Evet.
Ve hayır.
Emperyalizme karşı mücadelenin seyrine bağlı olarak “hayır” yanıtı verilebilecek.
Şu soruyu da sorabiliriz: Emperyalist sistem, sosyalist sistem karşısında bir “zafer” mi kazanmıştı?
Evet.
Ve hayır.
“Evet” yanıtının net olarak verilememesinin nedeni, sosyalist sistemin intihar etmiş olmasıdır.
Savaş-yıkım-yağma-işbirlikçilik-devlet terörüyle bezenmiş, demokrasi-insan hakları-terör-işbirliği-yeniden inşa gibi kavramlarla süslenmiş yeni bir emperyalist saldırganlık dönemi yaşıyoruz. Militarist sömürgecilik olarak tarif edilebilir. İmparatorluk kavramlaştırması, direnişleri köle ayaklanmaları mertebesine indiriyor. Emperyalist güç merkezlerinin de bundan hoşlandığı açık; kullanılmaması gerekiyor. Direniş ve direnişçi, emperyalist medyada “insurgency” ve “insurgent”1 kavramlarıyla karşılanıyor. Temelinde kapitalist sınıf çelişkilerinin bulunduğu, zorbalık mekanizmalarını güçlendirmiş bir sistem, yalnızca tepkisel karşı koyuşlardan ibaret bir isyankarlıkla durdurulamaz. Öte yandan; ezilenlerin mücadele birikimi ve insanlığın örgütlü aklı daha fazlasına muktedirdir.
Emperyalizm ve saldırganlığı konusunda aslında yeni bir şey yok. ‘90’ların başında büyük bir medya kampanyasıyla kısa bir süre yaşatılan “savaşların olmadığı bir yeni dünya” yanılsaması bir yana, bu iki sözcük birlikte akla geliyor.
Sosyalist sistemin ortadan kalktığı dönemde emperyalist saldırganlığın kazandığı yeni nitelikler ise, özellikle bölgemiz bu saldırganlığın hedefi haline geldiği ve yakın zamanda da bir savaş meydanına döneceği için bir kez daha önem kazanıyor. Yeni Ortadoğu planını, krizin oluşturduğu çaresizlik nedeniyle hep “daha fazla şiddet ve kaos” döngüsü doğrultusunda revize etmek zorunda kalan ABD emperyalizmi, bölgede kaşısına dikilen direniş odaklarına yanıt üretmekte büyük sıkıntılar yaşıyor. Bununla birlikte, bölgedeki işbirlikçi yönetimler için kendi krizlerini de katlayan bu sıkıntılara ortak olmak dışında bir yol görünmüyor.
Hür dünyadan terörlü dünyaya
Dünya liderliği iddiası, farklı gelişkinlikteki kapitalist ülkelerin yönetimlerinin onay ya da teslimiyetinin dışında toplumsal onay ya da teslim almayı öngörmek zorunda. Bunun içinse, toplumsal kesimlerin rızasını alacak bir “ideolojik önderlik modeli” sunulması gerekiyor. Sömürgecilik döneminde, hegemonya dayatılan coğrafyalara “uygarlık” götürülüyordu. Soğuk Savaş yıllarında ABD liderliği, komünist tehdit karşısında “hür dünyayı” savunuyor ve Amerikan değerlerini yayıyordu.
Uluslararası sistemin hegemonik gücü ABD, ‘90’larda bir belirsizlik süreci yaşadı. Sömürü ve hegemonya ilişkisinin sürdürülmesi için “ne götürüleceği” fazla önem taşımamakla birlikte, bunun öncü öznesinin kim olacağına dair kısa süren bir belirsizlik süreciydi bu. Yine “ne götürülürse götürülsün”, en iyi altyapıya, en iyi servis ağı ve araçlarına ABD’nin sahip olduğu kanıtlandığından dönem dönem yaşanan aile içi kavgalar dışında, liderlik ABD’ye emanet edildi.
Emperyalizm, ‘90’lardan beri “küreselleşme ve demokrasi” üzerinden egemenliğini dayatıyor ve iş yapmaya devam ediyor. Dünya ölçeğinde sermayenin daha özgür kılınmasına paralel olarak önüne çıkan engelleri tasfiye edecek siyasi-askeri müdahalelerin yanında, bunun gelecekte işletilecek mekanizmalarını oluşturmak için saldırılarını yoğunlaştıran sistem, önce küreselleşme, ardından demokrasi söylemini tüketti.
Küreselleşme ve demokrasi zaman zaman yine gündeme geliyor, ancak 11 Eylül’den bu yana öne çıkan motif “terör tehdidi”dir.
Sovyetler Birliği’nden sonra düşmansız kalan emperyalizm için yeni düşman “terör” olarak tarif edildi. Daha özel operasyonlarda öne çıkarılmak üzere terörün adresi de İslam dünyası olarak gösterildi. Hegemonyanın bu çerçevede sürekliliğinin sağlanmasının önündeki engellere aşağıda değinilecek.
İki kutuplu dünyada ABD’nin “komünizm tehdidi” kampanyası, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki ilk yıllarda çok boyutlu bir saldırı olarak gündeme gelmiş ve ‘48-52 döneminde bu hayalet üzerinden tutulabilecek en geniş alan tutulmuştu. Soğuk Savaş dönemi boyunca da hep aynı gerekçeyle bir dizi saldırı gerçekleştirildi. 11 Eylül’le birlikte tanımlanan “terör tehdidi” ise, bir kez daha, büyük bir yeniden yapılanmanın işaret fişeği oldu. ABD’nin tek kutuplu dünya için öngördüğü uluslararası hegemonya ağının düğümlerinin atılmasının yolunu açtı.
Neocon efsaneleri, emperyalist kriz ve yeniden yapılanma
ABD başkanları iktidar oldukları dönemin ihtiyaçlarına uygun “doktrinler” geliştirirler. 2001’den bu yana ABD’de Bush doktrini yürürlükte. Önceki başkan Bill Clinton’ın politikalarıyla farkı, Bush’un Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra ilan edilen “yeni dünya düzeni”nin zorlu jeostratejik misyonlarını üstlenmek zorunda kalmasından kaynaklanıyor. Clinton, yeni dünyanın Latin Amerika ve Karayipler’deki düzenlemelerini gerçekleştirdi. Avrupa’daki kapitalist restorasyon sürecinde hem Avrupalı ortaklarının müdahale alanının sınırlarının, hem doğu ve orta Avrupa’daki yeni kapitalistleşen ülkelerin emperyalist hiyerarşi içindeki konumlarının belirlenmesini sağladı. Yugoslavya’nın 1999’da 70 gün boyunca bombalanması, bugünkü emperyalist tarzın öncü hamlelerinden biri olarak görülmeli. Son olarak Clinton, elinden geldiği kadarıyla yeni Ortadoğu’nun ilk zorlama denemelerini gerçekleştirdi. Bu dönemde, Irak üzerindeki baskıların bir türlü “rejim değişikliği” hedefini realize etme aşamasına gelememesinin nedeni, koşulların olgunlaşmamışlığıyla açıklanabilir. Yeni Ortadoğu için gerekli her türlü zorlamayı yapmayı göze alan Bush yönetimi, emperyalist krizin cüretli olmaya mahkum ettiği bir yönetimdir. Yoksa, doğru dürüst yürümeyi beceremeyen bir adamın bunca “atılımı” gerçekleştirdiğine nasıl inanılabilir?
İmparatorluğun yönetimini neoconların (“yeni muhafazakarlar”) ele geçirdiği ve bundan sonra onların gizli gündeminin yürürlüğe sokulduğu yönündeki küresel efsaneleri de yerli yerine oturtmak gerekiyor. Evet, retrospektif bir bakışla bu senaryo çok ikna edici. Çünkü Clinton döneminden beri ABD yönetimine “Büyük Ortadoğu” çağrıları yapan ancak 11 Eylül’den sonra fırsatları ele geçiren -ki buna bir de 11 Eylül’ün ABD’nin kendi eylemi olduğu yönündeki senaryoları eklemek lazım- bu klik, hâlâ dünyayı sallamaya devam ediyor!
