Marksizm açısından verimli ve hızlı bir zaman diliminde bulunduğumuzu herhalde söyleyemeyiz. Kaçınılmaz biçimde sosyalist hareketin gerilediği ve buna paralel olarak burjuva ideolojisinin bilimsel düşünce üzerinde ağır baskı kurduğu bir dönemde hayatın marksizm için farklı olmasını beklemek gerçekçi değildir. Kuşkusuz marksizmin anlamlı bir canlılık sergilemesi için ille de siyasetin yönünün ezilenlerden, emekçilerden yana dönmesi gerekmez. Sınıflar mücadelesinin yolculuğu ile teorinin devrimciliği arasındaki ilişki bire bir değil. Ancak bugün teorinin geleceğini siyasete emanet ettiği, hatta siyasetten ricacı olduğu bir dönemde olduğumuzu ileri sürmek çok da yanlış olmayacaktır.
Gerçi “sınıfların ve sınıf mücadelesinin bittiği”, “tarihin sonuna varıldığı”, -olmadı- “tarihin gelişim ekseninin uygarlıklar arasına kaydığı”, bu arada piyasa ekonomisinin de insanlığın en büyük keşfi olduğu gibi tezler pek dayanıklı çıkmadı. Belki de büyük seremonilerle açılışı yapılan bu tezler topu topu 15 yılı çıkaramadığından, gerici atmosferi ayakta tutmak için, burjuva ideolojisi, her alanda “geriye, daha geriye” diyor. Sadece Türkiye’de değil başta ABD olmak üzere kapitalist dünyanın önemli bir bölümünde evrim teorisine savaş açılıyor. İtalya gibi bir merkez ülkesinde başbakan nazizm ile faşizmi özdeş saymamak gerektiğini dile getirip Mussolini’nin itibarının iadesi sürecine ürkek de olsa adım atabiliyor. Fransa’da merkez sağın, bu ülkenin cumhuriyetçi, ulus-devletçi ve laik geleneklerinden sapma pahasına ırkçı-faşist kanattan rol çaldığı görülüyor. İsveç gibi bir “uç” burjuva demokrasisinden bir vekil, kıtayı nazizmden, ırkçılıktan kurtaran komünizmi kriminalize etme girişimine öncülük ediyor…
Borsanın baş tacı edildiği bir dünyada iktisat biliminin ilerleme kaydetmesi elbette mümkün değildir. Olağan olan, burjuva iktisadının bilim öncesi çağa geri dönmesidir. Hem borsa analizleri/kredi değerlendirme raporları hem de IMF/Dünya Bankası raporları gerçek anlamda, hiç abartısız, bilim öncesi çağlara aittir. Ya da ülkeler arasında ve giderek kapitalist toplumların kendi içlerinde derinleşen eşitsizlik karşısında toplum bilimlerinin, egemen sınıfa ihanet etmeyeceklerse, “geriye, daha geriye” diye seslenmekten başka çareleri olabilir mi? Günümüz koşullarında kapitalist merkez ülkelerde sorunları göçmenlerin sırtına yıkma ihtiyacı bariz hale gelmiştir ve bunun bütün disiplinlerde açık veya örtük karşılıkları olacaktır.
Belki söze emperyalist savaştan başlamak daha açıklayıcı olurdu. Emperyalizmin açık işgali restore ettiği bir dünyada kapitalist ülkelerde, tepeden aşağıya doğru, işkenceyi icap ettiğinde başvurulabilecek yöntem sayan bir insan hakları anlayışının, geri kabile toplumlarına uygarlık taşımayı savunan yeni kolonyalist-oryantalist uygarlık tanımlarının önünün açılması olağandır.
Reel sosyalizmin çözülüşe uğradığı konjonktürde acele ve heyecanla uydurulan tezler zayıf çıkmış olabilir. Sonrasında bu zaafı gidermek için uydurmaya devam edilmiş, bu arada, hem uluslararası dengeler hem kapitalist ülkelerdeki evrim anlamında, objektif zemindeki değişim sürekli gericiliği beslemiştir. Yeni tezler, tarihin sonu’ndan daha inandırıcı ve temellendirilmiş değiller. Ama bu noksanlarına rağmen benzeri tezlerin birbirini izlemesinin zemini vardır.
