Bizler 74 kuşağı çocuklarıyız, arkadaşlarımızın ismi Barış, Savaş ve Ecevit oldu. “Bir başkadır benim memleketim” şarkısına “Kıbrıs Türktür Türk kalacak” sesleri karıştı, o yıllarda kurtarıcı hep “anavatanımız” oldu. 1983’te KKTC ilan edildiğinde ise bir devletimiz olduğu için sevinmiştik. Cumhuriyet halkların egemenliği demekti. Rodos’un tepeleri kanıksanmış bir şekilde uzaktaydı hep, ulaşılmaz… Ve Kıbrıs Türkü’nün sesi Bayrak Radyosu’ndan günün en önemli haberi olarak Kıbrıs meselesi, BM’de Kıbrıs meselesi Devlet Başkanı Denktaş’ın görüşlerini dinledik. Son yıllara değin ilk haber hiç değişmedi. Büyüdüğümüzde ise bir uykudan uyandık; yolunda gitmeyen çok şey vardı… Bu memleket bizim miydi? 2003 yılında sınırlar açıldığında doğduğum yer, Lima sol’da buldum kendimi.
Lima sol’un tepelerinden Akdeniz’e baktım, yağmalanmış küçük bir liman şehri, diğer yanda İngiliz üssü alabildiğine uzanıyor. Lima sol’dan Ortadoğu’ya açılan gemiler… Aynı şeyler, ülkenin semalarına bir de AB bayrakları eklenmişti, Filistin’de intifada yeniden başlamış, Ortadoğu halkları ile aynı kaderi paylaşıyorduk yine. Bu memleket bizim değildi. Geç mi kalmıştık? Emperyalizme karşı mücadele etmekten başka bir yol yoktu ve bu memleket bizim demekten. Adadaki askerlerin varlığı orada olduğu sürece ve halkın iradesi bağımsız bir Kıbrıs’tan yana olmadığı sürece hep aynı senaryo ile karşılaşacaktık. 1964’te, 74’te ve 2004’te ve gelecekte… Kıbrıs Kıbrıslılar’ındır, demek için…
Kıbrıs ile ilgili yazmak her zaman için zordur. Biz Kıbrıslılar şunu vurgularız bazen “herkesin bir Kıbrıs’ı var”. Bizim tarihimiz biraz Akdeniz’in, biraz Ortadoğu’nun tarihi, biraz Türkiye’nin, biraz Yunanistan’ın… Bugünü anlamak ve yarını yönlendirmek için Kıbrıs’ı masaya yatırırken buradan başlıyoruz. Bugün adanın bölünmüşlüğünün nedenlerini ortaya koyarken, Kıbrıs sorununu tanımlamaya çalışırken ya da Türkiye kapitalizminin “Kıbrıs davasının” ana hatlarını çizerken, başlangıç noktamızı adanın tarihinin nasıl şekillendiği oluşturuyor.
Kıbrıs ile ilgili herhangi bir tarih ya da inceleme kitabında; adanın tarih boyunca farklı krallıklar, imparatorluklar ya da ülkelerin eline geçiş nedeninin arka planında Doğu Akdeniz’e hakim olma düşüncesinin yattığı ortaklaşılan bir saptama olarak karşımıza çıkıyor. “Kıbrıs, Akdeniz bölgesinde, Asya, Afrika yollarının kavşağında demir atmış, dünyanın en büyük uçak gemisidir”1, ifadesi bu gerçekliği en yalın biçimde özetliyor. Bu batmayan uçak gemisi, jeopolitik konumundan dolayı bölgedeki sömürgeci politikaların bir parçası olagelmiş. Emperyalizmin adaya hakim olma gerekçesini bu şekilde özetlemek mümkün. Kıbrıs’ın tarihi emperyalizmin belirleyiciliği altında şekillendi. Emperyalistlerin bölgeye dair projelerinde Kıbrıs her zaman göz önünde bulundurulan bir ada oldu. Kıbrıs’ın Osmanlı’dan İngiltere’ye devri, Kıbrıs Cumhuriyeti’ne uzanan süreç 1974 ve son olarak Annan Planı ile birlikte yaşananlar… Bu süreçlerin mutfağında emperyalistler vardı. Emperyalistler ada halklarının iradesini kendi politikaları doğrultusunda şekillendirmeye çalıştılar ve bizim halklarımız bu politikalardan bağımsız bir irade ortaya koymakta zaman zaman başarılı oldu ise de, bunu geliştirmede tıkandılar ya da bu süreçlere teslim olmak durumunda kaldılar.
Emperyalistler için adadaki dinamikler kendilerinin çıkarlarına zarar vermeyecek şekilde kontrol altında tutulması gereken unsurlar oldu. Emperyalistler açısından ada sosyalizme karşı korunması gereken bir mevzi olarak görüldü. Adadan yükselen bağımsızlık sesleri, adada yürütülen sınıf mücadelesi ile sosyalizmin güncelliğini koruduğu süreçlerde emperyalistler için milliyetçilik, bir savunma aracı olarak gündeme geldi. Milliyetçilik, adadaki siyasi öznelerin, “anavatanları” ile kurduğu ilişkide de belirleyen oldu.
“Kıbrıs sorunu”, bu veriler altında şekillendi. Kıbrıs sorununun ne olduğunu açıklamaktansa, Kıbrıs’ın bir sorun olarak tanımlanmasının sorumluları kimlerdir sorusunu yanıtlamak bizim tarihimizi daha iyi açıklayacaktır: “Emperyalizm” ve “milliyetçilik”.
Bugün, adanın geleceği ABD ve AB’nin politikaları çerçevesinde şekillendirmeye çalışılıyor. Kıbrıs, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi ile birlikte ele alınıyor, Türkiye ve Yunanistan’ın egemen sınıflarının Kıbrıs politikası ise bu iki ülkenin ABD ve AB ile olan ilişkilerine bağlı olarak yeniden tanımlanıyor. Denklem bu kadar basit, ancak çözüm tüm bu olgulardan bağımsız hareket edecek olan siyasi öznelerin varlığına, ada halklarının iradesine bağlı. Peki, ada halkının iradesi bugün nasıl şekilleniyor, bu basit denklemde bir taraf olarak Türkiye kapitalizmi nerede duruyor, Kıbrıs son yıllarda neden bu kadar sıkça gündemde ve tartışılıyor? Bu çalışma kısaca yukarıdaki sorulara yanıt bulmaya çalışıyor.
Türkiye burjuvazisi açısından “Kıbrıs davası”nın milli bir dava olarak tanımlanmasının arka planında yatan gerekçeleri saptamak ise bugün Türkiye’den Kıbrıs’a bakışı daha sağlıklı bir temele oturtacaktır.
Türkiye’deki egemen sınıflar açısından Kıbrıs’ın bir dış politika unsuru olması, hatta bunun ötesinde bir iç mesele olarak ele alınması 1950’li yıllara dayanıyor. Türkiye kapitalizminin Kıbrıs ilgisinin gerekçelerinin tanımlanması gerek adanın, gerekse Türkiye kapitalizminin yakın tarihini ve geleceğini anlamak açısından önem arz ediyor. Özellikle Kıbrıs’ın 1950’li yıllarda Türkiye’de bir dış politika unsuru olması Türkiye kapitalizminin emperyalizme entegre olma sürecinde önemli bir yer tutuyor.
1950’li yıllardan itibaren Türkiye burjuvazisi tarafından milli bir dava olarak tanımlanmaya başlayan “Kıbrıs” başlığı, 1974’te Ecevit hükümetinin adaya gerçekleştirdiği askeri müdahale ile yeni bir boyut kazanırken, AKP’nin iktidara geldiği ilk günlerde Kıbrıs ile ilgili yaptığı açıklamalar, Kıbrıs’ta yeni bir döneme girildiğini ortaya koyuyordu. AKP, 1974 sonrasında egemen sınıfların tartışma konusu dahi etmedikleri adadaki Türk askerinin varlığı hakkında “cesur” açıklamalar yapıyor, bir anlamda izlenen politikanın dışına çıkılacağının işaretlerini veriyordu. Türkiye burjuvazisi Kıbrıs’tan vazgeçebilir mi? Kıbrıs’ın Türkiye’ye maliyeti1 nedir? Türkiye’nin Kıbrıs üzerindeki haklarını teslimi ne anlama gelecektir? Kıbrıs milli bir dava olarak mı kalacak yoksa artık bu davadan vazgeçilecek midir? Bu sorular arka arkaya burjuvazi tarafından gündeme getirilirken, emekli generaller hatta Kenan Evren de bu sorulara AKP’nin elini rahatlatacak şekilde yanıtlar vermekten geri kalmıyordu.
Kasım 2002’de ortaya çıkan bu tablo sürpriz değildi? AKP’ye Kıbrıs kestanesini ateşten almak düşmüştü; aynı zamanda Kıbrıs üzerinden yürütülen tartışmalar Türkiye burjuvazisi içerisindeki görüş farklılıklarını ortaya çıkarıyor? Türkiye kapitalizminin AB’ye eklemlenme sürecinde son kozlar paylaşılıyordu. Kıbrıs bu süreçte alınması gereken kestanelerden biri idi sadece; ancak 1950’li yıllardan itibaren Türkiye dış politikasında izlenen çizginin yeniden tanımlanması elbette sancılı olacaktı.
Bugün Türkiye burjuvazisi için Kıbrıs masadaki pazarlık unsurlarından biridir. Kuzey Irak’a karşı Kıbrıs, Kıbrıs’a karşı AB’den müzakere tarihi almak gibi… Türkiye kapitalizminin iç dinamikleri bu tartışma zemini üzerinden ilerlemeye çalışırken, Kıbrıs masadadır.
Kıbrıs’ın tarihine dönüş…
Osmanlı’nın adanın yönetimini ele aldığı tarih, 1571. O tarihe kadar adada Türk (müslüman) varlığı söz konusu değilken, Osmanlı döneminde adaya yerleşen Anadolu halkı ile birlikte Maronitler, Latinler ve Hıristiyan Rumlar da adanın yerleşikleri oldular.
Osmanlı devleti, adada Katolik kilisesinin etkisini zayıflatmak için Ortodoks Kilisesi’ne imtiyazlar tanır. Diğer yandan gerek Türk, gerekse Rum köylülerinin ağır vergi yükü altında ezileceği bir toprak sistemi yerleşiklik kazanır. Adadaki ilk isyanı yeniçeriler gerçekleştirir, maaşları ödenmemiştir. Daha sonraki yıllarda ise Rumlar ve Türkler aşırı vergi ve kötü yönetimden dolayı sayısız isyanlar gerçekleştirir. Dönem dönem bu isyanlar Ortodoks Kilisesi’nin kışkırtması ve desteği ile gerçekleşir.
19. yüzyılın başında ise Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanması ile birlikte Rumların da adanın Yunanistan’a devredilmesi isteği ön plana çıkar. Osmanlı’nın kötü yönetimine karşı adanın Yunanistan’a devredilmesi isteği ile Enosis fikrinin ilk temelleri atılır. Diğer yandan Yunanistan’ın adada bir konsolosluk açması ile adadaki Rumlar Yunanistan ile kültürel bağlarını derinleştirir. Adadaki Türkler ise valilerin kötü yönetimlerinden şikayetçi olmakla birlikte Ortodoks Kilisesi’nin de kışkırtmasıyla çıkan isyanlardaki can kaybından Rumları sorumlu görmeye başlarlar. Osmanlı idaresi boyunca adada yaşayan Türkler şikayetlerini dönem dönem Mısır’a ya da İstanbul’a gönderdikleri heyetler ile de aktarma yolunu tercih etmişlerdir.
Adanın Osmanlı devleti ile İngiltere arasında imzalanan bir anlaşma gereği İngiltere’ye devri ile birlikte Osmanlı dönemi kapanırken, ada halklarını yeni bir dönem beklemektedir.
