toplu bir yanıt yoktur. Aralarında komşu ülkelerin de bulunduğu geniş bir coğrafya için de aynı belirsizlik geçerli. Emperyalizm adeta günü birlik yaşıyor…
ABD emperyalizminin gittiği bir arpa boyu yol; ama Avrupa Birliği’nde karşımızda bir fiyasko var. İç entegrasyon ve emperyalist bir faktör olarak yapılanma sürecinde bir dizi etabı geride bırakan AB, yine bu yıl itibariyle nasıl aşacağını bilemediği bir duvarın önünde takılıp kaldı. Fransa’daki “Anayasa’ya hayır” sonucu, kıtada emperyalist yapılanmanın muhalefetinin faşist partilere, yabancı düşmanlığı olarak tezahür eden ırkçılığa kalmasının kader olmadığını da açığa çıkartmıştır. Bugünkü konjonktür aslında, Avrupa’da faşizmin de bunalımına işaret etmektedir. Emekçi sınıflarda yaşanan kaynamanın buharını tahliye etmekle görevli “majestelerinin faşist muhalefeti”, emekçi/sol argümanların ağırlığı karşısında ne denli kendi kuyruğunu dik tutmaya çalışsa da, alanını savunmaya çekilmektedir. Siyasal tablonun gözle görülür biçimde sola kaydığını söylemek şimdilik çok mümkün olmasa da, üzerinde tekellerin at oynattığı, emperyalist entegrasyon projelerinin yazılıp çizilebildiği siyasal format sarsılıyor. Örneğin Almanya’da yaklaşan erken seçimlerden sağın zaferi beklenmekle birlikte, solun eski sol gibi kalmayacağı, düzen dışı dinamiklerin devreye gireceği öngörülmektedir.
Öte yandan Orta ve Güney Amerika, ABD’nin onlarca yıllık arka bahçe düzenleme çalışmalarının iflasına sahne oluyor. Küba 1990’ların “özel dönem”ini geride bıraktı. Gerek Latin Amerika’nın emperyalizm ile mesafeyi açarak kendi içinde bloklaşma girişimi, gerekse Venezüella’daki devrim süreci yeni bir kıta resmediyor. Orta sınıf yurtsever ideolojisi ve darbeci mücadele yöntemleri ile yola çıkan Chavez hareketinin bugün giderek daha cesur biçimde sosyalizmi telaffuz etmesi, çeyrek yüzyıldır kendini unutturan devrim kavramı için yepyeni ve çok önemli bir soluk anlamına gelmektedir.
Devrimci dalga mı; henüz değil
Ancak bu dünya fotoğrafı, emperyalist sistemin sıkışmışlığına tanıklık etmekle birlikte, devrimci yükseliş saptamaya yetmez.
ABD emperyalizminin işlerinin yolunda gitmemesi, örneğin sistemin liderliğinin el değiştirmesi gibi radikal olasılıkları gündeme sokmuyor. Açıkçası, görünür gelecekte kapitalist dünyanın Washington’la boy ölçüşebilecek bir alternatif üretmesi olası değil. Reel sosyalizmin çözülüşünü takip eden dönemde, bu anlamda bir belirsizlik ve bu belirsizliğin paralelinde tartışmalar yaşandığı hatırlanmalıdır. Söz konusu ara dönem, Japonya merkezli Uzakdoğu ve Almanya-Fransa eksenli Avrupa odaklarının liderlik yarışından çekilmeleriyle kesin olarak kapanmıştır. AB’yi ABD “imparatorluğunu” dizginlemenin biricik çaresi sayan yorumcuların bile, Anayasa fiyaskosuyla beraber bu saptamaya katılmaya başladıkları görülmektedir. Bu arada Şanghay beşlisinin sinek üçlüsü olmanın ötesine geçip geçemeyeceği hala bilinmemekle beraber, henüz inşası bitmemiş Rusya-Çin ekseninin bir dünya liderliği ufkuna sahip olamayacağı açık. Bu ülkeler ne emperyalist açılımlar geliştirebilecek, ne de emperyalizme karşı kararlı ve tutarlı bir ağırlık oluşturabilecek bir altyapıya sahiptir. Bu eksenin kaldırabileceği tek misyon, emperyalizm tarafından acımasızca hırpalanmaya karşı kısmi bir direnci örgütlemektir.