Saldırının, kuşkusuz daha inceltilmiş biçimlere bürünerek de olsa, ilerici düşüncenin içine ve marksizmin etki alanına bulaştığı açıktır. Eşitlikçilikten uzak düşürülmüş bir özgürlük düşüncesi, liberterlik, sınıfsal metodolojinin terki, piyasacılığın sızması… bunlar ilk akla gelenler. Ancak toplu sonuç tekil örneklerden daha önemli. O da, teori alanının terorize edilmesi olarak özetlenebilir. İlerici aydınların teorik, ideolojik, kültürel cephelerde ileri çıkış denemelerinde bulunabilmeleri öncelikle bu terörün dağıtılmasına bağlı görünüyor. Kolayca düşünülebileceği gibi, bu görev esas itibariyle siyasal mücadelenin konusudur.
Daha açık olması için örnek verilebilir.
Solda ve marksistler açısından örneğin işçi sınıfının yapısı, dinamizminin kaynakları, çağdaş kapitalizmin bu kaynakları başkalaştırıcı müdahaleleri, bunlarla bağlantılı örgütlenme düzlemleri aslında yeterince irdelenmiş bulunmaktadır. Bu irdelemenin marksizm zemininde ısrarlı olanlar açısından gelip dayandığı bir nokta vardır. İşçi sınıfının hangi kesitinin daha fazla dinamizm sergileyeceğine ilişkin detaylarda gezinen ve anlamı kuşkulu bir spekülasyona devam edilmeyecekse, sınıfın veya sınıf adına bir öznenin “bir şey yapması gerekmektedir”. İşçi sınıfının aldığı yenilginin sınıfsal kimlik yitimi anlamına geldiği ve bu ve başka bir dizi nedenle günümüz proletaryasının halk kitlelerinden daha az ayrışmış bir karakter taşıdığı da saptanmaktadır. Peki bu karakter hareketin örgütsel özelliklerine nasıl yansıyacaktır?
Bu noktada teorik argümanlardan ziyade pratik deneylere gereksinim duyulmaktadır. Daha somut olarak, artık çok aşınan “sendikalar önemlidir” ezberinin, “daha fazla siyaset” ile dönüştürülmesi gerektiğini aklı başında bütün devrimci marksistler kabul etmekte, ancak teorik üretkenliğin sürdürülebilmesi için kitle örgütlenmesi anlamında zihin ve ufuk açıcı yeni deneylere ihtiyaç duyulmaktadır.
Teorinin siyasetten “ricacılığı”, teorisyenin aczinden değil, belirli bir objektiviteden kaynaklanıyor. Elbette objektivitede değişim işaretleri teorisyenleri de silkinmeye teşvik edecektir. Öyle ki, bu noktada ricacılık ifadesi artık geri çekilmeli, teorik açıklama ve yön verme uğraşının, şimdilik bir adım öne çıkması gereken siyasal açılımlara eşlik etmesi hedeflenmelidir.
Gerilemede duraklama
2005 yılında emperyalizmin yeni mevziler kazanmadığı, tersine yer yer durdurulduğu, hatta geriletildiği görüldü. Bu verilerin genel olarak ilerici düşünceye, ama özel olarak marksizme nasıl bir ufuk açtığı sorusu önemlidir. Madem ki “siyaset” her alanda değilse de, anti-emperyalist mücadele açısından çemberi zorluyor, teorinin de saflarda yerini alması gerekir. Peki marksizm?
Marksizm hep ilerici ve bilimsel düşüncenin ağırlık merkezi olmuştur. Ağırlık merkezi olmak her zaman öncü kol işleviyle örtüşmez. Öyle ki aslında burjuva akademik dünyanın bile genel olarak marksizmin ağırlık merkezi niteliğini zımnen kabul etmekte ve marksizme referansta bulunmaksızın herhangi bir şey yapamamaktadır. Ancak bugün, abluka altındaki ilerici düşünceye çeki düzen verecek bir ağırlık merkezinden ziyade, bir öncü kola, kuşatmayı yaracak bir şiddete ihtiyaç var. Marksizmin bu tür bir şiddet uygulayabildiği momentlerde, kendi sistematiğine içsel olmayan unsurlarla kimi ideolojik ve siyasal eklemlenmelere gitmesi kuraldır.
