Yazın ortasında, kurultay toplanır mı? Yazın ortasında, bir buçuk aylık bir eylem başlatılır mı?
Olağan bir dönemden geçiyor olsaydık, 9 Temmuz 2006 tarihinde toplanan Yurtseverler Kurultayı ile 1 Eylül’de Dolmabahçe’de sona erdirilmek üzere 15 Temmuz’da İncirlik’te başlatılan “ABD DEFOL Bu Memleket Bizim Yürüyüşü”, gereksiz iradi zorlama girişimleri olarak görülebilirdi.
Ama beklemeye tahammülümüz yok. Yurtseverler Kurultayı’nın sonuç bildirgesindeki ilk saptamalardan biri, “emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı emekçi sınıfların ortak mücadelesinin ertelenemeyeceği” idi. İsrail’in 12 Temmuz 2006’da Lübnan’a, daha doğrusu Lübnan halkına açtığı ilan edilmemiş savaş ve bu savaşa yönelik ilk tepkiler, ne kadar kritik bir dönemden geçtiğimizi ve mücadeleyi sonbahar aylarına ertelemenin ne kadar büyük bir yanlış olacağını bir kez daha gösterdi.
Emperyalizm ve Ortadoğu
Emperyalist ülkelerin Ortadoğu politikalarını yorumlamaya çalışırken düşülebilecek en büyük hatalardan biri, bu politikaların, öngörülebilir vadede ulaşılabilecek bir “nihai düzen” kurmayı hedeflediğidir. Böyle bakılırsa, Irak direnişinin tümüyle ezilmesi, Hizbullah’ın silahsızlandırılması, Hamas’ın İsrail’e boyun eğdirilmesi, Suriye ve İran rejimlerinin devrilerek yerlerine işbirlikçi iktidarların getirilmesi durumunda, bölgedeki çatışmaların son bulacağı düşünülebilir.
Böylesi bir “barış” ortamının ne kadar arzu edilir olacağı bir yana, emperyalizmin Ortadoğu politikalarının temel hedeflerinden biri, bölgenin işbirlikçi rejimlerini ve emekçi halkları baskı altında tutmak üzere, bölge güçleri arasındaki çatışmaların sürekliliğinin sağlanmasıdır. “Düşman” sayılan (ya da bu konuma itilen) güçler bugünden yarına değişebilir; ama emperyalizmin düşman ihtiyacı ortadan kalkmaz…
Tam da bu nedenle, İsrail’in insanlık dışı saldırganlığı, emperyalist ülkeler tarafından, bir “aşırılık” olarak bile görülmüyor. Ortadoğu’nun işbirlikçi rejimleri kafalarını kuma gömmeyi tercih ederken, ABD ile Avrupa ülkeleri İsrail’in arkasında saf tutuyor.
İsrail’in son saldırıları, Avrupa Birliği’nin ABD’yi dengeleyecek bir güç olarak sahneye çıkması beklentisinin ne kadar boş olduğunu da ortaya çıkardı.
Emperyalist ülkeler arasındaki ilişkilerde “rekabet” ile “işbirliği” birbirinden ayrılamaz. Evet, ABD’nin Irak’ta bataklığa saplanması Fransa ve Almanya gibi ülkeleri çok fazla üzmedi. Ama ABD’nin bölgedeki denetimini tümüyle yitirmesi de, ortaya çıkacak boşluğu doldurma şansı bulunmayan Avrupa ülkelerini sevindirmeyecektir. Bu nedenle, başta Almanya olmak üzere Irak’ın işgaline katılmayan Avrupalı emperyalist güçler, bir yandan İsrail’i desteklerken diğer yandan İran’ın kuşatılması politikasına ortak oluyorlar.
Avrupa’dan yalnızca “refah, uygarlık ve demokrasi” gelebileceğini ileri sürenlerin yüzleri kızardı mı, bilmiyoruz. Daha doğrusu, hiç zannetmiyoruz!
Ama İsrail’in Lübnan halkına yönelik katliamları sürerken, Avrupa Parlamentosu’ndaki Yeşiller grubunun başkanı, eski “devrimci” Daniel Cohn-Bendit’nin getirdiği öneri şu oldu: Lübnan’a NATO askerlerinin yerleştirilmesi! Ve pek tabii ki, bu “barış” misyonuna Alman askerlerinin de katılması…
Joschka Fischer’in Almanya dışişleri bakanlığı döneminden bu yana uluslararası politika meseleleriyle çok daha yakından ilgili olan Yeşiller’in bir başka temsilcisi, Türkiye’deki pek çok “sivil” girişimi de destekleyen Heinrich Böll Vakfı’nın başkanı Ralf Fücks, daha fazlasını öneriyor: İsrail’in NATO’ya dahil edilmesi!