Bu söylenenler şunun için önemli: Geçmişteki bütün büyük ve devrimci dalgaların önünü açan krizler, emperyalist sistemin liderliğinde bir değişim dinamiğini de barındırmıştır. Bugünkü fokurdama bundan yoksundur.
Irak direnişinin tarihsel değerinin boyutlarından önemli bir tanesi, dünyanın yeniden biçimlendirilmesi doğrultusunda silahlı müdahalelerin son derece şiddetli tepkilerle karşılaşacağının kanıtlanmasıdır. Uluslaşma süreci ve devlet gelenekleri açısından hiç de birinci sınıf örnekler arasına sokulamayacak olan Irak’ın gösterdiği direniş, Washington’un hedef tahtasına yerleştirdiği “şer ekseni” ülkeleri için sonsuz bir güven kaynağı. Ancak bunun ötesi yok. Irak direnişinin baskın islamcı ve Baas’çı tonlarının, günümüz dünya düzeni zemininde düzen-dışı nitelikleri geri döndürülemez, ama bunlardan sistematik bir anti-emperyalist/anti-kapitalist seçenek de çıkmaz. Özetle direnç veya direnişten bir devrimci kalkışmaya geçişin kanalları şu anki verilerle kapalı durmaktadır.
Venezuela Devriminin kendine özgü üslubu, örneğin eski düzenin bütününe veya temellerine yüklenmek yerine en zayıf noktalarından çözmeyi zorlaması, işbirlikçi kapitalistleri hedef tahtasına yerleştirmesi, üretmeyen özel işletmeleri kamulaştırmaya yönelmesi vb., bir dizi nesnel ve öznel nedene bağlıdır. Bu nedenler içinde, kapitalist dünyadan kopuş ve sosyalizmin inşası açısından meşruiyetin halihazırda elde bulunmadığı gerçeği de var. Venezuela Devrimi ilerlemeye kararlı; ama sanki merdivenin bir sonraki basamağı yok ve yeni bir adım atmadan önce basamağın eklenmesi gerekiyor. Bugün Latin Amerika emperyalizmle arasını bir bütün olarak açarken, devrim pankartları yükseltmemektedir. Bolivya’daki devrimci çalkantı için veya Nikaragua’da Sandinist hareketin yeniden yükselişi için de benzer şeyler söylenebilir.
Doğrusu, marksistlerin bu tabloyu beğenip beğenmemeyi tartışmaları boş iş olur. İçinde bulunduğumuz nesnellikten iddialı ve kopuşçu değil, ikircikli ve temkinli bir ilericiliğin yükselmesinde yadırganacak bir şey yok. Özetle, dünyamızın yeniden devrime sahne olması çok değerlidir, ama 2005 itibariyle bu devrim dünya sahnesine kendini atmamaktadır.
Devrimci yükseliş saptaması yapamama gerekçelerimize uluslararası komünist hareketin konumu da mutlaka eklenmeli. Reel sosyalist ülkelerin maruz kaldığı karşı-devrimin dağıtıcı etkisi sona ermekle birlikte, uluslararası komünist ve işçi hareketlerinin yeni bir devrimci rotaya sahip olduklarını söyleyecek durumda değiliz. Bugün işçi sınıfı kuşatma altında olmaya, komünist hareketler fazlasıyla heterojen bir resim vermeye ve genel olarak mücadele siyasal iktidarı hedeflemekten uzak kalmaya devam ediyor. Dünyamız son çeyrek yüzyıldan farklılaşan bir döneme kesinlikle girmiştir, karşı-devrim ve gericilik dalgasının nefesi tükenmektedir, ama girilen dönemin bir devrim dalgası olarak tanımlanması abartılı bir yaklaşım olacaktır.
