Hatırlayacaksınız, Gelenek’in Eylül 2006 tarihli 89. sayısında yer verdiğimiz “Emperyalizm Kendini Dizginleyebilir mi?” başlıklı kolektif çalışma, kapitalist sistemin içsel reform dinamiklerine sahip olmadığını hem genel düzeyde, hem de bugünkü dünyada kaydedilen somut gelişmelerden hareketle saptıyordu.
Bu tartışmayı biraz sürdüreceğiz.
Sürdürülmeyi hak ediyor, çünkü aynı yazıda mücadele dinamiklerine ilişkin olarak yapılan şu saptama, reformist beklentilerin psikolojik zemininin hiç zayıf olmadığını da çağrıştırmaktadır:
“2006 itibariyle dünyamızda ortaya çıkan karşı ağırlıkların emperyalizmi model değiştirmeye zorlayacak kadar güçlü olmadığı açıktır. Karşıt dinamikler emperyalizmi ‘gaza basması’ için provoke etmektedir.”1
Karşı ağırlık veya bizim cephenin yetersizlikleri ortadayken bugünkü ortamı içine sindiremeyenlerin olmayacak dualara yönelerek temelsiz beklentiler geliştirmeleri, teorik ve politik hata olmanın dışında, insani bir durum da sayılabilir.
Umudu diri tutma ihtiyacının Aralık 1999’da Seattle’da tatmin bulması karşısında, hangi Marksistin teorik ve politik uyarı görevini yerine getirirken kalemi, dili titrememiştir ki! Kolay mıdır, “işte yeniden geliyoruz” diye heyecanlananları -yeryüzünde “sol” nüfusun büyük bir bölümünü yani- “bundan bir şey çıkmaz” anlamına gelecek bir değerlendirmeyle terslemek…
Durumu daha fazla dramatize etmeyelim ve Marksistlerin ille de alternatif göstermeleri gerektiğini not edelim. Alternatifin şekillenmesi gerçek mücadelelerin ürünü olacaktır, ve bu mücadeleler teorik görevleri de kapsar. Psikolojik temellerini anlayışla karşılamakla birlikte, temelsiz programların murat edilenin tam tersi sonuçlar vermesi kaçınılmazdır. Emperyalizmin reformist önermelerle yaralanacağını sananlar, genellikle yanılır. Yaralanan ise eşitlik ve özgürlük mücadelesinin kendisi olur. Reform programı karşı tarafa zaman ve şans tanımayı da önermektir bir anlamıyla…
Buna izin vermek, Marksistler açısından mümkün değildir.
Dünya kapitalizminin 1991 itibariyle reel sosyalizm karşısında elde ettiği zafer, ortaya büyük bir karşı-devrimci enerji çıkardı. “Sol”un umut gereksiniminin izinde içine düştüğü ilk gündem, “Sovyet tipi sosyalizm”in yıkılışını hayra yoranları bir kenara atarsak, baş başa kalan kapitalist bloklar arasında rekabetin hızla şiddetleneceği olmuştu. Üstelik bir dizi ekonomik veri, militarizmin keskin ucunu kontrol ve temsil eden ABD’nin bu yarışta geriye düşmesinin ağırlıklı olasılık olduğunu gösteriyordu.
Solda birkaç yıl AB ve Japonya kapitalizmlerinin, dünyanın üstüne çöken kabusu hafifletecekleri bir yakın gelecek kurgulandı. İşin tuhaf yanı, bu kurgu reel sosyalist ülkelerde karşı-devrim yolunu döşeyen sapma ve ihanetin ideolojik sistematiğinden neredeyse kopya edilmişti!
11 Eylül’ün başka şeylerin yanı sıra bu dönemi de kapattığını düşünebiliriz. İlk çağrışımların tersine İkiz Kuleler ve Pentagon’a çarpan uçaklar ABD emperyalizmini değil, bu ülkenin her boydan rakibini ve hasmını vurmuş oldu. Beyaz Saray dizginlerinden boşaldı!
ABD’nin emperyalistler arasındaki öncü konumunu tazeleyecek farklı gelişmeler daha önce de olmuştu elbette. Ancak 11 Eylül 2001 yeni bir hamlenin startını verdi. Beyaz Saray “savaş” dedi.
Gözlem analizin yalnızca bir unsurudur. Ama önemli bir unsuru. Doğru perspektifle doğru noktalara bakıldığında analizin önünü açan uyarılar elde etmek mümkündür. Gelenek’in yayın organı olduğu Türkiye komünist hareketinin 2005 yılı gözlemleri önemli bir uyarıcı işlev üstlenmiştir.
2001-2005 veya 1991-2005 gibi bir periyodizasyon yazmak bugünkü verilerle imkansız. Emperyalist savaşın dünyayı dümdüz edemeyeceğinin görüldüğünü ve yeni mücadele dinamiklerinin boy atmakta olduğunu söylemekle yetiniyoruz. Bu dinamiklerin Seattle’dan, Porto Alegre’den2 ve benzerlerinden çok daha ciddi, politik ve kalıcı karakter taşıdıklarını eklemekte herhangi bir sakınca yok.
Düzenli okurlar için tekrar olacak; Ortadoğu ve Latin Amerika’nın emperyalist-kapitalist dünya düzeni için iki kritik odak haline gelmesinden ve bu karmaşık kopuş dinamiklerinin adım adım birbirleriyle temasa geçmelerinden söz ediyoruz.
Ancak; birincisi, bu mücadele denkleminde son derece değerli bir konum üstlenen sosyalist Küba’dan, bir de, işçi sınıfının ve sosyalizm programının boşluğunu gidermesini beklemek büyük haksızlık olacaktır.
İkincisi, söz konusu “kopuş dinamikleri” dünya siyasetinde devrimci bir dönemin perdesini aralamış değillerdir.
Üçüncü olarak, başa dönersek, 2005-2006’nın bir tarihsel periyodizasyonda yerlerini almaları için emperyalizmin savaşı kaybetmesi gerekmemekle birlikte, hiç olmazsa savaş ilanının uygulanabilir bir reform programıyla geçersizleştirilmesi ya da durdurulması gerekir. Bu da söz konusu değildir.
Bu koşullarda reformist beklentilerle tartışmanın sürdürülmesi kesinkes gerekmektedir.
Reform var, reform var…
Devrimci değişim karşı tarafın yok oluşu anlamına geliyorsa, reform da bir uzlaşmadır. Uzlaşmanın iki yakasından birinde dünya sisteminde şu veya bu radikallikte bir farklılaşmayı, kuşkusuz ezilenler, emekçiler, ilericiler adına, arzulayanlar olacaktır. Bugün reform tartışmalarında bu sol yakanın yanı sıra, öte taraftan da sesler duyuluyor. Bunlar sistemin farklılaşmasını değil daha korunaklı hale getirilmesini merkeze koyuyorlar. “Düzeltme” bu maksada endeksleniyor.
İlk adımda bu iki duruş arasındaki ayrımı saptamakta yarar var.
Francis Fukuyama 1989’da Sovyetler Birliği’nin baş döndürücü bir hızla çözüldüğü sürecin orta yerinde, başlığını “Tarihin Sonu” koyduğu makalesiyle tanındı. Misyonunu akademik araştırma ve tartışmanın ötesinde ABD dış politikasını biçimlendirme çabasıyla tarif eden Nixon Center tarafından çıkarılan National Interest (“ulusal çıkar” veya Türkiye’de daha aşina bir çeviriyle “milli menfaat”) dergisinde yayınlanmıştı makale. Yazarı ABD Dışişleri Bakanlığında “analist” olarak görev yapıyordu.
Analist-yazar tam on beş yıl sonraki bir kitabında tarihi bitirip insanlığı ve kapitalizmi huzura erdirme kehanetini (tabii başka bir çalışmasında daha önce yapmadıysa) geri çekti.
“11 Eylül sonrası dönem için, küresel politikadaki temel mesele, devletin nasıl küçültüleceği değil nasıl yapılandırılacağıdır. Tek tek toplumlar ve küresel topluluk için, devletin güçten düşmesi bir ütopyanın değil bir felaketin başlangıcıdır. Fakir ülkelerin karşı karşıya oldukları ve ekonomik kalkınma olanaklarının önünü tıkayan hayati bir sorun da, kurumsal gelişmelerin yetersiz düzeyidir. Bu ülkelerin kapsamlı devletlere ihtiyaçları yok, ama elzem devlet faaliyetlerini sınırlı bir saha içerisinde gerçekleştiren güçlü ve verimli devletlere ihtiyaçları var.”3
Fukuyama karşı-devrim dalgasının frenine basıyor. Bağımlı ülkelerdeki kamu tasfiyesinin kapitalist egemenlik mekanizmalarında ortaya çıkardığı erozyona, ancak soğuk savaş imalatı diye aşağılanan eski yapıların bir anlamda ihyası ile engel olunabileceğini düşünüyor. Kendisinin de amigoluğunu yaptığı “ulus-devlet bitti” yaygarasına karşı, aman diyor, o zaman nasıl yönetiriz dünyayı!