Birincisi, politik olarak yeni muhafazakarlık olarak tanımlanan bu çizginin entelektüel altyapısına katkıda bulunan ve bir “vizyon” haline gelmesini sağlayan insanlarla, ABD yönetiminin etkili kademelerinde bulunan isimler çok az örnekte çakışıyor ve bunların belli bir bölümü görevlerinden alındı ve/ya da başka görevlere getirildi. Bush yönetiminin kendi gündemini icra ederken yeni muhafazakarların ideolojik referanslarından yararlandığını ve şartlar gereği bir buluşmanın kaçınılmaz hale geldiğini söylemek gerekiyor. ABD yönetiminin attığı adımları belirleyen mekanizma, dev sermaye kuşatmasının; lobiler, düşünce kuruluşları, masonik örgütlenmeler vb. çıkar grupları tarafından süreklileştirildiği bir mekanizmadır. Bush döneminde yeni muhafazakar fikirler, özellikle saldırganlıkta cesaret ihtiyacı hasıl olduğunda bu mekanizmaya rengini çalmıştır. Kimi betimlemeler yapmak için illa ihtiyaç duyulacaksa, neocon güçlerin gizli imparatorluk gündemi yerine neo-colonial güçlerin emperyalist planlarından bahsetmek yerinde olacaktır. ABD yönetimiyle ilgili komploların ve komplo teorilerinin bazılarına aşağıda tekrar dönülecek. Şimdi ise, sosyalist sistemin ardından emperyalizmin gündemine aldığı yeni dünya düzeni planının dönüm noktalarından devam edelim.
Yeni dünya düzeninin iki kutuplu dünya sisteminden en önemli farkı, emperyalist yayılmacılığı denetim altında tutacak bir gücün kalmamış oluşudur. Sovyetler Birliği’nin oluşturduğu ikinci kutup, emperyalist saldırganlığı dengeleyen bir güç olarak ortaya çıkarken, bir üst hukuk ya da uluslararası adalet mekanizması kurulmuştu.
‘90’larda sosyalizmin bir dünya sistemi olarak ortadan kalkmasıyla birlikte tutsaklık dönemi sona eren emperyalizm bir on yılı, bir yandan “saldırı özgürlüğü”nün tadını çıkararak, bir yandan da uluslararası sistemde hukuksuzluğun hukukunu inşa ederek geçirdi. Bu dönemde, emperyalizmin 2000’lerle birlikte belirginlik kazanan militarist sömürgeci niteliklerinin ipuçlarının ortaya çıktığını ve kendi içindeki alternatif tartışmalarına rağmen tarihsel olarak güçlendiğini söyleyebiliriz.
Müdahalecilik parantezi
Bu noktada, uluslararası literatürde “tek taraflı müdahale” karşısında “çok taraflılık” olarak kavramlaştırılan alternatif liderlik tarzlarıyla ilgili tartışmalara da açıklık getirmek gerekiyor. Emperyalist sistemin kendi içindeki çelişkilerin de bir yansıması olan bu tartışmada ABD, ‘90’ların başındaki kısa bir dönem hariç daima pragmatist davranmayı seçti. Afganistan, PR çalışması iyi yapılmış bir savaş oldu ve “tek taraflılık” tartışmasına mahal vermedi. ABD’nin dolar-sopa yöntemlerini yıllardır kullandığı Afganistan’daki gerici siyasal-toplumsal yapıların başlangıçta kolayca teslim alınmasıyla birlikte tartışma, Irak savaşına dek rafa kaldırıldı. Irak savaşıyla birlikte, yeniden diplomasi gündemine hakim hale gelen -ve bugün örneğin İran söz konusu olduğunda sık sık hatırlanan- bu tartışma, emperyalistlerin savaş ganimetlerini paylaşma konusunda suç ortaklığı yapıp yapmayacağı üzerine bir tartışmadır. Son dönemde, ABD’deki sermaye sözcülerinin konuşmalarında “çok taraflı bir diplomasinin gerekli olduğu” yönünde açıklamalara rastlanması ise, yine bir ganimet kavgasının yanında, karşılaşılan sorunların sorumluluğunun paylaştırılmasına ilişkin bir “alternatif yol” arayışı olarak görülmeli. Ancak, “çok taraflılığın” bir süredir girilen yolda, emperyalist saldırganlığa alternatif üretme ihtimali bulunmuyor. Örneğin direnişlerin ABD tarafından değil de bir “uluslararası müdahale gücü” aracılığıyla bastırılması neyi değiştirecek?
Diplomasi gündeminde bu tartışmanın, Irak savaşının ilk döneminde olduğu gibi bir savaş-barış, askeri müdahale-diplomatik müzakere ikilemlerine oturduğu/oturtulduğu dönem geride kalmıştır. En güncel örneği, ABD’nin İran’a askeri müdahaleyi savunmak zorunda oluşuyla, Avrupalıların İran’la müzakereyi savunurken yaşadığı çaresizlik oluşturuyor. Siyasetin yasaları gereği, geri dönüşü olmayan bir saldırı yoluna çoktan girildiğini herkes biliyor.
Hegemonya ağının düğüm noktaları
Tekrar yeni dönemin planlarına dönecek olursak, 11 Eylül’den bu yana ABD emperyalizmi, uluslararası alanda askeri gücüne dayanarak hakimiyetini yerleştirmeye çalışıyor. Belli bir jeostrateji çerçevesinde dünyanın çeşitli bölgelerine dağılan askeri üsler aracılığıyla gerçekleştirilecek bu plan, enerji kaynakları ve pazarların kontrolünü, uluslararası sermaye hareketlerinin önündeki engellerin tasfiyesini ve direniş odaklarının imhasını hedefliyor. Ev sahibi ülkelerin denetim altında tutulması, enerji kaynaklarına yakınlık, bu coğrafi olanaklar çerçevesinde her türlü örtülü operasyon ve seyyar ABD savaş gemileri için düğüm noktası olma gibi işlevler üstlenecek üsler, bu başlıklarda sorunlu coğrafyalara ya doğrudan “zor” kullanarak ya da bunun caydırıcılığıyla yapılacak müdahalelerin altyapısını oluşturuyor.2
ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, bir süre önce, “istenmediğimiz yerlerde olmak istemiyoruz, basitçe istemiyoruz” demişti. Ancak emperyalizmin muharip lideri ABD, hegemonyasını sürdürmek için istenip istenmediğine bakmadan dünya üzerinde sistemli bir askeri konuşlandırmayı gerçekleştirmek zorunda.
İngiliz sömürgeciliğinden bu yana, dünya liderliğinin icrasında askeri üsler kritik yer tutuyor. Çoğu zaman savaşların ardından gerçekleşen yeniden yerleşim, savaş sonrası dönemin yeni ihtiyaçlarına uygun bir şemaya denk düşüyor. Emperyalizmin yayılma ve denetim altına alma mekanizmasının kritik halkalarından biri olan askeri üsler, öncelikle bir askeri ilişkiyi gerektiriyor. Bunun biçimi çoğu zaman işbirlikçi ordu ve yönetimlerle yapılan resmi ya da gizli anlaşmalar, kimi zaman da saldırı savaşları oluyor. Üslerin hegemonya ilişkisindeki rolü ise, yalnızca askeri -ya da yaygın terminolojideki “savunma”, “güvenlik” gibi- kavramlarla ifade edilen işlevlerden ibaret değil. Yukarıda da değinildiği gibi, kapitalist piyasa ve düzenlemelerin üstyapısını oluşturacak her tür siyasi-askeri-diplomatik-konspiratif müdahalenin de bir istasyonu olarak iş görüyor üsler.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından İngiltere hegemonik konumunu ABD’ye devrederken bu mirası da yeni lidere bıraktı. Soğuk Savaş döneminde dünyanın çeşitli bölgelerine yayılan ABD üsleri, egemenlik stratejisinin bileşenleri olarak farklı işlevler üstlendi. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda 30 bin tesis yüz kadar ülke ve bölgede iki binden fazla üs alanına yayılmış durumdaydı. Kore Savaşı’na kadar olan dönemde ABD’nin diğer ülkelerdeki üslerinde azalma oldu. Kore Savaşı’ndan itibaren ve Vietnam Savaşı sırasında ise yeni bir artış yaşandı.3
Bu dönemde, Avrupa’da NATO şemsiyesi altında konuşlandırılan ABD üslerinin yalnızca SSCB’den gelecek bir “işgal tehdidi”ne karşı orada olmadıkları bugün açıklık kazanmış durumda. Sovyetler’e dönük bir caydırıcı kuşatmayı ayıralım. Almanya merkez olmak üzere, İtalya ve diğer ülkeleri bir ahtapot gibi saran ABD/NATO üslerinin çok amaçlı fonksiyonları hakkında sayfalar dolusu yazılabilir ve halihazırda zaten yazılmış durumda.4 Avrupa’daki ABD hegemonyasının önemli aracının NATO örgütlenmesi olduğu ve rıza-zor mekanizmalarının bu çerçevede işletildiği saptamasının altını çizebiliriz.