Bu işaretler somut bir devrimci dönemi müjdelemiyor, ama gericilik yılları kapanmaya yüz tutmuştur. Böyle bir konjonktür olsa olsa geçiş veya fetret kavramlarıyla nitelenebilir. Bu bir denge konumu değil, kararsızlık. Belirsiz geçitten devrim dalgasıyla çıkılması herhangi bir kendiliğinden evrimin ürünü değil, mücadelenin konusudur. Nesnellik, yakın geçmişle karşılaştırıldığında devrimci açılımlar yönünde uygulanacak bir kuvvetin istenen sonuçları vermesi açısından kuşkusuz çok daha elverişlidir.
Türkiye’ye bakarken
AKP hükümetinin üstlendiği misyonların altından kalkabileceğini düşünmek zaten safdillikti. Kısaca hatırlayacak olursak, AKP, tılsımlı istikrar sözcüğünün saltanatını temsil edecek, yani 1990’ların çok boyutlu kriz yıllarından tam bir kopuşu anlatacaktı. Fırsat bu fırsattı; AKP Türkiye kapitalizmi için daha ileri bir entegrasyon seçeneğini ifade eden AB’ye girişi sırtlanacaktı. Eski kriz faktörlerinden dinci gericiliği kendi bünyesinde durağanlaştırmayı becerecek, fincancı katırlarını ürkütmeyecek, bu arada Kürt açılımını da tamamlayıverecekti. Bölgeye yönelik köklü girişimleri uygulamaya koyan ABD’ye hizmette kusur edilmezken, özelleştirme yağması tamamlanacak, sermaye sınıfına dev kaynakların aktarılması anlamına gelen öteki sınıfa saldırı başlıklarının da hakkı verilecekti… Hafife almamakla birlikte, bu geniş misyonun tek tek kalemlerine bakıldığında, emekçi sınıfların daha da yoksullaştırılmasının ötesinde, alınan yolun abartılmaması gerektiğini saptamalıyız. Ancak sorun hedeflere ne mesafede olunduğunda veya hedef yönünde ne hızda ilerlendiğinde değildir. Sorun, Türkiye’de krizin motorunun bir kez daha harekete geçmesidir.
Kriz bu kez esasen düzenin egemenlik mekanizmalarının içinde yuva yapmaktadır. Örneğin, Kürt hareketinin veya dinci gerici akımın önceki on yıldaki kadar güçlü olmadıkları, güçten daha önemlisi özel bir mücadele stratejisinden yoksun kaldıkları görülüyor. Emekçi sınıflardaki kıpırdanmalar da henüz üzerine çok şey bina edilebilir boyuta ulaşmadı. Ama bunlar düzeni rahatlatamamaktadır. Türkiye sermaye sınıfı “eskisi gibi yönetme” ehliyetini bariz biçimde yitiriyor.
Egemenlik mekanizmalarında yuvalanan krizin beslenme kaynakları gerçekten son derece güçlü. Borçlanma rakamları, mali/fiktif sermaye yoğunluğu, yatırımların sıfırlanması gibi bir dizi göstergeden bakıldığında, ekonomi kırılganlıkta benzersiz durumdadır. Son yıllarda başlı başına bir siyasi proje olmaktan öte, ideolojik misyon atfedilen AB üyeliğinin inandırıcılığı zayıflamıştır. AB reformlarının meşruiyeti şimdiden sarsılmış durumda. Dünya kapitalizminin dayattığı ve sermaye sınıfının çok hoşlandığı bağımlılık modeli, Türkiye devletinde çözülmeye dönüşüyor. Liberal merkezin gerek ideolojik gerek siyasal gerilemesini düzen cephesinden telafi edecek bir seçenek de yoktur. Düzenin ne solunda ne sağında ideolojik ve siyasi, anlamlı bir canlanma gözlemlenmezken, sindirildiği varsayılan Kürt dinamiği geçmişe oranla çok daha fazla uluslararası denklemlerin parçası, inisiyatifsiz ve manipülatif bir nitelikle, ama dağılan istikrarı krize dönüştürme gücüne de sahip olarak gündeme giriş yapmaktadır.