Aynı çalışmadan, yazarın kendisinden başka ünlülerin de reformist dönüşüme katıldıklarını öğreniyoruz:
“Friedman, on yıl öncesine kadar, sosyalizmden dönüş yapan ülkeler için söyleyebileceği üç şey olduğunu belirtiyor: ‘özelleştirme, özelleştirme, özelleştirme.’ ‘Fakat yanılıyordum,’ diye devam ediyor. Hukuk düzeninin, özelleştirmeden muhtemelen daha temel bir nokta olduğu ortaya çıktı.”4
Türkiye’de yeterince tanınan, kitapları yayınlanan Joseph Stiglitz’in de 1999 sonu 2000 başında Dünya Bankası’ndaki baş ekonomistlik görevinden ayrılıp şiddetli bir IMF-Dünya Bankası eleştirmeni rolüne soyunması rastlantı sayılabilir mi?
Örnekleri arttırmaya uğraşmayacağım. Sanırım emperyalist merkezin kritik kademelerine uzanan bir “düzeltme” akımının varlığını kabul edebiliriz. Bu akım Avrupa’da ve Üçüncü Dünyadaki düzen içi güç odaklarında yankılanmakta, bizzat ABD’de burjuva siyasetinde önemli bir gündeme denk düşmekte ve yine bu ülkenin ilerici muhalefetiyle de Cumhuriyetçi Parti veya yeni-muhafazakarlık karşısında frekans uyumu yakalayabilmektedir…
Bu yıl ABD şehirlerinde yalnızca milliyetçiliğin yüceltilmesi ve korkunun yaygınlaştırılması çerçevesinde değil faciaya ilişkin resmi tezin sorgulanması talepleriyle de anılan 11 Eylül’ün, emperyalist yönetimin hemen yanı başında boy atan özeleştiri ve reform, ya da daha iyi bir ifadeyle “revizyon” eğilimlerine sert bir yanıt işlevi gördüğünü söylemek mümkündür.
Yanıtın sertliği revizyon eğiliminin maddi ve hayli derin köklerini kurutamayacaktır. Ancak kanımca dünya kapitalizminin saldırgan yönelimi 1989-91 dönemecinde aldığı itilimden yaklaşık on yıl sonra kimi düzeltmelere ihtiyaç duyurmuşsa bile, bu düzeltmelerin ciddi bir revizyon biçimini alma olasılığı 11 Eylül 2001’le birlikte azalmıştır. Bitmeyecektir; ve her dönemeçte, kah emperyalizmin merkezi kontrol yeteneğini tahkim etmek amacıyla, kah emperyalistler arası rekabetin yan ürünü olarak, kah tek tek emperyalist merkezlerin iç siyasal süreçlerindeki dalgalanmalar sonucu yeniden ve yeniden doğacaktır. Hatta bu yeniden doğuşların yürürlükteki militarist programa kimi unsurlarını devretmesi, yukarıdaki alıntılarda ortaya atıldığı gibi bir ülkede aşırı yıpranan ulus-devlet, hukuksallık gibi başlıklarda tadilata gidilmesi imkansız da değildir. Ama reformizmin veya revizyonizmin iktidara gelme şansı görünürde yoktur. Zira savaş çıkarma kapasitesi yüksek olan ABD’nin ekonomik varoluşuyla militarizm arasında çok yakın bir bağ var. ABD’nin ekonomik varlığı ise kapitalist sistemin bütününü bağlıyor.
Bir de dünya kapitalizminin işleyişinde ezilenler, yoksullar, emekçiler için köklü değişim arzusunda olanlar var ki, bu yazının ilgi alanında daha fazla yer tutacaklar.
Keynes geri gelse
Bağımsız ve kalkınmacı bir ekonomik model önerisini ve bu çerçevede geliştirilen programları Türkiye kamuoyu 2001 baharındaki sert krizin ardından tanıdı. Sol sosyal bilimci ve iktisatçıların, sendikalardan destek gören, Emek Platformu’na mal edilen açılımlarının bir özelliği, verili IMF patentli yaklaşımlar içinde hayat şansı olmayan radikallikleriydi.
Bu anlamda mevcut uygulamalarda ciddi bir rota değişimi öngören önerilerin, Marksizm açısından sorunlu yanı, bağımsızlık ve kalkınma problematikleri kapitalizm tarafından tüm dünyada reddedilirken, kapitalizmi değil yalnızca egemen çizgiyi eleştirerek yol alınabileceğini vaaz etmeleridir.
Burada yüzeysel bir “devrimcilik” yapacak değilim; adlandırmalar bir dizi koşula bağlı olarak farklılaşabilir, önemsizleşebilir. Venezuela’da Chavez iktidarının anti-kapitalist uygulama ve söylemini devrimci-sosyalist bir eksene oturtmaması, işbirlikçilik, ülke ekonomisine yararlılık gibi bilimselliği pek tartışmalı ama ideolojik açıdan güçlü kriterlere başvurması, kısa yoldan karşı çıkılabilir bir tercih değil. Politik ve ideolojik mücadelede kapitalist egemenliğin sınırlarını zorlayan birçok taktik ve söylem geliştirilebilir. Hele bugün sistemin hayli katı çizgiler üzerine oturması, esneme olasılığının ihmal edilebilir ölçüde az olması, emekçi sınıfların tarihsel kazanımları yüzyıldan daha geriye götürmesi, ılımlı, “emek eksenli” taleplerin kapitalizmin ötesine uzanma gücünü de arttırıyor. Düzenin sınırlarının zorlanması, kimi konjonktürlerde “geçiş” yollarını döşeyebilir…
Ama içeriği ve söylemi devrimci ve sosyalist olmayan bir kapitalizm eleştirisinin bilimsel doğruluğu ve gerçekçiliği her zaman tartışma konusu edilebilir, edilmelidir. Örneğin bağımlı bir kapitalist ülkede solun iç ve dış borçların ödenmemesini istemesi ile bunların yeniden yapılandırılmasını önermesi arasında açık bir doğru-yanlış farkı vardır. İlginç olan şu ki, bugün kapitalist merkezler borçların yeniden yapılandırılmasını yalnızca bağımlılığın daha derinleşmesi, dolayısıyla kalkınamama halinin garanti altına alınması koşuluyla kabul edeceklerdir!
Venezuela’yı farklı kılan çok temel bir unsur ise burjuvazi ve düzeni yok edilmemişse bile siyasi iktidarın el değiştirmiş olmasıdır.
Kapitalizm koşullarında kalkınma ve bağımsızlık vizyonu, aslında John Maynard Keynes’in yeniden doğması için dua etmektir!
“Gelişmiş kapitalist ekonomiyi, yani dünya sisteminin merkezindeki bir ekonomiyi ayırt eden özellik, bunun kendi dinamiğiyle, yani kendi toplumsal ve teknolojik değişmelerinin itkisiyle gelişmesidir. Gelişmiş kapitalist ekonomi kendi içinde eklemlenmiştir (sektörleri birbirini tamamlar), dolayısıyla kendini sürdürebilir (az çok) bir bütün teşkil eder. Başka bir özellik, bu ekonominin toplumun bütün sınıflarının temel ihtiyaçlarını karşılamaya muktedir olmasıdır. Bu ekonomilerde talep yetmezliğinden kaynaklanan iktisadi bunalımları aşmak için, gerektiğinde Keynesci sosyal refah politikası uygulamak mümkündür. Merkez ülkelerde devlet yerli üretim güçlerini geliştirir, sermaye birikimi sürecini destekler ve dış iktisadi ilişkileri yerli birikim ihtiyacına göre tanzim eder.”5
Değerli iktisatçı Cem Somel’in gelişmiş kapitalist ülkeler için yaptığı bu değerlendirmeyi akılda tutup, bağımlı ve azgelişmiş ekonomiler faslına baktığımızda, kritik eşiğin bağımsızlık ve “milli devlet”le geçildiğini görürüz:
“(…) imzalanmış anlaşmalardaki boşluklardan yararlanmak, anlaşmaların yeniden yorumlanması veya müzakeresi için diplomatik girişimler yapmak, gümrük-dışı engelleme gibi yöntemlere başvurmak, ekonominin üretici güçlerini geliştirmeyi üstlenen devletin görevidir. Bağımsız kalkınma amacı güden devlet, gümrük-dışı engelleme yapmak ve sınai istihbarat toplatmak gibi, ülkeler arasında eşit olmayan kaynak dağılımını bağıtlayarak hukuk düzenini zorlayan uygulamalara başvurmak zorundadır; gelişmiş ülkeler, gereğinde bu gibi ihlallerin hepsini yapmaktadır. Dış iktisadi ilişkilerde eşgüdüm, müzakere ve istihbarat yeteneklerini edinmek, milli devlet inşasının hem gereğidir hem sonucudur. Bağımsız kalkınma teşebbüsü, sert dış yaptırımlarla karşılaşabilir; ancak kalkınmada asıl zorluk, dış engellemeleri aşmadan ziyade, kalkınma yönündeki iradenin iktidarda oluşması noktasında belirmektedir.”6
Açıkçası, son cümlede kurulan siyasal irade/iktidar bağlantısı bana biraz çekingen geldi. Bütün bu program ve önlemlere başvuracak olan “milli devlet”in neden eski anlaşmaların boşluğunu aramak zorunda olduğunu anlamakta kendi payıma zorluk çekiyorum. İrade ve iktidarın hedefinin boşluk yakalamak değil bağımlılık anlaşmalarını toptan geçersizleştirmek olması daha tutarlı olmakla kalmaz; daha olası, gerçekçi, uygulanabilir de olur. Günümüzün bağımlılık zinciri kırılamaz değildir. Ama halkalarının arasından geçmek son derece güçtür.