İngiltere böl-yönet politikasını uyguluyor…
İngiltere Kıbrıs’ı Osmanlı İmparatorluğunun zayıf döneminde Rusya karşısında bölgede etkin bir güç olmak amacıyla Osmanlı imparatorluğu’ndan devraldı (Ayestefanos Antlaşması, 1878). Bu durum Akdeniz’de Osmanlı’nın etkinliğinin zayıflamasının örneği olarak görülmektedir. İngiltere ve Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı sırasında karşı saflarda yer alması nedeniyle daha sonra İngiltere Osmanlı’nın yenilgisini de kullanarak adayı ilhak edecektir. İngiltere ilk başlarda adada yönetimine dair nasıl bir politika izleyeceğini bilemez, Rum nüfus İngiltere ile başlayan dönemden umutludur. Ancak daha sonraki yıllarda taraflar İngiliz yönetiminin baskılarından şikayet etmeye başlayacaktır. Kıbrıslı Türkler ise İngiltere’nin hazırladığı anayasada temsiliyet başlığında haksızlığa uğradıklarını düşünmektedirler.
İngiltere, adada ilk kez nüfus oranında temsiliyeti gündeme getirir (Osmanlı idaresinde temsiliyet Müslim/gayrımüslim şeklinde gerçekleşmekteydi) İngiliz Yüksek Komiseri tarafından yönetilen Kavanin Meclisi adada nüfus oranında temsiliyeti esas alarak kurulur. Bu uygulama ada halklarının anayasa karşısında eşitsiz bir konuma oturması sonucunu beraberinde getirirken adada Türkler ve Rumlar arasındaki ayrımcı politikaları teşvik eder. Kavanin Meclisinde dönem dönem Türkler ve Rumlar İngiliz yönetimine karşı ortak tavır geliştirseler de Meclisin nüfus oranına göre şekillenen bileşimi ayırımcılığı her zaman için gündemde tutar.
1907 yılında adaya gelen Churchill’e Rumlar Meclis’te Yunanistan ile birleşme isteğini dile getiren bir muhtıra verirler. Ancak İngiltere denge politikasını gözetir adada Osmanlı’nın da hakları olduğunu vurgulayarak bu isteğe temkinli yaklaşır.
1915 yılında İngiltere Yunan-Sırp Anlaşması gereğince Yunanistan’ın taahhütlerini yerine getirerek, derhal Sırbistan’ın yardımına koşması şartıyla Kıbrıs adasının Yunanistan’a verileceğini açıklar. Yunanistan bunu kabul etmez, ancak Kıbrıs’taki Rumlar bu öneri karşısında Enosis’e daha fazla sarılırlar. Bu dönemde Mecliste daha fazla sandalye verilmesi gibi yöntemler ile İngiltere Rumları hoşnut tutmaya çalışır.
Kıbrıslı Türkler arasında ise Jön Türk hareketine sempati duyan kesimler varken, diğer yandan Türklerin bir kısmı adanın Osmanlı’ya devredilmesini savunmaktadır. Lozan Antlaşması ile birlikte Türkiye Kıbrıs’ta hiçbir hakkı olmadığını resmi olarak kabul eder.
Lozan ile birlikte 1950’li yıllara değin Kıbrıs Türkiye’nin gündeminden düşecektir. Ancak Lozan Antlaşması gereği adadaki Türkler Türkiye’ye dönmeye ikna edilmeye çalışılır. Geçici olarak açılan konsolosluk aracılığıyla ikna süreci gerçekleştirilir, ancak çok az sayıda Türk göç kararı alır; bir kısmı ise sonrasında geri döner. 1927 yılında yeniden açılan Türkiye Konsolosluğu aracılığıyla Türklük bilincinin aşılanması gibi propaganda çalışmalarının yapıldığı İngiliz yönetiminin raporlarına yansır. Adada yaşayan Türklerin belli bir kısmı ise Kemalizmin etkisi altındadır. Hatta İngiliz yönetimi Türklere yönelik politikasını, gelenekselci Türkler ve Kemalist Türkler olarak iki ayrı görüşün varlığını göz önünde bulundurarak belirler.
Kıbrıs’ta ilerici hareketler yükseliyor…
1920’li yıllara gelindiğinde adadaki Türk ve Rum işçiler ilk işçi örgütlenmelerini kurmaya başlarlar. Limasol’da kurulan İnşaat İşçileri Birliği adadaki ayırımcı politikalara rağmen Türk ve Rumların ortak örgütlülüğü olarak doğar. Liman işçileri, maden işçileri arasında kurulan sendikalarda da Türkler ve Rumlar ortak çatı altında mücadele ederler. Daha sonra bu örgütlülükler Ekim devrimini temel alarak, Kıbrıs Komünist Parti’sinin (KKP-1926) kurulmasına öncülük edecektir. KKP, kilise ve burjuvaziden bağımsız olarak Kıbrıs halkının bağımsızlığını savunurken, Enosis fikrinin karşıdevrimci niteliğine vurgu yapar. Artık adadaki ilerici hareketlerin bir partisi vardır. KKP bugün Kıbrıs’ın en köklü partisi AKEL’in de temellerini oluşturur. Partinin ilk dönemlerinde Rum ve Türklerin ortak mücadelesi, İngiliz yönetiminin haksız uygulamalarına karşı gelişleri dikkat çeker. 1931 yılında Enosisçi Rumlar vergi yasalarını bahane ederek Kavanin Meclisini basar. Bu isyan İngiliz yönetiminin adadaki baskıları artırmasına yol açar. 1933’te KKP de diğer siyasi partiler gibi yasadışı ilan edilir. 1931 isyanı Kıbrıs’taki ilerici hareketlerin sekteye uğratılmasına yol açacaktır. Gerek sömürge karşıtı ilerici hareketlerin sesini yükseltmesi gerekse Enosisci politikaların gündemde olması İngiliz yönetiminin böl-yönet politikasını her zaman güncel kılmaktadır. Yine bu yıllarda, Türk ve Rumların “anavatanlarının” ulusal bayramlarının kutlanmasının yasaklanması, ada halklarını milliyetçiliğe daha da yakınlaştıracaktır.
Kesintiye uğratılan ilerici hareketler,1941 yılında KKP’nin devamı olarak kurulan AKEL ile yeniden vücut bulur. Ancak AKEL (Emekçi Halkın İlerici Partisi), başlangıçta KKP’den farklı olarak Enosis politikasını tamamen karşısına almaz. Her ne kadar Kıbrıslı Türk ve Rumların, Tüm İşçi Sendikaları Federasyonu’nun (PEO) kurulmasını teşvik etse de, AKEL, ortak vatan mücadelesini Enosis tezleri ile net bir şekilde ayrıştırmada tıkanır. AKEL bu yaklaşımını adadaki sömürge karşıtı güçlerin etkisinin zayıflamasına yol açmamak şeklinde özetler. Bir anlamda bu, İngiliz sömürgeciliğinin zayıflatılmasında bir taktik olarak tanımlanır. AKEL, ortak vatan mücadelesi ile Kıbrıslılık bilincinin geliştirilmesini sendikal örgütlülük düzeyinde ve parti içinde yaşama geçirse de, Enosis tezlerinin reddedilmemesi kilisenin etkisini daha da güçlendirecek, diğer yandan Kıbrıslılık bilincinin geliştirilmesi sınırlı bir düzeyde kalacaktır.
1945 sonrası ada için yeni bir dönem…
Ada, İkinci Dünya Savaşı’nı Enosis politikasının etkisi altında karşılar. İngiltere adayı, kendi sömürge ülkelerinin denetimi bakımından, Hint yolunun güvenliği ve Ortadoğu’daki hakimiyetinin korunması için elde tutulması gereken bir ülke olarak önemser.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, sömürge ülkelerin bağımsızlıklarını kazanma mücadelesini yoğunlaştırmaları ve de sosyalist bloğun varlığı İngiltere’nin adaya bakışında değişiklik yapmasına neden olur. İngiltere Genelkurmayı’nın 5 Eylül 1945 tarihli raporu İngiltere’nin ada üzerindeki varlığını nasıl şekillendireceğinin ipuçlarını göstermektedir. Bu rapora göre adada liman yapılması masraflı olabilecekken, hava üssü ve de hafif savaş gemileri açısından bir askeri üssün gerekliliği tanımlanıyor, adanın başka bir ülkenin denetimi altına girmesinin İngiltere’yi zor durumda bırakacağı vurgulanıyordu. 1948 yılında İngiltere’nin Filistin’den çekilmesiyle birlikte Doğu Akdeniz bölgesinde İngiltere’nin, Ortadoğu’da askeri egemenliğini sağlayacağı bölge, Kıbrıs ve Süveyş ile sınırlı duruma geliyordu. İngiltere’nin bir yandan Kıbrıs’a verdiği önem artarken diğer yandan bölge dışı güçler ile adadaki iç gerilimler İngiltere’nin adadaki varlığını zora sokuyordu. İngiltere için Kıbrıs Atlantik Okyanusundan Hint Okyanusuna kadar uzanan bir denizyolu üzerinde Cebelitarık ve Malta’dan sonra Akdeniz’deki üçüncü, bir iskele üs olabilirdi. Dolayısıyla İngiltere, adada Yunanistan’ın Enosis politikalarına onay vermemek durumunda idi.
Savaşın ardından sömürgecilik karşıtı hareketlerin genel olarak yükselişte olduğu bu dönemde İngiltere, Kıbrıs’a özerklik verilmesi ve bir anayasa oluşturulması teklifini ortaya koymak durumunda kalır. Bu teklif Türkler ve Rumları ortaklaştırsa da kilise ve sağcı politikaların baskısı karşısında AKEL de özerklik politikası yerine Enosis politikasını destekler. Bu önerinin reddedilmesi ise, Türklerin Rumlara karşı tepkilerini artırırken İngiltere böl-yönet politikasının temellerini güçlendirir.
İngiltere’nin Kıbrıs politikasındaki değişikliği karşısında ABD’nin de Kıbrıs’a ilgisi bu yıllarda artar. ABD de adaya yönelik ilk müdahalesini İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, İngiltere’nin Ortadoğu’da etkinliğini artırma isteği içinde oluşunun önüne geçilmesi amacıyla gerçekleştirir. ABD için Kıbrıs Ortadoğu politikasının bir parçası olarak tanımlanır, ada emperyalistlerin bölgedeki güç dengelerine göre önemsenir.
Yunanistan Kıbrıs başlığını BM’ye taşıyor…
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Ortadoğu’da emperyalistlerin değişen dengeler üzerinden belirlediği yeni senaryolarda adanın uçak gemisi olma özelliği ön plana çıkıyor, adadaki bağımsızlık yanlısı seslerin ise bu senaryoyu etkisizleştirmemesi hedefleniyordu.
1954 yılında Yunanistan’ın “eşit haklar ve self determinasyon ilkelerinin BM koruyuculuğu altında Kıbrıs adasında yaşayan nüfusa uygulanması” (Enosis politikasının bir parçası olarak) amacıyla ilk kez BM’ye başvurması ile Kıbrıs başlığına uluslararası kimlik kazandırması Kıbrıs politikasına yeni bir boyut katıyordu. Yunanistan bu hamlesi ile adadaki Enosisçi politikalara İngiliz sömürgeciliği karşısında güç katmayı hedeflerken, ada ile ilgili taraf olarak emperyalist ülkelerin yanında yer aldığını duyuruyordu.
Böylelikle 1950’li yıllardan bu yana Kıbrıs emperyalistler tarafından BM gündeminde tartışılan sorunlu başlıklardan biri olarak günümüze taşınıyor, İngiliz sömürgeciliğine, ortak vatan mücadelesine yönelik yükselen hareketler ile Enosis ve milliyetçi politikalara “Kıbrıs sorunu” başlığı da ekleniyordu.
Yunanistan’ın konuyu BM’ye taşımasına ABD İngiltere’yi zayıflatmak amacıyla onay veriyor, İngiltere’yi zor durumda bırakıyordu. ABD ile İngiltere arasında yapılan görüşmeler sonucunda İngiltere Süveyş’teki üsleri ile Kıbrıs’taki konumu arasında bir tercih yapmak durumunda kalıyor; 1954 Aralık ayında Ortadoğu’daki İngiliz askeri gücü merkez karargahı Kıbrıs’a taşınıyordu.