Sadeleştirecek olursak, üsler, birincisi, bu ülkelerdeki komünist partilerin ve sol muhalefetin güçlenmesine karşı özel savaş yöntemleriyle müdahale etmeye;5 ikincisi Avrupa ülkelerindeki burjuva iktidarlar için “komünizm tehdidi”nin sürekli canlı tutulması ve bunların ABD ile işbirliğine daha fazla zorlanması konusunda bir baskı gücü oluşturmaya yarıyordu.
Dünyanın diğer coğrafyalarına baktığımızda ise, bu dönemde Asya’daki jeostratejik kuşatmanın merkezinde Japonya ve Güney Kore bulunuyordu. ABD’nin Latin Amerika’dakine benzer yöntemlerle hegemonyasını icra ettiği Endonezya, Filipinler gibi ülkelerin yanında Pakistan, Afganistan, İran ve Türkiye gibi zaman zaman başını ağrıtan işbirlikçi ortakları üzerinden iş gördüğü “müttefiklerini” de jeostratejinin vazgeçilmez bileşenleri olarak anmak mümkün.
Ortadoğu ve direnç odakları
ABD’nin Soğuk Savaş döneminde de zorlandığı ve hegemonyasını çoğu zaman zor kullanarak dayattığı bir bölge ise, Ortadoğu oldu.
Bu bağlamda, Ortadoğu’daki en büyük üssün, İsrail olduğunu söylemekte bir sakınca yok. İsrail, iki kutuplu dünya sisteminde yani işbirlikçilerin bugünkü kadar kolay teslim alınamadığı bir dünya nesnelliğinde ABD emperyalizminin savaş aleti ve üssü olmuştur. Siyonist Yahudi burjuvazisinin emperyalist siyasete yatkınlığı -ya da mahkumiyeti- Soğuk Savaş’ın belli bir evresinden itibaren emperyalizmin bölgesel çıkarlarıyla, İsrail devletinin varoluşsal çıkarlarını çakıştırdı. ‘56, ‘67, ‘73, ‘82 yıllarında gerçekleşen bölgesel savaşlar ve süregiden çatışmalar ABD’nin bölgedeki işbirlikçilerini teslim alma hamlelerine ve İsrail’in de Siyonist işgalini kalıcılaştırma girişimlerine vesile oldu. Her seferinde yeni çelişkileri biriktirip yeni çözümsüzlükleri açığa çıkararak…
1967’deki Arap-İsrail savaşı, bölgede ‘48’den itibaren yeşeren Arap milliyetçiliği dalgasının güçlenmesine yol verirken ulusalcı hareketlerin kamulaştırma ve sosyal politikaları yürürlüğe sokması bu ülkelerdeki komünist hareketlerin de önünü açıyordu. Ancak hem Nasırcılığın hem de Baas milliyetçiliğinin güçlü anti-komünist damarları bu eğilimin ağır baskılarla dizginlenmesini beraberinde getirdi. Arap milliyetçiliği bu tercihi yaptıktan sonra, emperyalizme teslimiyetinin önündeki önemli engellerden birini tasfiye etmiş oldu. ‘73’te alınan yenilgiyle birlikte ise, yükselen dalganın içindeki direniş dinamiği kendini farklı bir kanaldan, İslamcı bir kimlikle ifade etme yoluna gitti.
ABD’nin, Ortadoğu direnişinde komünistlerin yerini İslamcı unsurların almasına verdiği yanıt ise, doğrudan işbirlikçi yönetimleri İslamcı hareketin merkezi haline getirmek oldu. Suudi Arabistan ve Pakistan üzerinden kurulan mekanizma, Afganistan’ın bir mücadele merkezi haline getirildiği ve İslamcı direnişin anti-komünist bir kanala akıtıldığı bir süreçte iş gördü.6
Aynı dönemde bir diğer çatlak, İran’daki sol-İslamcı kalkışmasının bir molla iktidarına dönüşmesiyle ortaya çıktı. Tahran’daki Humeyni yönetimi, sisteme rakip olmasa da uzlaşmaz niteliği nedeniyle ve bölgedeki en önemli müttefiklerden birinin boşalttığı yere yerleşmesi yüzünden ciddi bir sorun oldu. İran aynı zamanda, Suudi ve Pakistan istihbarat örgütlerinin ABD güdümünde devşirdiği Sünni savaş güçlerinin ideolojik iddialarını zayıflatan bir İslamcı yayılmacılık programıyla da sorun çıkarıyordu. Her ne kadar Şii niteliği nedeniyle mezhepsel farklılıkları kapsamakta zorluk çekse de politik olarak bir meydan okuma merkezi haline gelmişti.
Arap milliyetçiliğinin düşüşüne paralel olarak gelişen Filistin ulusal kurtuluş hareketi ise, tüm çelişkili yapısına rağmen bundan sonraki on yılların direnç odağı olacaktı. ABD’nin Filistin direnişine dönük operasyonları İsrail’in varlık sorununun çelişkili doğasına uygun olarak hep çözümsüzlüğü beraberinde getirdi. Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Yaser Arafat’ın Arap kitleleri nezdinde temsil ettiği direniş, en tavizkar davrandığı dönemde bile teslim alınamayan bir odak oldu emperyalizm için. Filistin direnişinin teslim olmama ve fakat kazanım elde edememe sürecinin bir aşamasında bir kez daha İslamcı siyasetin devreye girmesine tanık olundu.
Yeni üsler, yeni “düğümler”
Ortadoğu’da bugünkü kritik aşamaya gelmeden önce yeni dünya düzenindeki askeri yayılma çerçevesinde diğer coğrafyalarda gerçekleştirilen düzenlemeleri gözden geçirelim.
Kronolojik olarak ilk atılan adım, ABD tarafından başlangıçta Kuveyt’i ilhak etmeye teşvik edilen Saddam Hüseyin’e yönelik bir savaşın başlatılması oldu. Bu konuya aşağıda tekrar dönülecek.
Yeni düzenin bir diğer önemli düzenlemesi, Avrupa coğrafyasındaki eski sosyalist ülkelerin sisteme dahil edilme sürecinde gerçekleştirildi. Yugoslavya’nın parçalanması emperyalizmin liderlik tartışmasına son verirken bundan sonraki dönemde sahip olması gereken militer niteliğini de belirginleştiriyordu. Yugoslavya savaşı önümüzdeki dönem ve hatta şimdiden Ortadoğu için tasarlanan bir dizi senaryonun deney laboratuvarı olarak da görüldü. Bunun yanı sıra ABD Kosova ve Bosna’da üslenirken, bölgedeki taze kapitalist ülkeler için de Avrupalı değerlerin değil, Amerikan hegemonyasının belirleyici olduğu dersini veriyordu. Irak savaşı sırasında ortaya çıkan “eski Avrupa” ve “yeni Avrupa” saflaşmasının tohumlarının bu güç gösterisi esnasında atıldığını söyleyebiliriz.
11 Eylül’den sonra ABD’nin “yeni Avrupa”da üslenmesi son derece kolay gerçekleşti. Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Bulgaristan, Romanya yönetimleri, ABD askeri varlığına evsahipliği yapmak için neredeyse birbirleriyle yarışır hale geldi.