Sonra, her devletin sınıf karakteri yok mudur? Milli devlet adı iktidarın sınıf içeriği açısından sıfır noktasında değildir, elbette. Burjuvazilerin sonsuz bir işbirlikçilik batağına gömüldükleri bir çağda, olsa olsa emekçilerin iktidarının, yukarıdaki analizde kullanılan anti-emperyalist anlamıyla “ulusal” özellikler taşıyacağı doğrudur. Ancak bunun açıkça ifade edilmemesi, işçi sınıfı iktidarı olmaksızın da bağımsızlık ve kalkınma yolunda ilerlenebileceği görüşünü bir olasılık olarak kayda geçirmek anlamına gelir.
Biraz önce değindiğim için mecburen ve doğal olarak akıllara Venezuela gelebilir. Soran olursa, yanıtım, Latin Amerika ile Türkiye topraklarının farkını temel alacaktır. Türkiye’de, egemen güçlerin bir parçası olan asker ve sivil bürokrasiden bağımsızlıkçı bir kopuşla emekçilere yönelmek beklenemez, beklenmemelidir. Türkiye’de 12 Mart 1971’de kapanan defterin üstüne Latin Amerika’da ordu kökenli bir devrimci tarih yazmaktadır.
Aktarmalar yetersiz kalmış olabilir ve bu durum örnek olarak göndermede bulunduğum yazarın tezlerini fazla zorladığımı (kaynağı okumamış okurlara) düşündürtebilir…
Hayır, zorlamıyorum.
Zira yazarın pozitif örneği Güney Kore’dir. Makalede bu ülke bağımsız kalkınmanın pozitif örneği olarak sunulmaktadır. Keynes’in azgelişmiş dünyadaki yeni doğum yeri Güney Kore. Açıkçası Türkiye’nin ihtiyacı ve biricik çıkış yolunun bağımsız ve kalkınmacı özellikler taşıması gerektiğine ne denli inanıyorsam, bu yolun Güney Kore’ye benzemesinden de o kadar korkarım! Kore halkının sosyalizme gitmekten alıkonan bölümünün yaşadığı ülkenin, tam da sosyalizm ile rekabet nedeniyle dünya kapitalizmi tarafından kalkındırıldığını, üstelik bu sürecin zapturapt altına alınan emekçi yığınlarının ucuz işgücü üzerinde yükseldiğini biliyoruz. Güney Kore’nin emperyalist bağımlılığı bir biçimde atlatarak kendi önünü açmasını inandırıcı bulamıyorum. Hele bağımlılık ilişkilerinin son derece giriftleştiği, tek tek ülkelerin iç dinamiklerinin ağır kuşatma altına alındığı günümüzde…
Genelleştirirsek şöyle formüle edebiliriz: Kategorik olarak ve tanımı gereği kaynakları yağmalanan, emek gücü daha büyük bir şiddetle sömürülen, stratejik kararlarını kendi çıkarları yönünde alma ehliyetini yitiren azgelişmiş ülkeler, anti-emperyalist bir kopuş olmaksızın bağımsızlıkçı ve kalkınmacı bir konumlanış alamazlar.7 Dahası, anti-emperyalist kopuşun kararlılığını belirleyecek olan sosyalizmin ağırlığından başka bir şey değildir. Hele bağımlılık olgusunun sömürge ilişkilerine benzediği günümüzde…
Bağımlılık demişken, bu olgunun aslında günümüzün gelişmiş kapitalist ülkelerinin tarihinde de çeşitli görüngüler yoluyla geçerli olduğunu not etmekte yarar var. Metropol kapitalizminde gelişim sürecine abartılı bir bağımsızlık ve kendi kendine yeterlilik atfetmek, azgelişmişliği kapitalist ilişkilere değil bağımlılık haline bağlayan yaklaşımların özelliğidir. Somel’in de sempati beyan ettiği “bağımlılık ekolü” buna örnek oluşturur.
Bu doğru değildir. Kapitalizmin beşiği İngiltere’nin sermaye birikiminde, deniz aşırı ülkelerin yağmalanması ihmal edilemez bir kaynak işlevi görmüştür. İkinci Savaş sonrasında başta Almanya olmak üzere bütün Batı Avrupa adeta bir uluslararası kampanya halinde yeniden kalkındırılmıştır. Bugün ABD ekonomisi sürekli kaynak girişiyle devreyi kapatabilmektedir. Özetle yukarıdaki bir alıntıda geçen “kendi içinde eklemlenme”, “sektörlerin birbirini tamamlaması” gibi tarifler gelişmiş kapitalist ülkelerin tarihsel somut gerçekliğini değil, gelişmişliğin soyutlamasını anlatabilir yalnızca. Denebilir ki, gelişmişlik “muhtaç olmamayı” gerektirir ve bir ülkenin gelişmiş olup olmadığını yargılayabilmek için bir kriter de kendi içinde eklemlenen bir yapının varlığı, sektörlerin tamamlayıcılık özelliğidir vb. Ancak bu soyutlamada tartı sağlam tutulmalı, olsa olsa insanlığın kapitalizm öncesi zamanlarında, o da coğrafya gibi çeşitli maddi nedenlerle kendini yalıtabilen ülkeler için bu tip bir otarşik bağımsızlığın “somutlanabileceği” unutulmamalıdır. Doğrusu, çağımızın ilericileri kapitalizm bir dünya sistemi olduktan sonra yüzü geriye dönük bir hayale dönüşen otarşiyi değil emperyalizmden bağımsızlığı savunurlar. Emperyalizmden bağımsızlık ülkenin ilanihaye kendine yetmesi için değil, sosyalizm sürecinde toplumlar arasında eşit ve tamamlayıcı ilişkiler kurmanın yolunu açması için anlamlandırılmalıdır.
Aslında tam otarşik sosyal refah ekonomisinin mimarı bir Keynes hiç yaşamamıştır! Ama yaşamış olsaydı bile bugün bazı Marksistlerin Keynes’in ruhunu çağırmak için masa başına sıralanmaları gerekmezdi.
AB yolu Avrasya yolu…
“Avrupa’nın her yerinde halklar sosyal boyutlar içermesini istedikleri Avrupa projesinden çok farklı bir vizyona sahiptir ve dünyanın geri kalan kısmı ile ilişkilerinde, AB’nin yönelişlerini büyük bir çoğunlukla şiddetle eleştirirken ifade etmiş oldukları gibi hukuk ve adaletle idare edilmek istemektedirler. Eğer ‘eski Avrupa’nın bu hümanist ve demokratik kültürü hakim olursa, ki bu mümkündür, o zaman Avrupa, Rusya, Çin, Asya’nın tamamı ve tüm Afrika arasında meydana gelecek otantik bir birleşme, üzerine çok-merkezli, demokratik ve barışçı bir dünyanın kurulabileceği bir zemin oluşturabilir.”8
Bu umutlar Samir Amin’e aittir. “Otantik” birleşmenin ABD’yi sindireceğini ummak benzeri yaklaşımların ortak paydası. Amin ve benzeri düşünce sahiplerinin, bir kere “eski Avrupa”nın “reel sosyalizm çağının Avrupa’sı” olduğunu hiç anlamadıkları görülüyor. Çağ değiştikten sonra Avrupa’nın sosyalizm ile rekabet ihtiyacı geri düşmüş, ABD ile yarış başlamıştır. Reel sosyalizm ile rekabet eden Avrupa sosyal devletin, örgütlü işçi sınıfının, aydınlanmacı aydınların, arayışçı sanat akımlarının kıtasıdır. ABD ile yarışan Avrupa Danimarkalı provokasyon karikatüristlerinin, Nazi eskisi papaların, göçmen işçi emeğini kölelik koşullarında kullanan yağmacı kapitalistlerin, iç organ ticaretinin egemenliğindedir. Eski Avrupa’nın hümanist ve demokratik kültürü, 19. yüzyılın devrimci burjuvazisinin açtığı yola yığınak yapan ve geri gitmeyen işçi sınıfı hareketinin ve insanlığın kazanımlarının geri çekilmesine fren koyan reel sosyalizmin eseridir. Avrupa içinde bulunduğumuz dönem, statik fotoğraf anlamında değil ama değişimin yönü açısından değerlendirildiğinde dünyanın en gerici(leşen) bölgesidir.9
Putin Rusya’sının Yeltsin’in tasfiye etmeye çalıştığı Rusya’dan farklı olduğu açıktır. Ama bu farklılık Rusya’da daha on beş yaşında ve başka yerlerde olduğu gibi devrimle değil karşı-devrimle doğmuş bir burjuvazinin hüküm sürdüğünü nasıl göz ardı ettirebilir?
Çin, komünist parti yönetiminde kapitalist restorasyon yaşayan ve ne kapitalistleşmeye, ne sosyalist iktidar deneyimine model oluşturamayacak denli özgün bir ülkedir. Ucuz emek gücüne dayalı bir rekabet üstünlüğüyle dünya ticaretine ağırlık koyan Çin dahil, bu toplamdan çok-merkezli demokratik ve barışçı bir dünya çıkmaz.