Önce, birinci aşamadaki soru, ihtiyaç ve özlem duyulan yarma harekâtının başarı şansını ve zamanlamasını sorgulamaktadır. Dünyada emperyalist saldırganlığın yükselmeye devam edeceği, kapitalist sömürünün ve birikimin artacağı, dolayısıyla her tür gericiliğin -ne denli temelsiz olsalar da- prim yapacağı bir dönemi yaşıyorsak, başarı ve zamanlama açısından iyimser olmak güçtür. Bu koşullarda olsa olsa onurlu kavgalar verilir, aydınlar kendilerini yakar…
İkinci soru ise, marksizmin sadece statik bir otorite olmanın ötesinde öncü kuvvetin bizzat kendisi veya temel referans kaynağı olup olamayacağıdır. Teşvik işaretini alıp harekete geçen ilerici teorinin içinde özel olarak marksizmin dönemsel gücü nedir?
Birinci soru açısından şöyle başlanabilir: Objektif durum 2005 yılının başından sonuna kadarki süre içinde genel olarak emekçiler açısından daha kötüye gitmiş değildir. En bariz örnekler olarak ABD’nin Irak işgali, Latin Amerika’da kapitalizmden kopuş sürecinin başlaması ve AB’nin eldeki entegrasyon modelinde tıkanmadan söz etmek yeterli olacaktır. Burada yalnızca gözlemler veya ham verilerle yetinelim.
Özetle Irak’ta 2005 yılının başlarında direnişin süresi ve karakteri konusunda ağır basan değerlendirmeler, -seçimler gibi- reformist veya militarist önlemlerin direnişi çözme olasılığına işaret ediyor, dinci gericiliğin etkinliği dışarıya gerçekte olduğundan daha büyük bir gölge düşürüyordu. Şimdi direnişin kalıcı olduğunu bizzat işgal gücü ABD kabul etmektedir ve bu nedenle Irak’ın Kuzeyindeki daha güvenli bir bölgeye konsantre olmaktadır. Örgütsel liderlik açısından dinin daha çok söylem düzeyinde ve biçimsel nitelik taşıdığı, tarihsel olarak ülkesinde laisizm misyonunu üstlenen Baas’ın belirleyiciliği açıklık kazanmıştır. Bu hareketle ilgili yeni soru, olsa olsa bugünkü emperyalizme direnen Baas’ın eskinin dengeci, uzlaşmacı, burjuva Baas’ından ne ölçüde ve hangi açılardan farklılaşacağıdır.
Emperyalizm, özellikle ABD emperyalizmi, Güney Amerika’yı adeta yeni dünyanın laboratuvarı gibi kullanmıştır. Emperyalizm muhtemelen, askeri-faşist rejimlerin henüz sosyalizmin prestijli olduğu bir dönemde bile sindirdiği halklara “artık her şeyi yaptıracağını” düşünmüştür. Yaratılan yoksulluk, eşitlik, aşağılama, borçlandırma ve IMF-Dünya Bankası basıncı düpedüz geri tepmiştir. Bir dizi ülke emperyalizmden kopmakla kalmamakta, Kıta ABD’siz bir entegrasyon modeli geliştirmektedir.
AB’nin entegrasyon modelinin genişleme heyecanını silip süpürecek ölçüde yara aldığı da görülmektedir. Gerek referandum süreçleri gerekse Fransa’nın ezilen yoksullarının eylemleri tekil olgular değil, tarihsel bir tıkanma olarak okunmalıdır.