Avrupa’daki kalıcı üslerini (Almanya, İtalya, İngiltere, Belçika, Hollanda) “verimli” hale getirme planını açıklayan ABD bu konudaki faaliyetlerini hâlâ sürdürüyor.7
Diğer yandan Orta Asya, Kafkasya ve Uzak Asya’daki yerleşim planında 11 Eylül saldırıları önemli bir anahtar oldu.8 Afganistan savaşıyla birlikte burada geniş kalıcı üsler kuran ABD Pakistan’ın yanı sıra Kırgızistan, Özbekistan ve Tacikistan’da üslendi. Kafkas cumhuriyetlerinden Azerbaycan’la askeri ilişkileri konusunda sorunu bulunmayan Birleşik Devletler, Gürcistan’da daha işbirlikçi bir yönetimi darbeyle iktidara getirdi.9
Uzak Asya’da Japonya ve Güney Kore’deki askeri yığınakta azaltma planı yapılırken, Singapur, Filipinler, Endonezya gibi ülkeler “terörle mücadele” ortakları olarak teslim alındı. Teslim olmaya zaten hazır olan Avustralya’da üslenmenin anahtarı yine terör kaygısı oldu. Tayland ise, tsunami felaketiyle birlikte ABD askerlerine kucak açtı. Orta Asya’daki Afganistan merkezli büyük üsler, Çin ve Rusya’ya yönelik tehdit merkezleri olmanın yanı sıra, bölgedeki enerji kaynaklarının kontrolü ve sevkiyatında jeostratejik önem taşıyor.
Afganistan’ın ardından sıra, ‘90’ların başında yarım bırakılan yeni Ortadoğu düzenlemesine ve uzunca bir süredir bunun ilk halkası olarak görülen Irak’a geldi.
Sözde Kuveyt’i kurtarmayı hedefleyen Birinci Körfez Savaşı, yeni Ortadoğu’ya dönük niyetlerin bir ilk adımı olarak görülebilir. Ama o dönem için daha fazla ABD’nin yeni düzenin lideri olmayı sürdüreceği yönündeki bir deklarasyonuydu. Savaş öncesinde ABD birliklerinin bölgeye sevkıyatının beş aylık bir süreyi bulması ABD yönetimi için bir yeni askeri konuşlandırma ihtiyacını ve meşruiyetini ortaya çıkardı. Suudi Arabistan’da on yıldan uzun bir dönemdir bulunan ABD askerleri sayıları artarak “üslendiler” bu süreçte Katar ve Kuveyt’te de Amerikan birlikleri konuşlanmaya başladı.10
ABD’nin İslamcı mücahitlerin yönetim üslerinden biri olarak atadığı Suudi Arabistan’ın “kutsal topraklarında” Amerikan askerlerinin varlığı bölgenin tarihi ve biriktirdiği çelişkilerden azade olmayan ve artık komünizme karşı verdikleri mücadele de sona ermiş olan mücahitler için Suudi yönetimini bir hedef haline getirdi. 11 Eylül saldırılarını hazırlayan on yıllık sürecin kritik evreleri hatırlandığında, ABD güdümlü İslamcı hareketin emperyalizmin -en azından resmi olarak- “istenmeyen çocuğu” olduğu görülecektir.
ABD ve Suudi monarşisinin hâlâ başını ağrıtan bu soruna ilişkin aldığı bir önlem, Irak savaşıyla birlikte Suudi Arabistan’daki Prens Sultan Havaüssü’nün Katar’a taşınması11 ve üssün yönetiminin krala devredilmesi oldu.
Savaş ve işgalin ardından emperyalist liderin Irak’ta üslenmesiyle birlikte, yolun önemli bir kısmını katettiğini varsayabileceğimiz ABD’nin Irak’taki son durumuna geçmeden önce, militarist sömürgeciliğin temel savaş yöntemindeki bir açmaza dikkat çekmek gerekiyor.
Üsler ve üslere yerleştirilmiş “hızlı” birliklerin yanında,12 1990’dan bu yana ABD’nin savaşlarında öne çıkan bir diğer farklılık hava gücüne dayanan ve ilgili ülkeyi ayrım gözetmeden vuran saldırılar. Birinci Körfez Savaşı, Kosova, Afganistan ve Irak Savaşı’ndan sonra İsrail’in Lübnan’a saldırısında da askeri stratejinin temelinde -ki ABD, 2003’teki Irak saldırısını “şok ve dehşet operasyonu” olarak adlandırmakta beis görmemişti- bu ülkelerdeki direnme iradesini tümüyle teslim alma hedefi yatıyor. ABD, farklı coğrafyalardaki lokal saldırılarında da benzer güç gösterileri yapmıştı. Irak’ta direnişçilere yönelik hava saldırıları bugün de yoğun bir biçimde devam ediyor.
İsrail’in Lübnan’a saldırı hazırlıkları çerçevesinde genelkurmay başkanını teamüle aykırı olarak Hava Kuvvetleri’nden atadığı biliniyor. Ancak, Irak ve Lübnan’daki son savaşlarla birlikte bir kez daha görüldü ki, emperyalistlerin bu tercihi hedefine ulaşmıyor.13 Direniş odaklarının yanında sivil halkın bilinçli biçimde hedef alınması yoluyla korku, çaresizlik ve yılgınlık psikolojisini yaygınlaştırarak, direnişlere dönük sempati ya da toplumsal desteğin püskürtülmesini ve uluslararası alanda da izolasyonunu öngören bu tercih gerek Irak’ta gerekse Lübnan’daki son saldırılarda ters tepti. Kimi kentleri, bölgeleri egemenliği altına almaya yönelik kara operasyonları da, ABD ya da İsrail’in bütün askeri avantajlarına (ki bu avantajlara yine hava desteğini dahil etmek gerekiyor) karşın başarısız oldu. Direniş, kısa süreliğine ağır yaralar alsa ve bazı mevzilerini terk etmek zorunda kalsa da, ABD ya da İsrail askeri varlığı bu mevzilerde kalıcı bir düzen kurmaya yetmedi.
Birinci darbe: Irak
ABD’nin -yeni Ortadoğu planının koçbaşı olarak da görülen- Irak’taki savaşı, başlangıçtaki planına uygun bir şekilde gelişmedi. Bu planın merkezinde siyasi, ekonomik ve toplumsal olarak teslim alınmış, ABD kölesi bir Irak duruyordu. Üstelik bu düzenin görece istikrarlı kalması da bekleniyordu. Birincisi, sözü edilen ülke Irak olduğu için objektif olarak gerçekleşmesi mümkün olmayan bir plandı ve ABD askeri müdahalesinin şiddeti gerçekleşme ihtimalini sıfıra indirdi. İkincisi, Irak planında hesaba katılmayan bir direniş örgütlenmesi ortaya çıktı. Bu faktörler nedeniyle ABD, Irak için tasarladığı “rejim değişikliği” kurgusunu, değiştirmek zorunda kaldı.
1. İlk aylar aymazlık aylarıdır: ABD ordusu direnişin niteliğini algılayamadı ve gösterdiği şiddetli refleksler direnişin kitle desteğini güçlendirdi. Üstelik, işbirlikçi yönetim yaratma projelerini ertelemekte ve yağma planını apar topar yürürlüğe sokmakta bir sakınca görmedi.
2. Direnişi kavradığı dönemde, işbirlikçi yönetim oluşturma ve paralelinde özel savaş yöntemlerini devreye soktu. Özel savaş yöntemlerinin geldiği aşama, Bağdat’ta her gün hastane morglarına yüz cesedin gelmesine yol açan “Salvador seçeneği” olarak adlandırılan ölüm mangalarının faaliyetleridir. Ancak direniş güçlenmeyi sürdürmektedir.
3. ABD, Irak planını başlangıçta tasarladığı biçimde hayata geçiremeyeceğini kavradığında, Yugoslavya örneğini gündemine aldı.14 Bugün Irak’ın parçalanması planı, bölgedeki müttefiklerin de ikna edilmesiyle birlikte yürürlüktedir. Bir takvimi, bir stratejisi ve bir kaos yönetimi kurgusu bulunan bu plan, sürekli yeni çelişkileri açığa çıkarmaktadır. Parçalanma sürecinin ortaya çıkaracağı olası gerilimlerin rotasını Türkiye ve bölgedeki diğer Arap yönetimleri için az çok tayin ettiğini düşünen ABD’nin karşısına bu defa da İran düğümü çıkmıştır. Ancak, “daha fazla kaos, daha fazla seçenek” varsayımıyla hareket etmeye devam etmek dışında şansı bulunmayan ABD, üslerin sağlamlaştırılmasına paralel olarak İran ve Suriye’yi hedef alacak planı rafından indirmiştir.
“Irak’taki krizi, yeni ve daha büyük krizlerle aşmak” olarak tarif edilen bu planın açmazları, bölgedeki direniş odaklarının atacağı adımlara bağlı olarak belirginlik kazanacaktır.