Türkiye’de sermaye egemenliği, entegrasyoncu bir modele kendini sabitleyerek dış gündeme fazla abartılı bir yer açmış, içerideki bütün ayıplarını ithal örtülerle kapatacağını sanmış ve şimdi dış gündemin yardım elinin geri çekilmesiyle açıkta kalmıştır. Emperyalizmin verdiği aklın derde deva olmak bir yana çözülmeye yol açtığı görülmekte, üstelik akıl hocalarının kendi ayaklarının altındaki toprak da kaymaktadır.
Ancak arada geçen saptama tekrarlanmalıdır. Türkiye’nin krizi şu anda kimi alternatifleri veya alternatif tohumlarını bağrında taşıyan, şu veya bu ölçüde kendilerini siyasal hareketler olarak yansıtan, programlar geliştiren “kriz dinamikleri” ile sahneye çıkmamaktadır. Günün kuralı, toplumsal yaşamın her alanında boşluk, düzenin egemenlik kurum ve mekanizmalarında çözülmedir.
AB ile görüşmeler tarihi, alındığı günden bu yana hem uluslararası planda hem de Türkiye’deki gelişmeler sonucu değer yitirdi. Bu değersizleşmenin bir yanında Berlin-Paris şaşkınlığı ve emperyalizmin iç çelişkileri vardır. Kuşkusuz AB, emperyalist niteliğinden feragat edip Türkiye açılımını iptal etmeyecektir. Ancak artık AB’nin yeni bir yol haritasına ihtiyacı var. Diğer yanda ise politik yetenekleri körelen bir Türkiye… Bütün varını yoğunu dünya kapitalizmiyle tam boy entegrasyona yatıran Türkiye, bu perspektifle uyumsuz ve toparlayıcı, yön gösterici bir stratejinin parçası olmayan gündelik manevra ve taktikler toplamı ile günü idare ediyor. Kıbrıs perspektifi, ABD’ye alan açıp gerisini beklemek dışında nedir? Kürt sorununa ilişkin olarak, şiddet kullanma olanağının korunması ve Irak Kürdistanı’nda PKK’ye karşı önlem aldırtılmasından başka bir bütünlüğe sahip midir? Türkiye bunlar karşılığında ABD’nin hangi taleplerine nasıl bir eksende olumlu yanıt verecektir? İçeride türban, azınlıkların hukuku, yargı ve akademinin düzenlenmesi başlıklarında Türkiye nereye gitmektedir? Türkiye’de bu ve benzeri soruların yanıtını verebilen, önünü gören bir egemenlik mekanizmasından söz etmek kanımızca mümkün değildir. İşin ilginç yanı, sorun farklı odaklar arasında açı doğmasından da öteye geçmiş, tek tek bu odak veya kurumların kendi içlerinde de dağılmalar başlamıştır.
Peki nereye kadar? Bundan sonrası emperyalizmin Türkiye’yi terbiye sürecinde yapacağı müdahalelerle, kurumlar arası parçalanmanın provoke edeceği siyasal çatışmalarla, ekonomik kırılganlığın bir dizi faktöre bağlı olarak patlama olasılığıyla, ve elbette solun, işçi sınıfının mücadelesiyle belli olacak. Ancak düzen açısından bugünkü sarsak tabloda bir güvence varsa, o da, düzenin verili tanım kümesinin dışına önemli ağırlık kaymalarının olamayacağı varsayımıdır. Burada kastedilen verili tanım kümesi, entegrasyonculuk, burjuva liberal ekonomi politikaları, saldırgan emperyalist politikalarla uyum, dinci gericiliği burjuva demokrasisinin kapsamına almak gibi parametrelere sahiptir ve aslına bakarsanız, bu çerçeve düzenin belli başlı bütün odaklarını ifade edebilmektedir. Sarsaklık ve çözülme, durağan ortak payda tanımlarından sonra başlamaktadır. Düzen güçleri, ortaklığın içeriden ihanete uğramayacağına ve dışarıda kalan faktörlerin -yalnızca işçi sınıfı ve sol değil, bunların yanı sıra kimi Kürt odaklarının, dinci gerici kimi çevrelerin, vb- tehdit unsuru haline gelemeyeceğine güvenmektedir. Ancak bir ekonomik veya siyasal krizin rastlantılara bağlı hale geldiği bir konjonktürde, bu tür güvencelerin fazla değeri kalmaz. Hem düzenin kurallarının dışında kalan ve marjinal ilan edilen akımların kriz konjonktürlerinde çıkış ve sıçrama olanakları vardır, hem de aslında güvence-ortak payda, düzeni bir bütün olarak silahsızlandırmaktadır. Olası bir yıkımın sorumluluğunu hükümet partisine yıkmak zorlaşmakta, üstelik AKP’nin alternatifinin kim olacağı sorusu yanıtsız durmaya devam etmektedir. Çözülüşün belli bir momentinde, burjuva siyasetinin değişik taraflarının bugüne kadar sahip oldukları “sorumluluk” duygusunu terk etmeleri beklenir.