Amin’in “reform programını” da özetleyerek aktarmak istiyorum:
·‘Pazar paylarını’ ve pazara erişmenin kurallarını yeniden müzakere etmek, yani Dünya Ticaret Örgütü’ne meydan okumak.
·Finansal spekülasyonun tahakkümüne son vermek ve yatırımları daha üretken faaliyetlere yöneltmek.
·Parasal sistemleri yeniden müzakere etmek, yani IMF’ye, dolar standardına, serbest kur rejimine meydan okumak.
·Dünya ölçeğinde vergileme sistemi kurmak.
·Yerküreyi silahsızlandırmak, ABD üslerini sökmek.10
Avrupalı, Avrasyalı ve ulus-ötesi bir mücadeleden söz ediyoruz. Gelenek’te küreselleşme karşıtı veya alternatif-küreselleşmeci perspektiflerin siyasal iktidar hedefini iptal ederek emperyalist egemenliğe lojistik destek vermelerini çok kez ele aldık. Burada dikkat çekmek istediğim iki nokta var. Birincisi, bu tür programlarda, küreselleşme karşıtlığına atfedilen anti-kapitalist nitelik yok. İkincisi ise, gerçekçi ve uygulanabilir olduğu savlanan ve bu yolla savunulan bu tür programların lafta kalmaya mahkum olmaları. Kapitalizmin uluslararası kurumsal yapısına meydan okumanın biricik yolu bu yapı tarafından belirlenen “dünya”dan kopuş sürecine girmektir. Borsa sistemini ülkeden dışlamaksızın mali sermayenin yağma tasarımlarından nasıl kurtulabilinir? Parasal sistemleri müzakere etmek için öncelikle dış ticaretini ve kambiyo rejimini devlet tekeline alan bir siyasal iktidarın varlığı gerekir. Sermayeyi vergiden bağışık hale getirerek kaynak aktarımında yeni sıçramalar örgütleyen çağdaş kapitalizm ile “halklar”ın yararına bir vergi sistemi kurma fikrinin nasıl bir gerçekliği olabilir? NATO’dan çıkışı önüne koyan ülkelerin sayısı artmadan, emperyalist işgal ve tehditleri geri püskürten rejimler oluşturmadan kim hangi üssü sökecektir?
Anti-kapitalizmden özenle kaçınan bu tür programların makul, emperyalizmi geriletecek ve emekçi halkların önünü açacak maddeleri ise düpedüz sosyalist iktidarları öngerektirmektedir.
Reform programı tamlamasını sık kullandığımın farkındayım. Türkiye’de sol aydınların emeğine dayanan ve sendikaların (ya da sendikal bürokrasilerin) desteğini taşıyan programların buradaki örnekten çok daha ileri olduğunu not etmeliyim.11
Oysa Amin örneğinde şu tür saptamalar veri alınmaktadır: “Üçüncü dünya ülkelerinin kesinlikle, bazılarının geçmişte yapmış oldukları gibi, her türlü yabancı yatırıma kapılarını kapatma gibi bir düşünceleri yoktur. Tam aksine, doğrudan yatırımlar ısrarla istenir.”12 Veri alınan, yani üzerine politika bina edilen emperyalist-kapitalist sistemin bağımlı, işbirlikçi ve pazarlıkçı rejimlerinden başkası değildir!
21. yüzyıl kapitalizminin “tarihsel ilerleme” sayılması gereken kaç yeni icraatı olduğuna daha sonra geleceğiz. Burada üçüncü dünyaya bu kadar değinmişken “dinamik” bir parantez açmanın zamanıdır.
Eylül 2006’da Havana’da toplanan Bağlantısızlar Hareketi Zirvesi’nde yeni bir rüzgarın estiği anlaşılmaktadır. Bu toplantının analiz yeri burası değil. Ancak emperyalizm/kapitalizm eleştirisinin Dünya Sosyal Forumu’nda bulduğu platformlara, belki bundan çok daha heterojen ama kuşkusuz siyasal açıdan daha ciddi ve ağırlıklı bir yenisinin eklendiğini söyleyebiliriz. Küba-Venezuela-Bolivya üçgeninin kattığı renk önemlidir. Bu platformun ülkelere, siyasal iktidarlara ayağını basıyor olması önemlidir… Henüz daha fazlasını dillendirmek için erken olabilir, ama dünyanın direnç veya kopuş coğrafyalarının bu tür platformların kattığı ivmeyle etkisini arttırması, hedef büyütmesi ciddi bir olasılıktır. Bu yönde alınan mesafe dünya kapitalizminin iç dengelerini, sistemin bağımlı ve kendilerini değirmen taşları arasına konmuş hisseden ülkelerinin pozisyonunu, Çin ve Rusya gibi ara kuşak güçleri kuşkusuz etkileyecektir. Dünya devrim sürecinin bugünkü konumunda benzeri dinamiklerin uluslararası denklemlerde oynayacakları rol, sürecin daha ileri momentlerinde farklılaşacaktır. Bu farklılaşma olmaksızın sistem içi aktörlere insanlığı özgürleştirme rolü yüklemek ise doğmamış çocuğa don biçmektir. Bu tür spekülatif yaklaşımların sol siyasetle ilgisi yoktur.
Yeni-liberalizm, yeni-muhafazakarlık
Reformist sol varlık zeminini bir de yeni-liberalizm ile yeni-mufazakarlık arasında bulunduğu varsayılan mesafeden almaktadır. Kuşkusuz gerek sosyalizmin ve emekçilerin kazanımlarını temsil eden, gerekse kapitalizmin bir önceki sermaye birikim modelinin gereği olan kamunun korunaklı alanlarının metalaşmaya açılmasının gerici sorumlusu yeni-liberalizm olmuştur. İngiltere’de Thatcher ve ABD’de Reagan dönemleri, yani 80’li onyıl, burjuva akademisinin yaşamın istisnasız bütün alanlarına kârlılık kriteri analizini dayattığı, özelleştirmeciliğin tepe yaptığı, burjuvazinin dağa taşa “her şey satılık” tabelası astığı bir dönemdi.
Bir dönem serbest piyasa altyapısının üzerine, en iyi, demokrasinin yakıştığı iddia edilmiş ve bu görüş etkili de olmuştu. Sonra taşlar yerli yerine oturdu ve piyasa saldırısını dinsel, militarist bir gericilik izledi. Piyasacı demokrasinin karşı-devrimin aksesuarından ibaret olduğu, sermayenin parlamentarizm, yurttaşlık hakları gibi burjuva devrimciliği ile bağlantısı pek de güçlü olmayan öğeleri bile reddetme aşamasına gelmesiyle kanıtlanıyor.13
Yeni-liberalizm ile yeni-muhafazakarlığın arasındaki mesafeyi somut olarak gösteren, Clinton’ın başkanlık yılları ise, bu dönemde Irak’ın düşman ilan edildiği ve Baas rejiminin devrilmesinin devlet politikası olarak öngörüldüğü unutulmamalıdır. Farklılıkları yadsımak için nedenimiz yok, ancak asıl iki akım arasındaki sürekliliği görmemek hata olur.
Küreselleşmenin kaçınılmaz olduğu ama ille de gericilik ve savaş üretmek yerine kontrol altına alınabileceği görüşü sözü edilen iki akımı ayırmaya ihtiyaç duyar. Ulus-devlet kaçınılmaz olarak yıkılmalıdır, ama küllerinden sömürgeleşme değil sivil demokrasi çıkabilir. Sermayenin kâr arayışının zenginler ve yoksullar arasında uçurum yarattığı doğrudur, ama mademki piyasa ve rekabet ekonomide verimlilik sağlamaktadır, kaynak dağılımı, yatırımların etkinliği gibi başlıklar denetlenip yönlendirilmelidir. Küreselleşen dünyada ülkeler entegre olacaksa borç alıp verme ilişkisi kabul edilmeli, ama borçlar yeniden yapılandırılmalıdır… Yeni-liberalizm ile yeni-muhafazakarlık arasındaki farktan bir sürü reform geçirilebilir…
Fark yalnızca reformist hayallere altyapı hizmeti sunmuyor. Belli ki kapitalist merkez ülkelerde egemen güçler tarafından bilinçli olarak kullanılıyor da.
Emperyalizme ve savaşa karşı yükselen tepkilerin politik karşılığının düzen dışı sola kayma tehlikesi, liberalizmi değil ama muhafazakarlığı eleştiren sosyal demokratik akımlarla kesilmek isteniyor. ABD’de muhalefet dinamikleri Demokratlara kanalize oluyor…
Muhafazakar-liberal tasnifi bir de ABD-AB ayrımında kendini gösteriyor. Çoğunlukla reformizm iki emperyalist odağın arasındaki bir hortum yardımıyla nefes alıp veriyor. AB’nin dünyanın herhangi bir sıcak bölgesinde ABD politikalarını durdurmak ve değiştirmek için tutum aldığını ise tek bir örnekte bile göremiyoruz. AB, 2006 yazında Ortadoğu’da yaşandığı gibi, Washington’dan kendisine de alan bırakmasını istiyor ve bulabileceği alanlara yerleşme umuduyla başı çeken emperyalist gücün dümen suyundan yola devam ediyor. AB’nin, etkisi çok tartışmalı olmakla birlikte ABD üzerinde kurmaya çalıştığı kontrol mekanizmaları pastadan pay alma amaçlıdır. Bu tür bir kontrolün, etkin olması durumunda bile, emperyalist basınçları ve gericiliği frenlemesi söz konusu olmayacaktır.