Bir önemli nokta: ABD’nin Irak’taki üsleri15 , her durumda kalıcı olacaktır. Önümüzdeki dönemde daha da yoğunlaşması beklenen Irak’tan çekilme tartışmalarında gündeme gelen tüm seçeneklerin bu üslerden çekilmeyi dışladığını unutmamak gerekiyor.
Bugün ABD’deki kimi kesimlerin Irak’a çokuluslu güç önerisini ABD’nin çekilmesine paralel bir süreç olarak gündeme getirmesi16 ciddiye alınmamalıdır. ABD iç politikada ve kimi zaman Irak’ta ve bölgedeki işbirlikçileri nezdinde bir rahatlama yaratmak için “çekilme” tartışmalarını gündeme getiriyor. Ve Irak’a “ölmek için” başka ülke askerlerinin yerleştirilmesi de, Washington’un arzuladığı bir şeydir. Ancak, yönetimin “çekilme” olarak ifade ettiği; ABD’nin Irak’taki sayıları 150 bini aşan askeri varlığında, zaten başından beri arzu edilen indirime gidilmesinden başka bir şey değil. Kritik bölgelerdeki en az dört üste, daha az sayıda birliğin tutulması hiçbir ABD yönetiminin vazgeçemeyeceği bir zorunluluktur. Direnişin asgari talebi olan nihai çekilme ABD’nin Irak’ta mutlak yenilgisi, yeni Ortadoğu’dan vazgeçmesi, emperyalist sistemin liderliği mücadelesinde havlu atması anlamına gelecektir.
“Kaos yönetimi” mezar kazıcılarını üretiyor
Özetle Irak’ta, Ortadoğu’daki mevcut statükoyu işbirlikçilerin yardımı ve zorlamasıyla ABD hegemonyası altına alma kurgusu iflas etmiştir.
Irak savaşının başlangıcında, diğer direniş odaklarının da bu “örnek” üzerinden sindirileceği ve büyük Ortadoğu projesi için ikna edileceği varsayımı egemendi. Ancak, Irak’taki direniş -o olmasaydı bölgedeki başka odaklar nasıl bir tutum sergilerdi tartışması bir yana-, büyük ölçüde bununla bağlantılı olarak İran’ın meydan okuması ve yine bir katalizör olarak İsrail’in İsrailliğini yapmayı sürdürmesi… Tüm bunlar, işbirlikçilerin etkisiz kalmasına ve istenen dönüşümün beklendiği biçimiyle gerçekleşmemesine yol açtı. Başlıkları birazdan açacağız. Burada belki tekrar yukarıdaki “başarılı olma” tarifini hatırlatmak gerekiyor. Evet, ABD Irak’ta üslendi hatta akbaba Amerikan tekelleri yağma hedefine de ulaştı; ama Irak direnişi ABD’nin ilk planını engelledi.
Evet, bu dönemde yenilgileri kaydedecek bir sosyalist sistem olmadığından somut kazanımları bir kenara yazamıyoruz. Ve emperyalizm saldırgan alternatifler konusunda fazlaca özgür. Öte yandan, “kaos yönetimi” olarak tarif edilen bu alternatif, yalnızca yeni direnişlerin ve yeni mezar kazıcıların yolunu açıyor.
Tepelerine yağan bombaların öldürdüğü Iraklılar ve Lübnanlılar; füzelerin öldürdüğü Filistinliler… Bu saldırganlık, çelişki değil; kuşaklar boyunca sürecek uzlaşmaz çelişki biriktirmektedir. Ölüm bu kadar yakınlaştığında; burjuva düzenin olağan silahları olan çaresizlik, yılgınlık ve korku yerini akıl inat ve öfkeye bırakır.
Bugün emperyalist sistemin siyasi temsilcileri “nerede hata yaptıklarını” tartışıyor. ABD’nin karar merkezlerinde doğrudan çıkar hesabı yapanların yanında emperyalist küstahlığın gözlerini kör etmesi nedeniyle “demokrasi piyasa vb. değerlerin” daha farklı bir tercihle yaşatılabileceğine inanan embesillerin ateşli muhalefeti sürüyor. İnsanlığını ve aklını yitirmiş olan bu kesimlerin son iki on yılda üretilen egemenlik masallarından ikna edici tutarlılıkta bir egemenlik modeli üretme çabası gülünç. Siyasi olarak tutarlı olmayı başarabilen hattın ise, dünyayı ikna etmeyi falan bırakıp elindeki askeri güçle sopa sallama programına sahip olanlar tarafından çizildiği görülüyor.
Bu nedenle, uluslararası alanda ve ülkeler ölçeğinde siyaset daha fazla kamplaşmaya ve daha fazla aşırılaşmaya gidiyor. Bu nedenle, orta yollar ve uzlaşma masalları tasfiye oluyor.
Bu kamplaşmanın önemli katalizörlerinden biri de “medeniyetler çatışması” söylemidir. Emperyalizm, saldırıları karşısındaki direnişleri dinsel kimlikleri öne çıkararak tarif etmeyi tercih ederken (1) kendi savaşlarına mistik bir meşruiyet kazandırıyor; (2) direnişlerin tarihsel anlamıyla bir sınıf bilinci edinmesine karşı önlem alıyor. Ancak bu da iki ucu kesen bir bıçaktır ve hukuksuz savaşların barbarlaşmasının yolunu açmaktadır. Barbarlığın ilacı ise, 20. yüzyılın başında tarif edilmişti.
“Medeniyetler buluşması”nın ikna ediciliğini yitirdiği bir gidişatta, “medeniyetler çatışması”ndan medet uman emperyalizmin, dünya liderliğini de tartışmalı hale getirdiği unutulmamalı. Siyonist Yahudilere ve evangelist Hıristiyanlara “Haçlı seferi” mesajı veren bir dünya liderliğinin bir “kaza” olmaktan çıktığını; hal böyleyse de liderlik iddiasını askıya aldığını söylemek gerekecektir. Çatışma tezi, emperyalizmin işbirlikçilerini giderek daha da bunaltan ve kapsayıcılık iddialarını geçersizleştiren bir araca dönüşmüştür.
Emperyalizmin militarist siyasetinin son dönemde foyası meydana çıkmaya başlayan ama hâlâ iş gördüğünü teslim etmemiz gereken az sayıda silahı kaldı: Terörle, dinsel ve etnik provokasyonlarla ve komplolarla zenginleştirilmiş özel savaş yöntemleri. Eskiden “örtülü” olarak gerçekleştirilen ve büyük sırlar olarak saklanan bu tip icraatlar, artık hızlı biçimlerde teşhir ediliyor. Ancak, kimi başlıkların hâlâ büyük sırlar olarak durduğundan emin olmak, bir de “ortaya çıkan” provokasyon ve komplo iddialarına seçici yaklaşmak gerekiyor.
Özel savaş konusunda özel bir birikimi olan ABD’nin bu ifşa faaliyetlerine karşı geliştirdiği bir savunma mekanizması tuttu. Komplo ve provokasyon ifşaatları, çeşitlendirilerek ve deli saçması akıl yürütmelerle zenginleştirilerek boğuluyor. Bu ifşaatlar, böylelikle binlerce saçma sapan komplo teorisinden biri haline gelerek yitip gidiyor.
Medyanın rolü ve işleyişine dair çok bilinen şeyleri tekrarlamaya gerek yok. Özetle ABD, dünyayı kandırmayı sürdürebiliyor. Ancak, siyasal mücadelenin taraflarının ve emperyalist saldırganlığın kurbanlarının bu mekanizmaya bağışıklık kazandığı da vurgulanmalı. Dünyanın kandırılmaya açık orta sınıfları ise, bir süre daha kafa karışıklığıyla yaşayacak.
Zor lokma: İran
ABD’nin Irak işgaliyle birlikte sindirmeyi hedeflediği direnç odaklarından biri olan İran’la ilgili hesapları da son bir yıl içinde hiç de beklendiği gibi gelişmedi.