Ham veriler bunlardır ve yarma harekâtı için cesaretlendirici olduklarını düşünmek için yeterli neden vardır. Elbette Avrupa’daki yoksul eylemleri asla, Latin Amerika’daki kitle mücadeleleri ise şimdilik, teorinin ufkunu açacak bir nitelik taşımıyorlar. Irak direnişi, geçmişin ne sovyetik ne de üçüncü dünyacı anti-emperyalist sistematikleriyle benzeşen bir bütünlüğün işaretini vermiyor.
Emekçi hareketler ve sol açısından gerilemenin durması ve henüz bir devrimci yükselişten söz edilememesi. Anti-emperyalist ve Latin Amerika’da sol hareketlerin mevzi kazanması ama bunların özel olarak marksizm merkezli bir pozisyonlarının bulunmaması. Tablo özetle budur.
Baas hareketinin bugün bir başkalaşma yaşadığı ham verilerden hareketle söylenebilir. Kapitalizm ile sosyalizm arasındaki konfrontasyondan kendilerine özgün avantajlar çıkartan akımlardan biri Baas, ülkelerden biri de Irak olmuştur geçen yüzyılda. 20.yüzyılın Baas’ı emperyalizme karşı mücadeleci değil denge ustası bir profil sunmaktadır. Geçmişte uluslararası koordinatlar dengeciliğe izin verirken 2000’lerde emperyalizm kaçacak tek kare boşluk bırakmayıp karşısındakini tamamen teslim almayı öngörmüş, diğer olasılığı ihmal etmiştir. Baas’ı başkalaşma rotasına sokan ihtimal, köşeye sıkıştırılan kedinin refleksidir.
Bu tabloda, bu haliyle marksizme olup biteni anlama, çözümleme dışında herhangi bir yer ayrılmamıştır. Kuşkusuz Irak direnişinin içinde komünistlere de alan vardır. Anti-emperyalizm direnişçi öznelere geçmişte olmayan yeni bir ortak payda da sunabilir. Ancak sonuçta Irak deneyiminin marksizm ile daha ileri bir alışverişte bulunması beklenemez.
Kaldı ki bu noktada marksist teorinin herhangi bir pratik deneyim ile yakın alışveriş ilişkisi içine girebilmesinin başka tarihsel ve yapısal koşullarının da olduğu unutulmamalıdır. Söz konusu ilişki belli bir kapitalistleşme ve proleterleşme düzeyini arar, bir. Ve dünyanın marjlarında devinmekle sınırlanmayıp bütününü etkileme yeteneği arar, iki. İşçi sınıfının belirgin ve ayrıksı bir öncü rol üstlenmediği ve somut olarak gelişkin kapitalist dünyayı daha yakından ve daha içeriden sarsmayan deneyimlerin marksizm ile alışverişlerinde sınır olacaktır. Marksizm bu tür eksiklerini sürdüren deneylere dayanarak hamle yapamaz.
Bugünkü kıpırdanmalardan marksist teorinin özel olarak feyz alması, ve karşılık olarak sürecin referans noktası, öncü aklı olması için hem yeni ve hem de daha işlenmiş veriler gerekecektir.
İşin aslı ve ucu
“Tarihin sonu” kapitalizmin merkez coğrafyasında ilan edilmişti. Şimdiki itirazlar ise bu merkez coğrafyada değil sisteme belirli derecelerde ve eksikli eklemlenmiş bölgelere “umut” veriyor. Öte yandan AB’deki tıkanma, Avrupa halkları açısından bir devinim, bir umut içermediği gibi, Avrupa kıtası bugün dünyanın dinamizm açısından en geri alanı haline gelmiş görünüyor. Bu görünümün kalıcı olup olmayacağını burada tartışmayacağız. Yalnızca bugün dünya kapitalizminin öne çıkan siyasal kriz dinamiğinin, kendini, öncelikle en gelişkin veya en geri bölgelerde değil de, belirli bir entegrasyon aralığındaki ülkelerde dışa vurmasının olağan olduğuna işaret edeceğiz.