Reform beklentisini toptan reddetmek gerekmekle birlikte, emperyalist rekabetin olası sonuçları ihmal edilmemelidir. Rekabetin sayısız konjonktürde sola ve işçi sınıfına olanak sağladığı doğrudur. Ancak olanakları değerlendirebilmek için önce solun kendi ayakları üzerine basması, emperyalist taraflardan birinin kucağında durmaktan vazgeçmesi gerekir.
İmparator kucağı
Küreselleşme solunun hata rekoru imparatorluk teorisiyle kırıldı. Demokrasi beşiği(!) Avrupa’dan beklentileri anlamak hiç olmazsa pratikte daha kolaydır. Oysa bugün sol iddialarla ABD kucağına oturmaya bir ad vermek bile imkansız.
Hardt ve Negri’nin tezi altıncı yaşında rekoru elde tutuyor. İmparatorluk sözcüğünü eski çağların vahşetini anıştırmak üzere kullananları, örneğin Fidel Castro’yu ayıralım; Hardt-Negri’nin imparatorluk analizi düpedüz Amerikancıdır. Bir kere ele alınan bir güce dev aynası tutmak, psikolojik savaş yöntemidir. Söz konusu gücün muhaliflerine çaresizlik ve demoralizasyon aşılamaya yarar.
Yazarlar bunu öyle gizli kapaklı değil açık açık yaparlar: “İmparatorluğun kuruluşuyla iktidarın ‘dışında bir şey’ kalmamıştır, dolayısıyla -zayıf halkadan küresel gücün eklem yerlerinin kırılgan olduğu dışsal bir noktayı anlıyorsak- artık zayıf halkalar da yoktur.” Sistemin delinebileceği bir yumuşak karnın kalmadığı iddiası kadar saçma bir tez olabilir mi? Dünyadaki çelişki farklılaşması, kıtalar ve ülkeler arasındaki uçurumları azaltmamakta, tam tersine derinleşmekteyken kapitalizmin bir homojenlik tesis ettiği düşüncesi son derece temelsiz kalmaktadır. Bu analize inanan bir solun mücadelesini yeniden anlamlandırması gerekecektir. Köklü bir değişimin olanaksız ilan edilmesiyle yaratılan demoralizasyon, kazanım elde etmenin çok basitleştiği yolunda bir tezle telafi edilmek istenir: “her mücadele İmparatorluğun kalbine, kuvvetini aldığı yere saldırmalıdır. Ama bu gerçek, sanki sadece Washington, Cenevre ya da Tokyo’daki toplumsal hareketler İmparatorluğun kalbine saplanabilirmiş gibi, herhangi bir coğrafi bölgeye ayrıcalıklı bir konum kazandırmıyor. Aksine, imparatorluğun kuruluşu ve ekonomik ve kültürel ilişkilerin küreselleşmesi demek, imparatorluğun merkezine her noktadan saldırılabilir anlamına gelir.”14
Kazanılacak olan artık bir siyasal iktidar değildir. “Zaten siyasal iktidar da yok” görüşü dünyanın dört bir yanını kana bulayan sömürücü burjuva iktidarını mazur göstermekten başka ne anlama gelebilir!
Ancak olası gündelik kazanımların tatmin etmeyeceği sola gelecek için umut verilmelidir. Bu da Amerikan çağının bu yeni emperyal biçiminin sol açısından olanakları arttıracağıdır.
Bir kere ABD hegemonyası, Avrupa’nın tam karşıtı olarak neredeyse sınıfsız toplumun işine el atmakta ve siyaset-toplum işbölümünü silmektedir: İddiaya göre modern Avrupa’nın egemenlik kavramları “politik iktidarı aşkın bir aleme havale eden ve böylelikle iktidarın kaynaklarını halktan uzaklaştıran ve halka yabancılaştıran” mekanizmalar öngörür. Oysa ABD siyasal sisteminde “egemenlik kavramı tamamen toplumun içindeki bir iktidara” referansta bulunmaktadır. “Politika topluma karşı bir şey değildir, tersine toplumu bütünler ve tamamlar.”15 Bu görüşün bir hayal dünyasına ait olduğu açıktır. Ama bunun ötesinde, sınıflı toplumların hüküm sürdüğü dünyada siyasetin çözülüşünü beklemek ile komünistlik iddiasındaki yazarların kitabını 21. yüzyılın Manifestosu olarak pazarlamak son derece uyumsuzdur. Manifesto ve komünistlik Marksizm, tarihsellik, diyalektik referanslarını gereksinir. Burada bunların reddi vardır.
Bu tezin reddi kolay değildir. Zira İmparatorluk, gerçek dünyayla karşı karşıya getirilememek üzere dizayn edilmiştir. Yanlışlanmayı olanaksızlaştıran bu bilim-dışı yönteme göre, her uygunsuz örnek imparatorluğun karşıtı olarak sunulan emperyalizmin ürünüdür. Birinci Dünya Savaşından sonra ABD’nin anayasacı, barışçı projelerinden çıka çıka emperyalist hegemonyanın el değiştireceği bir süreç çıktı, diyemezsiniz. Çünkü yazarlar ABD’nin barış imparatorluğunun Avrupalı emperyalistlerce reddedildiğini söyleyeceklerdir.
Vietnam’a işaret edemezsiniz, orada ABD, Avrupa tarzı eski emperyalizmin yolunu takip ederek, Fransız sömürgeciliğinden kopya çekerek yanlış yapmıştır…
Ancak bu ucuz numara ABD güncelliğine gelindiğinde sökmemekte ve Amerikancılık itiraf ve ilan edilmektedir:
“Körfez Savaşı’nın önemi ABD’nin, kendi ulusal saiklerinden hareketle değil; küresel hak adına, uluslararası adaleti sağlayabilecek tek güç olarak tarih sahnesine çıkışından gelir. Kuşkusuz, daha önce de birçok güç olur olmaz evrensel çıkarlar için hareket ettiği iddiasında bulunmuştu, ama ABD’nin bu yeni rolü farklıdır… Burada Wilson’la başlamış olan anayasal süreç sonunda olgunlaşmış ve yeniden ortaya çıkmıştır. Haiti’den İran Körfezi’ne ve Somali’den Bosna’ya kadar yüzyıl sonundaki bütün bölgesel çatışmalarda, ABD’nin askeri müdahalesi istenmiştir ve bu çağrılar sadece ABD’nin halk muhalefetini etkisiz hale getirmek için uydurduğu şeyler değildir; bunlar gerçek ve açıktır.”16
Geri dönelim; ABD egemenliğinin solun olanaklarını zenginleştirdiği görüşüne somut dayanaklar beklemek beyhudedir. İsterseniz bakalım:
“(…) bu yeni emperyal alan yaratım ve özgürlük için daha büyük imkanlar sağlamaktadır. Çokluk, karşı-olma istenci ve özgürlük arzusuyla, öte tarafından çıkmak üzere İmparatorluğa yüklenmelidir.”17
Veya:
“İmparatorluk modern iktidar rejimlerinden daha büyük bir devrim potansiyeli yaratır, çünkü İmparatorluk komuta mekanizması yanında bize bir de alternatif sunar; bu alternatif, bütün sömürülenler ve ezilenler, imparatorluğa doğrudan karşı olan ve İmparatorlukla arasında hiçbir dolayım olmayan bir çokluktur.”18
Bu pasajlar mücadele eden veya etmek isteyen gerçek insanların, gerçek kitlelerin akıllarında herhangi bir somutluk yaratamamaları için uydurulmuşa benzemiyor mu?
Kasıtlı çarpıtmanın doruk noktası emekçiler, ezilenler için önde gelen yeni tip mücadelenin emek göçü olarak sunulması. İnsanların yaşadıkları yeri terk etmelerini biz hep büyük acılarla, çaresizliklerle bağlantılı olarak tasarlardık. Emperyal post-modernliğin baş aşağı çevrili sahnesinde göçün güçlü bir sınıf mücadelesi biçimine dönüştüğünü öğreniyoruz. “Hareketlilik ve kitlesel işçi göçü her zaman bir ret ve bir özgürlük arayışının ifadesi” olduğundan bugün “Dünyanın üzerinde (…) göç hayaleti”nin dolaştığı söylenebilmektedir.19
Oysa işgücü hareketleri konusunda iki eğilim eşanlı olarak işbaşındadır. Birincisi işgücü hareketini sınırlama eğilimidir:
“Özellikle kısa vadeli ve spekülatif sermaye hareketlerinin olağanüstü boyutlarda arttığı bu dönemde, çevre ile metropoller arasındaki emek hareketleri (19.yüzyılın aksine) giderek engellenmektedir. Sermayenin bu koşullarda uluslararasılaşması ile emeğin ulusal ekonomilerin sınırları içinde ‘tutsak’ kılınması ekonomik, politik ve ideolojik sonuçlar getirir.”20
Yeri gelmişken; Boratav özetle ekonomik sonuçları emekçilerin yoksullaşması, politik sonuçları devletin baskıcı işlevlere daralması,21 ideolojik sonuçları da “beynelmilelci” burjuvazi ile “ulusal” kesimler arasında kutuplaşma22 olarak görüyor.