Adadaki İngiliz üsleri2 ilk kez Süveyş krizi sırasında Mısır’ın bombalanması için kullanıldı. Bu süreçte 1948 yılında adada Konsolosluk açan ABD, kendisine ait Ortadoğu’daki yayınları dinleme tesislerini adadaki İngiliz üslerine taşımayı, adada İngiltere’nin kullandığı olanakları kullanmayı ihmal etmedi.3 İngiltere Süveyş yenilgisi ile bölgede ABD’nin izin verdiği ölçüde varlığını sürdürebilir duruma gelirken, Kıbrıs’ta sınırlı ve NATO’nun kullanımına açık bir askeri varlığa razı olmak durumunda kalıyordu. ABD, Yunanistan’ın sorunu BM gündemine getirişine daha sonraki aşamalarda destek vermeyerek İngiltere’nin kaygılarını paylaşan bir tutum içerisinde bulunmuş, bu dönemden itibaren de adaya NATO perspektifinden bakmış, “sorun” Türk-Yunan anlaşmazlığı haline dönüştükçe konuyu örgütün Güneydoğu kanadının bütünlüğü çerçevesinde değerlendirerek kontrol altında tutmaya çalışmıştır.4
1950’li yıllarda ABD’nin Kıbrıs ile ilgilenmekten çok bölgedeki dengeyi göz önüne aldığı, Britanya ile anlaşmazlık içinde olduğu görülmektedir. ABD ve İngiltere’nin Kıbrıs’a bakışı bu noktada ayrışmaktadır. İngiltere, adanın “ilgili” bir tarafı olarak her zaman askeri varlığını meşrulaştıran ve kalıcılaştıran politikaları ön plana çıkarırken, ABD için daha genel olarak bölgedeki (Ortadoğu-Akdeniz) dengeler belirleyen olmaktadır.
1955 yılında “Doğu Akdeniz’deki Stratejik Durum” başlıklı konferansa konunun ilgili tarafları olarak İngiltere, Yunanistan ve Türkiye katıldılar. İngiltere adadaki varlığını meşrulaştırmak amacıyla Yunanistan karşısında Türkiye’nin yanında durarak, Kıbrıs sorununa yaklaşımı çok taraflı bir olgu haline dönüştürme, Türkiye’yi de soruna taraf olarak dahil ederek Yunanistan’ın taleplerini dengeleme yoluna başvurdu. Konferansın anlaşmazlıkla sonuçlanması ile İngiltere sorunu sadece bir sömürge sorunu olarak görmediğini, sorunun karmaşık bir nitelik taşıdığını öne sürebileceği bir nesnelliği yakalamış oldu. Yine bu toplantı sonunda İngiltere konunun sadece NATO’nun ilgi alanında olmadığı, Arap ülkeleri ile Bağdat Paktı çerçevesinde de ele alınması gerektiğini5 öne sürerek NATO’nun (ABD’nin) adaya müdahalesini geciktirmeye çalıştı.
1955-1960 yılları arasında adanın geleceğine yönelik olarak farklı planlar gündeme gelmiş, Kıbrıs’a self-determinasyon hakkının verilip verilmemesi İngiltere’nin statüsü ve de NATO’nun adadaki olası konumu tartışmaya açılmıştır. 1955-1960 yılları arasında bu yaklaşım üzerinden hareket eden İngiltere, üçlü görüşmeler ile adadaki varlığını kalıcılaştırma girişimlerini hızlandırmaktaydı. ABD ilk başta Türkiye’nin de bir taraf olduğu konusuna ikna olmamıştı; ancak 1955-1960 yılları arasında sorunun NATO müttefikleri arasında çözüleceğini ve de adadaki barışçıl çabaları destekleyeceğini açıklayarak,6 Yunanistan karşısında daha pasif rol almayı tercih ediyor, sorunun NATO gündeminde olduğu vurgusunu yapmayı tercih ediyordu.
Türkiye dış politikasında Kıbrıs
Lozan Antlaşması’ndan bu yana Türkiye’nin gündeminden düşen Kıbrıs böylelikle 1950’li yıllarda yeniden gündeme gelmiştir. Bu süre zarfında adadaki Türkiye Konsolosluğu aracılığıyla siyasi propaganda yapılması ya da İngiliz yönetiminin elverdiği ölçülerde eğitim kurumlarına Türkiye’den öğretmenlerin getirilmesi gibi uygulamalar söz konusudur. Özellikle müftülük müessesesi ve eğitim kurumları aracılığıyla adadaki Türk milliyetçiliğinin temelleri atılmaktadır. Kıbrıslı Türkler 1940’ların sonunda Türkiye Konsolosluğu’ndan aldıkları destek ile yayınladıkları gazeteler aracılığıyla da milliyetçi politikalar yayılmaktadır (Örneğin, 1942 yılında Söz gazetesi Dr. Fazıl Küçük öncülüğünde yayına başlar).
1950’li yıllar Türkiye burjuvazisi açısından NATO üyeliğinin gündeme geldiği, Türkiye kapitalizminin dünya kapitalizmine entegre olma çabalarının yeni boyut kazandığı bir dönemdir. Kıbrıs konusunun da NATO politikasına göre şekillenmesi olağandır. Yıllardan sonra Türkiye burjuvazisinin Kıbrıs’a yönelttiği ilgi, bir “devlet” politikası olarak gündeme gelecek, Kıbrıs TBMM’de tartışılacak ve de siyasi partilerin programlarında ele alınmaya başlanacaktır.
Kıbrıs’ın “milli dava” olarak tanımlanması da bu yıllara rastlar. 6-7 Eylül olayları 1955’te, Yunanistan’ın Kıbrıs başlığını uluslararası topluluğun gündemine taşımasının hemen ardından gerçekleşti. Türkiye’de faaliyet yürüten Kıbrıs Türk’tür Derneği’nin İstanbul’da yaşayan Rumların mallarına yönelik saldırısı Türkler ve Rumlar arasındaki ayrımcılığı teşvik edecek, adadaki gerilimi tırmandıracak ve Türkiye kamuoyunda “Kıbrıs’taki Türk soydaşlarımız” söylemini gündeme taşıyacaktır. Bundan sonra Kıbrıs Türk’tür Türk kalacak sloganı yön verici bir ağırlık kazanacaktı. Aynı süreçte adadaki milliyetçi temelli tepkiler örgütsel bir düzeye ulaştı ve belki de adanın geleceği açısında en talihsiz yıllar yaşandı. Gerek EOKA, gerekse TMT’nin kuruluşunun NATO’nun bilgisi dahilinde olduğu çokça ileri sürülmüştür. Her iki örgütün adadaki halklar tarafından kendilerini bağımsızlığa kurtuluşa götürecek örgütler olarak görülmesi, bunun karşısında ilerici hareketlerin etkisiz kalması bugünkü tabloyu hazırlayan etmenlerin başında gelmektedir. Silahlı yeraltı örgütleri olarak faaliyet yürüten EOKA ve TMT, milliyetçilik üzerinden kendilerine alan açmışlardır.
1951 yılında AKEL’in kilise ile Enosis yanlısı bir oylama yapma işbirliği içerisine girmesi bu partinin Türkler nezdindeki saygınlığını zedelerken, partinin Enosisçi politikalara teslimiyeti giderek daha net bir şekilde ortaya çıkar. AKEL’in bu yaklaşımı aynı zamanda Türklerin PEO’daki örgütlülüğünü zayıflattı (daha sonraki yıllarda PEO Türk bürosu açarak bunu aşmaya çalıştıysa da, etkili olamadı) ve Türkleri kendi örgütlemelerini kurmaya itti. 1955’te EOKA, Kıbrıs doğumlu Yunan Ulusal Muhafız Ordusu albayı Grivas tarafından öncelikle Enosis için İngiliz sömürgeciliğine karşı silahlı mücadele amacıyla kurulur (bu dönemde İngiliz yönetimi Türkleri polis olarak istihdam etme politikasını uygular, Türkler ve Rumlar bir kez daha karşı karşıya getirilir!).
EOKA ile birlikte AKEL Enosis savunusu karşısında daha mesafeli durmaya başlayacaktır. Bununla birlikte Kıbrıs Rum liderliğinde adanın Kıbrıslı Rumların üstünlüğünde bağımsızlığı (Makarios/AKEL) ile koşulsuz Yunanistan’a bağlanmasını savunan EOKA (Grivas) çizgisi şeklinde bir kamplaşma yaşanacaktı. AKEL, EOKA’nın kuruluşunu eleştirmiş, buna rağmen Enosis politikalarını tamamıyla reddetmemiştir. AKEL o yıllarda Yunanistan Komünist Partisi gibi, sömürgecilere karşı kitlesel mücadele çağrısı yapar, ancak “yurtseverliğin” savunusunu kiliseye teslim etmeme noktasında zayıf bir irade ortaya koyar. EOKA’nın kurulması adadaki silahlı çatışmaların gündeme gelmesinin ötesinde AKEL ile kilise arasında sağlanan siyasi önderliğin yeniden tanımlanması ve EOKA’nın AKEL etkisini zayıflatması anlamına geliyordu.
Dr. Küçük liderliğinde 1940’lı yıllarda kurulan KATAK (Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Kurumu, “azınlık” tanımı Türkler arasında eleştirilecektir) TMT’nin ilk çıkış noktalarından biri olarak tanımlansa da TMT’nin kuruluşu Türkiye’de Özel Harp Dairesi (ÖHD) ile koordineli bir şekilde gerçekleşti. Bu, Kıbrıs “milli davasının” ÖHD tarafından belirlenmesi anlamına gelmekte idi. TMT kurucularından ÖHD subayı İsmail Tansu (adaya İş Bankası Müfettişi olarak gider) anı kitabının önsözünde bunu şöyle belirtiyor:
“Kıbrıs sorununun barışçı yoldan kolaylıkla çözülemeyeceğini gören TC hükümeti, 1958 yılı başında Kıbrıs’ta EOKA’ya karşı Türk Mukavemet Teşkilatı’nın (TMT) kurulmasına izin verdi. Modern eğitimli silahlı, ve gizli bir yeraltı örgütü olan TMT’nin kuruluş maksadı, Rumların terör örgütü EOKA’ya karşı Türk halkının mal ve can güvenliğini korumak; Rumların Enosis hayallerinin gerçekleşmesini önlemek ve Türkiye’nin siyasi, askeri ve stratejik çıkarları doğrultusunda kendisine verilecek görevleri yapmak idi.”
TMT sadece bir yeraltı örgütü olarak faaliyet göstermez, aynı zamanda kuruluşunu desteklediği sendikalar aracılığı ile de faaliyetlerini sürdürür ve adada etnik temelli sendikal örgütlülüğü teşvik eder. TMT çizgisi, Kıbrıslı Türklere öncülük eden siyasi liderlik olarak faaliyetlerini sürdürür.
1960: Kıbrıs Cumhuriyeti kuruluyor…
1955-1960 yılları arasında yürütülen görüşmeler Londra ve Zürih anlaşmaları ile sonuçlandı. Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran anlaşmalar ile sorunun Türkiye ile Yunanistan’ın kabul edebilecekleri herhangi bir formülasyon çerçevesinde çözülmesi doğrultusunda İngiltere’yi motive eden ABD olmuştur. Kısacası, “Anglo-Amerikan fayda-maliyet analizinde en kârlı çözüm olan; bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü (Enosis ve de gerekse taksime karşı) anayasal düzeni üç NATO üyesi ülke tarafından garanti altına alınmış, bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti” kuruldu.7 Kıbrıs Cumhuriyeti, Türkiye ve Yunanistan’ın ada üzerindeki siyasi, askeri, iktisadi ve kültürel haklarını dengeleyen; anavatanlara garantörlük ve asker bulundurma hakkı veren, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni üçüncü ilişkilerde sınırlayan, Türkiye ve Yunanistan’a zarar vermeyecek ve dengeleri bozacak ilişkileri yasaklayan hükümlere sahipti. Tarafların NATO patentli garantörlüğünün tescil edilmesi ile adada yeni bir dönem başlamış oluyordu. Kısacası adada garanti edilen İngiliz üsleri ile ABD’nin belirleyiciliğinde şekillenen bir Cumhuriyet dönemi başlıyordu. ABD’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’ne bakışı şöyle özetlenebilir:8
– İçte politik bir denge geliştirerek komünizme karşı güçlü bir kale oluşturmak amacıyla Büyük Britanya, Yunanistan ve Türkiye arasındaki işbirliği sağlanmalı,
– İktisadi kalkınmayı hedefleyen, özgür demokratik kurumlar ve Batı yanlısı bir yönetime sahip olunmalı,
– ABD, adada var olan haberleşme tesislerinden sınırsız olarak yararlanmalı; İngiliz üssü bölgelerine dokunulmamalı ve herhangi bir amaçla kullanılmak üzere herhangi bir Batılı ülkenin emrine verilebilmeli idi.