İran’da geçen yaz başındaki seçimle iktidara gelen Ahmedinejad yönetiminin öncelikle emperyalist saldırganlığın hedefi olacağını kavrayan molla iktidarının hazırlık ihtiyacının bir ürünü olduğu söylenmeli. Yeni devlet başkanının İran içindeki sınıf dengelerinde bir değişiklik anlamına geldiğini de vurgulamak gerekiyor. Burada bir parantez açarak, Irak direnişinin İran’ı direnmeye ittiğini tekrar hatırlatmak gerekiyor. Irak’ta ABD’nin mevcut statükoyu fazla zorlamadan gerçekleştireceği bir işgal tablosunda, İran seçimlerini Rafsancani’nin kazanması olasılığı yükselebilirdi. İran’ın direnmeye zorlanması, Irak’taki dengelere daha aktif biçimde müdahale etmesini beraberinde getirdi ve bu ülke müdahale ettikçe direnmeye zorlandı. ABD’nin bölünen Irak seçeneğine dönüşüyle, İran için güneydeki Şii bölgesinin hamiliği konusunda bir pazarlığın kapısı açıldı. Irak üzerine İran’la pazarlık etmek ise, ABD için hiç istenmeyecek bir gelişme olmakla birlikte kaçınılmaz hale geldi.
ABD bu sorunu aşmanın yolunu, İran’ı uluslararası alanda nükleer kampanyasıyla sıkıştırmak olarak gördü ve son bir yıldır yoğunlaşan kriz ortaya çıktı. Krizin diplomasi ile askeri müdahale arasındaki salınımının aktörleri zaten hazırdı. Avrupa ve ABD İran’ı dize getirme konusunda sağlam bir işbirliği sergiledi; ancak Rusya ve Çin gibi İran’la maddi çıkar ilişkileri bulunan aktörlerin varlığı bir gedik yarattı. İran bir kez pazarlık yapmaya başladığında, önünün açık olduğunu gördü ve bölgedeki başka dengeleri de kollayan çıkışlarla (İsrail karşıtı söylemini sertleştirmesi) tavizsiz konumunu güçlendirdi.
Bugün için, ABD açısından sopayı daha fazla sallamanın olanağının kalmadığı bir evredeyiz.
İran’a dönük olası bir hava saldırısının -kesin bir şekilde nükleer hedefleri vurmakla sınırlı tutulsa dahi- ciddi bir karşılığının olacağı, bu konuda kanaat bildiren tüm odakların üzerinde anlaştığı bir nokta. Karşılıklar ise, Afganistan ve Irak’taki ABD hedeflerinin vurulmasının yanında bu ülkelerdeki direnişlerle daha yakın bir işbirliğinin meşru hale gelmesi; İran’ın Körfez’deki petrol sevkıyatını ve dolayısıyla uluslararası piyasaları vurması ve Hizbullah’ı İsrail’e karşı harekete geçmeye zorlayacak adımlar atması şeklinde sıralanıyordu.17
Tam da bu çerçevede, geçtiğimiz ay yaşanan İsrail-Lübnan krizinin aslında ABD’nin İran’a dönük harekatının bir ön hazırlığı olarak değerlendirilmesine dikkat çekmek gerekiyor. Evet, ABD bu konuda İsrail’i ikna ederek ya da zorlayarak (Ehud Olmert, “biz aslında Hizbullah’la değil, Suriye ve İran’la savaşıyoruz” demişti, bazıları ABD tarafından İsrail’in kullanıldığını düşünüyor vs.) İran’ın ABD askeri saldırısının ardından vereceği karşılıklardan birini önceden elinden almak istedi.
Ancak, aşağıda da değinileceği gibi, bu hesap yeni sorunları ortaya çıkarttı.
Dolayısıyla ABD’nin İran’ı teslim alma planı bir kez daha ters gidiyor. Ama öte yandan, ok bir kez yaydan çıktı ve İran’la “müzakere” yoluyla gidilecek bir yer kalmadı.
ABD bu tıkanıklığı aşmasını sağlayacak bir çıkış yolu üretebilir mi? Elbette, yeni bir “terör dalgası”, yeni bir “medeniyetler çatışması” komplosu ve şimdiden hayal edemeyeceğimiz çok başka senaryolar gündeme gelebilir.
Kesin olan tek şey var: Her durumda emperyalist zorbalık devrede kalacak; çelişkiler derinleşecek ve direnişler ve direnç odakları daha aşılı; daha hazırlıklı hale gelecek.
Biraz daha zorlama bir başka senaryo: ABD’nin İran’daki molla yönetimiyle bir uzlaşmayı karanlık pazarlıklarla gerçekleştirmesi. Ancak bu durumda hem İran içinde ağır bir kriz dinamiği serbest kalacak hem de bölgede başka çelişkiler ortaya çıkacaktır. Özetle, birleşik kaplar yasası işleyecektir.
Dikiş tutmuyor: İsrail
İsrail’in emperyalizmin Ortadoğu’yu hizaya getirme silahı olarak bölge politikaları içinde tuttuğu yere yukarıda değinilmişti. Soğuk Savaş dengelerinin sınırlayıcılığının ortadan kalkmasıyla birlikte, İsrail’in emperyalist sistem içinde dokunulmaz konumunu güçlendirdiğini belirtelim.18 İsrail, son on yılda ABD’nin adım adım saldırgan tercihleri öne çıkarmasıyla ve Türkiye ile yaptığı anlaşmalarla NATO içinde kendisine açtığı alanı genişleterek, kendi bölgesel çıkarları doğrultusunda daha ileri gitme hakkının ve görevinin olduğuna ikna olmuştur. Siyonist devletin yöneticileri, özellikle 11 Eylül’den sonra “barış sürecini” tümüyle tersine çevirirken yeni düzenin “terörle mücadele” retoriğini sonuna kadar istismar etmiştir. Filistin ulusal kurtuluş hareketi, Oslo ile başlayan teslimiyet sürecini tamamlama fırsatı bulamadan siyaset sahnesi dışına itilmiştir. İsrail’in saldırganlığı, Filistin direnişini İslamcı ve intikamcı bir kanaldan kendini ifade etmeye itmiş, buna karşılık olarak da İsrail, uluslararası koşulların sunduğu olanakları kullanarak saldırılarını vahşet boyutuna taşımıştır.
Ancak bir kez daha emperyalist manevraların biriktirdiği çelişkiler patlak vermiş, bu yıl yapılan seçimlerle Hamas Filistin’de halkın meşru temsilcisi olarak siyaset sahnesine çıkmıştır. Emperyalistlerin telaşı sahnedeki görüntünün kurtarılmasına dönüktür, ama “önce vur, sonra düşün” siyasetini benimsemiş olan İsrail devleti görüntülerle fazla uğraşmamaktadır.
Yakın dönemde yaşanan gelişmeler biliniyor; Filistin sorununda bir direniş dinamiğinin daha köreltilemediğini ve yeni Ortadoğu’da gelişen bir kaos dinamiği olarak gündemde kalacağını not edelim.
İsrail, Lübnan’daki Hizbullah varlığına dönük bir hazırlığı bir süredir yapıyordu. 12 Temmuz’da Hizbullah’ın İsrail askerlerine dönük eylemiyle birlikte bir gerekçe yaratılmış oldu. Bu gerekçenin yaratılmasında, emperyalist medyanın çarpıtmalarının payı büyük; çünkü aslında Hizbullah’ın zaten Lübnan’a ait toprakların bir bölümünü işgal altında tutan ve bir dizi anlaşmayı ihlal ederek çok sayıda savaş esirini bırakmayan İsrail’in askerlerini öldürmesi ve kaçırması süregiden çatışmaların bir devamıydı. ABD’nin İran hesaplarıyla İsrail’in Hizbullah planlarının çakışması, bu olayın birdenbire büyük bir saldırı hamlesi haline getirilmesinin gerçek nedenidir.
İsrail’in Lübnan saldırısından beklentilerine ve sonuçta ne olduğuna bakacak olursak:
1. Hizbullah’a ve operasyon gücüne ağır darbe indirmek: Bu gerçekleşmedi. Şimdi, bölgeye gidecek uluslararası güce bunu yaptırmaya çalışacak İsrail. Ama durum umutsuz görünüyor. Burada Hizbullah’ın savaşta sergilediği direnişin beklenenden güçlü çıktığı saptamasını yapabiliriz.