Bunlar, Avrupa Birliği’ndeki demokrasiden, barıştan, çevrecilikten vb. söz edildiğinde ilk akla gelen isimler arasında yer alıyor. Muhafazakar politikacıların neler yapabileceğini tahmin etmek zor olmasa gerek…
Bir miktar daha açmak gerekirse: NATO’nun Lübnan’a yerleşmesi ya da İsrail’in NATO’ya dahil edilmesi, Hizbullah-İsrail çatışmasını hızla bir İran-NATO çatışmasına dönüştürecektir.
Nitekim, ABD de, Lübnan’a, Almanya ya da Türkiye liderliğinde bir “barış gücü”nün yerleştirilmesini önerebiliyor.
“Ulusal çıkar” demagojisi
Yurtseverler Kurultayı’nda belirlenen görevler arasında, “Batılı ülkelerle pazarlığa oturan ama yeri geldiğinde en azgın emperyalist projelere ortak olan, emekçi sınıflara düşmanlıktan asla vazgeçmeyen, halkların kardeşliğine sürekli engel olmaya çalışan, piyasa ekonomisine övgüler düzen milliyetçi güçlerin ‘ulusal çıkarlar’ aldatmacasının” teşhir edilmesi de vardı.
İsrail’in Lübnan’a savaş açmasının ardından, milliyetçi güçlerin “ulusal çıkarlar” aldatmacasının ne anlama geldiği de bir kez daha somutlandı.
“İsrail Lübnan’a giriyorsa, biz de Kuzey Irak’a girmeliyiz.”
Bu tezi kimin daha büyük bir kararlılıkla savunduğu, hükümet ile muhalefet arasındaki en önemli ayrım noktası haline geldi. Önce “sabrımız taşıyor” açıklamaları yapıldı, ardından “hani, ne duruyorsunuz o zaman” kışkırtmaları…
Bir nokta açık olmalı: Kuzey Irak’a girmeyi savunanlar, ABD ile karşı karşıya gelmeyi akıllarının ucundan bile geçirmiyor. Kürt (ya da onların deyişiyle “terör”) sorununun Kuzey Irak’a asker göndererek çözülemeyeceğini de çok iyi biliyorlar, ABD’ye rağmen bir askeri operasyon düzenlenemeyeceğini de… Asıl dert, ABD’nin bölge planlarının tümüyle kenarına itilmemek için, bu ülkeyle askeri işbirliğini yeniden derinleştirmek. Ama adını bu şekilde koymak mümkün olmadığından, milliyetçi demagojiye başvuruluyor.
Açık olması gereken bir başka nokta, hükümetin ABD’ye yönelik “sert” uyarıları ile ABD yönetiminden gelen görece yumuşak açıklamaların, bir pazarlık sürecine işaret ettiği. Düzen güçleri arasında ABD’nin desteğini alma ve koruma rekabeti yaşanırken, umudunu ABD’nin desteğini (yeniden) almaya bağlamış olan AKP hükümetinin “hesapsızca” çıkışlar yaptığını düşünmek için hiçbir neden yok. Recep Tayyip Erdoğan’ın İsrail’e yönelik açıklamalarını da benzer bir çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanının, işbirlikçi Arap liderlerinden çok daha “cesur” açıklamalar yaparak İsrail’i suçlar görünmesi, olası askeri görevlere hazırlık yapıldığına işaret ediyor. Bu görevler arasında, gerçekten de, İsrail ile Hizbullah arasında tampon görevi üstlenmek de bulunabilir. Hizbullah’la ve Hizbullah aracılığıyla İran’la karşı karşıya gelmek üzere!
Görüldüğü kadarıyla, pazarlıklar henüz nihai sonuca ulaşmış değil. Bu da, Türkiye’yi yöneten güçlerin kafa karışıklığıyla ya da ayak diremesiyle değil, emperyalist planların netleşmemişliğiyle ilgili. ABD-Türkiye pazarlıklarından çok daha önemli olan ABD-Avrupa pazarlıklarının sonuçlanması gerekiyor önce.
Yurtsever Cephe’nin gündemi
Uzunca süredir ısrarla vurguladığımız üzere, Emperyalizme Karşı Yurtsever Cephe, Türkiye topraklarından kendi kendine fışkıran bazı güçlü dinamiklerin üzerine yerleşmek için kurulmadı.