Bu ilkeleri tehdit edebilecek olgulara karşı ise ABD tepkisini ortaya koymaktan geri kalmayarak, NATO içinde çatışmaya neden olmayacak boyutlarda, gelişmelere müdahil olmuştur. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yukarıda belirtilen ilkelere uygun hareket etmesi amacıyla ABD Kıbrıs’a ekonomik yardım ve diğer kolaylıklar sağlamayı gündemine almıştır. Adanın “Akdeniz’in Küba’sı” olma tehdidine karşı maddi olarak desteklenmesini önemseyen ABD, yoğun olarak 1960-63 yılları arasında çeşitli başlıklarda toplam 20 milyon dolarlık fon aktardı.9 1963’te adadaki toplumlararası çatışmaların yeniden başlaması ve Makarios’un Bağlantısızlar Hareketi ile kurduğu yakın ilişkiler nedeniyle ABD bu yardımları kısıtlama yoluna gitti. 1967’de ise Kıbrıs bandıralı bir geminin Kuzey Vietnam limanlarına silah ve malzeme taşıdığının tespit edilmesi ABD ile Makarios arasındaki ilişkiyi daha da bozdu.
Aslında taraflar anlaşmalara Kıbrıs Cumhuriyeti’nin geleceğini zor günler beklediğinin bilincinde olarak imza atmışlardı. AKEL, Kıbrıs Cumhuriyeti’ne ulusal kurtuluş mücadelesinin bir aşaması olarak bakar. Türkiye kanadında ise 1958 yılında TBMM’de yapılan bir görüşmede, “Kıbrıs’taki Türk menfaatleri ve Kıbrıs’taki Türkler ve Rumların bir arada yaşama imkanının kalmaması sebebi ile Kıbrıs adasının Türkiye ve Yunanistan arasında taksiminden başka çare yoktur”10 saptaması onay alır. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecine Türkiye burjuvazisini götüren güdü uluslararası toplulukta bir NATO müttefiki olarak “saygın” bir konuma yerleşme arzusudur. Anlaşmalardan gerektiği kadar hak alınmadığı, Türklerin azınlık statüsünden kurtulması, taksim politikasının daha öne çıkartılarak savunulması CHP kanadının görüşleri olarak belirginlik kazanmıştır. Kıbrıslı Türklerin Cumhuriyet anlaşmaları gereği “azınlık” statüsüne düşeceği tartışması Türkiye kamuoyunda kafa karışıklığı yaratırken bu tartışma, Türklerin Rumlar karşısında “korunması” gerekliliği yaklaşımını diri tutmuştur. Daha sonraki süreçte “Kıbrıs Türktür, Türk kalacak” sloganı ve Türklük kavgasının bir parçası olarak taksim söylemi Kıbrıs politikalarında ağırlık kazanacaktır. Bunda Özel Harp Dairesi’nin, TMT faaliyetlerinin etkisi büyüktür.
Türkiye solu da o yıllarda Kıbrıs başlığı açısından hakim düşüncenin etkisi altında açılımlar yapar. Başta TİP11 olmak üzere bağımsızlık, NATO karşıtlığı, onurlu ve kişilikli dış politika temel politika açılımları olarak karşımıza çıkar. Kıbrıs da bu başlıklarla ilintili olarak ele alınır. Ancak “Kıbrıs davası” olgusunu tam olarak karşısına almaz. Kıbrıs’ın Misak-ı Milli sınırları içerisinde olup olmadığı tartışmasını eleştirmez. Behice Boran ise TBMM’de yaptığı konuşmalarda Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluş gerekçelerinin emperyalistlerin politikaları çerçevesinde ele alınması gerektiğini vurgularken, adadaki İngiliz üslerine dikkati çeker. Ancak Türkiye solu TMT faaliyetlerini eleştirmez, diğer yandan çoğunlukla Kıbrıs sorununu Kıbrıslı Türklerin hakları üzerinden ele alırken aslında “bir başka ülkenin” bağımsızlık mücadelesine katkı sunan bir politika da izlememiş olur.
Türkiye solu ile Kıbrıs’taki ilerici hareketlerin kendi aralarında birlikteliği sağlayan ve ortak mücadeleyi savunan anlayışın gelişkin olmaması bir başka eksikliktir. Ne yazık ki, o yıllarda Türkiye sol hareketleri içinde örgütlü olan ya da bu örgütlerden beslenen Kıbrıslı Türklerin bulunmasına rağmen, Kıbrıslı Türk öğrencilerin üniversite eğitimleri sırasında ağırlıklı olarak milliyetçi örgütler tarafından kapsanmaları, ulusal kurtuluş mücadelesini milliyetçi bir çıkış ile özdeşleştirmelerine yol açmıştır.
1964 ve 1967 krizleri
1962’de AKEL 10. Kongresi’nde Kıbrıslı Rumların yanında Türklerin bir azınlık olarak tanımlanması Kıbrıslı Türklerin AKEL politikalarından daha da uzaklaşmasını beraberinde getirir. Bu tanımlamaya rağmen “Rum ve Türk Kıbrıslılar arasındaki anti-emperyalist anlayış ve işbirliği, Kıbrıs halkının barış ekonomik ilerleme, demokrasi ve tam bağımsızlık için mücadelesinin başarılı olmasında tayin edici bir faktördür”12 açıklaması da Kongre metinlerinde yer alır.
Yine aynı yıl iki camiye bomba koyanların aslında Türkler olduğunu yazan haftalık Cumhuriyet gazetesi yazarlarının (Ayhan Hikmet, Ahmet Muzaffer Gürkan) öldürülmesi, milliyetçi politikalara karşı Kıbrıslı Türk muhaliflerini sindirme girişimlerinin bir parçasıydı. 1963’te Kanlı Noel olarak anılan toplumlararası çatışmaların yeniden başlaması ve ardından Makarios’un Anayasa değişikliği teklifinin Türkler tarafından kabul edilmemesi, tarafların Kıbrıs Cumhuriyeti ile kurdukları ortaklığın bozulması anlamına geliyordu. Adadaki halkları birleştiren üç yıllık ortaklık Enosis-taksim politikalarına teslim oluyordu. Ortaklığın bozulması adada oluşturulan “NATO dengesinin” riske girmesi anlamına da geliyordu.
1964 ve 1967 yıllarında yaşanan gerilimler uluslararası topluluğun gündemine Kıbrıs krizi olarak yansıyordu. Bu iki tarih adanın geleceği açısından önemli dönemeçler olurken, aynı zamanda ABD’nin yukarıda belirtilen ilkeler çerçevesinde Kıbrıs’a yönelik müdahalelerinin neler olabileceğinin ortaya konması bakımından da önemlidir. Yine Türkiye kapitalizminin çok amaçlı dış politika arayışlarının bir sonucu olarak Kıbrıs başlığını daha da önemsendiği yıllardır bu yıllar. Bu iki tarih adanın bölünmüşlüğü ile sonuçlanan 1974 Türkiye müdahalesinin gerekçelerini (altyapısını) oluştururken, Türkiye-ABD ilişkilerinin seyrinde de belirleyici olmuştur.
NATO tarafından oluşturulan Acheson Planı (Ocak 1964) aralarında 1200 ABD askerinin de bulunduğu, NATO’ya bağlı 10 bin askerin adaya yerleştirilmesini içeriyordu. Plan Makarios tarafından reddediliyor ABD bu teklifin reddedilmesini adadaki NATO garantörlüğünün gelecekte riske gireceğinin bir işareti olarak algılıyordu. NATO teklifinden rahatsız olan Makarios, Şubat 1964’te BM Güvenlik Konseyi kararı ile adaya BM Barış Gücü kuvvetlerinin (UNIFCYP) yerleştirilmesini ve BM’nin taraflar arasında arabuluculuk görevi üstlenmesine onay vermeyi tercih etti.13 Böylelikle adada belirlenen “yeşil hatta” BM Barış Gücü toplumlar arasındaki çatışmaları önlemek amacıyla göreve başlamış (adaya yerleşmiş) oldu.
ABD adada BM askerlerinin varlığının kabulü sırasında duruma müdahale konusunda isteksizdir. NATO güçlerinin adada bulunmasının reddedilmesine rağmen ABD’nin net bir görüşü yoktu, önemli olan Türkiye ile Yunanistan arasında çıkabilecek bir savaşın önlenmesi, adadaki statükonun devam ettirilmesi ,bu mümkün değilse tarafların anlaşarak sorunu çözmeleri arzulanmaktaydı. Bağlantısız, bağımsız, Sovyetler’e yakın bir Kıbrıs ise en az istenen, daha doğrusu engellenmesi gereken bir olguydu.14 1964 yılında ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı George W. Ball ABD’nin Kıbrıs’a bakışı ile ilgili açıklamasında ABD’nin Kıbrıs’a ilgi nedenlerini ve bakışını aşağıdaki şekilde özetliyordu:15
a) Etnik bağlantılarından dolayı bu yerel anlaşmazlık Yunanistan ve Türkiye arasında silahlı bir çatışmaya neden olabilecektir;
b) Kıbrıs, Türk ve Yunan devletlerinin Kıbrıs Cumhuriyeti ile olan ilişkilerini etkilemektedir;
c) Adadaki stratejik üsleri ile B. Britanya garantörlerden biri olarak görülmektedir;
d) Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Commonwealth (İngiliz Milletler Topluluğu) üyesi olması desteklenmektedir;
e) Tüm NATO müttefiklerinin ilgileri göz önünde bulundurulmakta ve NATO kanadındaki istikrara önem verilmektedir;
f) BM Barış Gücünün barışı muhafaza etmek için faaliyete başlaması New York’taki uluslararası diplomasinin bir sonucudur;
g) Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Bağlantısızlar ile olan ilişkisi, Makarios’un Doğu Bloku ile ilişkileri, AKEL’in etkinliğini artırması, bu yerel soruna Sovyetler Birliği’nin müdahalesi, Sovyetler Birliği’nin Doğu Akdeniz’de yer alması anlamına gelecektir.
Bununla birlikte adadaki gerilimin Türk-Yunan çatışmasına, bunun ötesinde Türkiye’nin askeri müdahalesine neden olabileceği endişesi ile dönemin ABD Dışişleri Bakanı Türkiye ve Yunanistan’ı arayarak, her iki üye ülkeyi kendilerine askeri yardım programı çerçevesinde sağlanmış bulunan materyalleri ABD’nin önceden onayı olmadan kullanmama konusunda uyarmıştır.16 Sorun Türk-Yunan uyuşmazlığı ekseninde değerlendirildiğinden, dönemin ABD yetkilileri sorunun tartışılması amacıyla Ankara ve Atina’yı ziyaret ederken, Lefkoşe’yi ziyaret etme gereği duymuyorlardı. İnönü’nün Türkiye’nin adaya müdahale edeceğini ABD’ye bildirmesine yanıt olarak verilen Johnson mektubu (Haziran 1964) ile ABD sert bir dille Türkiye’nin adaya müdahalesi engelliyor ve kriz geçiştiriliyordu.
Bu süreçte Makarios yönetimi tarafından adada siyasi faaliyet yürütmesi yasaklanan Rauf Denktaş’ın Ankara’daki sürgün günlerine Türkiye’deki “Kıbrıs Türktür Türk kalacak”, “ya taksim ya ölüm” mitingleri eşlik ediyordu. Bu gelişmelerle özellikle Türkiye kamuoyunda Kıbrıs davasının haklılığına inanç güçleniyor, adadaki Türk milliyetçiliği teşvik ediliyordu. AKEL Merkez Komitesi üyesi Derviş Ali Kavazoğlu ile PEO üyesi Kostas Mişaulis’in, 11 Nisan 1965 tarihinde pusuya düşürülerek öldürülmeleri ise adadaki Enosis ve taksim politikalarına alan açıyor; ortak vatan mücadelesine Kıbrıslılık bilincinin gelişmesine milliyetçiler müdahale ediyorlardı (bu iki isim adada Kıbrıslı Türk ve Rumların ortak mücadelesinin simgeleri olmaya devam ediyorlar).