2. Arap dünyasındaki Şii-Sünni ayrımını derinleştirecek bir şekilde İran’ı izole edecek bir kamplaşmayı yaratmak: Bu da geri tepti. Başlangıçta Hizbullah’ın “terörist eylemlerini” durdurmasını isteyen ve ABD-İsrail politikalarına paralel konumlanan işbirlikçi Arap yönetimleri, İsrail’in ağır bombardımanının ardından ve ülkelerinde Hizbullah’a dönük sempatinin yoğunlaşmasıyla birlikte telaşa kapılarak ABD’den İsrail’i durdurmasını istediler. Saldırının şiddeti, aslında Arapları korkutarak ve Şii-Sünni ayrımını gerekçe olarak ellerine vererek yeni bir denge yaratmayı hedefliyordu; ancak tam da bu şiddet nedeniyle istenen olmadı. Burada Hizbullah’ın başarılı politik manevralarının ve özellikle Hamas’ı destekleyerek Şii-Sünni ayrımının yerine siyonist İsrail’e ve emperyalist ABD’ye karşı Lübnan’ı savunmayı öne çıkarmasının payı yadsınamaz. Öte yandan İran da bölgesel ölçekte, hassas bir politikayı yürütüyor ve İsrail düşmanlığını sivriltiyor. Bu söylem, bir taraftan korkutularak teslim alınmaya çalışılan; öte yandan direnişçi bir damarın güçlenmesiyle birlikte ortaya çıkan toplumsal basıncı dizginlemeye çalışan işbirlikçi Arap yönetimlerinin elini kolunu bağladı.
3. Hizbullah’ı Lübnan’da izole etmek: İsrail’in Hizbullah’ın desteğini azaltma ve Lübnan’da bir işbirlikçi yönetimi Hizbullah’a karşı daha net konum alır duruma getirmeyi gözeten planları da suya düştü. Yine örgütün olgun bir diplomasi ve uygun politik vurgularla üstesinden geldiği bu planın bir ayağında, Lübnan’ın yıkımının Hizbullah’a mal edilmesini sağlayarak ülke içinde bir karşı cephe yaratmak vardı. Aksine Lübnan, bugüne dek görülmemiş bir ulusal birlik yakaladı. Ancak, İsrail’in bundan sonra zorlamayı sürdüreceği politika bu olacağa benziyor. Gerekçesi, başka şansının kalmamış olması. İşaretleri ise, Lübnan ordusu ile uluslararası gücün buna uygun şekilde dizayn edilmesi yönündeki tartışmalar. İsrail’in ısrarla BM’nin 2004 tarihli 1559 no’lu kararını uygulaması gerektiğini savunduğu bu uluslararası güç ile Lübnan ordusunun Hizbullah’la karşı karşıya gelmeye zorlanacağı anlaşılıyor. Bu plan şimdilik ortada ve uluslararası gücün katılımcıları için de şimdiden bir çelişki jeneratörü haline gelmiş durumda.
Tüm bunların sonunda aslında İran’ı hedef alan ABD yönetiminin bir çeşit “demo” olarak tasarladığı saldırının emperyalist planlar açısından da bir başarısızlık olarak görüldüğünü saptayabiliriz.
İsrailleştirilme sürecinde Türkiye
Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün ardından Türkiye’nin jeostratejik önemini pazarlama konusunda yaşadığı telaş, Gelenek’te ve diğer yayınlarda çok kereler ele alındı. Restorasyon süreci ve 1999’la birlikte Türkiye’nin emperyalist hiyerarşi içinde belirginleşen yerine dair de pek çok değerlendirme yapıldı.
Ancak Irak savaşıyla birlikte Türkiye kapitalizminin geçirdiği köklü dönüşümleri ve zorlandığı yeni tercihleri bu dönemleri de yeniden gözden geçirerek ele almak gerekiyor.
1. Türkiye sermaye sınıfı, ölçeği, kültürel uyuşmazlıkları ve samimiyetsiz hesaplarını görmezden gelerek ve diğer aktörler tarafından da algılanmadığı yanılsamasıyla, Ortadoğu’ya yönelik hamilik arayışını hep canlı tuttu. Bu arayışında da, emperyalist odakların desteğini arkaya almayı bir gerek ve yeter koşul olarak gördü. Soğuk Savaş dönemi fiyaskolarına19 1990’ların başında ABD’nin Irak savaşı sırasında yaşanan fiyaskonun eklenmesi, burjuva sınıfımızın “kendini geliştirme” konusunda bir adım bile ilerlemediğinin göstergesi olarak okunmalı.
2. Bölgede ABD’nin tasarladığı düzenlemelerin kokusunu 1990’larda almış olan burjuva siyasetçiler, bu planların dışında kalmama telaşıyla yatıp kalktı. Planın Kürt ayağının hem bölgesel düzeyde ve hem Türkiye’nin bir “sorunu” olarak yarattığı gerilim, ‘90’lı yıllar boyunca “kırmızı çizgi” siyasetiyle karşılandı. Bunun bir “siyaset” olmadığını herkes biliyordu. Son üç yılda sürdürülen pazarlıklar sonucunda ise, kırmızı çizgi siyasetinin yerini bir provokasyon siyasetine bıraktığını biliyoruz. Kürt sorununu Kuzey Irak’taki Kürt devletine havale etmeyi kabullenen Türkiye burjuvazisi, içeride sorunu “yok etmek” için bir düşmanlık siyasetini yürürlüğe koydu. Bunun yarattığı gerilimler ve biriktirdiği çelişkiler biliniyor.
3. 1996’da başlayan restorasyon sürecinde ABD Türkiye burjuvazisinin emperyalist hiyerarşi içindeki rolünün de tarifini yaptı. Paralel olarak imzalanan İsrail’le askeri işbirliği anlaşmaları Türkiye burjuvazisi içindeki farklı kesimlerin geleneksel hassasiyetlerine aykırı olsa da içerdeki dönüşümün yarattığı gürültü ve yükseltilen AB hedefiyle bu sorun “kazasız belasız” aşıldı. Egemen sınıflar ve siyasi odaklar içinde bir kesim gözü AB hedefinden başka bir şeyi görmediğinden başka bir kesim Ortadoğu planları dışında kalmama telaşıyla İsrail’le ilişkilerin bu boyuta evrilmesinin kısa bir vadede nasıl köklü dönüşümleri getireceğini kavramadı görmezden geldi. Ortadoğu için çok önemli bir gelişme olarak görülen İsrail-Türkiye askeri anlaşmalarının olası getirilerini açıkça öngören ve tercihini bu yönde yapmış olan kimi kesimler ise bugün köşe başlarını tutuyor.
4. Emperyalizmle dansında pek uyanık olduğunu sanan Türkiye burjuvazisinin şuursuzluğunun güncel kanıtı Ortadoğu’daki dönüşüm ve yeni dayatmalar karşısında çözülen burjuva devlet aygıtıdır. Irak savaşının çeşitli evrelerinde hep “sıkı pazarlık” yaptığını sanan ama aslında yalnızca gerçek bir çöküşe gideceği başlıklar söz konusu olduğunda “anlayışla karşılanan” Türkiye mutlak teslimiyete doğru doludizgin ilerlemektedir. Burjuva siyasetinde ve devlet kurumlarında “gaflet ve delalet içinde” bulunanların yanında emperyalizmin Ortadoğu’daki kaos senaryosundan rant sağlayan işbirlikçiler de bulunmaktadır.
5. Türkiye’nin yeni Ortadoğu’da üstleneceği yeni rollerin içeride bir dönüşüm gerektiren bir bileşeni de İran’a dönük olası bir savaş için hazır olmaktır. Bu rolün ülkenin bir savaşa sürüklenmesini de beraberinde getirebileceğinin işaretleri açıkken konu ısrarla sümen altı edilmeye çalışılmaktadır. Bu konuda da bir şuursuzluk ve çaresizlik tespiti yapmak mümkündür. Medyada İran operasyonu çoktan başlamışken bu rolün üstlenicilerinin de belirlenmiş olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Hal böyleyse bu “bilinçli” işbirlikçilere pes demek gerekiyor. Teslimiyetin bu türüne İsrailleşmek adını koyabiliriz.
Bugün ‘90’larda farklı beklentilerle emperyalist talimatları gözü kapalı uygulayan sermaye kesimlerinin Ortadoğu senaryosu içinde Türkiye’ye biçilen gerçek rolü kavradıkça tedirgin olmaları mevcut krizi derinleştiren bir başka faktördür. Ama bizim burjuvazimiz korktukça daha fazla teslim olur teslim oldukça daha fazla alçaklaşır. Bu ise artı bir kriz dinamiği daha demektir.