Geçen sayıda şunları yazmıştık:
“Türkiye yerine göre modern, Batılı veya emperyalist olarak algılanan dünyadan korkmakta, ama dönüp kaçmak yerine korkunun kaynağına yakın olmayı seçmektedir. Türkiye kapitalizminin tarihsel stratejisi ve aynı zamanda bir güvenlik konsepti olan korku kaynağına doğru yolculuk, toplumun bütününü de etkisi altına alan bir bilinç kayması yaratmıştır. Türkiye’de düşmanın stratejik ittifakın da temel unsuru olmasında ‘kamuoyu’ sakınca görmemektedir. Aynı şekilde Türkiye toplumu, AB’yi baskıcı, bölücü vb. bir tehdit olarak algılamakta ama kurtuluşu AB üyeliğinde görmektedir.”
Bu saptamayı, “Türkiye üzerindeki emperyalist etkinin artmasının üreteceği sonucun ille de anti-emperyalizm olmadığına işaret etmek” için yapmıştık…
İsrail’in Filistin ve Lübnan halklarına yönelik ABD destekli savaşına yönelik toplumsal tepkinin zayıflığı, daha doğrusu “İsrail yapıyorsa biz de yapalım” ruh halinin bu denli kolay yaygınlaştırılması, Türkiye’de bağımsız birer toplumsal dinamik olarak anti-siyonizmden ve ABD karşıtlığından pek fazla söz edilemeyeceğini bir kez daha gösterdi.
Yine geçen sayımızda, emekçi yurtseverliğinin çevresindeki dikenlerden birini şu şekilde tarif etmiştik:
“Emekçi yurtseverliğinin bir diğer sınır boyunda Kürt ulusallığı durmaktadır. Bu akımın burjuva ve pro-emperyalist damarlarına Irak’taki ABD işgali sayesinde kan pompalandığını söyleyebiliriz. Öte yandan Kürt kimliği proleter, kurtuluşçu ve mazlum özellikler taşımakta, en büyük nüfus parçası da Türkiye işçi sınıfının organik bir unsurunu oluşturmaktadır. İlkinden giderek emperyalizmin güdümü altına daha fazla girecek, milliyetçi ve ayrılıkçı bir kol çıkar. İkinciden ise ortak yurtseverliğe güçlü bir katkı gelir.”
Kürt ulusalcıları, ABD ile “bölgedeki statükocu güçler” arasındaki mücadelenin yaratacağını umdukları boşluklara yerleşme stratejisini izliyor. Son dönemdeki eylemlerinden anlaşıldığı kadarıyla, Türkiye’nin Irak’a asker göndermesinin de, bölgedeki dengelerin değişmesine ve ABD destekli yeni projelerin önünün açılmasına hizmet edeceğini düşünüyorlar.
Tabii Kürt ulusalcılığının bugünkü noktaya gelmesinin asıl sorumlusu, Kürt sorununu çözümsüzlük noktasına getiren Türkiye kapitalizmi.
Yurtseverler Kurultayı, “Türk ve Kürtlerin bu topraklarda yaşayan diğer halklarla birlikte ortak bir kurtuluştan başka çıkış yoluna sahip olmadığını, bu ortaklığın ancak emperyalizme karşı mücadelede sağlanabileceğini; Kürtlerin çözümü dış güçlerden beklemesinde esas sorumluluğunun onu emperyalist güçlere iten Türk egemenlerinde olmasından hareketle, her tür liberal, milliyetçi, inkarcı ve imhacı politikanın alternatifinin emekçi sınıfların kurtuluşu temelinde ortak bir mücadelenin ürünü olacağını” vurgulayarak, gerçek çözüm yoluna ışık tuttu.
Yurtsever Cephe, zamanla yarışıyor.
Türkiye’nin Ortadoğu’da yaratılan emperyalist bataklığa çekilme olasılığı güçlenirken, böylesi bir sürecin karşısına toplumsal ölçekli bir mücadeleyle çıkılıp çıkıl(a)mayacağı büyük önem kazanıyor.
Yurtsever Cephe’nin en önemli avantajı, düzen cephesinin elinde demagojiden başka silahın kalmamış olması. Ama düzen cephesinin demagojilerini emekçi yurtseverliğinin silahları haline getirebilmek için, örgütlü gücün en hızlı şekilde artırılması gerekiyor. Yurtseverler Kurultayı’nda da vurgulandığı üzere…
Türkiye’de emekçi yurtseverliğini gerçek bir toplumsal dinamik haline getirmek ne kadar mümkün?
Bu, bir kehanet değil, mücadele konusudur…
Ama elimizde hiçbir verinin bulunmadığı da söylenemez.
15 Temmuz’da İncirlik’ten yola çıkan yurtseverlerin temel kaygısı, yaz sıcağıyla değil, karşılaşacakları tepkilerin ne kadar sıcak olacağıyla ilgiliydi… Yürüyüşlerinin ilk haftası her açıdan sıcak geçti!