AKEL ve Makarios, Enosis savunusuna özellikle Acheson Planı’nın ardından daha temkinli yaklaşmayı tercih ederler; Enosis politikasının adayı taksime götürebileceği düşüncesi gelişir. AKEL bu koşullar altında Enosis’in Rumlar arasında genel kabul gördüğünü de göz önünde bulundurarak, Enosis politikasını tamamıyla karşısına almayan bir yaklaşım sergiler. 11. Kongre (1966) “şimdi Enosis” sloganının emperyalizm tarafından teşvik edildiğini ve bunun taksime yol açacağını belirterek “üsler ,dış müdahaleler veya ödünler olmadan gerçek bir Enosis, kısıtlanmamış bir bağımsızlık, ve kendi kaderini tayin çizgisi temelinde hükümeti içtenlikle destekleyeceğini”17 açıklar. Enosis yerine tam bağımsızlık hedefini öne çıkarır.
1967 yılında bu kez Türkiye adadaki çatışmaların durdurulması, adada Yunan Ulusal Muhafızlarına bağlı askerlerin sayısının azaltılması ve Kıbrıslı Türkler’in yaşadıkları yerelliklerde kendilerine ait yerel yönetimler ve polis bulundurması, BM Barış Gücünün genişletilmesi önerileri ile BM’ye başvurdu. Bu öneriler ABD tarafından gerek Türkiye’nin adaya müdahalesinin diplomasi zemininde sürdürülmesi, gerekse adadaki çatışmanın ötelenmesi amacıyla destek görmüştür. ABD’nin Türkiye’nin tezlerine yakın hareket etmesi aynı zamanda Yunanistan’da Albaylar Cuntasına verilen bir yanıttı. ABD bu süreçte taraflar arasında ikili görüşmelerin başlamasını desteklerken (teşvik ederken) iki toplum lideri (Denktaş ve Klerides) ilk kez 1968 yılında BM gözetiminde bir araya geliyordu.
1974: Türkiye’nin müdahalesi
1974 Temmuzunda adada ‘63 sonrası gerilimler ivme kazanır. Makarios ile EOKA-B (Grivas-Sampson liderliği) arasındaki görüş farklılıkları, Atina’daki Albaylar Cuntası tarafından desteklenen Ulusal Muhafızlar’ın gerçekleştirdikleri darbe ile Makarios’un iktidardan uzaklaştırılmasını (15 Temmuz 1974) beraberinde getirir. Bu ABD tarafından memnuniyetle karşılanır. Darbenin ABD tarafından bilinmesine rağmen engellenmediğini ya da darbenin Türkiye’yi provoke etmek için tezgahlandığını iddia edenler de vardır. 1974’te bu iki müttefikin eylemleriyle ABD Bağlantısızlar Hareketinin önemli ismi Makarios’tan kurtuluyor ve fiili olarak Kıbrıs tamamen Batı Bloğu içinde bir sorun haline getiriliyordu. 1964 ve 1967 krizlerinde yürütülen siyaset yine değişmiyor; ABD adada bağlantısız bir Kıbrıs hedefleyen siyasetlerin kesinlikle karşısında durarak NATO’nun bu sürecin dışında kalmamasını bölgedeki Türk ve Yunan dengesinin gözetilmesini önemsiyordu. Dolayısıyla Türkiye’nin adaya müdahalesi ABD’nin adadaki beklentilerine uygun olduğundan destek görmüştü. ABD yönetimi Birinci Harekata karşı dikkatli bir dil kullanırken, İkinci Harekata (16 Ağustos 1974) karşı daha eleştirel ve sert bir dil kullanmasına rağmen bu müdahaleyi geri aldıracak bir yaptırım da uygulamıyordu. Her ne kadar Türkiye ABD açısından makul bir girişimde bulunmuşsa da, Türkiye’ye ancak “ABD istediği ölçüde adada var olabileceği” de hatırlatılıyordu. İkinci Harekatın ardından ABD Kongresi’nin Yunan lobisinin de etkisiyle Türkiye’ye ambargo uygulama kararı alması bunun bir göstergesi idi. ABD, her zamanki gibi Türkiye ile Yunanistan arasındaki dengeyi de göz önünde bulunduruyor; Türkiye’deki askeri üslerinin NATO’nun amaçları dışında kullanıma kapatılması, üslerdeki faaliyetlerini durdurma kararı ile silah ambargosu kararını yürürlüğe sokarak Türkiye’ye her şeye rağmen müdahalenin bir bedeli olduğunu anımsatıyordu.
Dönemin Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, Birinci Harekatın ardından Türkiye ve Yunanistan arasındaki çatışmanın önlenmesi amacıyla taraflar arasında yürütülen Cenevre görüşmelerini başlatırken, ABD, iki NATO müttefiki arasında arabuluculuk görevini üstleniyordu. İkinci Cenevre görüşmelerinin sonuçsuz kalmasının ardından başlatılan İkinci Harekat (16 Ağustos 1974) ile adanın bugünkü sınırları çiziliyordu. Oysa ki daha 1971 yılında NATO’nun Lizbon Zirvesi’nde adanın taksimi yönünde ele alınan karar, 1974 müdahalesinin dolaylı da olsa NATO patentli bir müdahale olduğunu ortaya koymaktadır. Bu zirvede Akdeniz’in güvenliği de ele alınmış, NATO şemsiyesi altında bir araya gelen Türkiye ile Yunanistan çözümün adanın taksiminden geçtiğini onaylamışlardır.18
Türkiye ise adanın kuzeyinde, KTFD’nin (Kıbrıs Türk Federe Devleti, 13 Şubat 1975) kuruluşunu ilan ederek, adadaki bölünmüşlüğü askeri müdahalenin ötesine taşıyordu. 1974 müdahalesi her ne kadar ABD’nin dolaylı izni ile gerçekleştirilse de ,Türkiye burjuvazisi tarafından başarılı bir çıkış olarak algılanmış, bir güç göstergesi olmuştur. Türkiye kamuoyu ise 1974 müdahalesini Türkiye’nin kararlı politikası ve Kıbrıslı soydaşların kurtuluşu, bir zafer olarak algılar. Sonuçta “Kıbrıslı Türk soydaşların yaşamı tehlikede idi ve Ecevit adaya barış getiriyordu”. Türk ordusu bir anlamda NATO içinde etkin bir güç olduğunu bu müdahale ile ispatlar. Türkiye kamuoyunda, Türk askerinin müdahalesi “yasal” ve meşru bulunur. Bu koşullar altında müdahaleye rağmen Türkiye ordusunun adadaki varlığının sürekliliği ve taksim politikasından kimlerin çıkar sağladığı gibi başlıklar belli bir süre sorgulanmadan rafa kaldırılacaktır.
AKEL ve Kıbrıs’taki ilericiler açısından ise bu müdahale bir felaket olarak tanımlanır. Adanın taksimi NATO’nun gölgesinde gerçekleşiyordu. Müdahalenin etkilerinin yoğun olduğu ilk yıllarda Kıbrıslı Türkler ve Rumların ortak bir çatı altında buluşması dahi sıkıntılı olacaktı. AKEL bu süreçte Türk ordusunun işgalci konumuna dikkat çeker ve federal bir devlet savunusunu ileri sürer. AKEL halkların birlikteliğini, mücadelesini önemser. Ancak bundan sonraki süreçte adanın bölünmüşlüğü bu birlikteliğin önündeki en büyük engeli oluşturacaktır.
1974 sonrası…
Türkiye’nin 1974’te Kıbrıs’a müdahalesine ABD’nin zorlayıcı nitelikte kesin bir tepki göstermemesi, hatta Kıbrıs’taki toplumların birbirinden ayrılmasını öngören çözüm yolları teklif etmesi, Türk tarafı açısından rahatlatıcı olmuştur. Türkiye’nin ABD’ye rağmen 1974 müdahalesini gerçekleştiğini söylemek yanlış olacaktır. ABD 1974, sonrasında tek kesim olarak oluşan Kıbrıs Cumhuriyeti hükümetini tanımaya devam ederken, Kıbrıslı Türklerin ortaklık çerçevesinde Kıbrıs devletine talip olma yönündeki anayasal isteklerini kabul eden, her iki taraf arasında denge gözeten bir politika sergilemektedir. ABD’nin adadaki bölünmüşlüğü onayladığı kesindir, ancak yine de çözüm arayışları içerisinde olan bir taraf olarak kendini konumlandırarak gerek Türkiye ve Yunanistan’ı kontrol edebilen bir alan açıyor, gerekse Kıbrıs sorununda belirleyici konumunu güçlendiriyordu.
1976 ABD Başkanlık seçimlerinde Türk-Yunan ilişkileri seçim propagandasının önemli başlıklarından birini oluşturdu; özellikle Yunan lobisinin baskısı Carter yönetiminin adada çözüme yönelik çabalarını yoğunlaştırmasına yol açtı. Ancak bu tür unsurlar ABD’nin Kıbrıs politikasında temel bir değişikliğe yol açmamıştır. 1977’de Denktaş ile Makarios tarafından imzalanan Doruk Anlaşmasında ABD’nin çabalarının payı vardır. Carter 1978’de Kıbrıs sorunun ancak doğrudan taraflar arasında yapılacak görüşmeler ile çözülebileceğini söylemekte idi. Bu dönemde ABD, Kıbrıs’ın iki bölgeli federasyon ile yönetilmesi, Türk tarafının elinde bulundurduğu toprağın 1974 sonrası elinde tuttuğundan daha az ve makul olması gerektiğini benimsiyordu.
1977 ve 1979 Doruk Anlaşmalarının bizzat ABD tarafından yönlendirildiği ortadadır. Her ne kadar bu süreçler hep BM Genel Sekreterlerinin girişimleri ile başlatılsa da, BM’de ABD’nin tarafların tutumunu belirlemedeki rolü kritiktir.
1976 seçimlerinden sonra Kıbrıs’a yönelik diplomasi ABD Dışişleri Bakanlığı yerine özel koordinatörün sorumluluğunda yürütüldü. ABD yönetimleri taraflar arasındaki görüşmelerin başlatılması sürecinde daha çok Ankara ve Atina’ya “baskı” yapan bir tavır izlemeyi, Kıbrıs’a, Ankara ve Atina ile olan ilişkilerinin seyrine, siyasi konjonktüre bağlı olarak bakmayı tercih ettiler.
ABD 1983 yılında KKTC’nin (Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti) ilanını sert bir dille eleştirmezken, KKTC’nin kuruluşunu kınayan 541 (1983) sayılı BM Güvenlik Konseyi kararına olumlu oy verdi. Türkiye ile KKTC arasında temsilcilik açılmasını kınayan 550 (1984) sayılı BM kararına ise daha sert bir ifade içermesine rağmen çekimser kaldı.19 ABD’nin KKTC’nin ilanına yönelik en somut tepkilerinden birisi de İslam Cumhuriyetlerinin KKTC’yi tanımalarını engellemesi olmuştur. Kısacası ABD’nin KKTC’yi algılayışı Türkiye’ye havuç-sopa göstermek için bir koz olarak kullanma ve bölge politikasına zarar vermediği ölçüde onay verme olarak tanımlanabilir.
ABD’nin adada 74 sonrası tablodan rahatsızlık duyduğunu söylemek mümkün değildir. ABD yönetimleri bu süreçlerde Türk tarafını uzlaşmazlıkla suçlamakla birlikte ciddi yaptırımlar içeren politikalar uygulamaktan geri kalmışlardır. ABD yönetimleri için Türkiye ile ABD ilişkilerinin bir alt başlığı olan Kıbrıs zaman zaman ABD’nin Türkiye’yi “cezalandırma”, “sıkıştırma” araçlarından biri olarak da görülmüş, diğer yandan Türk askerinin ada üzerindeki varlığından NATO çıkarları doğrultusunda yararlanabilme koşulları da göz önünde bulundurulmuştur. Adanın bölünmüşlüğü ABD için “en makul” çözüm olarak kabul görmüştür.