Sonuç olarak bugünden bakıldığında -ki bazı gözler için o günden bakıldığında da- belirginlik kazanan Ortadoğu savaş senaryoları içinde Türkiye’nin İsrailleşme yoluna girdiği bir tabloyla karşı karşıyayız.
ABD’nin bir dizi sorunla malul yeni Ortadoğusunun direnişlerin karşısına diktiği/dikeceği “üç İsrail” ayağının birini kadim müttefiki İsrail diğerini son iki on yıllık süreçte doğrudan siyonist devlet eliyle İsrailleştirilen ve bugün bir devlet adayı haline gelen Kuzey Irak’taki Kürt yönetimi ve sonuncusunu dörtnala İsrailleşme yolunda ilerleyen Türkiye oluşturuyor.
Başarılı olabilir mi
Evet.
Ve hayır.
Ortadoğu’daki mevcut direnişlere Türk ve Kürt halklarının direnişinin de katılmasına bağlı olarak “hayır” denebilecek.
Dipnotlar ve Kaynak
- “Insurgency” kelimesi isyan, “insurgent” da asi, başkaldıran, kafa tutan olarak Türkçeye çevriliyor.
- Sosyalist sistemin çözülüşünün ardından ABD’nin üs stratejisinde farklı bir yapılanmaya gidildi. Zaman içinde, ABD birliklerinin “kalıcı” üslenmesi, yerini operasyonel rotasyonlara bıraktı. Acil müdahale gerçekleştirmeye yatkın bir yeniden yapılanma gündeme geldi.
- The Editors, “US Military Bases and Empire”, Monthly Review, March 2002.
- Bu konuda, Türkçede yayımlanan kapsamlı bir çalışma için, bkz. Daniele Ganser, NATO’nun Gizli Orduları, Güncel yay. Ekim 2005.
- Bu mekanizmanın 1990’ların başında Gladyo örgütlenmesi olarak deşifre olduğu biliniyor; ancak Avrupa burjuva devletlerinin “özel örgütlenmeler” ve “özel savaş” mekanizmalarından tamamen vazgeçtiğini düşünmemek gerekiyor.
- ABD’nin “Büyük Ortadoğu” olarak tanımladığı coğrafyada İslamcı hareketlerin tarihi için bkz. Gilles Kepel, Cihat, Doğan Kitap, 2.bas., Eylül 2001.
- ABD’nin Avrupa’da özellikle Almanya’daki yoğun askeri varlığını Ortadoğu’daki tablonun netleşmesinden sonra kaydıracağı konusunda değerlendirmeler yapılıyor.
- 2002 tarihli Ulusal Strateji Belgesi, 11 Eylül’ün ardından ABD’nin içerideki devlet mekanizmaları da dahil tüm emperyalist aparatında gerçekleştirdiği dönüşümün bir manifestosu oldu. Bush, Cheney ve Rumsfeld’in bunu “askeri konularda devrim” olarak gördüğü söyleniyor.
- Benzer bir yöntemi uyguladığı Ukrayna’daki komünist hareket ve toplumsal muhalefet, darbe yönetiminin askeri olarak teslim olmasına izin vermediğinden, bu ülke emperyalizm için bir sorun başlığı olmayı sürdürüyor.
- Hareketli deniz üssü olarak görülen ABD uçak gemilerinin yeterli adedi Akdeniz’deki 6. Filo’nun mis-yonuna benzer bir misyonla Körfez çevresine konuşlandırıldı.
- Katar’daki El Udeyd üssü Ekim 2001’de inşa edildi. ABD’nin Katar merkezli Merkez Komutanlığı, bugün Kuveyt, Bahreyn, Umman ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde (BAE) ve Pakistan ile Cibuti’de de asker bulunduruyor. ABD Suudi Arabistan’daki askeri varlığını Nisan 2003’te Katar’a sevk etti. Nisan 2003’te Katar’a “demokrasi” geldi: Yapılan bir referandumla, parlamentonun bir bölümünün seçilmesi ve kadınlara oy hakkı verilmesini içeren yeni bir anayasa kabul edildi. Demokrasiyle birlikte gelen Kamp Es Sayliya, ABD’nin dünya üzerindeki en geniş üslerinden biri. Katar demokrasisi, Afganistan’daki “Sonsuz Özgürlük Harekatı”nın yanı sıra Irak”taki “Irak’a Özgürlük Harekatı”nın merkez üssü oluyor. Şaka gibi! Eklenmesi gereken bir başka not, Katar’a demokrasi ile birlikte ExxonMobil’in de gelmiş olması. Arap dünyasındaki ABD karşıtlığının sözcüsü El Cezire de Katar demokrasisinin basın özgürlüğü konusundaki gurur kaynağı. Küçük bir kayıtla: El Cezire, Emirliğin ABD’nin bölgedeki operasyonlarının merkezi olan üsse ev sahipliği yapmasını hiç gündemine almıyor. (Jeremy M. Sharp, Qatar: Background and U.S. Relations, Congressional Research Service (CRS) Report for Congress, updated March 17 2004)
- ABD yetkililerinin ve stratejistlerin askeri reformun yeni niteliklerini açıklamak için kullandıkları kavramlar, “küçük ve hızlı hareket edebilen, etkin birimler” ve “yüksek teknolojili, keskin nişancı teçhizatı” gibi kavramlar. Üsler için de kalıcı ve büyük birlikler barındıran yerleşimler yerine, küçük ve hareketli birimler için hızlı erişim olanağı sağlayan bir ağ öne çıkarılıyor.
- Tom Engelhardt, “The Contemporary Barbarism of Air Power – Collateral Damage”, Le Monde Diplomatique, August 2006.
- Ölüm mangalarının devreye girişi bu pratiği El Salvador’da tecrübe etmiş olan John Negroponte’nin Irak’a büyükelçi atanmasıyla gerçekleşmişti. Benzer bir işaret olarak değerlendirilebilecek şu haberi not etmek gerekiyor: Uluslararası müzakerelerle ilgili uzmanlık hizmeti veren” bir danışmanlık şirketinin yöneticisi Peter W. Galbraith Kürdistan Bölgesel Yönetimine danışman olarak atanmış. 1993-1998 yılları arasında Hırvatistan-Bosna “barış süreci”nde aktif olarak görev almış olan Galbraith 1980’lerin sonunda Saddam Hüseyin’e mal edilen Kürtlere yönelik El Enfal katliamı ile ilgili özel çalışmalar yapmış. Ayrıca Kuzey Irak’ta Körfez Savaşı’nın ardından bir Kürt bölgesi oluşturulmasında aktif rol üstlenmiş.
- Kalıcı dört üs ülkenin kritik bölgelerine yayılmış durumda: Bağdat’ta, Güney’de Nasıriye’de, Batı’ta El Anbar eyaletinin Suriye sınırı yakınlarında ve Kuzey’de Süleymaniye’de.
- Thomas L. Friedman, “Time for B Plan”, The New York Times, 4 Ağustos 2006. Friedman’ın, bu yazıda, artık bir B planının devreye sokulması gerektiğini anlatırken Yugoslavya’yı örnek göstermesi anlamlıdır. Yazı, bir yandan “çok taraflılığı” öne çıkarırken bunun “yağma ortaklığı” niteliğini gözler önüne sermekte (“Bosna sorunu, sadece ve sadece uluslararası bir barış gücüyle ve Bosna’daki olaylardan en fazla etkilenen Rusya, Avrupa ve ABD’nin Dayton Konferansına katılımıyla çözülebilmişti. Iraktaki iç savaş da, en fazla etkilenen ABD, Rusya, Avrupa, Japonya, Hindistan, Çin, Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır, İran, Suriye ve Ürdün gibi ülkelerin bir araya gelmesiyle bastırılabilir”), diğer yandan çekilmeyi de Irak’taki üslerden hiç bahsetmeksizin telaffuz etmektedir.
- Paul Rogers, Iran: Consequences of a War, Oxford Research Group, Şubat 2006.
- ABD-İsrail ilişkilerine dair bir fikir vermesi açısından somut bir veri aktarmak yararlı olacak: İsrail son on yılda, ABD’den 17 milyar dolar askeri yardım aldı.
- Bu konuda çarpıcı tarihi belgeler için, bkz. Haluk Gerger, ABD Ortadoğu Türkiye, Ceylan yay., Nisan 2006.