En ağırlıklı olasılık, burjuva siyasetinin adeti olduğu üzere yumuşak geçiş planlamasıdır. AKP’nin küçülerek birinci parti konumunu sürdüreceği, DYP ve MHP gibi aktörlerin güçleneceği -erken seçimli- bir modelin, “frensiz” entegrasyonculuğun körüklediği çözülme sürecine belirli bir kontrol nosyonu eklemesi mümkündür. Bu noktada CHP ihmal edilebilir olmaya devam etmektedir. Bu partinin ezberinin bozulmaması, sağ yükseliş umacısına karşı tek adres olarak pazarlanması için koşullar yine uygun olacaktır. CHP’nin önemi bir kez daha buradan türetilecek ise, solun ve işçi sınıfının nasıl bir siyasal perspektif ile hareket edeceği kritik hale gelmektedir.
Nasıl bir işçi sınıfı?
15 yılı aşkın süredir bütün dünyada genel kuşatma altında tutulmak, kuşkusuz işçi sınıfında kalıcı hasarlar bıraktı. İşçi sınıfı, ideolojik ve kültürel alanlarda modern toplumun bir ana sınıfı olmanın gereklerini yerine getiremez durumdadır. Burjuvazinin düşünsel hegemonyası altındaki küçük burjuvazinin/orta sınıfların, genel toplumsal formatın şekillenmesinde oynadıkları rol, işçi sınıfının aleyhine fazla artmış, emekçi halk kitlelerinin toplumsal yaşamdaki önemleri ideolojik düzeyde silikleştirilmiştir. Benzer bir ağırlık kayması proletaryanın kendi içinde de yaşanmış ve geleneksel sanayi proletaryasının, işçi sınıfının her anlamda -ideolojik, kültürel, siyasi ve örgütsel- çekirdeği/öncüsü olma vasfı gerilemiştir. Bu süreçlerde üstyapısal faktörler ekonomik alanın görece önünde gitmekle birlikte, çalışma sürecinin toplumsal organizasyonunda da bir darbe yaşandığı açıktır. İş sürecini, işyerini ve işçileri bölen esneklik, taşeronlaşma vb. uygulamalar, sanayi proletaryasının örgütlenme yeteneklerini yok etmemekle birlikte köreltmekte, zora koşmaktadır. Öte yandan geçici, marjinal istihdam türleri ve boğucu yoksullaşma sonucu, klasik “işçi sınıfı kimliği”nin bir yoksul-proleter-halk kimliksizleşmesiyle yer değiştirdiği bir süreç yaşanmaktadır. Bir toplumsal sınıf olarak sahip olduğu geleneksel konumu gölgelenen işçi sınıfı, biçimsiz bir halk kategorisinin içinde, orta sınıfların ideolojik eziciliği altında ve lümpen eğilimler sergileyen bir yoksullar kalabalığının gölgesinde eritilmektedir. Reel sosyalizmin çözülüşünden sonra, on yılların intikamını almaya soyunan sermayenin acımasız modeli budur.
Bu tabloyu görmezden gelip eski davranış kalıplarıyla yola devam etmek ne denli anlamsızsa, modelin herhangi bir iç çelişki veya yumuşak nokta barındırmadığını düşünmek de bir o kadar saçmadır. Aslında burjuvazinin intikam modeli, devrimci olanaklar gizleyen kırılganlıklar barındırmaktadır.