Mevcut kriz dinamiği, en kaba haliyle, emperyalizmin dünya egemenlik sistematiğini reel sosyalizm sonrası dönemde değiştirmeye, derinleştirmeye yönelmesinin ürünüdür. Gündelik dilde “tek kutuplu” sıfatıyla anlatılan bu dizginlenmemiş egemenlik biçimine geçiş, emperyalistler arası bir yeniden paylaşım anlamına da gelmiştir. Ancak emperyalist odaklar arasındaki aşırı güç dengesizliği, yeniden paylaşım işlemlerinin fazla kızışmasına fren yapmıştır.
Asıl hararet yükselmesi, reel sosyalizm döneminde dünya hiyerarşisinin ara kademelerine dağıtılan yetkilerin geri toplanmasında yaşandı. 20.yüzyılda emperyalist yapılanmanın önemli bir özelliği, bağımlı ülkeler için her özel örnekte özgün bağlanma biçimleri kurulması ihtiyacının hissedilmesi ve bu ihtiyacın “cömertçe” karşılanmasıdır. Ne de olsa, bir devrim çağının toptancı önlemlerle atlatılabilmesi mümkün olamazdı. Şimdi işte bu yetkilerin iptali dünya kapitalizminde aşırı bir ısınmaya neden olmuştur. Abartılı bir adlandırmayla kavga, belli bir dolayımlı ve çok çeşitli ilişkilenme anlamında “eski dünya”nın, küstah, tekdüze tabiyet ilişkilerinin belirlediği yeni dünyaya direnmesi biçiminde ortaya çıkmaktadır.
Emperyalist egemenliğin dönüştürülmesi bağımlı ülkeler açısından bir dış politika olgusu sayılamaz. Bu dönüşüm bir bütün olarak toplumsal yapının farklılaşması, içerdeki sınıfsal dengelerin alt üst olması, egemenlik mekanizmalarının kimilerinin tasfiyesi gibi çok boyutlu bir süreçtir. Esas olarak belirli bir gelişkinlik düzeyine denk düşen ülkelerde, stratejik önem, bölgesel/ulusal gelenekler vb bir dizi ek faktöre bağlı olarak emperyalizme karşı devrimci bir dinamizm açığa çıkmış bulunmaktadır.
Marksizmin bu deneyimlerle zengin ve yaratıcı bir ilişki tesis etmesi için bu kadarı yeterli değildir. 20.yüzyılda da işçi sınıfı karakterinin belirleyici olmadığı ulusal kurtuluşçu, üçüncü dünyacı çıkışlarla marksizm arasındaki temas genel olarak dünya ölçeğindeki sosyalizm dinamiklerinin yardımıyla kurulmuştur. Bugün böyle bir olanak mevcut değildir. Latin Amerika örneğinde bütün cazibesine karşın Küba bu bağlantıyı temsil edememektedir.
Ancak eksiklik marksizmi günümüzün devrimci dinamikleri karşısında elbette kayıtsız bir konuma itmeyecektir. Tersine, uluslararası siyasal devinimin gözle görülür geleceği, bir nesnel zorunluluk marksizmi işin içine davet etmektedir.
Zira söz konusu devrimci, anti-emperyalist dinamiklerin kendi paylarına başarılı olmaları, bu aşamada bir biçimde marksizm-leninizm ve işçi sınıfı faktörüyle sağlıklı pozitif ilişki kurabilmelerine bağlıdır. Açıkçası bu hareketlerin halkçı yapılarının içinde işçi sınıflarının daha ayrıcalıklı bir konum kazanmaları, pratik kararlılığın bile biricik kesin güvencesini oluşturur. Kapitalizmin dayatmalarını reddeden bir rejimin kalıcı bir toplumsal dönüşüm doğrultusunda ilerlemesi, yalnızca bu dönüşümün sosyalizmi hedeflemesi durumunda tutarlılık kazanabilir. Seçim kazanan bir iktidarın burjuvazinin ve emperyalizmin gücünü kırmasının bilinen biricik gerçekçi yolu proletarya diktatörlüğüdür.
Marksizmin bu doğrularının değişmiş olabileceğini düşündürtecek herhangi bir olgu yaşanmadı. Güncel devrimci dinamiklerin geleceği marksizmle daha sıkı bir iletişime mahkûmdur. Bu iletişim aynı zamanda marksist teorinin yeni baharının da habercisidir.