İkinci eğilim ise emeğin hapishanede tünel kazmasıdır. Dünya kapitalist sistemi bir piramide benzetilebilirse, her kademesinde üst basamaklara kaçış çabası var. Kuşkusuz emekçi nüfusunun büyük kısmı yerinden kıpırdayamayacaktır. Ancak kaçışına sermaye tarafından imkan verilen veya sermaye devletlerince göz yumulan emek gücü mutlak anlamıyla çok büyük değerlere ulaşmaktadır. Yasadışı göçmenlerin çıktıkları üst basamakta eski koşullara göre daha iyi bir yaşam standardı yakalaması mümkündür. Ancak ölümü görüp sıtmaya razı olan bu emekçilerin durumu, kapitalizmin insanlıktan çıkışını temsil etmektedir. Bunu bir özgürleşme süreci olarak gösterenlerin “kasıtlı” oldukları rahatlıkla söylenmelidir. Teorik olarak ise bu durum artık kapitalizmin emperyalist çağda edindiği bir karakteristiği hatırlamamızı zorunlu hale getirmektedir.
İki kapitalizm
Marx ve Engels’in kapitalizmin doğuşuna ilişkin analizlerinin tarihsel ilerleme kavramını baş köşeye oturttuğunu biliyoruz. İnsanoğlunda ne büyük yaralar açmış olursa olsun, tarih, işçi sınıfı kişiliğinde bütün insanlığın kurtarıcısını yaratmaktadır. Sürece öznel açıdan pozitif bir yargı katıp katmamak ayrı konu, ama nesnel anlamda ortada bir ilerleme olduğu açıktır.
Peki nereye kadar?
Bu süreç 1848 devrimlerinde burjuvazinin, kendisinin sahneye davet ettiği proletaryadan ürkerek devrimine ihanet etmesiyle kapanmış olabilir mi? Yoksa kritik moment, yine burjuva devriminin görkemli dalgasını devralan işçi sınıfının ilk iktidar deneyinin kanla boğulduğu 1871 Komünü müdür?
Lenin’in bu olguların farkında olmadığını kimse söyleyemez. Ancak Lenin kapitalizmin tarihin çarklarını ileriye çevirme ehliyetini yitirdiği momentle değil, nitel dönüşümün nedenselliğiyle ilgilenmişti. Emperyalizm analizinin kritik çıktısı budur. Emperyalist dönemde kapitalizm tarihi ileriye taşıma eğilimini terk eder ve tam tersine ilerici dinamikleri tasfiye veya engelleme misyonuyla donanır.
Burjuvazinin Avrupa’da bile henüz devrim adına yapacağı çok şey olan bir çağda, eski düzenin sınıflarıyla (İngiltere’nin kapitalistleşmesi sürecinde) uzlaşma yoluna girmesi ya da işçi sınıfına karşı-devrim silahını çekerken eski düzenin kurumlarına, ideolojilerine sırtını dayaması mümkün olmuş ve bu ters örnekler Marksistleri kapitalizmin bir tarihsel ilerleme olarak taşıdığı anlamdan kuşku duymaya sevk etmemişti. Emperyalist dönemde de burjuvazinin dünyanın şu veya bu yöresinde farklı düzeylerde ilericiler üretmesinde ne şaşacak bir şey vardır, ne de bu durum işçi sınıfının devrimin bayrağını burjuvaziye iade etmesini gerektirmiştir.
Kapitalizmin rekabetçi ve tekelci aşamaları arasında uyumsuz örneklere geçit vermeyen bir turnike yok. Ama doğrultu farklılaşması var. Emperyalizm, bütün türleriyle gericilik eğiliminin öne çıkmasıdır.
Bu değişim düz bir çizgi üzerinde yükselmemekte, sıçramalı bir eğri çizmektedir. Savaş ve kriz koşulları gericiliği yukarı doğru sıçratır. Birinci paylaşım savaşının gericilik dalgası 1917’den 20’lerin ilk yıllarına kadar süren devrim dönemiyle dengelenmiştir. Faşizmi ve ikinci savaş gericiliğini, Anayurt savunması, direniş hareketleri ve halk demokrasilerinin kurulması durdurmuş, eğri bu mücadelelerle aşağı çekilmiştir. Sosyalizmin uğradığı karşı-devrime gericiliğin yükselişiyle birlikte ulaşılmış ve karşı-devrim gericiliği daha da güçlendirmiştir. Şimdi bu yükselişin kapitalizmin içsel dinamikleriyle, burjuvazilerin tercihleriyle değil karşı mücadelelerin sonucunda oluşan uluslararası yeni güç dengeleriyle durdurulması mümkün olabilir.
Bugün gericilik üst sınırlarını zorlamaktadır.
Peki kapitalizmin tarihsel ilerlemenin lokomotifi olma misyonuna ne olmuştur?
Bu noktada kapitalizmin ilerletme yeteneğinin ihmal ve göz ardı edilmesinden doğacak hatalar, bu yeteneğin abartılarak emekçilerin temelsiz beklentilere sevk edilmesinden doğacak hataların yanında önemsizdir. İlle de hata yapmak gerekmiyor, ama emperyalist dönemde ve üstelik gericilik dalgasının karşı ağırlıklarla dengelenemediği bir evrede Marksist gözlemci nesnel gelişmelerin ilerici rolüne değil deforme edici, geriletici etkilerine bakmalıdır.
Tarım teknolojilerinin geliştiği doğrudur; ama bu teknolojilerin insanlığa daha sağlıklı beslenme olanakları sunduğu nerede görülmüştür? Afrika’nın açlık sorunu çağdaş kapitalizmin ilerleme diye pazarladığı gelişmelerin sonucudur. Metalaşma süreci bir zamanlar toplumlara büyük devrimci değişimler sunarken, şimdi birçok Üçüncü Dünya yoksulu bebeklerini zengin batılılara satmakta, on yaşını ancak bulmuş milyonlarca çocuk fuhuş pazarına arz edilmektedir. Sanayi-sonrası başlığı altında düzülen güzellemeler, kapitalizmin üretim temelinden uzaklaşmasını ve üretici güçlerin üretici olmayan alanlarda kullanılarak tahrip edilmesini örtmeye yarıyor. İçinde yaşadığımız kapitalizm insanlık tarihinin bugüne dek hiç tanık olmadığı ölçüde bir kaynak ve emek israfıdır. Bir bütün olarak kapitalizm, insan toplumlarının gereksinimleri daha fazla karşılayan, gereksinimleri bir uygarlaşma süreci içinde dönüştürerek geliştiren ve bunlar sayesinde kârların realize olduğu bir sistem olarak bilinir. Bu çember kırılmıştır. Küreselleşme kavramı kırığı örtmekten öte bir anlama sahip değildir:
“OECD ülkelerinin 1959-70 arası ortalama büyüme hızı yüzde 4.8 iken 1970-94 arası yüzde 2.8’e düşmüştür. Son yıllarda iyice belirginleşen uluslararasılaşma eğilimleri, bize kalırsa sermayenin büyüme hızındaki bu yüzde 42’lik olağanüstü düşüşe bulduğu yayılmacı çözüm arayışının somut ifadesi olarak değerlendirilmelidir.”23
Yani sermayenin uluslararası niteliğindeki artış ve dolaşım hızındaki patlama, gerçek durumu ölçmeye kuşkusuz çok daha uygun olan büyüme hızında gözlenen büyük kriz potansiyelini kontrol altına almaya yaramaktadır. Küreselleşme edebiyatı ise, ancak kriz karşıtı önlemleri yeni bir kapitalist devrim olarak yutturmayı becerdiği için tebrik edilebilir!
Şimdi “tebrik mesajları”:
“Gerçekten de Globalleşme esas olarak ideolojik bir kavram; sınıf mücadelesinde ve gelişmiş ülkelerin hegemonya mücadelesinde kullanılan bir silah. Bu yüzden bence, dünyayı anlamak için bu kavrama hemen hiç gerek yok. Emperyalizm kavramı, hem globalleşme kavramının ifade ettiği süreçleri, hem de daha fazlasını kapsıyor ve böylece gerçekliğin daha doğruya yakın bir resmini bize verme gücünü hâlâ taşıyor, dünyayı değiştirmek için bir şeyler yapabilme olanağını da…”24
“Birkaç on yıldır yaşananların ardında dünya kapitalizminin bunalımının bulunduğunu vurgulamak neden bu kadar önemli?
“Çünkü bunalım vurgusu, kapitalizmin iç çelişkilerine yapılan bir vurgudur. Buna karşın ‘küreselleşme’ kavramı, devrimci olanaklara işaret etmemenin ötesinde, ‘küreselleşme karşıtlığı’ ve ‘küresel direniş’ türü içi boş formülasyonların popülerlik kazanmasına yardımcı olmaktadır.”25
Tekrarlayalım, küreselleşme kavramı ve analizi dünya kapitalizminin bunalım dinamiklerinin üstüne konmuş süslü bir örtüdür. Kapitalizm insanlığın ilerlemesine objektif olarak hizmet etmek yerine üretici güçleri sürekli olarak tahrip etme ve geleceğe set çekme işlevleriyle donanmıştır. Bunun gözden kaçırıldığı her nokta reformizm için nefes borusudur.