Soğuk Savaş sonrasında ABD’nin Kıbrıs politikası
Soğuk Savaş sonrasında ise Kıbrıs, NATO ve AB’nin genişleme gündemi ,Avrupa ordusunun oluşturulması ile Ortadoğu ve Akdeniz’den geçecek olan enerji boru hatlarının varlığı, Kıbrıs’ın yeni parametreler ile birlikte ele alınmasına neden olmuştur. Ortadoğu ve Akdeniz bölgesinde ABD ile AB arasında yaşanan paylaşım süreci Kıbrıs’a da yansımıştır. 1990’lı yıllar ile birlikte emperyalizmin gündemine bir parametre daha ilave edilerek Kıbrıs, NATO ve AB’nin ilgi odağında ele alınmaya başlamıştır.
Soğuk savaş sonrasında Kıbrıs’ın AB üyeliği konusu BM’nin taraflara çözüm baskısını artırmasını da beraberinde getirmiştir. BM Genel Sekreteri’nin 1992 yılında açıkladığı Gali Fikirler Dizisi bunu simgeler. ABD, Kıbrıs’ın AB gündemini olumlayan ve bunun çözüm için bir fırsat olduğunu vurgulayan bir siyaset benimsedi. ABD, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB’ye tek taraflı üyeliğini eleştiren bir tutum içerisine girmezken, Türkiye’nin KKTC ile entegrasyon20 politikasına daha temkinli ve eleştirel yaklaşarak, tarafları AB çatısı altında birleşmeye çağırdı.
Artık değişen koşullar söz konusudur; AB üyeliği gündemde olan Kıbrıs’ın, bölünmüşlük ele alındığında, gerek ABD’nin gerekse İngiltere’nin adada var olan hakimiyetinin yeniden tanımlanması, Türkiye’nin ve Yunanistan’ın Kıbrıs politikasını bu koşullar altında yeniden ele alması ve AB’nin Kıbrıs politikasının tanımlanması gerekmektedir.
ABD adada bölünmüşlük üzerinden sürdürülen en makul çözüm yolunu yeni parametreler ile birlikte yeniden ele aldı. Clinton döneminde, İsrail ile Filistin arasında imzalanan Oslo Anlaşması (1993) ve Bosna-Hersek Dayton Anlaşması (1995) ile, ABD Kıbrıs’ta da buna benzer bir çözüm elde edilebileceği düşüncesini ön plana çıkardı. AB üyelik sürecinin tarafların karşısında, bir zaman kısıtı olarak durması karşısında tarafların görüşmelere zorlanması söz konusu olmuştur. Clinton yönetimi iki bölgeli, iki taraflı bir federasyon önerisini benimserken, tarafları bu anlayış çerçevesinde uzlaşmaya çağırmıştır. ABD’nin Dayton Anlaşmasının mimarı Holbrooke’u Kıbrıs Özel Temsilcisi olarak adaya göndermesi de Clinton döneminde ABD’nin Kıbrıs’a yönelik çabalarını artırdığını göstermektedir. Güney Kıbrıs’ın Rusya’dan alacağı S-300 füzelerini adaya yerleştirme girişimi karşısında Güney Kıbrıs ve Yunanistan’ı dolaylı yollardan ikna eden taraf ABD olmuş, Akdeniz’de taraflar arasında oluşan dengelerin değişmemesi doğrultusunda Türkiye’nin yanında yer alarak füzelerin adaya yerleşimini engellemiştir (1998-1999).
Holbrooke’un taraflara sunduğu çözüm önerilerinde ABD’nin özellikle üç özgürlük (yerleşim mülkiyet egemenlik) başlığında adadaki askeri dengelerin yeniden düzenlenmesini gündeme getirdiği görülmektedir. Kıbrıs’ın NATO üyeliğinin dahi tartışmaya açıldığı bu dönemde, bu tartışmanın iki ayrı gerekçesi üzerinde durulabilir. ABD; kuzeydeki Türk askerinin varlığını NATO şemsiyesi altına alan, hareket alanını bu kıstasa göre belirleyecek olan girişimlerde bulunurken, Kıbrıs’ın AB üyeliğinin gündeme gelişi ile adadaki İngiliz üslerinin NATO tarafından kullanılmasını garanti altına almak istemektedir.21 ABD’nin Kıbrıs özel koordinatörü Thomas Weston’un belirttiği üzere ABD için Kıbrıs’ta çözüm, “istikrarlı” bir Güney Avrupa ve Doğu Akdeniz yaratmaktır.22
ABD ve AB’nin Kıbrıs kesişimi
Sosyalist Blok’un çözülüşü ile birlikte Avrupa coğrafyasının yeniden şekillenmesi sürecinde eski sosyalist ülkeler AB genişleme politikasının ana eksenini oluşturdu. 1989 sonrası Avrupa’da güvenlik ve savunma başlıkları ön plana çıktı, Doğu ve Güney Avrupa’da da bu çerçevede ilişkiler yeniden belirlendi.
AB “Gündem 2000” olarak tanımladığı genişleme politikasının ana hatlarını da bu anlayış üzerine kurdu. Maastricht kriterleri ise bunu özetlemekte, Avrupa tek pazarına, tek para birimine, ortak dış savunma ve güvenlik politikalarına zarar vermeyecek bir genişleme politikası hedeflenmektedir. AB genişleme politikası çerçevesinde siyasi bütünleşme, güvenlik ve savunma başlıkları anahtar rolü oynamaktadır. Bosna Hersek, Kosova örnekleri AB’nin Avrupa ordusunun gerekliliğini gündeme getirme zeminini güçlendiren unsurlar olurken, aynı zamanda AGSP’nin (Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası) NATO’dan bağımsız şekillenmeyeceğini de ortaya koydu. Güçlü bir Avrupa ordusu yaratma istemi buna rağmen genişleme sürecinin temel hedefleri arasında yer almakta, AGSP-NATO işbirliği olarak yeniden tanımlanmaktadır.23
AB, Barselona Anlaşması’yla (1995), Akdeniz ve Ortadoğu ülkeleri ile ilişkilerini şekillendirmiştir. Bu süreçte iktisadi ilişkilerin güçlendirilmesinin yanı sıra güvenlik ve savunma başlığının belirleyen olduğu görülmektedir. AB, hammadde ve enerji ithalatının yüzde 20’sini Akdeniz ülkelerinden karşılamaktadır.24 Günümüzde, Ortadoğu ve Kafkasya’daki enerji kaynaklarının önemi artarken Akdeniz bu kaynaklara açılan kapı olma özelliğine sahiptir. AB için Ortadoğu bölgesinde özellikle Fransa’nın eski sömürge ülkeleri ile olan ilişkileri, Akdeniz coğrafyasında oluşturulacak olan işbirliği açısından önem kazanmaktadır. Büyük Ortadoğu Projesi ile de AB bu başlıkları kullanarak bölgedeki etkinliğini artırmaya çalışmaktadır.
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 4 Temmuz 1990’da AB’ye tam üyelik başvurusunda bulunmasına rağmen ilişkiler 1962 yılında başlamıştır. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin en önemli ticari pazarı olan İngiltere’nin ileriki yıllarda topluluğa dahil olacağı düşüncesi bu ilişkinin oluşmasının ana gerekçesiydi. İngiltere’nin AT’ye girişinin ardından Kıbrıs 1972 yılında AT ile ortaklık anlaşması imzaladı. Türkiye bu tarihte imzalanan ortaklık anlaşmasına sadece Türklerin Kıbrıs Cumhuriyeti’nde temsil edilmediği şeklinde itiraz etmiştir.25 1972 yılında imzalanan ortaklık anlaşması ile sanayi ve tarım ürünlerine konan tarifelerin indirilmesi, 1987’deki ikinci aşamada 2002 yılına kadar tüm sanayi ürünleri ile seçilmiş tarım ürünlerine konan kotaların ve gümrük vergilerinin indirilmesi gerçekleştirilmiştir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin katma protokol görüşmeleri ise 1987 yılında tamamlandı.26 1990 yılında AB’ye tam üyelik başvurusunda bulunan Kıbrıs’ın üyelik görüşmelerine başlayıp başlayamayacağına Avrupa Komisyonu üç yıl sonra yanıt verebilmiştir. Sonuçta AB’nin Kıbrıs politikasının belirlenmesi zaman almış, ilk başta AB, BM’nin çözüm önerilerinin dikkate alınmasına vurgu yapmasına rağmen kendi tavrının ne olacağını belirsiz bırakmıştır. Lüksemburg 1993 Zirvesinde27 Kıbrıs’ta dengeli ve barışçıl bir çözümün bulunması amacıyla BM’nin üreteceği siyasi çözümlere ve çabaya destek verileceği açıklanmıştır. Buna rağmen AB için Kıbrıs sınır sorunu olan ülkelerden biri olarak da tanımlanmaktadır. AB, bu söylemi28 kullanarak, NATO ile işbirliği içinde kendi coğrafyasındaki birçok bölgeye askeri müdahalede bulunmanın yolunu açmıştır. Kıbrıs’ı da Avrupa’nın sorunlu yerlerinden biri olarak tanımlayarak konuya müdahil olma gücünü artırmıştır.
Avrupa Parlamentosu, 1993 yılında Türk ordusunun yerini BM güçlerine bırakması çağrısında bulunurken Türkiye’nin adadaki işgale son vermesi, 1992 Gali Fikirler Dizisinin kabul edilmesi, Türk tarafının yeniden görüşmelere dönmesi gerektiği vurgulanmıştır. Bu bilgiler çerçevesinde Kıbrıs’ta yeni durumun Ocak 1995 tarihinde yeniden gözden geçirilmesi kararlaştırılmıştır. AB her şeyden önce Kıbrıs sorununun çözülmediği koşullarda, “sorunlu” bir üyelik başvurusu karşısında temkinli davranmak istiyordu. Bundan dolayı Kıbrıs’ta çözümün AB şemsiyesi altında sağlanması gerekliliği üzerinde dururken genel olarak tarafları BM’nin çözüm önerileri çerçevesinde uzlaşmaya çağırdı. Adadaki Türk asker sayısının azaltılması, BM Barış Gücünün (UNIFCYP) yanı sıra AB’ye bağlı bir askeri gücün yerleştirilmesi gibi başlıkları ön plana çıkardı. Avrupa’nın gücünün adaya barış getireceği iddia edildi.
AB yetkilileri bölünmüşlüğün simgesi olan yeşil hattı “çözüme” ulaşmada ve Türkiye-AB ilişkilerinin seyrini belirlemede önemsediler. Örneğin 2 Mart 1997’de Ledra Palas’da yapılan bir toplantıda, AB Dış İlişkiler Komisyon Başkanı Hans Von den Broek Avrupa’da barikatlara yer olmadığını belirtiyordu.29 Buna benzer açıklamalar süreç içerisinde yapılmaya devam ediyor, AB ilerleme raporları ile Avrupa Parlamentosunun aldığı kararlara yansıyordu. Bu açıklamalar Türkiye’nin işgalci durumunu gündemde tutuyor, Türkiye-AB ilişkilerinde AB’nin elini güçlendiriyordu.
Corfu ve Essen Zirveleri (1994)30 ile Avrupa Konseyi, Kıbrıs ve Malta’nın genişleme sürecine dahil edileceğini açıklamış, Bakanlar Konseyi toplumlar arası çabaların yetersizliğini eleştirerek, tüm tarafları gerekli çabayı göstermeye çağırmıştır. AB üyeliğinin adadaki her iki topluma da refah ve güvenlik getireceği, Kuzey’in iktisadi geri kalmışlığının giderilmesi için Komisyon ile Kıbrıs Türk Toplumu arasında, Kıbrıs hükümetinin tavsiyeleri dikkate alınarak, ilişkilerin organize edilmesi önerisinde bulunulmuş ve BM’nin çabalarının desteklendiği vurgulanmıştır.