Zayıflık, modelin temel varsayımında. Buna göre işçi sınıfı geri dönülmez biçimde dağıtılmış, siyasal alana yeniden giriş kanalları yapısal olarak tıkanmıştır. Kapitalizmin aşırı özgüveninin hiç de haklı çıkmadığına önceki sayfalarda değinmiş olduk. Söz konusu varsayım, emekçi sınıfın düzen içi örgütlenmelerden bile yoksun bırakılması ve örgütlenme gereksiniminin burjuva sivil toplum kurumlarına hapsedilmesinde pratik karşılık buluyor. Sendikaların bile işçilerin çıkarları ekseninden kopartılarak sivil toplumun sınıflar arası konsensüsüne bağlanması ile, sermaye düzeni ilginç bir kapıyı kendi eliyle aralamıştır. Ekonomik mücadele ve sendikal örgütlenmenin siyaseti önceleyen ve bu anlamda hem işçiler için okul, hem de burjuvazi için sınıfın mücadele dinamizmini massetme alanı olarak gördüğü işlev ortadan kalkmıştır. Ama emekçi kitlelere uygulanan basıncın yeni kanallar açmaması, yalnızca geçici bir süre yenilginin ağırlığının sürdüğü bir dönem için mümkündür. Ondan sonra, emekçi sınıfların mücadelesinde doğrudan siyasetin ve siyasal örgütlenmenin kapladığı alan ve üstlendiği rol geniş olmak durumundadır.
İşçi sınıfının kimliği yok edilmek istenirken, başka tarihsel dönemlerde işçi sınıfını geri çekici fraksiyonlar olarak negatif veya ittifak unsuru olarak pozitif işlev kazanan çeşitli kesimlerin daha geleneksel kesimlerle temas yüzeyi genişlemiştir. Bu genişleme, kimi siyasal-örgütsel katalizörler devreye girdiğinde, pekala geleneksel çekirdekten marjinal kesimlere, işsizlere, kent yoksullarına vb. örgütlenme yeteneğinin aktarıldığı ve yeni bir devrimci enerjinin üretildiği bir modeli besleyecektir. İşçi sınıfının bir hedefi de, işçi kapsamına girmeyen halk kitlelerine önderlik etmektir ve şimdi bu katmanlarla işçiler arasındaki mesafe son derece kısalmıştır. Bu konumlanış, yerinde siyasal ve örgütsel öncü müdahalelerin yapılması durumunda büyük bir avantaja dönüşecektir.
Emperyalizmin bugün, kapitalist dünya piramidinin orta ve alt basamaklarını önemsizleştirmeye dönük yarattığı baskının, emekçi kitlelerde özel bir tepki biriktirmesi çok doğaldır. Buradan, Türkiye tipi ülkelerde işçi sınıfı saflarında anti-emperyalist, yurtsever bir karakterin belirginleşmesi sonucu çıkar. Ek olarak, halk kategorisinin iç örgüsündeki sıkılaşma ve anti-emperyalist yöneliş işçi sınıfını, sadece nesnel anlamda bir parçası olan tarım proleterleri ile değil bütün kır yoksullarıyla da yakınlaştırmaktadır.
Özetle, içinde bulunduğumuz kapitalist evre, işçi sınıfı hareketinin daha siyasal, daha halkçı ve anti-emperyalist yönü daha belirgin bir yapılaşmasının önünü açmaktadır. Söz konusu nesnelliğin hakkını verebilen bir sınıf hareketi yeni dönemi devrimcileştirme olanağına sahiptir.
Siyasetin önem kazandığı bir çerçevede, öncü siyasal parti de kritik bir rolle donanmaktadır. Türkiye Komünist Partisi’nin bugüne kadarki serüveni, gericilik koşullarında devrimci bir sınıf siyaseti üretmek ve devrimci bir örgütü büyütmek biçiminde tanımlanabilirdi. Şimdi ise, gericilik dumanlarının dağıldığı yeni döneme hızla adapte olmak, çok daha kitlesel açılımlara kendini uygun hale getirmek acil görev olarak gündemimizdedir.
GELENEK