Çözümsüz çelişki
Bu yazıda birkaç kez yeri geldi, karşıt eğilimlerden söz ettik. Benim icadım değil; Marksist metinler kâr oranlarının düşme eğilimi yasasından ve bu eğilimin karşı etkenlerinden, kapitalistlerin kâr peşinde koşmalarından ve bu arayışın teorik olarak kâr oranlarının eşitlenmesiyle, pratikte iflaslarla sonuçlanmasından, kapitalizmin üretici güçleri geliştirmesinden ve sonra üretici güçleri tahrip etmesinden söz ederler. Çelişkileri saptamak ve çelişkilerden değişimin dinamiklerini çıkarsamak Marksistlerin işi değil midir?
Küresel kapitalizmin ulus-devleti yok etmekte olduğu tezi dünyanın zamansız, mekansız, devletsiz ve ülkesiz bir imparatorluk çağına girdiği yolundaki teorinin bir unsuru olarak geçersizdir. İyi de, emperyalizm ulus-devletlerin bağımlılığını arttırırken bu ülkelerin iç dinamiklerini zayıflatmakta değil midir? Devletler parçalanmaktadır, “içişlerine müdahale etmemek” diye bilinen diplomasi ilkesi yerle bir edilmektedir. Ülkelerin toprak bütünlüğü tabu olmaktan çoktan çıkmıştır!
Emperyalizmin aceleci ideologları ulus-devletle birlikte ulus formasyonunun da tükenişini ilan etmişlerdi. Ulusların ortadan kalkmadığını ve sermayenin uluslararasılaşmasının toplumların organize oldukları ölçek anlamında ulusları hiç de geçersizleştirmediğini söyleyebiliriz. Ancak tarihsel süreç içinde burjuva ulusların hammaddesi, bileşenleri olan etnik gruplar ve cemaatlerin mezarlarından çıktığı da doğru değil midir? Cemaatleşme ulusların altını kuşkusuz oymaktadır.
Ya meselenin ideolojik veçhesi? Kapitalist bir ülkede ulusalcılığın dünya çapında birtakım ideolojilerle tam olarak ikame edilebilmesi ve egemen sınıfın iktidar mekanizmalarının bir önceki kadar işlek olabilmesi pek mümkün görünmemektedir. Ancak uluslararası sermaye ulusçuluğun tarihsel olarak iflas ettiğini bir kez ilan etmiş bulunmaktadır.
Uluslararası, küresel olan ile ulusal, ülke çaplı olan arasındaki bu karşı karşıya gelişler hakkında iki alternatif şey söylenebilir.
Birincisi, radikal tezleri aceleci olarak görüp ciddiye almamaktır. Uluslar, ulus-devletler, ulusal ideolojiler bitti diyenlere, hele bunların bir bölümü iddialarından rücu etmekteyken, boş verilebilir.
İkincisi ise, ana doğrultu ve karşı eğilim tasnifini bu soruna uyarlamaktır.
Sermayenin uluslararasılaşma sürecinin kendisi değil, bu sürecin küreselleşme adıyla asla sahip olmadığı renklere boyanmasıdır yalan olan. Ancak mali/hayali sermayenin kazandığı olağanüstü hareket hızı ve sınırlar ötesi yolculuğu uluslar konusunda kimi olguları aşındıran gerçeklerdir. Daha doğrusu sermaye, krize karşı geliştirdiği önlem paketiyle ulusları tırpanlamaktadır.
Gerek gerçek hayatta gerekse ideolojiler alanında ulusu ve ulusa ait değerleri aşındırmaksızın söz konusu paket uygulamaya giremez. Öyle ki, toplumun algısında borsaya geçen yüzyılın sanayileşme programlarına, ulusal kalkınma stratejilerine göre çok daha üstün vasıflar yüklenmelidir. Ulusal egemenlik sermayenin hareketini özgürleştirmek adına feda edilebilir bir şey haline gelmeli, bu anlamda değersizleşmelidir. Emperyalist merkezlerin kararlarını bağımlı ülkelere daha kolay dikte ettirebilmeleri için, bu ülkelerin iç ulusal mekanizmaları önemsizleşmelidir… Bana kalırsa günümüz dünya kapitalizminin ana eğilimi budur.
Bu süreçte esasen emperyalist değil, bağımlı ulus-devletlerin önem yitirdiği açıktır. Ancak bu tasnif ideolojiler alanına olduğu gibi aktarıldığında iç tutarlılık, evrensellik gibi özelliklerin yerini keyfilik alacaktır. O halde ideolojide belirli bir toptancılık geçerli olmalıdır. Milliyetçilik genel olarak baskılanmalıdır örneğin.
Karşı eğilimlere de göz atmak gerekli.
Yukarıda bir tanesine Boratav sayesinde değinmiş olduk: Büyük sermayenin uluslararasılaşması, isterseniz bağımlı ülkeler için acenteleşmesi, bunun dışında kalan mülk sahibi sınıfları milliyetçileştirir.
İkincisi; egemenlik mekanizmalarının sermayenin hareketini kısıtlamamak üzere silikleşmelerine, öte yandan emekçiler üzerindeki baskının şiddetlenmesine değinmiştik. Emekçilerin baskılanması her daim sınıf çıkarlarının ulusal çıkarlar ile örtülmesine ihtiyaç duyurur. Dolayısıyla burjuva devletin sınıfsallık karşıtı anlamında “ulusal” öğelerden tümden vazgeçmesi imkansızdır.
Üçüncüsü, sistemin bütünü düzeyinde de devlete daha fazla ihtiyaç duyulmasıdır:
“Geleneksel toplulukları ve toplumsal ağları daha da zayıflatan küreselleşmenin gösterdiği bir şey varsa; o da devletin işlevinin artık kapitalist sistemin korunmasında -az değil- çok daha fazla gerekli olduğudur.”26
Üstelik ihtiyaç duyulan devlet sayısı da artmıştır:
“Bizim küreselleşme dediğimiz emperyalizmin yeni biçiminin getirdiği bir şey varsa o da; onun gitgide daha fazla çoklu devletler sistemine dayanan bir emperyalizm olduğudur. Esas olarak küreselleşmenin emperyalizmi, saf bir biçimde ekonomik hegemonya ve piyasa zorunluluklarının herhangi bir tek devletin etki alanının ötesine taşınmasına bağlı olduğu için, zorunluluklarını etkin kılmak ve sermayenin günlük işlemlerinde ihtiyaç duyduğu yasal ve politik düzen iklimini, istikrarı ve öngörülebilirliği yaratmak için bağımlı devletlerin çoğulluğuna özellikle bağımlıdır.”27
Pozitif bir diğer dinamik emekçi sınıfların üzerinde yükselebilir. Sınıf mücadelesinin canlanması, sınıf mücadelesinin temel düzlemi olarak “ulus” ölçeğinin tahkim edilmesini beraberinde getirir. Burada yollardan biri emekçi yurtseverliğini gösterecektir.
Az önce alıntı yaptığım Wood, bu noktada karşıt yöndeki eğilimlerin, yani çelişkilerin varlığının ötesinde asıl başka bir yasaya işaret etmektedir. Bu yasa çelişkilerin çözümsüzlüğüdür.
Ulus kategorisiyle ilgili çelişki kapitalizm koşullarında ne ulusun yok olmasına ne de ihyasına götürür. Çözüm dendiğinde iki uç anlaşılmak zorunda değil; ama çelişkinin kalıcı bir denge ile kontrol altına alınması (şu kadar globallik, şu kadar ulusallık…) bile söz konusu olmayacaktır. Aslolan çelişkinin kendidir.
Çelişki bir hareket olarak kavranmalıdır ve yukarıda söylendiği gibi bu hareketin ana doğrultusu saptanabilir. Ancak yolun varacağı son durak yoktur.
Çünkü kapitalizmin sorun ve çelişki çözme yeteneği o eski, devrimci çağında kaldı.
Çünkü sonuca, kadere karar veren, sermayenin iç mekanizmaları değil, sınıflar mücadelesinin bütünüdür. Mücadeleden bağımsız bir son durağı kestirmeye çalışmak sosyalist siyaset üretimi açısından da yararsız ve spekülatiftir. Aynı zamanda siyasetçinin kendi kendisini “boşa çıkartması” anlamına gelecektir. Mücadelenin sağlıklılığı için doğrultu ve karşı eğilimleri saptamak yeterli. Fazlası mücadeleden sadece enerji değil akıl da çalar.
Devrimci akıl, dünyanın nereye gideceğine dair işçi sınıfının mücadelesinin ağırlıklı bir sözü olacağını söylüyor.
Sonrasını görürüz.
Ya devrim yaparız, ya da onlar reform yapmak zorunda kalır.
Dipnotlar ve Kaynak
- “Emperyalizm Kendini Dizginleyebilir mi?”, Gelenek 89, Eylül 2006, s. 5.
- Bu yazıda emperyalist-kapitalist sisteme dönük reform önerilerinin yalnızca bazılarına göz atabileceğim. Atlayacağım bir tanesi, solda çok çağrışım yapan yerel yönetimcilik. Bu konuda iki yıl öncenin bir Gelenek makalesinin hayli öğretici olduğunu düşünüyorum: Hazal Arcan, “Porto Alegre Belediyeciliği: İktidardan Kurtuluşun ‘Manifestosu’”, Gelenek 80, Mart 2004.