AB, Türkiye ve Kıbrıs
Türk tarafı Kıbrıs’ın AB’ye üyelik başvurusunun ardından bunun 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurucu antlaşmalarına aykırı olduğu yaklaşımını31 öne çıkartmış, Kıbrıs’ın AB üyeliğinin “hukuk dışı” olacağını belirtmiştir. Bu yaklaşımla AB-Kıbrıs ilişkileri ve Kıbrıs sorununa yaklaşımda “hukuksal boyut” ön plana çıkmıştır. Kıbrıs hükümeti ise Türk tarafının tezlerine karşıt olarak Türkiye’nin adadaki varlığının “hukuk dışılığını” gündeme getiren girişimlerde bulunmuştur. AİHM’de sonuçlanan Titina Loizidu davası32 (1999) ile birlikte AB’nin bu yaklaşımı desteklediği kesinlik kazanmıştır. AİHM’nin Loizidu davası ile ilgili kararı Türk tarafının tezlerini reddetmektedir. Bir anlamda Türkiye’nin işgalci konumda olduğu bu kararla teyit edilmiştir. Kıbrıs’ın AB üyeliğinin topluluk gündemine gelişinden bu yana Yunanistan, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB’ye tek taraflı başvurusunun engellenmesi durumunda genişleme takvimini veto edeceğini açıklayarak Türk tarafının yaklaşımını etkisiz kılmayı başarmıştır. 1994 yılında Avrupa Adalet Divanı’nın, KKTC’nin Avrupa Birliği ülkelerine narenciye ve patates ihracatını yasaklayan kararı (İngiltere ve Avrupa Komisyonu itirazına rağmen) ile KKTC ihracatı olumsuz yönde etkilenmiştir.33
1995 yılı ise gerek Türkiye-AB gerekse Kıbrıs-AB ilişkilerinde önemli bir dönüm noktasıdır. 6 Mart 1995 AB Konseyi kararlarına göre Kıbrıs’ın AB’ye katılım sürecinin genişleme takvimi ile birlikte ele alınması kararlaştırılmış, üyelik görüşmelerinin başlaması için tarih verilmesi özellikle vurgulanmıştır. Türkiye’nin Gümrük Birliği’ni onayladığı tarihte Yunanistan’ın Türkiye’nin imzalayacağı Ortaklık Konseyi anlaşmasına yönelik vetosu, Kıbrıs’ın AB genişleme takvimine dahil edilmesi ile ortadan kalkmıştır.34 Türk tarafı bu koşullar altında Kıbrıs’ın AB üyeliğinin “hukuk dışılığını” gündeme getirememiştir.
Helsinki 1999 Zirvesinde ise AB, Kıbrıs politikasını daha net bir şekilde ortaya koydu. Taraflar arasında 3 Aralık 1999 New York’ta başlayacak olan görüşmelerden memnuniyet duyduğu belirten AB, siyasi çözümün Kıbrıs’ın AB üyeliğini kolaylaştıracağı üzerinde durdu. Ancak çözüm elde edilmediği halde Komisyon’un Kıbrıs ile ilgili kararlarında değişiklik olmayacağı belirtilmiştir. Çözümün Kıbrıs’ın AB üyeliği için bir ön şart olarak görülmediği vurgusu her koşulda tek taraflı da olsa Kıbrıs’ın AB üyeliğinin kabul edilebileceği anlamına gelmekte idi.
Türkiye’nin adada barışın sağlanmasında sorumlu olduğu, adanın bölünmüşlüğüne son verilmesi gerektiği, Türk askerinin işgalci olduğuna yönelik eleştiriler gerek Türkiye’nin ilerleme raporlarında gerekse AB Komisyonu ile Avrupa Parlamentosu tarafından yapılan açıklamalarda görülmektedir. AB, Kıbrıs başlığını Türkiye ile olan ilişkilerinde havuç-sopa mantığı ile yürütmeyi tercih etmiş, zaman zaman Türkiye’nin adadaki askerinin işgalci olduğunu, zaman zaman ise sadece Türkiye’nin taraflar arasındaki görüşmeleri desteklemesinden memnuniyet duyduğunu açıklamıştır.
Türkiye’nin AB’ye Katılım Ortaklığı Belgesi’nde (2000) Kıbrıs’ın kısa vadede çözülmesi gereken sorunlardan biri olarak tanımlanması, 2002 Kopenhag Doruğu öncesinde Kıbrıs’ın Türkiye’nin aday üyelik müzakerelerine başlaması için bir koşul olup olmadığı tartışması, Kıbrıs’ın AB-Türkiye ilişkilerinde öncelikli başlıklardan biri olarak tanımlandığının en somut göstergeleridir. 1995 ile birlikte Türkiye-AB ilişkileri ile AB’nin Kıbrıs politikasının kesişmesinin (birbirine paralel yürütülmesinin) ardından, Katılım Ortaklığı Belgesi ile Türk tarafına Kıbrıs’ta “çözüm ve karar zamanının” geldiği mesajı verilmiştir.
Tarafların 1999 yılında başlattıkları görüşmelerin sonucunda ortaya çıkan Annan planı (Kasım 2002) her iki tarafın tezlerine belli ölçülerde yer veren bir içeriğe sahip oldu. İngiltere, Annan Planı aracılığıyla askeri üslerinin varlığını garanti altına alırken adanın geri kalan kısmında AB’nin varlığından rahatsız olmayacağını göstermektedir. ABD ise Annan Planı’nın arkasında dururken, planı Irak müdahalesinde Türkiye’yi Irak’a asker gönderme noktasında ikna etmek amacıyla bir koz olarak da kullandı. Annan Planı ile adanın bölünmüşlüğü kalıcılaştırılmaya çalışılırken, ABD, Kuzey Kıbrıs’ta kendi pozisyonunu güçlendirmiş, Türkiye ile Kuzey Kıbrıs üzerinden pazarlık yapabilme gücünü artıran bir konum edinmiştir.
Annan Planı’nın oylanması ise adadaki taksim politikalarının 2000’li yıllara uyarlanmış halinden başka bir şey değildi. Planda ne konfederasyon ne de federasyon tanımı yapılmış, taraflar iki ayrı kurucu devletin sahibi olarak tanımlanmış egemenlik, anayasal haklar, garantörlük, yerleşim, toprak, mülkiyet özgürlüğü ve AB üyeliği başlıklarında tarafların tezleri gözetilerek kapsam buna göre belirlenmiştir. Ancak planda yer alan askersizleştirme başlığı İngiltere’ye ait olan askeri üslerin varlığı ihmal edilerek ele alınmıştır. Sadece İngiltere’ye ait olan ve İngiltere’nin izni ile NATO tarafından kullanılabilen askeri üsler, Avrupa Ordusuna kapalıdır. Kopenhag Doruğunda adada Avrupa Ordusunun yer alıp almayacağının NATO’nun iznine tabi olduğu belirtilmiştir. Kıbrıs 2002 ilerleme raporunda İngiltere ile yapılan görüşmeler sonucunda askeri üslerde çalışanların çalışma koşulları ve diğer yasal haklarının AB yasalarına göre belirleneceği açıklanmıştır.
Güney Kıbrıs ile Yunanistan arasında imzalanan Ortak Savunma Doktrini çerçevesinde Avrupa Ordusunun adaya konumlanışı gündeme gelebilecek bir olasılık olarak durmaktadır. Yine Annan planında adanın askersizleştirilmesi başlığında adadaki güvenliği çokuluslu askeri gücün sağlayacağı vurgulanmaktadır. Bahsedilen çokuluslu askeri gücün (sayının az olmasına rağmen) AB ülkeleri tarafından oluşturulması gündemdir.
Bu tartışmaların gölgesinde adada sağlanacak çözümün nasıl bir barış olacağı sorusuna şüpheyle yaklaşmayı önermek abartılı olmayacaktır. Yıllardır böl-yönet politikasıyla hareket eden İngiltere ve ABD’nin, Annan Planı ile tavırlarını “barıştan” yana koyar görünmeleri ise yanıltıcı olmamalıdır.
Sonuç: Kıbrıs Kıbrıslılarındır ama…
Bir ülke düşünün ki yıllarca sömürülmüş, halkın iradesi ise geri planda kalmış. Adanın en ilerici ve köklü partisi AKEL, milliyetçi politikalara teslim olmuş ya da bu politikalar karşısında anti-emperyalist mücadele gölgelenmiş. Kıbrıslılık bilincinin gelişimi zayıf kalmış. Yıllarca Kıbrıslılar kendi kurtuluşlarını “başkalarında” aramış ya da onlara kurtuluşlarının ancak böyle olabileceği dayatılmış. Kıbrıslılar vatanlarını sevmişler ancak kurtuluşu milliyetçiliğe sarılmakta bulmuşlar, buna ikna edilmişler. Anti-emperyalist mücadeleye yönelik irade ise daha geri planda kalmış. AKEL adanın en köklü ve ilerici partisi olmadaki avantajlı konumunu Kilise ve Enosis politikalarının etkisini kırmada kullanamamış. 1990’larda AKEL, adadaki İngiliz üslerine karşı mücadeleyi gündemine alsa da AB üyeliğine onay veren konumu ile bir kez daha geriye düşmüş. AKEL ada halkları için en önemli siyasi öznelerin başında geliyor ve “birleşik bir Kıbrıs için mücadele ediyoruz” demesine rağmen bunun AB çatısı altında gerçekleştirileceğini iddia edebiliyor, AB emperyalizmine boyun eğiyordu. AKEL’in bu savunusu adayı Türkiye’nin işgalci konumundan kurtarmadı, bugün AB’ye onay verilmesi ile birlikte adanın bölünmüş yapısı daha da yerleşiklik kazanmış durumda…
Ve bir ülke düşünün ki, askeri müdahale ile ikiye bölünmüş. Bu küçük ada ülkesinin ikiye bölünmesi aslında atar damarlarının ortadan kesilmesinden başka bir anlam ifade etmiyor. NATO patentli bu bölünmüşlük adada iki ayrı yapı ortaya çıkardı; refah düzeyi yükselmiş, AB’ye entegre olan Güney ile Türkiye kapitalizmine bağımlı Kuzey Kıbrıs.
Yukarıda da değinildi; Türkiye kapitalizmi 1974 müdahalesini bir zafer olarak tanımlamıştı. Geçen süre zarfında bu bölünmüşlük Türkiye burjuvazisine ayak bağı olacaktır. Türkiye açısından Kuzey Kıbrıs belli kirlerin aktarıldığı coğrafya oldu. Emperyalistlerle yapılan pazarlıklarda kullanıldı. Türk ordusu için adadaki konumlanış, NATO bünyesindeki konumunu güçlendiren bir unsur oldu. Daha İkinci Harekatın tamamlandığı günlerde TÜSİAD heyetleri adayı ziyaret etmişlerdi bile. Kuzey Kıbrıs ekonomisi Türkiye ekonomisine bağımlı hale getirilirken, Türkiye burjuvazisi adanın kaynaklarını kullanmaya yönelik bir strateji geliştiremedi. 74 sonrasında adaya ihraç edilenler, Türkiye vatandaşları, ülkü ocakları ve kara para zenginleri kısacası Türkiye kapitalizminin “kiri” oldu. Bir yandan adaya “barış” götürülmüş, diğer yandan 30 yıllık sürede Kuzey Kıbrıs bir batağa dönüştürülmüş, Türkiye kapitalizminin kurduğu bağımlı yapı sürdürülemez hale gelmiştir.
1990’lar ile birlikte ABD ve AB’nin Ortadoğu, Akdeniz politikasında değişiklik ise 1974’ten bu yana süregelen politikaların yeniden gözden geçirilmesini beraberinde getirdi. Öncelikle emperyalistler açısından, adadaki askeri güçlerin durumu ele alınmalıydı. Diğer yandan Türkiye kapitalizminin karşısına, Kıbrıs başlığı Türkiye-AB ilişkilerini kilitleyen bir unsur olarak çıkıyor, ABD ise Ortadoğu ve Akdeniz’deki Türk askeri varlığının kendi iznine tabi olduğunu hatırlatıyordu (Annan Planı görüşmeleri sırasında ABD’nin AKP ile temasında bu koz kullanılmıştır). Bu süreç, Türkiye burjuvazisinin Kıbrıs politikasındaki çaresizliğini de ortaya koymuştur. Türkiye burjuvazisi bu kez “milli dava” söylemini terk ediyor, AB’ye entegre olma sevdası uğruna Kıbrıs başlığında tavizler verileceği kabul görüyordu. Türkiye burjuvazisi adadaki ABD ve AB çıkarlarına, kendi yarattığı tablonun sürdürülemez olduğunu deklare ederek katkı sunuyor, Kuzey Kıbrıs’ta Denktaş’ın siyasi belirleyiciliği tasfiye ediliyordu.