- Francis Fukuyama, Devlet İnşası, 2. basım, Remzi Kitabevi, İstanbul, Mayıs 2005, çev: Devrim Çetinkasap (orijinal basım yılı 2004), s. 141.
- James Gwartney vd., Economic Freedom of the World, 2002 Yıllık Raporu, Washington D.C. Cato Institute, “Milton Friedman ile Söyleşi”den aktaran F. Fukuyama, a.g.y., s.32.
- Cem Somel, “Bağımlılık Kuramı ve Güney Kore Deneyimi”, E. Ahmet Tonak (der), Küreselleşme, 2. baskı, İstanbul, Ekim 2004, İmge Kitabevi (1.baskı Nisan 2000), s. 75.
- Somel, a.g.y., s.106.
- “Çevre ülkelerdeki neoliberalizm eleştirmenlerinin birçoğu bağımlılığın azgelişmişliğin temel nedeni olduğunu düşünmektedir. Ancak, bu köleliğin ötesine farklı bir kapitalizmle geçebileceklerini tasavvur etmektedirler. Özerkliğe ve ithal ikameciliğe dayanan ‘farklı kapitalizm’ bugün artık tam anlamıyla ulusal, özerk ve ‘ithal ikamesi’ne dayanan bir proje değildir. İç pazarı temel alan ve orada düzenlenen bölgesel bir modeldir. ‘Çevrenin sosyal devletlerini’ kurmak için kurumsal dönüşümler (çürümeyi önleme, meşruluğu yeniden kurma), ticarette büyük değişimler (daha fazla korumacılık), finansal (borç ödemelerini sınırlandırma) ve endüstriyel (üretimin yerel etkinlikler üzerine oturtulması) gibi politikalarla desteklenen Keynezyen bir yaklaşım ileri sürerler. Ancak kaynakları sistematik bir biçimde sömürülen ülkelerde nasıl ‘etkili kapitalizmler’ inşa edebiliriz?” (Claudia Katz, XXI. Yüzyılda Emperyalizm, Yazın yay., İstanbul, Kasım 2004, çev: U. Uraz Aydın, Ecehan Balta, Emre Yıldız, s. 68-69.)
- Samir Amin, “Yeni Emperyalizm”, Yeni Emperyalizmin Ekonomisi (yayına hazırlayanlar: Emine Tahsin, Murat Öztürk, çev: Erdal Yüzak), Yenihayat Kütüphanesi, 1. basım, İstanbul, Şubat 2005, s. 20.
- David Harvey de AB’ye ilişkin yanlış yargılara katkıda bulunuyor: “Amerikan nüfusunun yaklaşık dörtte üçünün, Tanrı’nın yeryüzündeki iradesinin kendini gerçekleştirmesinin bir ifadesi olarak savaşın (özellikle Ortadoğu’daki savaşın) korkunçluğunu onaylamasını sağlayan (evrim değil yaratılış teorisini de barındıran) bu tür inançlara katı biçimde bağlı olması, Avrupalılar için anlaşılması zor bir şeydir.” (D. Harvey, “Baskı Rejimine Rıza Göstermek”, çev: Münevver Çelik, Conatus 2, Temmuz-Ekim 2004, s. 32.) Avrupa’nın özellikle Yugoslavya iç savaşıyla Amerikalıları daha iyi anlayacağı bir sürece girdiğini söyleyebiliriz! Afrika kökenli gençleri vuran, camilerine bomba atan Fransız polisi, kuşkusuz siyah ayaklanmalarına katliamla yanıt veren ABD’nin daha iyi anlaşıldığına kanıttır. Avrupa Parlamenterler Meclisine komünizmi suçlu ilan ettirme girişimini taşıyan vekiller McCarthy dönemini kavramışlardır. Sokakları dilenci mafyasınca parsellenen metropol sakinleri ABD evsizlerini anlamıyor olabilir mi? Meksikalı nüfusun Kuzey Amerika’da gördüğü muamele ile Ortadoğulu ve Doğu Avrupalı göçmenlerin Batı Avrupa’da karşılaştıkları arasında ne fark vardır?
- Amin, a.g.y., s. 28.
- Bu ileri konumu Erinç Yeldan’ın Dünya Sosyal Forumu (DSF) çerçevesinde Ocak 2004’te düzenlenen bir konferansın belgelerinin Türkçe yayınına yazdığı önsözle örneklendirebilirim. Yeldan, DSF çerçevesinde ortaya atılan ve genel olarak az önce özetlediklerimle benzeşen önerilerin “reformist nitelikte olduğu ve genelde Dünya Sosyal Forumu hareketinin reformist karakterde bir kitle hareketi olduğunu peşinen belirtmek gerekiyor” diyor. Pozisyonunu şöyle açıyor: “bu önerileri tartışmaya açmak ve bir ‘forum’ ortamında dünyanın anti-neoliberal küreselleşme karşıtlarıyla bir arada yeni öneriler üzerinde çalışmak, ‘sistemin dışına’ çıkılması amacını güden yeni bir dünya projesinin ertelenmesini ya da göz ardı edilmesini gerektirmiyor.” (Yeni Emperyalizmin Ekonomisi, Önsöz, s. 5.)
- Amin, a.g.y., s.29.
- Farklı coğrafyalardan örnekler: AB Anayasasının referandumlara takılması üzerine geliştirilen formül, kabul edileceği zaman ve kabul edilene kadar yeniden oya sunmak veya oya sunmadan kabulünü temin etmektir. ABD’de Cumhuriyetçilerin son iki seçim zaferi de aşırı ölçüde şaibelidir. Batının, içinde her zaman ikiyüzlülük barındırmış olan “parlamenter seçimlerin sonuçlarını saygıyla karşılama” düsturunu Filistin’de toptan terk ettiği görülmektedir. Burjuva devletinin parlamento kurumu ile ilişkisindeki soğuma bariz hale gelmiştir. Bu uzaklaşmayı Latin Amerika deneyinin daha da teşvik ettiği açık.
- Michael Hardt & Antonio Negri, İmparatorluk, çev: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı yay., 5. baskı, İstanbul 2003, (orijinal basımı 2000), s. 82.
- a.g.y., s. 181.
- a.g.y., s. 195-196.
- a.g.y., s. 232.
- a.g.y., s. 395.
- a.g.y., s. 226.
- Korkut Boratav, “Emperyalizm mi? Küreselleşme mi?”, E. Ahmet Tonak (der), Küreselleşme, s. 26.
- İmparatorluk’çulara göre durum tam tersidir! Baskıcılık yeni dönemin uyumlu parçası değil, post-modernliğin eritmekte olduğu ulus-devletin özelliğidir. Doğal olarak ulus-devleti yani siyasal iktidar mücadelesini zemin kabul eden her tür sol strateji yanlıştır: ulus “beraberinde bütün bir baskıcı yapılar ve ideolojiler yumağını da taşır; ulus-devlete dayalı herhangi bir strateji bu temelde reddedilmelidir.” (Hardt ve Negri, a.g.y., s. 345.)
- Boratav’ın özellikle ideolojik sonuçlar kapsamındaki değinmeleri emekçi yurtseverliğiyle bağlanarak yorumlanmaya elverişlidir: “Emekçi sınıflar tamamen ‘ulusal’ kalmaya mahkumdurlar. Sermaye hareketleri üzerindeki kısıtlar ortadan kalktıkça, geleneksel olarak ‘ulusal’ olan sermaye katmanlarının önemli bir bölümü adım adım uluslararasılaşır ve kozmopolitleşir. Yüzyılın başlarında Kautsky ve Hilferding’in küreselleşmiş (ve emperyalist özellikli) finans kapital ile ulusal (ve potansiyel olarak antiemperyalist) sanayi sermayesi arasında yaptığı ayrım, günümüzü aydınlatmada fazla yararlı değildir. Emekçi sınıflar dışında, ulusal ekonominin sınırları içinde kalmaya zorlananlar, kırsal ve kentsel küçük burjuvazidir ve sermayenin en küçük boyutlu öğeleridir. Bu türden bir koalisyon, ideoloji düzleminde kaçınılmaz olarak köktendinciliği, faşizan milliyetçiliği içerecek ve ‘obscurantist’ renkleri içerecektir” (a.g.y., s. 27-28). Mülk sahibi sınıflar ya işbirlikçi ya da gerici konumlarda ise, anti-emperyalist, yurtsever mücadele alanı işçi sınıfı ve emekçilerce temellük edilmek durumda olmalıdır.
- Tonak, “ÇTYA’nın Bağlamı: ‘Küreselleşme’ ve Yabancı Sermaye”, a.g.y., s. 37.
- Ergin Yıldızoğlu, Globalleşme ve Kriz, Alan yay., İstanbul, Kasım 1996, s. 78.
- Erkin Özalp, “Hangi Kavramların Penceresinden Bakıyoruz?”, Gelenek 76, Ocak-Şubat 2003, s. 63.
- Ellen Meiksins Wood, “Küreselleşme ve Devlet: Sermayenin İktidarı Nerede?”, Çev: Başak Can, Conatus 2, Temmuz–Ekim 2004, s. 48.
- Wood, a.g.y., s. 50.