Adadaki ABD-AB dengesinin yeniden inşa edilmesi amacıyla 1990’ların sonunda teşvik ettikleri iki toplumlu etkinliklerin sayısındaki artış emperyalistlerin yine aktif bir biçimde sahneye çıkışlarının da ilk göstergesi olmuştu. Örneğin, Kıbrıslı Türk ve Rum sendikacılar ABD elçiliği tarafından İsrail’e davet edildiler, iki toplumlu projeler AB ve ABD tarafından finanse edildi. ABD ve AB ada halkının gönlünü almayı başardı. AB gündemi ile birlikte adada yeni bir sürecin başlayacağı düşüncesi ve var olan konumdan kurtulma isteği nedeniyle bu tür projelere her iki toplumun ilerici kesimleri de onay verdi. “Bu memleket bizim” iradesinin yükselmesi olumlu bir gelişme olarak görülse de bu iradenin emperyalistler tarafından yönlendirilmesi ağırlık kazandı. Kuzey Kıbrıs’ın ilerici kesimleri adadaki ABD elçiliği ile işbirliği içinde Annan Planı’na “evet” dedi. Kıbrıs Cumhuriyeti ise AB üyeliği ile birlikte elini güçlendiren bir konuma ulaşmayı hedefledi. Ortak vatanın AB çatısı altında gerçekleşeceği beklentisi üzerinden hareket edildi, AB sürecine bunun bir fırsatı olarak bakıldı.
Bir kez daha yurtseverlik anti-emperyalizmle buluşamadı ve buluşamadığı noktada halkların bölünmüşlüğünün derinleştiği görüldü. Emperyalistler adada yükselen yurtseverlik bilincini kendi bünyelerinde, barış-çözüm söylemlerini kullanarak manipüle ettiler.
Annan Planı bu koşullar altında oylandı ve sonrasındaki gelişmelerde ABD’nin Kuzey’deki egemenliğini artırdığı görüldü, Karpaz’da ABD üssü kurulacağı tartışmaları gündeme geldi. ABD, tanımadığı KKTC’nin cumhurbaşkanını Beyaz Saray’da ağırladı, solcu, ilerici bir lider olarak tanınan Talat ise adadaki ilerici hareketlerin nasıl teslim alındığının en somut örneği oldu! AB ise ABD karşısında adada bir güç olduğunu, adanın bir “Avrupa” adası olduğunun altını çizerek hatırlatıyor. Kuzey Kıbrıs’a çok yüksek oranlarda olmasa da ekonomik yardımlar aktarmayı diğer yandan Türkiye’ye Kıbrıs’ın AB üyeliğini hatırlatmayı ihmal etmiyor. AKP’nin emperyalistlerle yapılan pazarlıklar sonucunda Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanıyacağı yolunda söz verdiği artık belirginlik kazanmış durumda.
Daha geçenlerde Lübnan halkına karşı açılan savaşta adadaki İngiliz üsleri de kullanıldı. Bir Kıbrıslı Rum muhtar “her zaman gelirlerdi ancak bu kez daha fazla geldiler” diyerek olayı özetliyordu. Kıbrıs Cumhuriyeti, AB içindeki konumunu da güçlendirmek amacıyla Fransa’ya üs vermeyi gündemine aldı. Fransa’nın bu müdahalesi aynı zamanda AB’nin adadaki askeri beklentilerini somutlayan bir gelişme oldu. Fransa da Ortadoğu’ya yakın olmak amacıyla adaya yerleşmeyi gündemine aldı.
Adanın zenginleri ise bu süreçte patlayan emlak piyasası ya da adı konamayan faaliyetler üzerinden refah düzeylerini artırdılar. Bugün, Kıbrıslı Türk emekçiler, Güney Kıbrıs’ta Moldovalı işçiler ile birlikte ucuz emek gücü olarak istihdam ediliyor. AB ve ABD’nin çözüm modeli ile elde edilen budur; “sınır” burada kalmıştır. Türkiye burjuvazisi için ise “Kıbrıs” haritalar yeniden şekillenirken masada durmaya devam ediyor; bugün AKP hükümeti ABD ile uzlaşı içinde yoluna devam ediyor.
Bir ülkenin başka bir ülkeyi ve o ülkenin vatandaşlarını pazarlık unsuru olarak görmesi ve ele alması karşısında, yurtseverler olarak bu oyuna karşı çıkmaktan başka ne yapabiliriz? Kıbrıs Kıbrıslılarındır ve Kıbrıslı yurtseverlerin emperyalizme karşı mücadelesi güncelliğini koruyor. Türkiyeli yurtseverler de bu oyunu bozmak için Kıbrıs Kıbrıslarındır diyor…
Dipnotlar ve Kaynak
- 1974 sonrası Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’a aktardığı yardımların yüksekliğine dikkat çekilmek,le birlikte şunun altını çizmekte fayda var: Türkiye kapitalizmi Kuzey Kıbrıs’ta kendine bağımlı bir yapı geliştirmiştir. Türkiye’den Kuzeye aktarılan yardımların Türkiye kapitalizmine dolaylı ve dolaysız getirisi çok daha yüksektir. Örneğin kuzeye yatırım için aktarılan kaynaklar, kredi olarak Türkiye’ye yeniden dönmektedir. Türkiye menşeli mallar Türkiye’den daha yüksek fiyata satılmakta, Türkiye ithalatına gelir olarak yazılmaktadır. Adanın kayıt dışı ekonominin alanı olarak kullanılması ile offshore bankacılığı, akaryakıt kaçakçılığı gibi faaliyetler bu maliyet hesabının dışındadır. Dolayısıyla Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye’ye ekonomik maliyeti Türkiye kapitalizminin kazançları düşünüldüğünde düşük kalabilmektedir.
- Adanın güneyinde bulunan İngiliz üsleri, iki ayrı yerleşim biriminde (Ağrotur ve Dikelya) yaklaşık olarak 99 mil karelik bir alan olup, adanın yüzde 10’unu kaplamaktadır. Her iki askeri üssün kurulması aşamasında yaklaşık elli milyon sterlin harcanmış, beş bin Kıbrıslı üslerin inşaatında çalışmıştır. İngiliz üsleri NATO’ya ait olmamasına rağmen üslerde bulunan elektronik istihbarat toplama kapasitesi ile ABD ve NATO çıkarlarına hizmet etmektedir. ABD’nin Amerikan Federal Yayın Enformasyon Servisinin antenleri adadaki üslerde bulunmaktadır.
- Ahmet An, “Adamızdaki İngiliz Üsleri Mutlaka Kaldırılmalıdır”, Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek, Sayı 31, Ağustos 1998.
- Faruk Sönmezoğlu, Tarafların Tutum ve Tezleri Açısından Kıbrıs Sorunu(1945-1986), İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul 1991, s. 18.
- Faruk Sönmezoğlu, Türkiye-Yunanistan İlişkileri ve Büyük Güçler, Der Yayınları, İstanbul, 2000, s. 72.
- T.W.Adams & Alvin J. Cottrell, Cyprus Between East and West, The Johns Hopkins University Press, s. 56.
- Sönmezoğlu, a.g.y., s. 75.
- T.W.Adams & Alvin J. Cottrell, a.g.y., s. 56.
- 1960 Aralığında Kıbrıs’ta yaşanan kuraklık karşısında ABD, Kıbrıs Cumhuriyeti’ne 50.000 ton buğday ve tahıl yardımı yaptı. Dr. William Throp öncülüğünde adanın iktisadi koşulları ve kalkınma potansiyeli incelenmiş, 1962 yılında Fulbright ile eğitim anlaşması imzalanarak Kıbrıs Cumhuriyeti’ne üç yıllık bir süre için 300.000 ABD dolarlık eğitim yardımı yapılmıştır. 1962’de ABD’yi ziyaret eden Makarios toplam 6.400.000 dolarlık bir protokol imzaladı. 1963 yılında Kıbrıs’a 2 milyon ABD dolarının üzerinde “barış için gıda yardımı” ile 2.3 milyon ABD doları tutarında “uluslararası kalkınma yardımı” sağlandı.
- Melek M. Fırat, 1960-71 Arası Türk Dış Politikası ve Kıbrıs Sorunu, Siyasal Kitapevi, 1997, s .69.
- TİP Kıbrıs politikası için bkz. Gelenek 89, Serpil Güvenç “TİP Kıbrıs Konusunda Milliyetçiliğe Kaymıştı”.
- Ahmet An, Kıbrıslılık Bilincinin Geliştirilmesi, Galeri Kültür Yayınları, Lefkoşe, 1988, s. 88.
- Sönmezoğlu, a.g.y., s. 85.
- Sönmezoğlu, a.g.y., s. 189-190.
- T.W.Adams & Alvin J. Cottrell, a.g.y., s. 4.
- Sönmezoğlu, a.g.y., s. 83-84.
- Ahmet An, a.g.y., s. 85.
- Ahmet An, a.g.y. s. 32, Van Coufoudakis, “The Cyprus Problem Grek-Turkish Relations and The Superpowers”, s. 230 Greek-Turkish Relations, 1923-1987 eds. Aleis Alexandris, 1988, Athens.
- Sönmezoğlu, a.g.y., s. 105-106.
- 1993 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti Yunanistan ile Ortak Savunma Doktrini Anlaşması imzalarken, Türk tarafı buna TC-KKTC ortak deklarasyonu (1997) ve Denktaş-Demirel deklarasyonu (1998) ile yanıt veriyordu. Bu deklarasyonda Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tek taraflı AB üyeliğinin gerçekleşmesi durumunda Türkiye’nin KKTC ile olan işbirliğini daha üst boyutlara taşıyacağı KKTC ile Türkiye arasında entegrasyona gidileceği açıklanıyordu. Entegrasyon tezi taksim tezinin devamı niteliğinde de okunabilir.
- Bu yaklaşımla ilgili olarak bkz. Ahmet An, Kıbrıs Nereye Gidiyor, Everest Yayınları, İstanbul, 2002.
- Abdullah Akyüz, “Thomas Weston ile Söyleşi”, Görüş Dergisi, Mayıs -Haziran 2002, s . 48-49.
- Bu başlık ilgili olarak bkz., Alvaro de Vasconcelos, “Europe’s Mediterranean Strategy: the Security Dimension”, ed. M. Maresceau, E. Lannon, The EU’s Enlargement and Mediterranean Strategies, Palgrave, UK, 2001. Lawrence Freedman, “Rethinking European Security,” Interlocking Dimensions of European Integration, Ed. Hellen Wallace&Lawrence Freedman, Palgrave, UK, 2001. Christopher Hill, “The Common Foreign and Security Policy of the EU”, European Foreign Policy Unit, LSE, 2002,http://www.lse.ac.uk/Depts/intrel/RelatedSites.htm/20.05.2002.
- AB’nin Akdeniz Bölge Politikası, İTO yayın no:1996-30/AB7, Temmuz 1996, s. 4.
- Mehmet Hasgüler, Kıbrıs’ta Enosis ve Taksim Politikalarının Sonu, İletişim Yayınları, İstanbul 2000, s.137.
- Nathalie Tocci, “The Cyprus Question :Reshaping Community Identities and Elite Interests Within a Wider European Framework”, CEPS, 2000, s. 10.
- www.europa.eu..int/comm/enlargement/cyprus/12.03.2003.
- AB, Bosna-Hersek, İsrail-Filistin, Kuzey İrlanda, Kıbrıs ve Türkiye-Yunanistan için “sınır” anlaşmazlığı tanımlamakta, sınır anlaşmazlığı olan bölgelere askeri müdahaleye gerek kalmadan çözüm üretme hedefinden söz etmekte, ama diğer yandan bu başlıklara AGSP-NATO dengesi üzerinden bakmakta, Kosova, Bosna-Hersek örneklerinde olduğu gibi gerek duyulduğunda askeri müdahaleyi de gündemine alabilmektedir.
- Brewin, a.g.y., s. 4.
- www.europa.eu.int/comm/enlargement/cyprus/12.03.2003.
- Bu başlık için bkz. Mendelson Raporu, www.mfa.gov.tr
- T. Loizidu 1974 öncesi ikamet ettiği yerleşimine gidemediği için, mağdur olduğu gerekçesi ile AİHM’e başvurarak Türkiye aleyhine dava açmıştır.
- Clement H. Dodd, Kıbrıs Meselesi, Turhan Kitapevi, Ankara, 1996, s. 18-19.
- Brewin, a.g.y., s. 22 .